Çizgilerin kürelere, zamanın sonsuzluğa, sonsuzlukların da hayâllere dönüştüğü bir hikâyedir bu. Sıradan insanların sıra dışılığı, bilinen hikâyelerin düşlere dönüşümü, zaafların asîlleşmesi, erdemlerin ardındaki günâhkârlık tüm içtenliğiyle akacak zihinlere. İnsan olmanın en zayıf ve en yüce yanları, bir hikâyenin dokunuşuyla bir kez daha bilinebilir olacak. İhsan Oktay Anar, bu yeni düşüyle sizleri bir kez daha şaşırtacak. Çizgilerde değil kürelerde gezinecek, bilinen zamanların bilinmeyen anlarına yolculuk edeceksiniz. Alışık olmadığınız bu dünyanın kapısından girdiğinizde âşinalık hissedecek, sadeliğin ihtişâmına teslim olmanın rahatlığıyla kendinizi akışta yolculuk ederken bulacaksınız. (Tanıtım Bülteninden)
Maket – Ömer Erdem
(14/09/2012, Radikal Kitap eki)
Bu. Tam da bu. İhsan Oktay Anar?ın yaptığı. Yazdığı. Yedinci Gün, ?maket? haliyle çıkıyor karşımıza. Bir mimarın, özel ve dikkatli bir mimarın, tecrübeli bir mimarın maketi bu. Tasavvur ettiği şeyi, zemine nokta nokta modelliyor. Belli ki hem eğleniyor, hem de bile isteye onun bir maket olduğunun bilinmesini, unutulmamasını, hep hatırlanmasını istiyor. Yekpare bir maket. Hatta büyükçe bir matruşka denilebilir. O da bir maket neticede. Her daim sürprize açık. Anar?ın peşine düştüğü bu plastik erek, kendi içinde hedefine varıyor ve plastiğin diğer çağrışımına da göz kırpıyor. Plastik dil özel amacına hizmet ediyor.
Kurgu-maket diyorum ona. Maketin kurgusu ya da kurgunun maket hali. Lakin kendi gerçekliğini canlı kılamamak gibi sorunla çevrelenmiş halde. Animasyon sinemanın yeni teknikler ve akıl edişler vasıtasıyla daha içerilere girdiği, detayları görünür kıldığı ve elbette etki alanı oluşturduğu düşünülürse, romanın henüz başında, ?aklıyla olduğu kadar gözleriyle de gördükleri kendisine fazlaca ağırlık vermiş olan? Ulu Hakan (Sultan II. Abdülhamid?dir o) bu maketin ilk ve en son canlı ve etkileyici öznesine dönüşüverir. Anar, burada maket plastiğinden kurtulur, anlatılan ile anlatan arasındaki sınırı okura terk eder, anlatımı tek ve canlı bir göze dönüştürürerek, dili, kurgudan hayatın içine çeker.
Meselesiz bir roman
Hayatın içi demişken, romanın en çetin eşiğidir hayat. Ana akslar olarak gelişen ve sonunda birbirine bağlanan üç bölümde Anar, sinema sanatının kurguda kullandığı ilgisizmiş ve bağlantısızmış gibi gözüken elementleri, kadim insanlık kalıtlarını, kutsal kitapların ruhunu, dini, birlikte yoğurmaya özen gösterir ve önermesini güncelleştirir. Yedinci Gün, yaratımın bitip hayatın, insanın başladığı gündür. Maketin soyut kurgusu, hareket olarak, tek tek bireyin değil kollektif zamanın eylemine dönüşür oysa. Zorluk, yazarın, kendi plastik kurgusunda inat etmesi, maketten inşaya yönelmemesidir. İnsanla yeterince doldurulamayan bölümler malzeme ve moloza boğulur. Oysa ne çok isim geçmektedir üç bölüm boyunca.
Yazarın bu plastikten çıkıp kanlı canlı özneye yönelmesi gerekir mi? Elbette gerekmez. Beklenir mi? Elbette beklenir. Anar gibi, özellikle romancı olmasından, yazdığı türün doğasından dolayı da popüler olmaktan kurtulamayan yazar tipine yaklaştırılmasından, hatta bir yayın ve satış projesi olmaktan kurtulamaması düşünüldüğünde beklenir. Dil-maket, kurgunun işlevi içinde hareket etmekten çıkamadığı sürece bu soru var mı olacaktır? Bu noktadan meselesiz bir romandır hatta meselesini gizleyen bir romandır Yedinci Gün. İhsan Sait?in somut kişiliğinden ?moğol? soyutlamasına uzanan maket, İhsan Sait, İdris Amil Zula ve Ali İhsan arasında, söylediğim matruşka hüviyetine bürünür, ister istemez. Ama o kadar. Sokaktan birisine benzeyemez. Bir Hayri İrdal olamaz, bir Selim Işık, bir Ahmet Cemil hiç olamaz.
İddiayla değil sükûnetle ifade edeyim, ?Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen/ Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen? beytine çıkar bütünüyle romanın özü. Ama bu yazarın eylemiyle değil, okurun bilgisiyle, dopingiyle belirginleşir. Yediuyurlardan, Ashab-ı Kefh?in her devirde uyanık duran öyküsünden Servet-i Fünun içlenişlerine, biraz Güneş Dil Teorisi, biraz Saatleri Ayarlama Enstitüsü, biraz Abdullah Cevdet, işte, ta Meşrutiyet?ten ilk Cumhuriyet?e değin, ?hakiki zamanın hikâye zamanına eşit?lenmesi çabasıdır bu. ?Hayalete havlayan köpek? kaderinden çıkamayan bir öykü. Dilsel parodinin çenebaz bir romancının elinde yoğruluşu. Bu ülkenin son yüzelli yıl içindeki ??bir nevi, haşa, dünyevi ilahiyat? kurma macerası. ?Kitlelerin baruttan sonra keşfedilen en ölümcül silah olması? karşısında duyulan sessiz isyan. Fikir ve tasavvur derecesinde kalmak şartıyla öyle.
Ali İhsan?ın Al-i İnsan olma ideali uğruna, maketlenmesi, aynı kişinin, tanrısal bakış açısı kuşanmış anlatıcı özne marifetiyle silkelenmesi bakımından makul. Okurlar ne bekliyorlardı bilmiyorum ama ben bir romancıdan daha çok dünya ve insan beklerim. Maket ve mühendislik değil.
Düşbaz?ın Yedinci Günü ? Çağdaş Cengiz
(07.09.2012, Aydınlık Kitap Eki)
İhsan Oktay Anar daha önceki düşlerinde olduğu gibi karakterlerini sıradan görünen insanlar üzerinden seçmiş. İyi ve kötünün çatışması olaylar örgüsünde ve karakterlerin kendi içinde diyalektik bir süreçle işlenmiş. Mutlak iyi ve mutlak kötü insan yok ama karakterlerin kötücül ve karanlık yanları daha baskın Şu koca evren, şu koca dünya, şu binlerce yıllık uygarlık, şu insanlık tarihini sırtlayan topraklar ve bu topraklarda yaşayan şu güzelim, şu kahrolası insanlar ve bu insanların arasında bir garip düşbaz; İhsan Oktay Anar. Bu düşbaz, bu düşbazın düşlerinde şu güzelim, şu kahrolası insanlar, şu insanlık tarihini sırtlayan topraklar, şus binlerce yıllık uygarlık, şu koca dünya, şu koca evren…
1995 yılında, ?Puslu Kıtalar Atlası?yla edebiyat dünyasına şaşalı bir giriş yapan İhsan Oktay Anar, 17 yıl sonra 6. kitabıyla okuyucularıyla buluştu: Yedinci Gün. Bu yeni ?düş?ün yine çok ses getireceğine şüphe yok. Anar?ın, biraz daha yakın tarihi, özellikle güncel tartışmaların yoğunlaştığı dönemleri ?seçmiş? olması, kitabın cazibesini arttırdığı da söylenebilir. Bu seçim, Anar?ın düşünde daha öncekilerden daha ?belirgin? bazı politik vurguları, (elbette ?düş?ünün akışında ahengi bozmadan) içerdiğini ifade ede-bilmek mümkün. Ancak bu vurgulara girmeden evvel Anar bu yeni düş evreninden kısaca söz edelim:
Kitabın ismi kuşkusuz, Tanrı?nın evreni yarattığı 6 günün sonunda dinlendiği yedinci günden geliyor (Tevrat). Yedinci Gün, günler değişse de bütün İlahi Dinler için kutsal kabul edilen gün (Yahudiler için, Cumartesi, Hristiyanlar için Pazar ve Müslümanlar için Cuma). Kitap, Baba, Oğul ve Hayalet adlı 3 bölümden meydana geliyor. Hristiyanlıkta, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh?un birliği gibi, bu 3 hikayenin birliği var. Aynı zamanda yaşama- salar da karakter ve olay örgüsü ?düş? ün bütününde birleşiyor. ?Baba? adlı ilk bölüm Abdülhamit döneminin sonlarında başlayıp, 1908 devrimi ve sonrasını içeriyor, Birinci Dünya Savaşı?na varmadan sonlanıyor. ?Oğul? bölümü Birinci Dünya Savaşı döneminde geçerken, ?Hayalet? adlı son bölümün geçtiği sene ise 1934.
?Yedinci Gün?de İhsan Oktay Anar, Paşaoğlu?ndan Aman Baba?ya, Culyano?dan Kambur Bevval?e, Rebaz?dan Prenses Döjira?ya, Tekvinhane Maliki?nden, Asi Çiftçi?ye, İdris Amil Zula?dan Leyla?ya pek çok karakteri ve bu karakterlerin içinde olduğu onlarca hikayeyi, doğal bir akış içinde birleştiriyor. Bu
Düş?ün ana karakteri ise İhsan Sait. En büyük gayesi, yalnızca bir fotoğraf ve bir mektup ile tanıdığı ve delicesine aşık olduğu Prenses Döjira?ya kavuşmak olan İhsan Sait?in bu uğurda yaptıkları, ?Yedinci Gün?ün omurgasını oluşturuyor.
İhsan Oktay Anar daha önceki düşlerinde olduğu gibi karakterlerini sıradan görünen insanlar üzerinden seçmiş. İyi ve kötünün çatışması olaylar örgüsünde ve karakterlerin kendi içinde diyalektik bir süreçle işlenmiş. Mutlak iyi ve mutlak kötü insan yok ama karakterlerin kötücül ve karanlık yanları daha baskın. Olay örgüsünde istençleri, merak ve kinleriyle karakterler, olaylar örgüsünün esas itici güçleri. Dışsal etkenler daha etkisiz. Anar?ın bu tercihi, ?düş?ünü kurguladığı dönemin bilindik isimleri ve olaylarına hikayesini kurban etmeme isteğinden kaynaklandığı düşünülebilir. Anar her zamanki gibi, dönemin politik ortamını, olaylarını ya da bilinen kişilerini hikayesinin çerçevesinin yalnızca belirli noktaları olarak yerleştirmiş. Yine de ?Yedinci Gün?de diğer kitaplarına nazaran çerçevede çok daha fazla nokta var.
Kitabın ilk bölümü ?Baba?nın girişinde Sultan Abdülhamid, elinde bambu bir sinek raketiyle resmediliyor.
Raketiyle sinek kovalayan Abdülhamid?den şöyle bahsediyor. ?…Hafiye taifesi ve sansür yoluyla kullarının akıllarını kullanmalarına kısıtlama getirdiğinden, onlar adına herşeye şimdi bizzat kendi karar vermeye mecburdu.? İtalyan Heykeltraş Valeriyani?ye yaptırılmış Dersaadet maketine konan sineği öldürmeye niyetli sultan, hamleleri öncesinde, maketteki Eminönü?nde korkuyla işini yapan matbaa işçisini, Ayasofya semtinde bir gencin elindeki kitabın arasına koyduğu, Paris?ten gelen ihtilal beyan-namesini… en sonda da maketteki saray duvarını aşan sineğin konduğu pencereye bakınca, elinde raketle kendisini görünce feryadı basıyor. Dönemin, izahatını giriş bölümünde yapan Anar, hikayeye Paşaoğ- lu?nu anlatarak devam ediyor. Diğer düşlerinde olduğu gibi ana karakter ve hikayeye giden yol, pek çok karakter ve hikayeyle sürüyor. Anar, okuyucunun merakını diri tutmakta oldukça başarılı. Okuyucu, roman karakterleri gibi istenç ve merakla kendini ?düş?e kaptırıyor.
Kitabın ikinci bölümü ?Oğul?da Birinci Dünya Savaşı?nın hengamesi içinde buluyoruz kendimizi. Giriş kısmında, Tekvinhane?de (Tekvin, Allah?ın 8 sıfatından biri: Allah yaratıcıdır. Her şeyi yoktan var eden, yaratan O’dur. O’ndan başka yaratıcı yoktur.) işin başına geçen bir çift-çinin, Tekvinhane?ye ortak olmak için bütün evreni düzenleyen bu yapıyı bozması anlatılıyor. Savaşa giriş, bu hikaye ile başlıyor.
Kitab?ın son bölümü ?Hayalet? ise Adem ve Havva?nın cennetten kovulmasından başlayıp, ilk Krallara, Fransız Devrimine ve en son Hitlerin yükselişine kadar olan döneme kadar bir uygarlık tarihi anlatısıyla başlıyor. 1934 senesiyle son bulan bu girişin ardından, aynı senenin Türkiyesinde gerçekleşen olaylar anlatılıyor.
Anar, bazı kitaplarında da kullandığı bir yöntemi yine uygulamış; kendisi dışında bir hayali bir anlatıcıdan nakil yapmış. Ancak bu sefer bu sefer kaynak bir tane. Arabi Ani?nin Tarih-i Külhani?si yegane kaynak. ?Baba? bölümünün son kısmı ve ?Hayalet? bölümünün giriş kısmı bu kaynaktan anlatılıyor. Kitapta eski kitaplara nazaran daha fazla olduğunu ifade ettiğimiz politik vurgular ise daha çok bu aktarımlarda.
?Baba? bölümündeki aktarım, İhsan Sait?in nasıl bir melanet olduğu anlatırken bir yandan da İttihatçılar ve Sofular olarak ifade edilen dönemin iki politik akımı ve daha çok bu akımların temsilcilerini hınca hınç eleştiriliyor. Bu eleştiri bombardımanında sofular daha korkak ve olumsuz resmediliyor ama bir yandan, ?Hürriyet Kahramanı? tarifi ifade edilse de aşırılıklarıyla İttihatçılara yapılan fırça da oldukça sert. Zaten bu bölümde, Batı?nın meşru ve gerçek kraliçesi olarak resmedilen ?Hürriyet?in Osmanlı topraklarında nasıl da sokağa düştüğü anlatılıyor. Hürriyet kavgası sanki herhangi bir olumlu sonuç doğurmamış gibi bir tablo sunulmuş.
?Hayalet? bölümünün girişin-deki uygarlık tarihi anlatısında özellikle dikkat çeken bölümler, Fransız Devrimi ile Karl Marks?ın Bilimsel Sosyalist kuramı ve Sovyet Devri- minin anlatıldığı kısmı. Fransız Devrimi ile Kral Sargon ve Firavundan bile daha zalim bir canavarın peyda olduğu ifade ediliyor. Bu canavar ise halk yığınları. Karl Marks?ın çağrısının ise ameleleri, dünyada cennet vaadiyle çılgına çevirdiğinden bahsediyor. Kitleler ise artık kralların değil halk avcılarının kullanabileceği baruttan sonra keşfedilen en ölümcül silah. Birinci Dünya Savaşı?nın çıkmasıyla durulan bu azmanın Rusya?da ise Çar?ı yaktığı ve yol açtığı kıtlıkla milyonlarca insanın vefatına yol açtığı anlatılıyor. Sonrasında bu anlatının çıktığı son durak ise Hitler.
İhsan Oktay Anar?ın kesinlikle katılmadığımız bu fikirleri, kendisinin değil de Arabi Ani?nin Tarih-i Külhani?sinden aktarmasının bilinçli olduğu kesin. Ancak bu fikirlerin ne kadarının Anar?ın fikri olduğu muamma elbette. Devrimci fikirlere toptan bir karşıtlığı içeren hatta bu fikirlerin faşizme gittiğini ileten anlatısı, günümüzün gerici ideolojik iklimine gayet uygun. Gerçeklere uygunluğu ise şüpheli olmanın çok çok ötesinde negatif.
İhsan Oktay Anar, ?Yedinci Gün? ile yine üzerine olumlu olumsuz pek çok söz edebileceğimiz bir ?düş? ortaya koymuş. Müthiş bir zeka ve birikimi kurgunun bütününde hissetmek mümkün. İçinde dolaşacağı ve kimi fikirlerle dalaşacağı bir düş evreni isteyen okuyucuya ?Yedinci Gün? çok şey sunuyor.
Edebiyatın İhsan-ı Kâmili – Kürşad Oğuz
(27.08.2012, http://www.haberturk.com)
Metne bakarsak, ?İnsan-ı Kâmil? yani tasavvuf diliyle ?rehber-şeyh-eren? olma yolunda ilerleyen İhsan Sait/Ali İhsan?ın hikâyesi ?Yedinci Gün.? Ancak edebi yolculuğu dikkate alındığında aslında İhsan Oktay Anar?ın ?İhsan-ı Kâmil? olma hikâyesi bu. Kendi içine kapanan, roman yazma aralığını beş – yedi yıla çıkaran, okurdan uzaklaştıkça efsane olmaya yaklaşan bir yazarın gövde gösterisi. Ama bu gösteri ?süpermarket romanı? okurunu hayal kırıklığına sürükleyebileceği gibi, camiada kıskançlık tohumları da ekebilir. Onlar için şöyle bitiriyor kitabı zaten Anar: ?Bu kitabındaki kusurları, rastlayınca sevinip tatmin olsunlar diye onlara sadaka olarak verdi??
İhsan Oktay Anar deyince, ilk kitabı ?Puslu Kıtalar Atlası?nı çıkardığı 1995 yılından bu yana 17 yılda dört kitap yazan, son kitabı ?Suskunlar?ın üzerinden beş yıl geçtikten sonra ?Yedinci Gün? diyen bir ?az yazan – az konuşan- çok okunan?dan bahsediyoruz. Giderek daha fazla ?kendisi için yazan,? hadi daha açık söyleyelim ?okur baskısından? zerre etkilenmeyen bir yazardan? Hal böyle olunca her kitabı çıktığında biz de kitabından çok ona odaklanıyoruz. Ama şimdi Yedinci Gün?e bakalım, aralara da Anar?dan ?parçalar? atalım.
OKUR ŞİFRE PEŞİNDE
Roman, Baba, Oğul ve Hayalet başlıklı üç bölümden oluşuyor. II. Abdülhamit?in İstibdat Devri?nden (1878-1908) II. Meşrutiyet?in ilanına, oradan 1934?e uzanan bir dilimde kâh İstanbul?da, Pera?da, Galata?da dolaşıyoruz kâh Karadeniz?de, Doğu?da veya gökyüzünde. Sultan?ın odasında başlayan hikâye dallanıp budaklanıp bir dizi şeyh cinayetine (kafalarının tepesi kömürleşmiş), kumarhanelere ve meyhanelere, esrârengiz cihazların yapımına, Balkan Savaşları?ndan I. Dünya Savaşı?na, İttihatçılar?dan Masonlara?a, din ve bilim arasındaki çatışmaya kadar uzanıyor. Paşaoğlu?yla başladığımız hikâyeyi Aman Baba?yla, Culyano?yla, İhsan Sait?le, İdris Dede?yle, kambur Bevval?le, Ali İhsan?la, İdris Âmil Zula?yla (veya Emile Zola) tamamlıyoruz. Felsefeden tasavvufa, matematikten kimyaya her türlü dala uzanıyoruz. Ve aklımızda hep ?Bu kitapta bir şifre var ama ne?? düşüncesiyle kapılıp gidiyoruz ?Yedinci Gün?e.
İTTİHATÇILAR VE MASONLAR
Anar, kendi dilini oluşturmuş artık ve başka bir Türk yazarda tarzının benzeri yok. Şaka değil, cümleleri beş duyuya hitap ediyor; dokunabiliyorsunuz bile. Her cümle bir şairin elinden çıkmış gibi. Tasvirler bazısı için sıkıcı gelecektir ama ciddi bir mizahı da içinde barındırıyor; özellikle de savaşla ilgili olanları.
Ben size söyleyeyim; roman ? Anar ilişkisi düşünüldüğünde ilk şifre de burada. Zaten yazarımız, ilk kitabından bu yana usta bir savaş anlatıcısı. Bu başarısında, Doğu?da geçirdiği askerlik yıllarının onda bıraktığı izin etkisi büyük bana kalırsa. Ancak bu kez, ideolojik bir tavrı da var. Enver Paşa ve Sarıkamış felâketine gönderme yaptığı bölümde söylediklerine bakalım: ?Çünkü ordu, bu harpte donarak ölen binlerce askerin cesedini, ancak yarım asır kadar sonra toplayıp gömecekti. Vatanı uğruna yaşayan birine köpek, yine vatanı uğruna ölene de köpek leşi muamelesi yapmak, galiba bir devlet geleneğiydi…? İttihatçılar?a da bu nedenle öfkeli gibi; Masonlar ile İttihatçılar aynı kefeye konuyor romanda: ?…Böylece İttihatçılar ve Masonlar?dan gözüne kestirdikleriyle kıç tokuşturmaya başladı. Zaten her iki camia da hemen hemen aynıydı. Bu suretle, ?Audi, vide, tace? düsturuna sadık kalanlardan Ahmet Cemal, İsmail Enver, Mehmet Talat, Faik Süleyman, Mehmet Ali gibi asker ve sivil zevatla aynı çanağa işemeye başladı??
Bu ve başka kitaplarında savaşlar ve şiddetin evrensel ve bireysel tarihini yazan Anar, detaylı tasvirlerinde kendi ruh halini de ortaya koyuyor. Ölümü bir komediye çevirmeye çalışıyor sanki; bu onu yaşadıklarından uzaklaştırıyor?
Diğer şifremiz, kitabın adından da mütevellit, ?yedi.? Bu rakamı fark ettirmeden kafamıza kazıyor yazar. Romanın farklı bölümlerinde hep karşımıza çıkıyor yedi: ?Yedi din ve devlet düşmanı,? ?İhsan Sait aç karnına yedi fincan kahve içti,? ?Kafalarının tepesi kömürleşmiş halde bulunan yedi şeyh,? ?Buranın paslı demir kapısına, seneler ve belki asırlardır inile çıkıla aşınıp cilalanmış yedi mermer basamakla iniliyordu?? vb.
?KADININ ERKEĞİ SEÇTİĞİ CEMİYET?
Bu onun kendini, hayata karşı kırgınlıklarını, umutsuzlularını en çok anlattığı romanı gibi. İhsan Sait ve Ali İhsan karışımında yazar İhsan ağır basıyor. Anar, öğretim üyeliği yaptığı Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü?nden geçen yıl emekli oldu. Ya kafasında ?boşa kürek çekmişim? duygusu var ya da bu ülkedeki felsefesizliğe isyan ediyor: ?Şileplerle getirdikleri malları paraya çeviren tüccarlar herhalde, fetihten sonra kiliseleri camiye çeviren padişah kadar büyük fatihlerdi. Çünkü bu maceraperest adamlar gerçek birer bilgeydi. Kostantiniye fethedildikten sonra Ayasofya bir cemaat bulmuş, ama Filosofya bulamamıştı.?
Toplumdaki açmazlara da kızgın, taassubun karşısında özgür düşünceyi, baskının karşısında hürriyeti, erkeğin karşısında kadını savunuyor. Şuradaki gibi: ?İçtimâiyyât tahsil etmiş, ünsüzlüğüyle ünlü bir filozof olan Bayram Envâr Efendi?nin dediği gibi belki de, erkeğin kadını seçtiği bir cemiyet batarken, kadının erkeği seçtiği cemiyet refaha eriyordu. Bunun doğruluğunu ölçmek için, bedenî saiklerine gem vuramayan paşayı seçen Padişahımız?ın memleketiyle, aynı paşayı seçmeyen basit bir kızın memleketini karşılaştırmak kâfiydi??
AHİRET SANAYİİ?
?Yedinci Gün?ün okurun zihnine alttan alta işlediği bir matematiği var. Gerçekten karmaşık, içine girilmesi zor ama girildikçe haz veren cümlelerin matematiği bu. İki sayfada Avrupa tarihini özetleyebilen bir yazardan bahsediyoruz zira; ya da ?ahiret sanayii? gibi çok işlevsel bir kavram ortaya koyan, geçmiş ve gelecek arasındaki yolculukta, tembel okuru zorlayan bir yazardan.
Anlayacağınız dilden konuşayım: Bazı bölümlerde Sherlock Holmes tadı alacaksınız, bazılarında Da Vinci Şifresi; bazıları Borges?in ?rüya içre rüya? hikâyelerine götürecek sizi, tasavvuf hikâyelerine. Gökyüzüne yükselip tamama baktığınızda ise ?İhsan-ı Kâmil?i göreceksiniz?
KİTAPTAN BİR BÖLÜM
?Aklıyla olduğu kadar gözleriyle de gördükleri kendisine fazlaca ağırlık vermiş olacak ki Ulu Hakanımız havagazı lambasını kapattı ve karanlıkta bir sâyepûşun altındaki yaldızlı koltuğa oturdu. Gecenin o saatinde hâlâ, ipek gömleği, kruvaze yeleği, siyah redingotu üzerindeydi. Fesini çakardı ve sinâmeki şurubu dolu billûr bardağa uzandı. Besmele çektikten sonra bardağı dikip son damlasına kadar içti. Bu esnâda nedense sol eli başının tepesindeydi. Ulu Hakanımız ilacını içtikten sonra Cenâb-ı Hakk?tan şifâ niyâz eyledi. Çünkü sadece kendisine âit helâ-yı hûmayunun müstahdem tarafından temizlenmesine dört gündür gerek kalmıyordu. Yıldız?dan, Efendimiz?in peklik denilen belâ-yı muazzamadan mustarip olduğuna dâir bir şayia yayılması bir faciâ olurdu. Bereket versin ki müstahdem, şâyân-ı itimât bir helâlzâdeydi. Ancak Efendimiz onun, temizliğinden mesûl olduğu ayakyolunu bizzât kendi hâcetini de def etmek için ara sıra sûiistimâl ettiğinden şüphelenmekteydi. Ne var ki Hakanımız?ın tasası elbette ki sadece bu değildi. Hafiye tâifesi ve sansür yoluyla kullarının akıllarını kullanmalarına kısıtlama getirdiğinden, onlar adına her şeye şimdi bizzat kendi karar vermeye mecbûrdu.
Taşıdığı, bu kurşun gibi yükle, oturduğu koltukta Hakanımız gözlerini yumdu. Belli ki beynelmilel meseleler üzerine derin bir tefekküre dalmıştı. Derken kulağının dibinde bir ses işitti:
?Yı!.. Yyyyı!.. Yyyyyyyyyyyyyı!.. Yyyı!.. Yı!..?
Efendimiz gözlerini açtı. Redingotunun mendil cebinden kibritini çıkarıp çaktığında, salondaki altun yaldızlı devâsâ mobilyalar bir an ışıldadı. Ağır ağır yerinden doğrulan Ulu Hakan, Rejans üslûbundaki saatli yazı masasına doğru ilerledi. Saatin yanındaki, üç atlant ile temsil edilen üç kollu gümüş şamdandaki mumları teker teker yaktı ve usulca, masanın maun sathındaki bambu sinek raketine doğru uzandı. Tefekkürünü bölen lânet hayvanı telef etmeye kararlı görünüyordu. Sol elinde şamdan ve sağdakinde raket olduğu halde karanlığa kulak kabarttı.
Efendimiz salonda ağır ağır ilerlerken mumların titreyen alevinde sedef ya da bağa kakmalı konsollar, bronz yâhut altun kaplama koltuklar ve iskemleler, oymalı ve tezyînatlı komodlar, drolaplar ve çırağpâlar, ışıl ışıl parlayıp parlayıp sönüyorlardı. Nihayet salonun diğer ucunda, kenarları yılankavi görünen tuhaf ve devâsâ bir masa seçilmeye başladı. Ulu Hakan işte bu koskoca masaya iyice yaklaştı ve ansızın üst dişleriyle alt dudağını hınçlı ısırdı ve raketi kaldırdı! İtalyan heykeltıraş Valeriyani tarafından aslının yedi yüz ellide biri mikyasında yapılan Dersaadet maketi, Ayasofya?sı, Bâbıâlî?si, Galata Kulesi, tüm camileri, tüm daireleri, garları, atlı tramvayları, postahaneleri, tersanesi ve irili ufaklı bütün binalarıyla birlikte, aslına tamamen uygun olarak, raketin altındaydı! Hatta heykeltıraş, yollardaki ve binalardaki insanları bile es geçmemiş, kadını erkeği, hafiyesi zaptiyesi, ulemâsı şuarâsı, fukarâsı, delisi divânesi, fırı kopili ile onları da bu dev şehir maketine katmıştı. Ayrıca atlar ile onların çektiği arabalar ve sokak köpekleri bile unutulmamıştı.
Raket biraz daha kalktı. Aşağı yukarı Bâbıâlî?nin üzerindeydi. Sivrisineği daha iyi görebilmek için Efendimiz ışığı yaklaştırdı. Evet! Bu lânet mahlûk, Eminönü?ne inen yokuşun solundaki iki katlı kâgir binânın duvarına konmuştu. Burası bir matbaaydı ve pencerelerinden giren ziyâ, içeride ertesi günkü gazeteyi dizmekle meşgûl mürettiplerin yüzlerindeki korkuyu aydınlatıyordu. Raket tam iniyordu ki melûn sinek havalanıverdi ve Süleymaniye Camii?nin arkasında, üç katlı bir cumbalı evin ön duvarına kondu. Ulu Hakan mumların ışığında bu duvarı dikkatle inceledi. Sineğin hemen sağındaki kafessiz pencereden evin haremine bir baktı. İçerideki, kadınıyla cimâda olduğu hâlde müstakbel ve muhtemel veledinin Salihlerden olması için dua okurken korkudan donup kalan adamcağızı gördüğü anda sivrisinek yine uçtu ve bu kez Ayasofya semtinde bir kâşânenin çatısına yakın bir yere konuverdi. Efendimiz şamdanı kaldırdı ve çatı katını inceledi. Burada bir pencere seçince gözünü yaklaştırdı. İçerideki sedirde bir delikanlı kitâp okuyordu. Anlaşılan bu kitâp Erzurumlu İsmail Hakkı Efendi?nin Marifetnâme?si idi. Ama Hünkârımız dikkatle bakınca, delikanlının yâhut dinamitörün, bu kitâbın arasına Paris?ten postalanmış bir ihtilâl beyânnâmesi koyduğunu fark etmişti. Aksi gibi sinek yine havalanmıştı. Melûn hayvan, Haliç üzerinde epey bir dolandıktan sonra Cadde-i Kebir?de bir apartmanın dördüncü kat duvarına kondu. Ulu Hakanımız soluğunu tutmuştu. Avını kaçırmak niyetinde değildi. Yüzünü hedefine doğru yaklaştırdı. Balkon penceresinden içeride, bir duvar piyanosu başında orta yaşlı bir bey görünüyordu. Efendimiz piyanodaki partisyona bakınca, ?c.h.o.p.i.n.e.t.u.d.e.n.o.2? işaretlerini okudu. Aksilik bu ya! Raket tam iniyordu ki melûn sinek yine uçtu. Bu kez Dolmabahçe?nin yukarısına yöneldi ve kremalı pastayı andıran bir sarayın duvarına kondu. Hakanımız, bu kez sineği kaçırmak niyetinde değildi. Raketi kaldırıp lânet hayvana baktı. Bir pencerenin yanındaydı. Buradan içerisi görünüyordu. Efendimiz içeri bakınca bir elinde üç kollu şamdan, diğerinde de havaya kaldırılmış bir sinek raketi olduğu halde tuhaf bir âdemoğlunu gördüğü anda, korkudan yüreciği ağzına geliverdi! Sanki dehşetengiz bir varlık onu izliyordu! Bet beniz atmış bir hâlde, elini kalbine götürürken kapıdaki Arnavut muhafıza bağırdı:
Tepegöz! Tepegöz! Yetiş!?
Cumhuriyet?in üzerinde dolaşan Osmanlı hayaleti – Nedim Atilla
(2 Eylül 2012 http://www.aksam.com.tr)
?Yedinci Gün?, İhsan Oktay Anar?ın son kitabı. Uzun aralıklarla ama kendine ait üslubuyla benzersiz yazan Anar, az konuşan bir felsefeci. Kitaplarının kahramanlarında kendinden parçalar sunan Anar?ın yeni romanının kritiğini Nedim Atilla yaptı. Üstelik, debiyatını, boyu, bıyığı, sakalı, yemekle ilişkisi, nasıl içki içtiği ve lise yıllarındaki lakabıyla harmanlayan ?çocukluk arkadaşı? sıfatıyla…
İhsan Oktay Anar, 1995?te yayınlanan ilk kitabı ?Puslu Kıtalar Atlası? ile neredeyse bütün eserlerinde karşımıza çıkacak olan tarih, kurmaca ve üslup konusunda yeni bir kapının aralandığını haber vermekteydi.
Romanın kahramanlarından Uzun İhsan Efendi -ki kimine göre ve bana göre de yazarın ta kendisidir- yeniçeriler tarafından sakat edildikten sonra dilencilik yapmaya zorlanır. Böylece Uzun İhsan Efendi?yle birlikte biz de İstanbul?un karanlık dehlizlerine dalarız. Dalarız dalmasına da, Anar, kurmaca ile gerçeği öyle bir harmanlamıştır ki, bir gün ders verdiği sınıfta felsefe öğrencilerinden biri, ?Hocam, aylardır araştırıp duruyoruz, Dersaadet?teki Dilenciler Loncası?nın izine rastlayamadık? der? Anar, şaşkınlıkla bakar gence; öğrenci hayali loncayı gerçek sanmıştır.
O HEP KENDİNİ DE YAZAR
Uzun İhsan Efendi, ?Kitab-ül Hiyel?de, ?Hiyel (Mekanik) Kalemi Reisi? olarak karşımıza çıkar. Eski zaman mucitlerinin akla hayale gelmeyecek öyküleri ve icatlarının anlatıldığı bu romandan sonra ?Efrasiyab?ın Hikâyeleri? gelir. Cezzar Dede, kapısını çalan ?Ölüm?ü geciktirebilmek? ve böylece hayatına saatler ekleyebilmek için ?Ölüm?e hikâyeler? anlatmaktadır. Uzun İhsan Efendi burada da, Ölüm?den kaçarken karşımıza çıkar?
İhsan Oktay Anar?a 2009?da Erdal Öz Edebiyat Ödülü?nü kazandıran ?Amat? romanında ise Osmanlı döneminde, belirsiz bir rotada, günahkâr bir mürettebatla çıkılan masalsı bir gemi yolculuğu anlatılmaktadır.
?Suskunlar?, Türk musikisine bir güzelleme gibidir. Hatta musikinin romanı olduğu söylenebilir. Eflatun rengi hayaller kuran bir ?suskun?un, her bölümü ayrı bir makamdan çalan hikâyesidir ?Suskunlar??
ASLINDA O BİR JOKER
İhsan eski arkadaşımızdır, öğrencilik yıllarımızda da hep farklı bir çocuk, değişik bir gençti? Kitaplarının tutması, daha çok satması için ?popülizm? yapan yazar taifesinden olmayacağını söyler, kendi hakkında az konuşur ama oturup bir buçuk duble rakı içtiğimiz masada bile kendinden çok aklındaki bir hikâyeyi anlatır. Kendiyle ilgili sorulara nadiren verdiği karşılıkların da ne kadar gerçek ya da kendi deyimiyle ?Joker cevabı? olduğu tartışılır. Kendine taktığı lakaptır ?Joker?, öğrencilik yıllarında bilumum kâğıt oyunlarını oynar ve asla yenilmezdi, hem çok zekiydi hem de çok şanslı? O zaman, bu zamandır Joker?dir; yani aslında ?şakacı??
İhsan Oktay, 2 metreye yaklaşan boyu, bu yaz kestiği sakallarından sonra bıraktığı bıyıklarıyla Cengiz Han?ın askerlerine benziyordu epeydir? Bu yaz; muradına erip de memurluktan ?emekli? oluncaya kadar okuttuğu öğrencileriyse onun heybetli görünüşünden hayli çekinir, hatta korkardı? Kitabın ilk çeyreği tamamlanırken ortaya çıkan İhsan Sait?i görünce (sayfa 50), gözümün önünde 3-4 aydır görmediğim bizim Anar canlanıverdi. ?Sultan Ahmet Umum Hapishanesi?nde nâhak yere tam altı ay yatmış, şâyân-ı itimat olduğu pek söylenemeyecek kırk yaşlarında bir ademoğlu, yani çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli ve o geniş suratlı, o barbar Moğol foyası, er ya da geç o şerefsiz ve yılan İhsan Sait denilen polimci kıranta düzenbaz, işte bu Culyano Efendi?nin bir müddet getir götür işlerine bakacaktı. O sıralar fırıldakçılık yanı sıra heves edip çadır tiyatrosunda onca seyirci arasından gösteriyi izlemeye altı oğlan çocuğu ile gelmiş bir efendinin yedi yaşındaki veledini sahneye çağırmış ve çocuğu dolaba kapattıktan sonra bir hokus pokus numarasıyla oğlanı yok etmişti??
Puslu Kıtalar?da ?Dünya bir düştür. Dünya bir masaldır? diyen Uzun İhsan?a karşılık, İhsan Sait, ?Bir menfaat mevzubahis olmadıkça üstüne vazife olmayan işlere kalkışacak bir zât değildi? der.
Romanda, İstanbul?u, bir harita üzerinden çok ince ince çalıştığını, Pera?yı bütün ayrıntılarıyla anlattığını görüyoruz. II. Abdülhamit?in iktidardan düşmesine yakın bir tarihte kenti adım adım dolaşan sineği İttihat ve Terakki?ye benzeten eleştirmenin durumu biraz fazla zorladığını söylemeliyim. Ancak 1908?deki ?Hürriyet?in ilanına? bakışı romanın siyasi anlamda zirve yaptığı noktadır: ?Britanya?da 7 asır önce dokunmaya başlanan kumaştan biçilip her seçimde üzerine yeni yamalar vurulan hürriyet denilen elbise, aklen ve ahlaken yetişkin insanın ölçülerini mezurayla bir kez aldıktan sonra makas yerine giyotin kullanan ve en kötüsü, müşterilerinin bedenen ve aklen bir çocuk olduğundan habersiz Fransız terzilerine sipariş edildiğinden midir, ona fazla büyük geliyor olmalıydı. Anlaşılan ?hürriyet?, Selanik?ten Dersaadet?e, müzik kulağı pek olmayan evde kalmış bir kız kurusuna koca bulmak için sipariş edildikten sonra, Galata Gümrüğü?nden fors ve rüşvetle geçen ahenksiz bir piyano gibi gelmişti.?
Anar?ın diğer romanlarında olduğu gibi son romanında İstanbul?un ?amorfik? büyümesiyle derdi olduğunu görüyoruz. Kentin daha sonra defalarca yaşayacağı göç dalgalarının ilk büyük atağını da biraz alaycı üslupla anlatıyor…
LEZZETLİ İHSAN
Zaman zaman lezzetli anlatımlar da var ?Yedinci Gün?de? İhsan Oktay Anar?a ne zaman, ?Gel seninle hayat üzerine, edebiyat üzerine, Türkiye üzerine bir söyleşi yapalım? desem, ?Boş ver yemek yapalım? der. Çok da güzel yemek yapar, son kitapta iki paragraf var ki, Anar?ın ?boğazına düşkünlüğünü? ele veriyor:
?Konsolid Hanı?nda kendisini bir süre refah içinde yaşatacak kadar, yani çok az miktarda hisse senedi satan İhsan Sait, cepleri iki üç tomar parayla dolu olduğu ve keyiften ağzı kulaklarına vardığı halde ta Pera Caddesi?ne çıkıp mağaza vitrinlerine bakmaya başladı.
Midesi guruldadığı için Restoran dö Pera?ya girip, karnı kadar gözü de aç olduğu için olsa gerek, bir tomar parayı masanın beyaz örtüsü üzerine bastırdıktan sonra garsona, konsome jölesi üzerinde kremalı soğuk pırasa ve patates çorbası, safranlı ıstakoz, acı misket limonu terbiyeli kalkan, sarımsaklı salyangoz böreği, vermutlu denizkulağı eskalopu, ıspanaklı kerevit, baklalı morina filetosu, hindistancevizli sütlü tavuk, şalgam ve mantar soslu güvercin fırın, havuçlu tavşan yahnisi, elmalı ve bademli tart, çikolatalı ve likörlü pasta, armut karamelli sorbe ısmarladı.?
Şu bölümü de almadan geçemeyeceğim: ?Tâlih bu ya, şeyhte bu illete devâ sayılacak bir ilaç vardı. Sedirin altındaki bir sandığı çekip açan şeyh, esrarengiz bir iksir şişesi çıkarmıştı, üzerinde şunlar yazılıydı: Château Margaux??
PAŞAOĞLU KİM?
Romanın kapsadığı zaman aralığını 1906 ile 1930?lar arası diye özetlemek mümkün? II. Abdülhamid?in son yıllarından Hürriyet?in ilanına, İstanbul?u İstanbul olmaktan çıkaran göçlere ve en sonunda da Cumhuriyet?in yaratmak istediği Türk aydını tiplemesine ?sıkı? göndermeler var kitapta? Daha sonra İhsan Sait?in eline geçecek olan bir tür radyo istasyonuna da benzeyen, demirden minareleri yani vericileri bulunan Paşaoğlu?nun kim olduğunu biraz araştırınca bulmak mümkün. İttihat ve Terakki?ye karşı özel girişimciği savunan Cumhuriyet?in ilanından sonra zorunlu olarak yurtdışına çıkarılan Prens Sebahattin?e ne kadar benzemektedir Paşaoğlu?
Kitabın alt hikâyelerinden birini; Tanzimat Fermanı?ndan başlayarak ?muasırlaşmak? olarak tanımlayan Osmanlı?nın ardından, önce modern Avrupa?nın, sonra da Avrupa Birliği sevdasına düşen memleketimiz olarak ?okudum?. İhsan Sait?i bekleyen; mektubu mazide değil, atide yazan Prenses Döjira?nın, Yunanistan?ın 2 euro?larının üzerinde grafiği bulunan, Mionen Boğası üzerinde oturan çılgın kadın olma olasılığını da yüksek buldum? Anar?ın eski ve çağdaş Yunan Edebiyatı?na olan hâkimiyeti de etkili olmuş anlaşılan?
Kitabın son bölümü ?Hayalet? adını taşıyor. Osmanlı?nın son dönemleriyle özdeşleşmiş İhsan Sait, son bölümde ?Hayalet? olarak Cumhuriyet?in yeni kadrolarının arasındadır? Ama onu anlayacak münevver de yoktur? Anar?ın Cumhuriyet aydınlarına yaklaşımı galiba kitabın en can alıcı noktası: ?1930?lu senelerde memleketin münevverleri bir bakıma iki zümreden ibâretti. Bunlardan birinciler, eski adamlardı ve Divân edebiyatı üstâdı ve hayranıydılar. Bu zevât genellikle üniversitede müderris tâifesinden olur, ama eski edebiyatla meşgul olduklarından, namazlarını, oruçlarını ve zekâtlarını ihmâl etmez, dinlerinin tekmil icâbını yerine getirirlerdi. Hülâsa, hem münevver hem de ahiret adamıydılar. Ama ne hikmetse içtimâ mahâlleri genellikle kıraathâneler olur, işte bu mekânlarda derin edebiyat sohbetleri yaparlar, doğrusunu söylemek gerekirse gâyet güzel şiir okur ve şerh ederlerdi. (…) Gel gör ki bu zümreden olan münevverler, şâkirtlerinden ifrat derecesinde, neredeyse doludizgin bir hürmet beklerlerdi. Çünkü adamlar hürmete açtı.?
MÜNEVVER ZÜMRESİ
?Ancak diğer münevver zümresi, eski İstanbul?un kıraathânelerinde simit yiyip çay içecek şahıslardan oluşmuyordu. Beyoğlu?nu mesken tutan bu münevverler, Arapça ve Farsça üstâdı birincilerden farklı olarak Fransızca, İngilizce, Almanca gibi garp lisânlarını gayet güzel biliyor, Avrupa edebiyatını yakından takip ediyorlardı. Mekânları ise, ya başta Markiz ve Lebon olmak üzere pastahâneler ya da meşhur ve lüks birahânelerdi.(…) Zaten hemen hepsi Avrupa?da tahsil görmüştü. Bu kıt?ada tiyatroya fazla gittiklerinden, kıraathâne münevverlerini, laf sokmadan sadece yüz buruşturup hor görmek konusunda artistik bir maharet kazanmışlardı.?
?Bununla birlikte her iki zümre de, lisan müessesesi?nin tabirini kullanmak gerekirse, ?üretici? değil, ?tüketici? idiler. Bunlar kültür mamullerini tüketen münhelikler, cetvel gibi dümdüz kitap kurtlarıydı. Ne var ki bir üçüncü münevver zümresinden de söz açmak doğru olacaktı. İşte bu münevverler, inkılâpların bir eseri, daha doğrusu yan tesiri sayılabilirdi. Hariçte müstemlekecilere ve dahilde de mürtecilere ve her iki grubun kültürüne harp ilan etmek mecburiyetinde kalmış yeni rejim, edebiyat meydanını boş bırakmıştı ve kültür de boşluğu sevmezdi. İşte bu boşluğu, üçüncü zümredeki döküntü münevverler dolduracaktı.
Geçen asır sonlarında şahikasına ulaşmış lisan, yerini bir kabile diline bırakınca bu pestenkerani münevverlere gün doğmuştu. Tahsilleri terbiyeleri yoktu ama haklarını yememeli, bu, ekmek derdinde oldukları içindi. Zaten hemen hepsi hüsran içindeydiler ve münevver hüviyeti onlara hak ettikleri hürmeti sağlayabilirdi. Hüsran içinde olmalarının sebebi ise erkek olan çoğunun, zürriyetlerini sürdürme derdinde olan ana babaları tarafından lala paşa büyütüldükten sonra cemiyete salınması ve bu ortamda vaktiyle ailelerinde kendilerine verilen kıymeti hak etmediklerini anlamalarıydı. Nasıl hak etmezlerdi! Onlar her şeye layıktılar! Başkalarından ne eksikleri vardı!?
ÂMİL ZULA-EMİL ZOLA
Kitapta, kadın kahramanlar ancak son bölümde karşımıza çıkıyor, İhsan Sait?in platonik aşkının sadece fotoğrafından haberdarız ama İdris Âmil Zula dışında kadınlarla ?beraber? olan bir kahraman yok? Firavunlardan Karl Marks?a (Karl denen Cermen) kadar uzanan süreçte emek-sermaye ilişkisinden, inançlar tarihine kadar her türlü gönderme var ve en büyük sürpriz Âmil Zula?dan geliyor. 1897 yılında Fransız ordusunda, Yahudi olması nedeniyle askeri yargının duyarsızlığına kurban giden yüzbaşı Dreyfus?u hükümetin bütün baskılarına rağmen savunan ve Fransa Devlet Başkanı?na hitaben ?İtham Ediyorum? makalesini yayınlayan Zola?nın başlığı gibi bir başlığı yayımlanır Âmil Zula?nın: İtham Ediyorum? Ama o kendi yazmadığı bu yazı yüzünden tutuklanacağını zannetmektedir. Anar, 1930?ların aydınlarını üçe ayırırken İdris Âmil?i ise üçüncü gruba sokmuştu? ?Yedinci Gün?, Joker?in yeni şakaları mıdır, yoksa ciddi bir toplumsal eleştiri midir, kararı okur verecek? Bana sorarsanız şaka şaka…
Kitabın Künyesi
Yedinci Gün
İhsan Oktay Anar
İletişim Yayınevi / Çağdaş Türkçe Edebiyat Dizisi
İstanbul, Ağustos 2012, 1. Basım
240 sayfa