Hüyükteki Nar Ağacı“Ovada çok işsiz ırgat dolanıyordu, kendileri gibi aç yoksul. Hepsi onlar gibi şaşkınlık içindeydiler. Tozları dizkapağına kadar çıkan yollardan tozutarak mavi, sarı, kırmızı, mor traktörler, biçerdöverler, kocaman kamyonlar geçiyordu, üstlerini yarım parmak kalınlığında toz bağlamış. Makinelerin öz renkleri altında kalmış, soluk, belli belirsiz.
Ova tekmil sıtmadan titriyordu. İnsanların sapsarı yüzleri uzamıştı. Otlar kurumuş, yapraklar dallarda göğünmüştü. Bütün ova göğünmüş bir sarılıktaydı. Yollarda kalmış ölüler gördüler. Bir akşamüstü karşılaştıkları ölünün üstünü yolun tozları örtmüştü. Tozun altındaki yüzü kehribar gibiydi. Bacaklarını germiş, ayaklarını dikmişti.

İnsanlar bu traktörler geldikten sonra birden değişmişler, bambaşka olmuşlardı. İnsanların yüzlerine bile bakmıyorlardı. Ne yapacağını bilemedikleri bu makinelere tapınmışlardı bayağı. Durup dururken bir köyde genç bir ağa onların yüzüne tükürdü, dağlardan Çukurova’ya ne kadar akılsız ırgat dökülmüşse bu yıl, hepsinin anasına avradına sövdü.”
Hüyükteki Nar Ağacı isimli romanında 1950’li yılları anlatır Yaşar Kemal. Traktörün ve diğer tarım makinelerinin Çukurova’ya girmesi sonucu ırgatların yaşadığı işsizliği, yokluğu, açlığı ve aynı zamanda hiç tükenmeyen umudu anlatır bu kitapta. O, Çukurova derken, aslında tüm ülkenin yarasına parmak basar, emekçinin çaresizliğini gözler önüne serer. Kapitalizmi, ırgatın, yarıcının artık değersiz bir işgücüne dönüşmesini, makineleşen insanı, ağa zulmünü, topraksız köylüyü ve makineleşme sevdasını anlatır.
O dönemdeki ülke gerçeğine baktığımızda ise, ülke gündeminde A.B.D’nin sunduğu Marshall Planı gözümüze çarpar. Devletin bu yardım gereği verilen hibe traktörleri, köylülere uzun vadeli borçlandırma ile satmasıpek çok köylünün öküzünü satıp traktör almasına neden olmuş, karasaban pullukla yer değiştirmiş, daha sonra borçlarını ödeyemeyen köylüler topraklarını elden çıkartıp göç etmek zorunda kalmışlar ve bunun sonunda gecekondulaşmanın hızla artması olayı gerçekleşmiştir.
Yaşar Kemal, Hüyükteki Nar Ağacı eseriyle ilgili olarak şu açıklamalarda bulunmuştur: “Hüyükteki Nar Ağacı İstanbul’a gelmeden önce Kadirli’de yazdığım son kısa romandır. Yitirmiştim. Kadirli’de anamın sandığında buldular. Amcamın oğlu getirdi 1966’da. Tarihini de yazmışım: 31.1.1951 Çarşamba… Son beş sayfası kopmuştu ama aklımdaydı, yeniden yazdım bu beş sayfayı. Hemen hemen hiçbir değişiklik yapmadan yayımlıyorum. Hüyükteki Nar Ağacı’nı bugün yazsam başka biçimde yazardım. Ama bundaki yalınlığa, tazeliğe erişemem. 1949-50 yıllarında traktör Çukurova’ya geldi. Yarıcılar işlerinden oldular, dağdan gelen mevsimlik ırgatlar işsiz kaldılar, hiç dayanıklı olmadıkları sıtmadan kırıldılar. Hüyükteki Nar Ağacı’nda, traktör olayıyla başlayıp büyüyen işsizlik arasındaki bağlantıyı anlatmaya çalıştım. Doğa-insan ilişkilerini en iyi anlamda verdiğim yapıtlarımdan biri bu. “ *
Roman bir dağ köyünde Memet’in tarlasında başlar. Memet’in karısı toprağı eşeler, tohumlara bakar, hepsi çürümüştür. “ Ölürük” der, “ ölürük bu yıl, vay benim emeciklerim..”
Böyle başlar Memet’in Çukurova serüveni… “ Kız” der, “ yarın değil öbürsü gün gidiyoruz, on güne dek para yollarım sana. Sen ben gittikten on gün sonra dükkancı Cemal Efendiye uğra, onun eliyle salarım parayı.” O kadar emindir Memet ovaya indiği anda iş bulacağına… Ancak on güne kadar yiyecek hiçbir şey yoktur evde, çare ala keçiyi Duran Efendiye satmakta bulunur. Sonra bir damın duldasında Hösük ile buluşur Memet. Hiç iş olmaz mı Çukurova’da? Adam diye ölüyorlardır şimdi, koca ova… Yalan, iş yok diyenler yalan söylüyor elbet. Yusuf gelir sonra…
Duymuş, Çukurova’ya gidiyorlarmış. “ Yapmayın, etmeyin. Çukurova ölüm demek, sıtma demek, yazık gençliğinize, arkanda bıraktığın gül gibi dört çocuğa yazık Memet” der. “Biz gideriz” der Memet, “ölüm yokluktan iyidir.”

Ertesi gün yola çıkılır. Memet, Hösük ve elinde sazıyla şık Ali Çukurova’ya doğru adımlamaya başlamışken, arkalarında bir ses duyarlar. Koşarak gelen Yusuf da katılır onlara, anca beraber kanca beraberdir. Sıcak altınsa yürünür, yürünür… Akpınar başında soluklanılır, eller yüzler yunur, yorgunluk alınırken onlara doğru koşan Memet çocuğu görürler. Memet çocuk, Keklikoğlu’nun çobanıdır. Hep dayak yemekte, aşağılanmakta, üstüne üstlük hakkını da alamamaktadır…
“Başka çoban bulsun kendine, ben de sizinle geliyorum. Çalışıp hakkımı alacağım ve koca boynuzlu bir çift öküz alacağım kendime. Hakkı mı verirler değil mi Çukurova’da?”
“Elbet verirler!”

Beşli yola koyulur. İki gün sonra Çukurova’ya inerler. Önce çiftliğe gidelim der Memet, daha önce çalışmıştım orada, ablam var iyidir, hepimize iş verir. Çiftlikten garip homurtular gelmektedir, makineler canavar gibi çalışmakta, abla sağa sola emirler yağdırmaktadır… “ Abla ben geldim” der Memet. Abla oralı olmaz. “ Tanımadın mı beni, ben Memet… Hani pek severdin beni burada çalışırken?” Abla görmez nedense ve bir yanaşmaya sesler, “ biraz ekmek verin şunlara gitsinler.” Rengi Çukurova gibi bi bozarır Memet’in, bi kızarır… Abla artık çiftlikte çalışan makineler gibidir, elleri belinde, güçlü, ama hissiz…

Boz toprakların kapladığı tozlu yollarda yürür beşli, ayaklarını sürütürler yorgunluktan, dizlerinde derman biter zaman zaman. Ve daha önceleri sıtmaya yakalanmış olan Yusuf yeniden hastalanır. İş aramak için oradan oraya giderken sırtlarında taşırlar Yusuf’u… Sülük gibi onları emen sivrisineklere karşı çaresizdirler ve her gittikleri yerden de boş dönerler. Umutların bittiği yerde şık Ali sazına sarılır, yanık türküler dinlerler gözleri Çukurova’nın ufkuna dalarak.

Nerde bir yeşillik görseler, orada mutlaka iş vardır onlara göre… Köyün birinin girişinde yanlarında bir otomobil durur, içinden bir bey iner ve “ırgat mısınız” der, “evet” derler. “Bana böyle ırgatların gereği yok, hepiniz uyuz ite dönmüşsünüz” der bey. şık Ali’ye, “seni alırım, arada ırgatlara bir şeyler tıngırdatırsın. “ şık bozulur, “ istemem” der. Atılır Memet çocuk, “onun soyu Dadaloğlu’na dayanır. “ Bey güler, dalga geçer… Memet çocuk dişlerini sıkar, yumruklarını sıkar, bıraksalar üzerine yürüyecektir beyin ama bırakmazlar… Memet çocuk romanda başkaldırının simgesidir, onurludur, haksızlığa karşı çıkandır. Rivayet odur ki, Memet çocuk, daha sonra İnce Memet olacaktır…

Aç, susuz, Çukurova’nın tozları gibi savrulurlar oradan oraya. “Dönelim” der birisi, diğeri “olmaz avradımızın yüzüne nasıl bakarız?” Dinlenmeye otururlar, Yusuf ölüden az bericedir, ve hepsi aç, susuz… Çukurova’nın tozunun, sıcağının içinde bir hatminin üzerinde mavi bir kelebek görürler. “Ölü mü acep, bu sıcakta burada yaşar mı bu hayvan?” Ses çıkartırlar, el çırparlar, tık yok. “ Yazık, demek ölmüş hayvan, yoksa uçardı.” Hepsini bir hüzün kaplar, yastadırlar adeta. Derken bir araç geçer yoldan, onun gürültüsüne aldırmayan kelebek, Yusuf’un sesiyle havalanır üzerine konduğu hatmiden… El çırparlar birlikte, “ yaşasın, yaşasın ölmemiş!” Bu başka canlara duyulan kaygıdır, cana verilen değerdir, yaşama sevincidir, mavi umuttur ve her şeye rağmen bir kelebeğin kanat çırpışıyla gülümseyebilmektir.

Uzakta ağaçlıklı bir köy görürler, iş vardır illaki ve Yusuf ölümcül haldedir, oraya varılmalıdır. Bir kadın çıkar karşılarına, aşağıdaki hüyükten ve üzerindeki kutsal nar ağacından söz eder… Burası Kırklar Meydanı’dır der, yolu tarif eder ve ekler : “ O öyle bir ağaçtır ki, altında sivrisinek barınmaz. Hastaları iyileştirir, muradı olanların muradını verir, iş sahibi yapar, cepleri parayla doldurur, açları doyurur ve kötüleri yanına yaklaştırmaz…” Bunları söyleyen kadının adı “Cennet”tir. Bu isim ve anlatılan olay Anadolu insanındaki inancı, kaderciliği, mistik değerlere bağlanan umuda gönderme yapar.

Hüyükteki nar ağacına giden yol tarifini alan umut yolcularımız gözlerine gelen ani fer ile yürümeye başlarlar… Ağacı bulacaklardır ve her şey güzel olacaktır. Giderken yolları bir bostandan geçer, gölgede biraz soluklanmak için izin isterler. Bostancı Ahmet onları günlerdir yolunu gözlediği misafirleri gibi karşılar. Yedirir içirir, uzun zamandır ilk defa yağlı ve etli yemek girmektedir misafirlerin kursağına. Onların rahatsızlık verdikleri çekincesiyle gitmek için yaptıkları her atak Bostancı Ahmet tarafından boşa çıkartılır. Gitmelerini istememektedir bostancı… Nar ağacı derler, gitmek gerek, iş gerek, aş gerek… “O dediğiniz ağacı ben bilmiyorum” der Bostancı Ahmet, yarında öbür günde Otçu Hasan gelir, her açan otun dahi yerini bilir, o sizde yolu tarif eder… Yine gidememişlerdir. Bostancı Ahmet, geleneksel Anadolu insanıdır bu kitapta… Yardımsever, tok gönüllü, eli bol, misafirperver ve karşılıksız el uzatmadır.

Otçu Hasan görünür ötelerden, gelir, az soluklanır. Hemen nar ağacını sorar bizimkiler, “öyle bir ağaç yok” der Hasan. Olmaz mı, Cennet kadın söyledi ya, olmasa der mi?
Ayrılırlar oradan sora sora hüyüğün yerini öğrenirler, ulaşırlar ama ağaçtan eser yoktur, sadece kökleri vardır toprakta… Kıbleye döner, ellerini açıp dua ederler Memet çocuk hariç… “ Sen dua bilmiyor musun?” “Biliyorum” der Memet çocuk, lakin bu ağaç kendine hayretmemiş ki bize…”
“ Sus sus çarpılacaksın, ermiş ağaca hiç böyle denir mi?” Ve o gece hüyükteki nar ağacının altında püfür püfür esen yelle uykuya dalarlar… Sabah uyandıklarında Memet çocuk yoktu ve de Hösük’ün hançeri… “Belliydi, o deli oğlanın bunu yapacağı belliydi.” Ancak yapacak bir şeyleri kalmamıştır, dört kişi olarak köyün yolunu tutmaktan başka…

Yaşar Kemal bu kitapta kullandığı özgün ve yerel dille yaşadığı toprakların kültürünü okuyucuya tanıtmış, düz ve doğrudan anlatımla zengin bir imge dünyası oluşturmayı başarmıştır. Çukurova’ya dair ne varsa okurun avucuna bırakmış, zengin betimlemelerle insanı ve doğayı en güzel şekilde tasvir etmiştir. Okurken hayran olduğum bu betimlemelerden birkaç örnekle bitirmek istiyorum yazıyı.

“Güneş bir köz yığını gibi dört yanına yalım saçarak kıpkızıl çıktı.”
“Uzun gölgeleri önlerine, yolun tozlarına serilmişti.”
“Gölgeleri ayaklarının dibine çekilmişti.”
“Düldül dağının doruğu bir sırça parçasıymış gibi ipil ipil yanıyordu.”
“Sıcakta erimiş kalay gibi akan, ovada ne kadar ışık varsa hepsini toparlayıp gözlerine yansıtan ırmağa..”
“Karayılanlar sevişirdi nar çiçeklerinin altında…”

*Kitabın tanıtım bülteninden alınmıştır.

Nevin KOÇOĞLU

Previous Story

Çimen Yaprakları – Walt Whitman

Next Story

Stendhal’ın ölümsüzlüğü

Latest from İnceleme

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ