Şimdiki gibi aklımda.Ben, o yıl orta okulun üçüncü sınıfında, bizim Durmuş Ali de ikincideydi. İkimizin de parası yoktu. Köyde, onun bu dul anası, benim bir dul anam vardı. Onlar da kendilerine zar zor geçindirebiliyorlardı.Durmuş Ali’nin umudu, parasız yatılıdaydı. İmtihana girmiş, yüzde yüz kazanacağından emindi. Bana gelince ben, bir umutsuzluk içinde yuvarlanıyordum. Nereye gitsem, ne yapsam? İki yıldır geceleri çalıştığım fabrika, bu yıl beni almıyordu. Talebeleri fabrikada çalıştırmak yasakmış! Neden yasakmış, bir türlü anlayamıyordum. Bu yıla kadar ne güzel, çalışıp okumuştum.
Beş parasız… Başımı sokacak bir ağaç kovuğu bile yok! Kocaman şehrin ortasında yalnız, yapayalnızım. Sarılacak bir dalım da yok! İçerime de dayanılmaz bir keder, bir hınç.
Durmuş Ali ile bir zaman istasyonun önündeki sıtma ağaçlarının altında geceledik. Sonra olmadı. Bu böyle sürüp gidemezdi. Bekçiler de rahat vermiyorlardı. Sonra da okula gitmek zorundaydım. Biz okula gidince, meydanda kalan yataklarımızı çalmazlar mıydı?

Çok iyi bir arkadaşım vardı, Yusuf, Beni çok severdi. Sıtma ağaçlarının altında gecelediğimizi nasılsa öğrenmiş.

Bir gün utana utana:

“Bizim damın üstünde yatsanız”, dedi.

Deli gibi sevindik. Durmuş Ali ile kucaklaşıp öpüştük.

Durmuş Ali bir:

“Allaaaaaaaaaaaaaaş…” çekti. “Yaşadık be abi… Bir günün beyliği de beylik.

Biliyorduk ki, dam üstünde güzün yağmurları başlayıncaya kadar yatabilirdik. Sonra, sonrasına Allah kerim.

Yatakları hemen, istasyondan alıp eve getirdik. Yusufların evi, Pazar yerinin yanında bir tek odaydı. Yatakları dama serdik.

Bekçi korkusu yok bir şey yok. Damın üstünde bir ev sıcaklığı, bir baba ocağı sıcaklığı…

Bunca sıkıntıdan sonra yatacak bir yerimiz vardı, işte. Şu hayat dedikleri de ne güzel şey!

Akşam yemeğimizi yer yemez hemen damın üstüne damlıyor, yataklara girip yorganları boğazımıza kadar çekiyorduk. Geceleri biraz soğuktu ama, gökte kocaman, ışıltılı yıldızlar vardı. Hep yıldızlara bakardık. Bazı geceler de gökyüzünü yıldızlarla döşeli bulurduk. O zaman sevincimize payan yoktu. Ve bizler umutla doluyduk. Sıkıntılardan, acılardan sonra gelecek güzel günlerin, daha olacağına inanıyorduk. Bu umutlar, bu hayaller benimdi. Ben söylerdim. Durmuş Ali, dinler ve onaylardı.

Durur, durur:

“Öyle değil mi Durmuş?” derdim.

“Heyye abi,” derdi. “Sabahlar karanlıklardan sonradır”.

Bu l’fı da benden öğrenmişti.

Serin dam üstü, ışıklı, iri yıldızların geceleri, sokağın sabahlara kadar süren gürültüsü, bizim umutlarımız, hayallerimiz tam bir ay, kasım başına kadar sürdü.

Sonra… Sonra o bel’lı o karanlık, bir kara çul gibi, kapkaranlık Çukurova yağmurları başladı.

Hava biraz bulutlandı mıydı, okulda Durmuş Ali bir araya gelir, birbirimize sokulur: ikimiz birden:

“Allah be! Allah be! Etme n’olursun” derdik.

Ya bir de yağmur çiselemeye görsün, o zaman bizim yüreklerimizde kıyamet kopardı. Durmuş Ali hemen, okuldan eve fırlar, yatakları damın saçağının altına indirir, koşa koşa geri gelirdi.
Yağmurlu günlerde, eve, yani saçağın altına gece yarısından sonra, ortalıktan el ayak çekilince gelir, usulcacık yataklarımıza girerdik. Saçak altında yattığımızı elâlemin görmesinden bir utanır, bir utanırdım ki biterdim. Durmuş’u derseniz, o oralı bile olmazdı.

Bazen erken uyanamazdım. Birden uyanırdım ki, arkadaşımın anası, öteki komşular uyanmışlar, avluda dolaşıyorlar. O zaman ben yorganı başıma iyice çeker, yatağın içine büzülür, büzülür, yok olurdum. Yanımda, yönümde ayak sesleri duydukça küçülür, küçücük kalırdım. Ayak sesleri kesilince hemen yataktan fırlar, giyinir, kaçardım, o gün ben giyinirken birinin bana baktığını sanmışsam akşama kadar başım döner, kendime gelemezdim.

İçinde yattığım yatağa dönüp de bir türlü bakamıyordum. Bakmayı içim götürmüyordu. Yatak, saçağın dışından fırlayan çamurlara belenmişti.

Gene geç uyandığım bir sabah, giyinip kaçarken, arkadaşımın annesiyle göz göze geldik. Aksaçlı bir başta, kocaman açılmış acıyan gözler… Yıllar geçti, o gözlerin ağırlığı daha üstümde… Bin yıl yaşasam da, o gözler öyle, öylecene bakıp duracak.

Sabahleyin okulda Durmuş Ali’ye:

“Ben o eve bir daha gitmeyeceğim” dedim.

Şaştı:

“Neden be abi?” dedi. “Nerede kalacaksın?”

“Gidemem”.

“Yapma be, abi! Nerede yatacaksın? Neden yani?”

Durmuş ne etti eyledi de beni o gün eve götüremedi. O gün, daha başka günler gidip istasyondaki kanepelerin üstünde geceledim.

Bir ara yağmurlar durur gibi etti.

Durmuş Ali bir gün:

“Abi” dedi, “Yatakları dama çıkardım, gel artık!”

gittim.

Birkaç gün sonra, bir ikindi üstü bir yağmur boşandı, gök delinmiş gibi… Durmuş fırladı ama, yetişememiş, yataklar çıpıldak su.

Bir otel bilirdim, eskiden birkaç gün yatmıştım. Otel deyince… Gariplerin yatağı. Güzel Yurt Oteli… Oteller o zamanlar çok ucuzdu… Bir yatak elli kuruş… Gel gör ki elli kuruş!…

K’tip, yatağımız olduğu için, koridorda, geceliği on kuruşa yatmamıza razı oldu.

Daracık koridora iki oda kapısı açılıyor. Yatakları kapının önüne serdik. Biz de yatakların dışına çömeldik. Hiç konuşmuyoruz. Belimizi duvara vermiş, duruyor, birbirimize de hiç bakmıyoruz.

Gece yarısını buldu. Yataklar önümüze serili duruyor. Uykumuz geliyor, gözlerimizden uyku akıyor ama, yataklara girilmez ki… Gözümüz yataklarda, içimizde hasret, rahat bir yatak, bir uyku hasreti…
Yarı sersem, yarı uykulu…

Aşağıdan bir ayak sesi geldi. Gece yarısı bir hayli aşmış. Gözümü açtım, merdivenden iki genç kadın göründü. Yataklara basmamağa çalışarak kapıyı açtılar. Kadınların ince, uzun boylusu içerden geri çıktı. Bizlere hayretle bakıp içeri girdi. Sonra geri çıktı. Hap bakıyordu. Girdi. En sonunda gelip durdu: konuşmadı. Sonra birden bana:

“Bir kibritiniz var mı?” dedi.

Çıkarıp verdim. Gözleri hayretle açılmıştı. Sigarasını yaktıktan sonra bir sigara da bana uzattı, almadım. Israrda etmedi.

“Bu yataklar sizin mi?” dedi.

“Bizim”.

“Vakit çok geç yatsanıza!…”

Ampulün sönük ışığında, bereket, yatakların ıslaklığı belli olmuyordu.

Ben:

“Hiiiiç… Uykumuz gelmiyor da…”

Durmuş Ali’ye döndü. O uyuyordu.

Dürttüm. Durmuş uyandı. Dürttüğümü kadın da gördü.

“Yatsanız iyi edersiniz”.

Durmuş Ali:

“”Is…” dedi.

Sertçe ağzını kapattım. Kadın huylandı.

“Bir şey mi söyleyecekti çocuk?”

“Patavatsızın biridir de…”

Kızgın söylemiş olacağım ki, kadın odasına gitti. Arkasından baktım. Gözlerimde, incecik bir bel hayali kaldı.

Durmuş Ali’ye usuldan:

“Kadın güzeldi”, dedim. “Amma da iyi ha!”

İçerden kadının kahkahası geldi. Ben buna içerledim.

“Güzel ama, bunlar pis karılar” dedim. “Pis olmasalar ne işleri var otelde!…”

Sonra hiç konuşmadık. Yüreğimizde derdimiz, yatağımız da ıslak olmasaydı, Durmuş Ali ile bu kadın üstüne kim bilir ne laflar eder, ne hayaller kurardık.

Uyumuşuz.

Gecenin saat üçü mü dördü mü, ne, kapının gıcırtısıyla gözlerimi açıyorum. Bakıyorum ki, kadın gecelik gömleğiyle, merdivenden iniyor. Az sonra da gelip, gene karşıma dikiliyor… Her yanı açık saçık, göğsü dışarıda. Çırılçıplak denecek kadar çıplak. Gözlerinde bir kızgınlık ve uykusunun mahmurluğu var. Gene öyle açılmış gözlerle bakıyorum. Bir ara hırsla gözlerimi kapadım ve bir zaman açmadım. Sonra açtım ki, kadın daha öylecene duruyor.

İçimden, “Ne durmuş bakıyor öyle? Pis, bu pis domuzlar, hep böyle bakarlar işte. Kendisine ne oluyor uyumuyorsak! Ne karışıyor? Salla bir yumruk çenesine” geçti.

Kadın:

“Kibritinizi verir misiniz?” dedi.

Çıkarıp verdim.

Gidip içerden sigarasını alıp yatkı. Bir tane de bana uzattı. Bir de canım sigara istiyordu ki:

“Ben sizin sigaranızı istemem” dedim.

Kadının yüzünde hoş, fakat beni çıldırtan bir gülümseme dolaştı:

“Neden küçük bey?”

“Ben küçük bey değilim. İçmem işte. Size ne yani? İçmem işte.”

“Ha,” dedi. “Sahiden siz niçin yatmazsınız? Yataklarınız da serilmiş işte…”

kekeledim:

“Biz mi? ne?”

“Bakın çocuk uyumuş, Neden yatmıyorsunuz?”

“Uyumuyoruz. Uyumayacağız işte. Canımız uyumak istemiyor!”

“Neden?”

Varır yatağa bakar, yaş olduğunu anlar diye de deli oluyordum.

Deli gibi bağırdım:

“Yatmıyoruz işte. Yatmayacağız”.

Kadın:

“A…a…a…” dedi. “Ne bağırıyorsun öyle? Ben bu çocuğa acıdım, oracıkta uyumuş da… yazık… üşür…”

“Kalk ulan! dedim. “Kalk” Sersem gibi burada uyuyacağına”.

Çocuk neye uğradığını bilemedi, gözlerini tekrar yumdu. Başı önüne düştü. Gene dürttüm.

Başımı kaldırıp da kadının yüzüne bakamıyordum ya, gözlerinin üstümde olduğunu, öldürürcesine üstümde, bana baktığına emindim.

“Kalk ulan, kalk da yatağına gir, orada uyu!”

Oğlan uykulu uykulu burnunu kaşıyıp beceriksizce soyunmaya başladı.

“Sahiden de” dedi, “Ben neden burada uyumuşum?”

Elinden tutup yatağına soktum,

Durmuş, duyulur duyulmaz bir sesle:

“Abi be, ne de soğuk!”

“Yat ulan” dedim, “Şimdi ısınırsın”.

Kadın başımdan gitsin diye, ben de hızlı hızlı soyunup yatağa girip yorganı başıma çektim.

Alaylı bir sesle:

Âllah rahatlık versin”.

Kapı kapındı. Arkadan da bir kahkaha geldi. Var gücümle dişlerimi sıktım.

Yatak su gibiydi. Tenimden buz gibi bir ürperti geçti. İçim bir üşüdü ki… Yorganı başıma, bacaklarımı karnıma çekip, bir topak oldum.

Durmuş Ali yorganımı çekti.

“Abi be,” dedi, “Abi be!” Donuyorum abi be! Vıcık vıcık!”

Ben büzülmüştüm. Hırsımdan dişim dişimi yiyor.

“Abi be, sana diyorum abi be! Donuyorum be!”

Yorganı üstünden hışımla attım.

“Ne var ulan? abi be, abi be! Yat geber işte!”

Tekrar yorganı üstüme çektim. İçimde soğuk bir ürperti. Sanki bir yığın yılanı getirip çıplak tenime sarmışlar.

“Abi be… Vallahi üşüyorum. Üşümekten ölüyorum… Vıcık vıcık… Su… Abi be! Sana diyorum be!”

Ben, birden yataktan fırladım. Giyindim. Ali de öyle yaptı. Gene gittik köşeye oturduk. Sudan çıkmış gibi ıslanmıştık.

Ama yüreğimde korku, ya kadın şimdi çıkıverir de, bizi gene böyle görürse!

Durmuş Ali’ni dişleri birbirine çarpıyordu. Ben de titriyordum.

Ya kadın şimdi çıkarsa?
Ali’nin elinden yakaladığım gibi:

“Yürü parka kadar koşalım, ısınırız”.

Parka kadar koştuk. Asfalt cadde ıpıssızdı. Oradan istasyona koştuk. Yüreğimiz küt küt atıyordu. Isınmıştık ama, sıtma ağacının altında biraz bekleyince yeniden üşümeye başladık.

İstasyon meydanının ortasında birkaç salepçi duruyor, bir insan kalabalığı da salep içiyordu.

Sıcak salep bardaklarının buğulandığını görür gibi oldum. Elim cebime gitti ama… nafile…

Durmuş da salep bardaklarına gözlerini dikmişti.

Kendimde olmadan içimi çekmişim. Durmuş da içini çekti.

Daha gün doğmamıştı ya, usul usul şafağın yerleri ışıyordu. İki büklü olmuş, tir – tir titriyorduk.

Durmuş Ali, bir ara bana döndü. Birden aklıma gelmiş gibi:

“Abi be” dedi. “Sahiden, o ıslak yataklara biz ne diye girdik?”

Yatak – Yaşar Kemal
Sarısıcak 8. bs. İstanbul: Toros, 1987, s. 63-71.

Previous Story

Adı Yok – Cemil Kavukçu ‘Bir gün belki hayattan, geçmişteki günlerden bir teselli ararsan, bak o zaman resmime, gör akan o yaşları…’

Next Story

Kıskançlık – Yuri Oleşa

Latest from Öyküler

Tutku – YUSUF ATILGAN

Sağ ayağım izmaritin yanına gelince durdum. Yanıma yöreme baktım. Halkçıların kahvesi önünde Sabri Kâhya ile Yakacı oturmuş konuşuyorlar. Gözleri pek farketmez. Mayıs sıcağı. Köyde

Saatların Tıkırtısı – Yusuf Atılgan

Tabelâcı dükkânının önünde yaş yaş, kurusunlar diye duvara dayanmış iki levha vardı. Baktım birinde “Saatçı A. Yayladan” yazılı. İçimi bir hüzün bürüdü. Karşıda saatçınındı
Sait Faik Abasıyanık

Semaver – Sait Faik Abasıyanık

SEMAVER – Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın. Ali nihayet iş bulmuştu. Bir haftadır fabrikaya gidiyordu. Anası memnundu. Namazını kılmış, duasını yapmıştı.
Sait Faik Abasıyanık

Sait Faik Abasıyanık Hikayeleri

Karanfiller ve Domates Suyu ,Son Kuşlar ,Sokaktan Geçen Kadın ,Sivri Ada Geceleri ,Sinağrit Baba ,Semaver ,Meserret Oteli ,Lüzumsuz Adam ,İpek Mendil ,Hallaç ,Güğüm ,Dülger
MARK TWAIN

MARK TWAIN: 1.000.000 STERLİNLİK BANKNOT

1.000.000 STERLİNLİK BANKNOT[11] Yirmi yedi yaşımdayken San Francisco’da bir madencilik şirketinde komisyonculuk yapıyordum, hisse senedi trafiğinin bütün inceliklerinde uzman olmuştum. Dünyada yapayalnızdım, zekâmdan ve
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ