Yaz – Albert Camus “insanlara daha iyi yardım edebilmek için bir an onları kendimizden uzak tutmamız gerekir”

Yaz - Albert Camus

Çöl kalmadı artık. Ada kalmadı. Oysa gereksinimini duyuyoruz. Dünyayı anlamak için bazı bazı ona sırtımızı dönmemiz gerekir; insanlara daha iyi yardım edebilmek
için bir an onları kendimizden uzak tutmamız gerekir.
Ama güç kazanmamız için zorunlu yalnızlığı, usun toparlandığı ve gözüpekliğin ölçüsünün alındığı uzun soluğu nerede bulmalı?

TANITIM BÜLTENİ
Doğaya, dağa, denize ve güneşe derinlemesine bir sevgi duymuş, kendisine bir sığınak, düşüncelerine bir yanıt aramış ve Akdeniz ışığında bütün yaşam felsefesinin imgesini bulmuş olan Albert Camus, Yazda Cezayir’in sıcak ve aydınlık doğasından Antik Yunan’ın ölçülü ve ışıklı düşüncesine uzanır. Böylece, Avrupa’nın kapıldığı yıkıcı tutkuyu yalın olduğu kadar hayranlık uyandıran bir mantıkla yargılar ve ortaya çıkan Akdeniz bilinci Albert Camus’nün mutluluk etikasını yaratır…

SUNUŞ
Albert Camus Yaz’ı 1954 yılında, yani Yabancı ile Sisifos
Söyleni’nden on iki, Veba’dan yedi, Başkaldıran İnsan’dan üç
yıl sonra yayımlar. Öyleyse, en ünlü yapıtların ardından geldi-
ğine göre, bu yapıtı bir olgunluk çağı ürünü olarak mı değerlendirmek
gerekir? Bir ölçüde, evet: Kitabın ilk ve en uzun
denemesi 1939’dan, ikincisi 1940’tan kalmadır; ama geri kalanlar
Yabancı’dan, son ikisi de Başkaldıran İnsan’dan sonradır.
Gene de bu kitap daha çok bir gençlik yapıtı izlenimi uyandı-
rır insanda, hem de yazarının, “Tipasa’ya Dönüş”te gördüğü-
müz gibi, bayağı içli bir dille, yitirilmiş gençlikten söz etmesine
karşın.
Hiç kuşkusuz, ilk denemenin günahı çok bu izlenimde:
“Minotauros ya da Oran Molası”, hem oldukça eski bir tarihte
yazılmıştır, hem de, birçok yönden, bir alıştırma, bir anlatım
çalışması havası taşır. Ancak izlenimimizin gerçek kaynağı, Camus’nün
bu yapıtta durmamacasına çocukluğunun ve gençli-
ğinin toprağının: Cezayir’in çevresinde dönmesidir. Üstelik,
Yaz’dan bize yansıdığı biçimiyle, Cezayir hem yoksulluğuyla
arı bir gençliğin anılarıyla dolup taşar, hem de doğası ve tarihiyle
aynı ölçüde arı ve genç bir ülkedir. Böylece, bir baştan bir
başa, bir gençlik havası soluruz.
Ancak, iş gençlik toprağı, gençlik özlemi ve gençlik izle-
ğiyle bitmez. Gençlik izleği belirgin izlektir, ama, derinden
derine, başka izleklere, örneğin doğa izleğine bağlanır. Gerçekten,
doğaya, dağına, denizine ve güneşine neredeyse bağırsal
bir sevgi duymuş, onda kendine bir sığınak, düşüncelerine bir
yanıt aramış, ışığında tüm yaşam felsefesinin imgesini bulmuş
olan Camus, Yaz’da da Cezayir’in sıcak ve aydınlık doğasından
eskil Yunan’ın doğanın ve insanın hiçbir şeyini yadsımayan öl-
çülü ve ışıklı düşüncesine uzanır. Böylece, Avrupa’nın kapıldı-
ğı yıkıcı tutkuyu yalınlığı ölçüsünde hayranlık verici bir mantıkla
yargılar. Hatta, zaman zaman, kendimizi Başkaldıran İnsan’ın
sonlarına doğru solumaya başladığımız o eşsiz Akdeniz
ikliminde buluruz.
Şaşılacak bir yanı da yoktur bunun: Camus aynı temel
düşünceyi birkaç yapıtta birden işlemeyi bir alışkanlığa dönüş-
türmüştür; bir yapıttan bir başka yapıta geçerken de sürekli
geliştirilen bir düşüncenin bir yamacından bir başka yamacına
geçer, böylece Veba, Yabancı’yı yanıtlar, Başkaldıran İnsan da
Sisifos Söyleni’ni. Yaz da bütünün ayrılmaz bir parçasıdır: Camus
burada da İkinci Dünya Savaşı sonrasının Batı’sını benzersiz
bir açık görüşlülükle yorumlar, sorunlarına ölçü ve adalete
dayalı çözümler arar. Şu var ki, baştan ve sondan ikişer,
üçer yıl bir yana bırakılınca, neredeyse tüm bir yazarlık yaşamını
kapladığından, bu küçük kitap aynı zamanda bir dört yol
ağzı olarak çıkar karşımıza. Üstelik, o kendine özgü ölçülülü-
ğüyle, Camus’nün kendinden söz etmeyi göze aldığı, kişiliği ve
yapıtı konusunda oluşmuş düşünceler üzerine kendi düşüncelerini
dile getirdiği kitaptır.
Kısacası, bir başyapıt olmasa bile, Yaz da Albert Camus’
nün derin duyarlığına ve soylu düşüncesine tanıklık eder, hem
de 1939 denemesinden başlamak üzere.
TAHSİN YÜCEL

KİTAPTAN BİR BÖLÜM

MİNOTAUROS YA DA ORAN MOLASI
(Bu deneme 1939’da yazılmıştı. Bugünkü Oran kentinin ne olabileceğini kestirebilmek
için okurun bunu anımsaması gerekir. Gerçekten, bu güzel kentten
gelen tutkulu karşı çıkışlara bakarak tüm kusurlarına çare bulunduğuna (ya da
bulunacağına) inanıyorum. Bu denemede övülen güzelliklerse, tam tersine,
özenle korunmuştur. Oran mutlu ve gerçekçi bir kent, yazarlara gereksinimi
yok artık: Turist bekliyor. 1953)

Çöl kalmadı artık. Ada kalmadı. Oysa gereksinimini
duyuyoruz. Dünyayı anlamak için bazı bazı ona sırtımızı
dönmemiz gerekir; insanlara daha iyi yardım edebilmek
için bir an onları kendimizden uzak tutmamız gerekir.
Ama güç kazanmamız için zorunlu yalnızlığı, usun toparlandığı
ve gözüpekliğin ölçüsünün alındığı uzun soluğu
nerede bulmalı? Büyük kentler kaldı. Ancak, bunun
için de birtakım koşullar gerekiyor.

Avrupa’nın önümüze serdiği kentler geçmişin uğultularıyla
fazla dolu. Deneyimli bir kulak, kanat sesleri
seçebilir buralarda, ruhların çırpınışını seçebilir. Yüzyılların,
devrimlerin, görkemin baş dönmesini duyar insan.
Batı’nın çığlıklar içinde kurulduğunu anımsar. Bu da aradığı
sessizliği sağlamaz ona
Paris yürek için bir çöldür çoğu kez, ama, kimi saatlerde,
Père-Lachaise Mezarlığı’nın yukarısından bir devrim
yeli eser, bu çölü birdenbire bayraklarla, yenik düş-
müş yüceliklerle doldurur. Birtakım İspanyol kentleri de
böyledir, Floransa ya da Prag da. Mozart olmasa Salzburg
dingin bir kent olurdu. Ama, arada bir, Salzach’ın üzerinde,
cehenneme dalan Don Juan’ın zorlu ve gururlu
çığlığı dolaşır.

Viyana daha sessiz görünür, kentler arasında bir
genç kızdır. Burada taşların yaşı üç yüz yılı geçmez, genç-
likleri de hüznü bilmez. Ama Viyana, tarihin bir dört yol
ağzıdır. Çevresinde imparatorlukların çarpışmaları çınlar.
Gökyüzünün kanla kaplandığı kimi akşamlar, Ring’in
anıtları üzerinde, taştan atlar havalanır gibi görünür. Her
şeyin gücü ve tarihi dile getirdiği bu kısacık anda, Polonya
süvarilerinin atılışları altında, Osmanlı İmparatorluğu’nun
gümbürtülü çöküşü açıkça duyulabilir. Bu da
yeterince sessizlik sağlamaz.

Hiç kuşkusuz, Avrupa kentlerinde bulmaya geldiğimiz
içi dolu sessizlik güzeldir. En azından, yapmaları gerekeni
bilen insanlar için. Buralarda yoldaşlarını seçebilirler,
benimseyebilir ya da bırakabilirler. Otel odasıyla
Saint-Louis Adası’nın emektar taşları arasında bu yolculuğa
kaç insan dalmıştır! Doğrudur, kimileri de yalıtlanmışlıktan
ölmüştür burada. Birinciler, ne olursa olsun,
burada gelişme ve kendilerini kesinleme nedenleri buluyorlardı.
Hem yalnızdılar, hem değildiler.

Yüzlerce yıllık tarih ve güzellik, çevrimini tamamlamış
binlerce yaşamın ateşli tanıklığı, Seine boyunca kendilerine
eşlik ediyor, aynı zamanda hem geleneklerden,
hem fetihlerden söz açıyordu. Ama gençlikleri bu yoldaşlığı
istemeye yöneltmekteydi onları. Bir gün gelir, can
sıkıcı olur. Rastignac, Paris kentinin korkunç küflenmişli-
ği karşısında, “Şimdi ikimiz kaldık, çık karşıma!” diye hay­
kırır.(Balzac’ın Goriot Baba’sının ünlü kahramanı, romanın sonunda böyle haykırır.)
İkisi, evet, ama bu da fazla!
Çöl de bir anlam kazandı, fazlasıyla şiir yüklediler
çöle. Dünyanın tüm acıları için benzeri bulunmaz bir
yer. Oysa, bazı bazı, yürek kesinlikle şiirsiz yerler ister.
Descartes, düşünüm evrenine kapanması gerekince, kendi
çölünü: Çağının en tüccar kentini seçer. Burada yalnızlığını
ve belki de, yiğitçe şiirlerimizin en büyüğünü
yaratma olanağını bulur: “Birincisi (ilkelerin), kendim
açıklıkla tanımadıkça hiçbir zaman hiçbir şeyi doğru diye
benimsememekti.” Bu denli tutkulu olmayabilir, gene
de aynı özlemi duyabilirsiniz. Ama, üç yüzyıldır, Amsterdam
müzelerle doldu. Şiirden kaçıp taşların dinginli-
ğini bulmak için, başka çöller, başka ruhsuz ve desteksiz
yerler gerekir. Oran, işte bunlardan biri.

Sokak
Oranlıların kentlerinden yakındıklarını sık sık işitmişimdir:
“İlginç yer yok burada.” İyi de siz böylesini
istemezdiniz ki! Kimi akıllı kişiler, sanata ya da düşünceye
birçok kişi el ele vermeden hizmet edilemeyeceği
ilkesine bağlı olarak (Gogol’ün Klestakov’uyla Oran’da da karşılaşırız.
Esner, sonra da şöyle der:
“Sezinliyorum ki, yüce bir şeylerle uğraşmak gerek.”)
, bir başka dünyanın törelerini bu
çöle uyarlamayı denediler. Sonuç ortada: Biricik eğitici
çevreler, poker oyuncularının, boks heveslilerinin,
boule(Küçük güllelerle oynanan bir oyun.)
hastalarının ve bölgesel kurumların yerleri olarak kalı-
yor. Buralarda, en azından doğallık egemen. Ne olursa
olsun, öyle bir büyüklük var ki, yükselişe elvermiyor.
Durumu gereği verimsiz. Onu bulmak isteyenler de
“çevreler”i bırakıp sokağa iniyorlar.

Oran’ın sokakları toza, çakıl taşlarına ve sıcağa adanmış.
Yağmur yağdı mı ortalık tufan ve çamur denizi. Ama
ister yağmur yağsın, ister güneş parlasın, dükkânlar hep
aynı tuhaf ve saçma havayı sürdürür. Avrupa’nın ve
Doğu’nun tüm beğeni yoksullukları burada buluşmuş.
Burada, karmakarışık bir biçimde, mermer tazılar, dans
eden kuğulu kızlar, yeşil galalitten avcı Diana’lar, disk atı-
cılar ve harmancılar, kısacası doğum günü ve düğün arma-
ğanı olarak kullanılan ne varsa, satıcının ve alaycı bir iblisin
durmamacasına şöminelerimizin üstüne getirdiği can
sıkıcı kalabalıktan ne varsa, hepsini bulursunuz. Ama bu
beğenisizlikte dayatma burada her şeyi bağışlatan bir barok
görünüşe bürünür. İşte, bir vitrinde, tozdan görünmeyen
bir kutuda sunulmuş şeyler: çarpık ayaklarıyla çirkin
mi çirkin alçı modeller, “150 franga gözden çıkarılan” bir
dizi Rembrandt deseni, “şaka tuzaklar”ı(!), üç renkli kâğıt
para cüzdanları, bir XVIII. yüzyıl pasteli, tüylü bir mekanik
sıpa, yeşil zeytin saklamak için Provence suyu şişeleri
ve tahtadan yapılmış, hayasızca gülen iğrenç bir Meryem
heykeli. (Yönetim de, bilmeyen kalmasın diye, ayakları dibine
bir yazı koymuş: “Tahta Meryem heykeli”.)
Oran’da şunları bulabilirsiniz:

1. Tezgâhı kirden parlamış, sinek ayakları ve sinek
kanatlarıyla beneklenmiş, bomboş olmasına karşın patronu
hep gülümseyen kahveler. “Küçük kahve” on iki
paraydı, büyüğü on sekiz.
2. Fotoğraf kâğıdının bulunmasından bu yana tekni-
ğini hiç mi hiç geliştirmemiş fotoğrafçı dükkânları. Dirse-
ğini bir konsola dayamış yalancı-bahriyeliden ağaçlık bir
fon önünde, belini iyice sıktırmış, kolları sarkık gelinlik
kıza değin, görülmedik, sokaklarda rastlanması olanaksız
türler sergiler. Doğal portreler söz konusu olmadığını
söylemek bile gerekmez; birer yaratımdır bunlar.
3. Eğitici bir cenaze levazımcısı bolluğu. Oran’da
insanlar başka yerlere göre daha çok ölüyor da ondan mı,
hayır, ancak burada sorunu daha çok büyüttüklerini sanıyorum.
Bu tüccar halkın sevimli saflığı tanıtım alanına dek
uzanır. Bir Oran sinemasının tanıtmalığında, üçüncü sı-
nıf bir filmin ilanını okuyorum. “Şatafatlı”, “görkemli”,
“olağanüstü”, “büyüleyici”, “altüst edici”, “korkunç” sıfatları
çıkıyor karşıma. Sonuçta, yönetim, halka kendisine
bu şaşırtıcı “gerçekleştirim”i sunabilmek için göğüslediği
büyük özverilerden söz ediyor. Bununla birlikte, bilet fiyatları
artırılmayacakmış.

Bunun yalnızca Güney’e özgü abartma eğiliminden
kaynaklandığını sanmak yanlış olur. Bu eşsiz tanıtmalı-
ğın yazarları ruhbilimsel yetilerini de ortaya koyuyorlar.
Bu ülkede iki gösteri, iki meslek, hatta, çoğu zaman, iki
kadın arasında bir seçim yapmak söz konusu olur olmaz
duyulan ilgisizlik ve uyuşukluğu yenmek söz konusu. İnsanlar
zorunlu olmadıkça karar vermezler. Tanıtım da
bunu iyi bilir. Orada da, burada da, azma nedenleri aynı
olduğundan, Amerikansı boyutlar alır.
Oran sokakları yerel gençliğin iki temel hazzı, yani
ayakkabı boyatma ve bu ayakkabılarla bulvarda gezinme
konusunda da aydınlatır. Bu hazların ilki konusunda
doğru bir görüş edinmek için, ayakkabınızı bir pazar sabahı,
saat onda Galliéni Bulvarı’nın boyacılarının eline
bırakmanız gerekir. O zaman, yüksek koltuklardan birine
tüner, mesleğine tutkun bir insanın (Oran boyacıları
gözle görülür biçimde böyledir) en ilgisiz kişilerde bile
uyandırdığı özel hoşnutluğun tadını çıkarabilirsiniz. İnceden
inceye yapılır her şey. Birkaç fırça, üç tür bez, yağ-
la karıştırılmış cila: Yumuşak fırçanın altında doğan ku-
sursuz parıltı karşısında, işlem bitti sanabilirsiniz. Ama
aynı tutkulu el parlak yüzey üzerine gene cila sürer, ovar,
donuklaştırır, cilayı derinin odağına dek yedirir, o zaman,
aynı fırça altında, derinin derinliklerinden çıkmış bir çifte
ve gerçekten kesin parıltı fışkırtır.

Böylece elde edilen tansıklar daha sonra uzmanlar
önünde sergilenir. Bulvardan çıkarılan bu hazzı ölçebilmek
için, gençliğin her akşam kentin tüm anayollarında
gerçekleşen maskeli balolarında bulunmak gerekir. Ger-
çekten de, Oran “sosyete”sinin gençleri, on altıyla yirmi
arasında, şıklık örnekçelerini Amerikan sinemasından
alır, akşam yemeğine gitmeden önce kılık değiştirirler.
Sol kulağın üzerine yatırılmış ve sağ gözün üzerine indirilmiş
fötr şapkadan dışarıya taşan dalgalı ve kremli saç-
lar, saçların yerini alacak ölçüde kocaman bir yakanın
içinde sıkışmış boyun, koca bir iğneyle tutturulmuş, mikroskobik
kravat düğümü, oyluk ortasına kadar inen ve
beli kalçaların hemen yanında ceket, kısa ve açık renk
pantolon, ayakkabıları üç kat topukları üzerinde pırıl pı-
rıl bu gençlik, her akşam, kaldırımlar üzerinde, şaşmaz
güvenini ve kunduralarının demirli ucunu çınlatır. Her
şeyde Clark Gable’ın havasına, çıkıntılarına ve üstünlü-
ğüne öykünür. Bu nedenle, kentin eleştirel bakışlı kişileri,
bu gençleri, genel olarak, umursamaz bir söyleyişin
güzelliğiyle, “Clark’lar” diye adlandırırlar.
Ne olursa olsun, Oran’ın büyük bulvarları, akşamüstleri,
kötü çocuk gibi görünmek için her çabaya katlanan
bir sevimli delikanlılar ordusunca doldurulur.

Oranlı genç kızlar da, oldum olası bu yufka yürekli gangsterlere
adanmış olduklarını sezdiklerinden, aynı biçimde
büyük Amerikan yıldızlarının makyajını ve şıklığını sergilerler.
Bu nedenle aynı kem gözlüler onları da “Marlène’ler”
diye adlandırır. Böylece, akşam bulvarlarında,
palmiyelerden gökyüzüne doğru bir kuş çığlığı yükseldi-
ği zaman, onlarca Clark ve Marlène, kendilerini bir saatliğine
kusursuz yaşamların baş dönmesine bırakmış olarak,
yaşamaktan ve görünmekten mutlu, birbirleriyle
karşılaşır, birbirlerini süzer ve değerlendirirler. O zaman,
kıskançların deyimiyle, Amerikan kurulunun toplantıları
başlar. Ama bu oyunlarla hiçbir ilgisi bulunmayan otuzunu
aşmışların acılığı sezilir bu sözcüklerde. Gençliğin
ve romansının bu günlük toplantılarının değerini bilmezler.
Gerçekte, Hindu yazınında karşılaştığımız kuş
meclisleridir bunlar. Ama Oran bulvarlarında hiç kimse
varlık sorununa el atmaz, hiç kimse kusursuzluğun yolunu
aramaya kalkmaz. Kanat çırpmalar, sorguçlu kabarmalar,
yosma ve utkun güzellikler, geceyle birlikte silinen
kaygısız bir şarkının parıltısı kalır kala kala.
Klestakov’u buradan duyar gibiyim: “Yüce bir şeyle
uğraşmak gerekecek.” Ne yazık! Bunu da yapabilir. Yü-
reklendirilmeyegörsün, birkaç yıla varmadan çölü şenlendiriverecektir.

Ama, şimdilik, biraz kapalı bir ruh, boyalı
ama gene de coşturma yeteneğinden yoksun, yosmalığa
öykünmeyi hiç beceremediğinden, kurnazlığı hemen
ortaya çıkan genç kızlar geçitiyle bu kentte özgürlüğe
kavuşmalıdır. Yüce bir şeyle uğraşmak! Siz şunlara
bakın, daha iyi: kayadan oyulmuş Santa-Cruz, dağlar,
dümdüz deniz, azgın yel ve güneş, limanın kocaman
vinçleri, trenler, hangarlar, rıhtımlar ve kentin kayalığına
tırmanan dev yokuşlar ve kentin içinde bu oyunlar ve bu
sıkıntı, bu gümbürtü ve bu yalnızlık. Tüm bunlar gerçekten
de yeterince yüce değil belki. Ama bu fazla kalabalık
adaların büyük değeri, buralarda yüreğin iyice çıplak
kalmasıdır. Sessizlik yalnızca gürültülü kentlerde olanaklı
artık. Descartes, yaşlı Balzac’a Amsterdam’dan
şöyle yazar: “Her gün, sizin ağaçlık yollarınızda dolaşabildiğiniz
ölçüde özgür ve rahat olarak, bu büyük kalabalığın
kargaşası içinde dolaşacağım.”

Oran’da çöl
Oranlılar, hayranlık verici bir görünüm karşısında
yaşamak zorunda kalınca, bu korkunç durumdan kurtulmanın
yolunu çirkin mi çirkin yapılarla örtünmekte bulmuşlar.
Denize açık, akşam meltemiyle yıkanıp serinlemiş
bir kent bekler insan. Ancak, İspanyol Mahallesi2
bir yana bırakılırsa, denize sırtını dönmüş, bir sümüklübö-
cek gibi kendi çevresinde dönerek kurulmuş bir kent
bulursunuz. Oran katı bir gökyüzüyle örtülmüş, dairesel
ve sarı bir koca duvardır. Başlangıçta, insan labirentte
dolaşır, Ariadne’nin göstergesi olarak denizi arar. Ama
pas renginde ve bunaltıcı sokaklarda dönüp durur ve sonunda,
Minotauros Oranlıları yer: Sıkıntıdır bunun adı.
Uzun zamandır, Oranlılar başıboş dolaşmıyorlar. Yem
olmaya boyun eğdiler.

İnsan Oran’a gelmeden taşın ne olduğunu bilemez.
Bu tozlu mu tozlu kentte, taş kraldır. Öylesine sevilir ki,
satıcılar kâğıtların dağılmasını önlemek ya da yalnızca
göstermek için vitrinlerinde sergilerler. Sokaklar boyunca
yığarlar; bir yıl sonra, yığın hep aynı yerde durduğuna
göre, hiç kuşkusuz gözleri şenlendirmek için yaparlar
bunu. Başka yerde, şiirini bitkiden alan şey, burada taşın
yüzünü alır. Tecim kentinde karşılaşılabilecek yüz dola-
yında ağacı tozlar özenle örtmüştür. Dallarından kekre ve
tozlu bir koku dökülen, taşlaşmış bitkilerdir bunlar. Cezayir’de,
Arap mezarlıkları o bilinen hoşluğu sunar. Oran’
da, Ras-el-Aïn Koyağı’nın yukarısında, bu kez denize kar-
şı, mavi gökyüzüne yapışmış durumda, güneşin kör edici
yangınlar çıkardığı tebeşirimsi ve ufalanabilir taş alanları-
dır bunlar. Toprağın bu kemik yığınları ortasında, erguvan
rengi bir sardunya, uzaktan uzağa, görünüme yaşamını ve
taze kanını verir. Tüm kent taşlı bir kabuk içinde donmuştur.
Planteurs’den bakılınca, kendisini saran yalıyarlar
öylesine kalındır ki görünüm madensel olmak yüzünden
gerçekdışı olur. İnsan kovulmuştur buradan. Bunca ağır
güzellik bir başka dünyadan gelir gibidir.

Eğer çöl tek kralı gökyüzü olan, ruhsuz bir yer olarak
tanımlanabilirse, o zaman Oran, peygamberlerini
bekliyor demektir. Kentin tüm çevresinde ve yukarısında,
Afrika’nın sert doğası gerçekten yakıcı çekicilikleriyle
donanmıştır. Üzerine örtülen uğursuz dekoru parçalar,
her evin arasında ve tüm çatıların üzerinde zorlu çığlıklar
koparır. Santa-Cruz Dağı’nın yamacında bir yola tırmanacak
olursanız, göreceğiniz ilk şey Oran’ın dağılmış
ve renkli küpleridir. Ama biraz daha yukarı çıktınız mı
yaylayı çevreleyen tırtık tırtık yalıyarlar kızıl hayvanlar
gibi denizin içine çöküverir. Biraz daha çıkın, büyük gü-
neş ve yel çevrintileri kayalık görünümün dört bir yanı-
na düzensizce dağılmış, çapaçul kenti örter, havalandırır,
karıştırır. Burada karşı karşıya gelen, görkemli insan kargaşası
ve hiç değişmeyen denizin sürekliliğidir. Tepenin
yamacındaki yola doğru altüst edici bir yaşam kokusu
yükselmesi için bu kadarı yeter.

Çölde amansız bir şey vardır. Oran’ın madensi göğü,
tozla sıvalı sokakları ve ağaçları, her şey, her şey yüreğin
ve kafanın kendi kendilerini de, adına insan denilen biricik
nesneleri de hiçbir zaman unutamadıkları bu kalın
ve duygusuz evreni yaratmaya katkıda bulunur. Burada
yaşanması zor sığınaklardan söz ediyorum. Floransa ya
da Atina üzerine kitaplar yazılır. Bu kentler öyle çok Avrupalı
düşünür yetiştirmiştir ki bir anlamları bulunması
gerekir. İnsanı içlendirecek ya da coşturacak her şey vardır
onlarda. Anılarla beslenen ruhun belirli bir açlığını
yatıştırırlar. Ama hiçbir şeyin usu çekmediği, çirkinliğin
bile adsız olduğu, geçmişin hiçe indirgendiği bir kent sizi
nasıl içlendirebilir? Boşluk, sıkıntı, umursamaz gökyüzü,
nedir bu yerlerin çekici yanı? Yalnızlıktır kuşkusuz, bir
de, belki, yaratık. Belirli bir insan ırkı için, yaratık, güzel
olduğu her yerde, acı bir yurttur. Oran da onun binlerce
başkentinden biri.

Oyunlar
Oran’da, Fondouk Sokağı’nda, Le Central Sporting
Club, gerçek meraklılarca beğenileceğini söylediği bir
boks gecesi düzenlemiş. Bu da, açık anlatımıyla, afişteki
boksörler birer yıldız olmaktan çok uzak, kimileri ringe
ilk kez çıkıyor; bunun sonucu olarak, dövüşçülerin bilgisine
güvenemeseniz de yüreğine güvenebilirsiniz, demektir.
Bir Oranlı, “kan akacağı” yolunda kesin bir sözle
elektriklendirdi beni, bu akşam ben de gerçek meraklılar
arasında bulunuyorum.

Görünüşe bakılırsa, meraklıların hiç de öyle düzgün
bir yer istedikleri yok. Gerçekten de, kireçle sıvanmış,
keskin bir biçimde aydınlatılmış, kıvrıntılı sacla örtülü
bir tür garajın dibinde bir ring hazırlanmış. İplerin çevresine
bir dörtgen oluşturacak biçimde açılır kapanır iskemleler
dizilmiş. Bunlar “onur yerleri”. Uzunlamasına
sıralar da dizilmiş ve salonun dibinde, burada bulunan
beş yüz kişiden hiçbirinin büyük kazalara neden olmadan
mendilini bile çıkaramayacağı olgusu nedeniyle…

Kitabın Künyesi
Yaz
Orjinal isim: L’ete
Albert Camus
Can Yayınları / Çağdaş Dünya Yazarları Dizisi
Türkçe (Orijinal Dili:Fransızca)
116 s. — 3. Hamur– Ciltsiz — 13 x 20 cm
İstanbul, 2015
ISBN : 9789750726446
Çeviri : Tahsin Yücel

İçindekiler
Sunuş
Minotauros ya da Oran Molası
Badem Ağaçları
Prometheus Cehennemde
Geçmişi Olmayan Kentler İçin Küçük Rehber
Helena’nın Sürgünlüğü
Gizlem
Tipasa’ya Dönüş
Denizin Bağrında

Previous Story

Kafka’nın Hayata Bakan Pencereleri – John M. Grandin

Next Story

Umberto Eco’nun ilk çocuk kitabı. “İnsanın elinin altında bu kadar bomba varken, kötü olmaması çok zordu.”

Latest from Albert Camus

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ