Yaşasın Aşk – William Saroyan (Çeviren: Orhan Veli)

“Uyandığım vakit ne saati kestirebildim, ne günü ne de hangi şehirde olduğumu. Yalnız, bir otel odasında olduğumu biliyordum. Vakit, bir hayli ilerlemişe benziyordu; yahut da küçük bir kasabadaydım.

Kalksam mı, yoksa böyle esvaplarımla, yatağın üzerinde uzanıp yatsam mı, bir türlü karar veremiyordum. Bir de, hislerimin değişmemiş olduğunun farkındaydım.

Aşk, saçma bir şey. Hep öyle olmuştur zaten; daima da öyle olacaktır. Gerçi, tek var olan şey; ama saçma. Kuşlardan gayri hiçbir mahlûkata göre değil; kuşlara göre. Çünkü kuşlar, yaşamak için, insanlar gibi bir takım aşağılık işlerle uğraşmaya mahkûm edilmemişler. Elbise giyen, dünyada oturan, çalışması, para kazanması gereken, havayla, suyla yaşayamayan mahluklar için aşk, fazla güzel bir şey. Konuşan hayvanlar için bu biraz fazla.

Nerede olduğumu, niçin olduğumu neden sonra hatırladım. Reno’daki bir otelin bir odasındayım. Buraya boşanmak için de gelmiş değildim; evli değildim çünkü. Reno’daydım; çünkü sevgilim San Fransisco’daydı.

Ben ne bir kanaryayım, ne bir kumru, ne bir güvercin, ne bir bıldırcın, ne bir saka, ne de bir sinek kuşu. Yani, dallar arasında yaşayıp bir kanaryayı, bir başka kumruyu, bir başka güvercini, bir başka bıldırcını, bir başka sakayı, bir başka sinek kuşunu sevmekten ve onlar için aşk türküleri söylemekten başka işi gücü olmayan o tüylü mahlûkatlardan değilim. Ben, düpedüz bir Amerikalıyım. Eğlenmenin ne demek olduğunu biliyorum; ama, şöyle bir gelip geçici macera ile aşk arasındaki farkı da biliyorum. Aşk, benim için de benim gibiler için de, biraz fazla. Fazla güzel bir şey. Ne uçmak geliyor içimden, ne de ötmek. Her şeyden önce yiyip içmeye ihtiyacım var; hâlbuki âşık olursam yiyip içemem.

Bu işteki gülünçlüğü göremeyecek kadar hassas değilim. Yok benim mizacımda böyle bir hassasiyet. Bu iş bir kumru için pek münasip, ama benim için, biraz gülünç. Düşünmezsem mesele yok; fakat düşündüm mü, böyle. Bu fazla hassasiyet bir filmdeki budala bir jön prömiyere pekala yakışabilir; lakin San Fransisco’da biraz fazla güzel.

Reno’ya gelişim, kızcağızın biraz daha muntazam yiyip içmesini temini içindi. Böylelikle o da beni rahat bırakacak, ben de biraz yiyip içebilecektim. Benim, kendime gelebilmem için, onun da biraz kendine gelmesi lazımdı.

San Fransisco’da iken kendisine :

Dinle, demiştim, ben fena halde acıkmaya başlıyorum. Müsaade etmez misin, bir müddet için başka yerlere gideyim?

Başka yerlere mi, dedi, gidersen ben de gelirim.

Bunu ben de çok isterim; ama beraber olursak hiçbir şey yiyemeyiz. Oysaki gıdaya son derece ihtiyacımız var. İkimiz de bakımsız kaldık. Baksana şu halime, üç haftadır hayali fener gibiyim.

Toprağın sağlam.

Pek de değil. Adamakıllı çiroza döndüm.

Neye dönersen dön. Gittiğin takdirde ben de geleceğim. Bir başıma kalamam buralarda.

İstersen gel. Aç kalmayı göze aldıktan sonra…

Alıyorum.

Dinle ama beni. Hem uykuya ihtiyacın var, hem gıdaya. Benim de öyle.

Ben seni bırakmam.

Pekâlâ, öyle olsun. Sonunda beraber öleceğiz demektir. Mademki razısın, ben de razı olurum.

Evet, razıyım.

Güzel! Gitmiyorum öyleyse… Peki, ne yapacağız şimdi?

Bunları konuştuğumuz sırada saat on biri geçiyordu. Sinemadan çıkmış, eve gelmiştik. Birer sandviç yedik, birer kahve içtik. O :

Biraz plak çalalım, dedi.

Ben :

Çıkalım da, dedim, bir yere gidip bir şeyler içelim.

Burada oturup plak dinlemek daha hoş değil mi?

Pekâlâ, öyle olsun.

Onun üzerine yattık.

Bir çift kumru gibi.

Aradan üç gün geçti; nihayet yolculuğa çıkmama karar verdik. Bana, nereye gittiğimi araştırmayacağına, peşim sıra gelmeyeceğine dair söz verdi. Ben de ona ne mektup yazacak, ne telgraf çekecek, ne de telefon edecektim. O ara :

İyi hissetmiyorum kendimi, dedi.

Ben de:

Makul ol, dedim. Gir yatağına ve uyu. Uyandığın zaman da bir güzel karnını doyur. Bir hafta bu minval üzerine yaşa.

Peki, dedi.

Bir taksiye bindim, havaalanına geldim, iki saat sonra da Reno’daydım. Bu otele inip, hemen bu odada uyudum.

Öyle uyumuşum ki uyandığım vakit hangi şehirde olduğumu bile bilemedim. Yavaş yavaş kendime gelmeye başladım. Kalktım, gerindim. Aşağıya inip pür iştiha bir yemek yedim. Ama içimde bir de tuhaf hüzün vardı. Onun için, yediğim yemeğin pek fazla yaradığını sanmıyorum.

Yemekten sonra şehri bir dolaşmaya çıktım. Baştan başa, ışıklarla donatılmış, çok hoş bir şehirdi. Ama nedense kendimi pek keyifli hissetmiyordum. Aklımdan San Fransisco’ya dönmek bile geçiyordu. Tekrar bir taksiye bindim, şehrin dışına çıktım; içkili bir yerde dokuz tane viski içtim. Otele döndüğüm zaman saat ikiyi çeyrek geçiyordu.

Odamın anahtarını almak için kapıcının dairesine uğradım. Adam, beni birkaç defa telefonla aradıklarını söyleyip, bir telefon numarası verdi. Bu, şehir içindeki bir yerin telefon numarasıydı. Odama çıktım, telefonda bu numarayı aradım. Onun sesiydi.

Neredesin , diye sordum.

Reno’dayım, dedi.

Anladım. Ama neresinde?

Nerede olduğunu söyledi. Sonra ilave etti:

Çok sarhoşum.

Geliyorum, dedim.

Nasıl hissediyorsun kendini?

Çok iyi. Ya sen?

Ben iyi değilim.

Şimdi geliyorum.

İyi yemek yedin mi bu akşam?

Evet, dedim, ya sen?

Ben yemedim. Daha doğrusu yiyemedim.

Hemen geliyorum. Reno’da olduğumu nasıl öğrendin?

Kapıcıdan. Nereye gittiğini biliyor musun? diye sordum. Reno’ya gittiğini söyledi. Otelin adını veren de o. Sen mi söyledin kendisine?

Evet.

Söylemezsin sanıyordum. Niçin söyledin?

Belki soruverirsin diye. Sen niçin sordun?

Belki söylemişsindir diye.

Bir dakika sonra oradayım, dedim.

Adını söylediği yer otelime iki adımlık bir yerdi. Ama gene de bir taksiye atlayıp öyle gittim. Onu öyle ufacık bir masanın başında, elinde kocaman bir bardak , yapayalnız görünce içimde hüzünle saadet karışığı bir his belirdi.

“Gel” dedim. İyiliğin bu derecesi bana, ben mizaçta olanlara göre değildi; ama oldu bir kere. Otele, yürüye yürüye döndük. Dedim ki :

Bizim için en münasibi, bir güzel kavga edip birbirimizden ayrılmaktır. Nasıl olsa evlenemeyiz.

Ben kavga etmek istemiyorum dedi.

Elbet bir yolunu buluruz. Belki bu iş bir iki günümüzü alır ; ama buluruz. Bulamazsak, kötü olacak zira.böyle söylüyorum ya, görüyorsun, seni de seviyorum.

Ben de, dedi.

Reno’da on bir gün kaldık. Sonunda, kendisine söylemek istediğim şeyi anladığını anladığımı söyledim.

Böylesi daha iyi, dedim. Hep de böyle olsun.

Evet, dedi.

Burada seninle karşılaştığım için çok mesudum.

Haydi, allahaısmarladık, dedi. Ama hiç kavga etmedik, değil mi?

Evet, dedim. Etseydik daha mı iyiydi?

Hayır, dedi.

Seninle karşılaştığım için çok mesudum, diye tekrarladım.

Trene binip, San Fransisco’ya döndüm. Yol boyunca içimde bir burkulma vardı. Ama biliyordum ki bu geçecek, geçti de.

Gerçi bu iyileşme biraz geç oldu; gelgelelim temiz oldu. Üç ay sonra onu tekrar gördüm; o da düzelmişti. Birlikte bir akşam yemeği yedik.

O güne kadar en iştihalı yediğimiz yemek buydu. Başından sonuna kadar çok zevkli geçti.

Böylesi daha iyi değil mi, dedi.

Evet, dedim. ”

Vatan, 17.11.1952

* Orhan Veli’nin ölümünden sonra , kağıtları arasında bulunan bu çeviri, William Saroyan’ın ” Love, Here Is My Hat” adlı öyküsünün ” serbest” bir çevirisidir ve vatan gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir