Yeni Yüzyılın Eşiğinde – Eric Hobsbawm

İki dünya savaşı ve ardından yaşanan Soğuk Savaş’ın damgasını vurduğu “Kısa Yirminci Yüzyıl”ın bitiminin habercisi, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile serbest piyasa fundamentalizminin iflası oldu. Bu yüzyılda kapitalist ekonominin sıkça yaşadığı krizlere, 90’lardaki milliyetçi kalkışmalar ve etnik boğazlaşmalar eşlik etti. Eski dengelerin altüst olmasıyla birlikte kuralsızlık ve belirsizliğin egemen olduğu, zenginle yoksul arasındaki uçurumun akıl almaz derecede derinleştiği yeni bir çağa girildi. SSCB ve Doğu Bloku’nun çözülüşünün, büyük insan kitleleri üzerinde tahmin edilenden çok daha yıkıcı bir etki yarattığı artık daha açık görülebilse de, serbest piyasa tapınmacılığını temel alan küreselleşme retoriği hâlâ zihinleri bulandırmaya devam ediyor. Politikanın depolitizasyonu bu yeni çağın başat özelliklerinden biri, İnsanlığı yirmi birinci yüzyılda bekleyen devasa sorunlar yumağı da önceki kısa yüzyılda yaşananların bakiyesi bir bakıma. Tarih, bu sorunların nasıl çözülebileceğine, bizi gelecekte nasıl bir dünyanın beklediğine ilişkin olarak öngörülerde bulunmamızı sağlayabilir, ama analitik ve bütünsel bir yaklaşım benimsenmesi koşuluyla. Tarihsel olgular bağlamında görüntü ile gerçeklik arasındaki ayrımı ortaya çıkarmaksa bu olgulara donmuş / birbirinden yalıtık birimler olarak bakmamakla başarılabilri. Çağımızın en önemli tarihçilerinden Erci Hobsbawm da bu söyleşi de neredeyse yirminci yüzyılla yaşıt entellektüel birikimini, geçmişten geleceğe uzanan o kesiksiz çizgide, büyük bir sorgulayıcı güce dönüştürüyor. Kuşatıcı bakış açısıyla tekil görüngüleri yerli yerine oturtuyor, olguların aslını astarını ortaya döküyor. Ve sis çanını tüm bir insanlık için -belki de son kez- çalıyor…
(Arka Kapak)

Küreselleşme Üzerine Dört Yeni Kitap – Erinç Yeldan
(30.04.2008, Cumhuriyet Gazetesi)
“Neoliberal-muhafazakâr küreselleşme ideolojisinin sonuna mı geldik” sorularının sorulmakta olduğu şu günlerde masama “küreselleşme ve yeni-emperyalizm” konularını işleyen dört kitap ulaştı. Birbirini tamamlayan; birbirinden çarpıcı ve günümüz kapitalizmini etraflıca inceleyen dört kitap. Kitapların dördü de Yordam Kitabevi tarafından yayımlanmış. Kısaca künyelerini aşağıda sunmak istiyorum:

Neoliberalizm: Muhalif Bir Seçki, derleyenler Alfredo Saad Filho ve Deborah Johnston , çevirenler Şeyda Başlı ve Tuncel Öncel , 431 sf.

Küreselleşmenin Krizi, derleyenler Alan Freeman ve Boris Karglitsky, çevirenler İbrahim Yıldız ve Bahar Kara , 344 sf.

Yeni Yüzyılın Eşiğinde, Eric Hobsbawm , çeviren İbrahim Yıldız, 190 sf.

Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi , Orhan Kurmuş , 302 sf.

Bu dörtlünün ortak özelliği “küreselleşme” olgusunu kaçınılmaz bir modernleşme projesi olarak değil, kapitalizmin bizzat kendisi olarak algılamalarıdır. Günümüzde “küreselleşme” sözcüğü ile ifade edilen olgu, aslında doğrudan doğruya sermayenin küreselleşmesini anlatmaktadır. Küresel finans sermayesi ve çokuluslu şirketlerin stratejik çıkarlarını betimleyen bu deyim, bir dizi sözcük oyunlarının da yardımıyla ( “tarihin sonu”; “küresel kasabanın uygar vatandaşı”; “yönetişimci, etkin devlet”; “yerelleşme ve katılımcı demokrasi” vb. vb…) neoliberal hâkim ideolojiyi kaçınılmaz ve karşı konulamaz bir gerçeklik olarak sunmaktadır.

Oysa Londra Üniversitesi iktisat profesörü Ben Fine ‘ın tanıtım yazısında da vurgulandığı üzere, neoliberal küreselleşme çağdaş kapitalizmin geçici bir aşamasından ibaret değildir. Neoliberalizm, kapitalizmin doğal seyrinden bir sapma olmayıp aksine onun içselleştirilmiş bir yönüdür. 

***

Bilindiği gibi kapitalizmin “emperyalizm” aşaması klasik analizini Lenin ‘de bulmaktadır. Lenin, 19. yüzyılın sonunda sömürge topraklarının paylaşımının sınırlarına ulaşmış olan kapitalist/emperyalist dünyanın artık kendini sürdüremez noktaya sürüklendiğini vurgulamakta idi. Bu noktada, eldeki sömürgelerden elde edilen iktisadi artık ile beslenen ve sürekli olarak daha çok sömürgeye ihtiyaç duyan sanayileşmiş kapitalist ekonomiler “can çekişmekte” ve emperyalist bir çatışmanın içine sürüklenmekte idiler.

Kapitalizm, 19. yüzyılın sonunda yaşadığı sermaye birikimindeki tıkanıklığı, iki dünya savaşı ve sonrasındaki sosyal devletin genişlemeci politikaları ile aştı. Ancak söz konusu dönemeçte artık eski sömürgeler birer birer bağımsızlıklarını kazandılar ve emperyalist metropollere sömürgelerden aktarılan artığın aynı koşullarla sürdürülmesi imkânsızlaştı. “Yeni” -emperyalizm olgusu işte bu dönemde, eski sömürgelerden elde edilen artıkların gelişmiş kapitalist ülkelere transferine olanak sağlayan yeni dönüşümlerin gerçekleştirilmesi sürecinde ortaya çıktı.

Yeni-emperyalizmin ayırt edici özelliği, 19. yüzyıldaki gibi üretici/sanayi sermayesine değil, finans sermayesinin hükümranlığına dayalı olmasıdır. Günümüzde finans sermayesi, sanayi sermayesinin önüne geçerek tüm dünyayı sürekli bir deflasyonist “istikrar” süreci içine hapsetmektedir. Genişleyici mali politikaların ve sosyal devletin yerini “faiz dışı fazlalar” elde etmekle yükümlü “sorumlu ve etkin” devlet almış, enflasyon hedeflemesinden başka herhangi bir ekonomik sorun ile ilgilenmesinin yasaklandığı “bağımsız” merkez bankaları da daraltıcı maliye politikaları ile bu deflasyonist sürecin başlıca uygulayıcıları haline dönüştürülmüştür.

***

Günümüzde emperyalist güçler kendi aralarındaki sömürge paylaşımına dayalı çatışmaları göreceli olarak çözmüş gözükmektedir. Bunun yerine, üçüncü dünyanın azgelişmiş ülkelerinin, dış ticaretlerinin serbestleştirilmeye zorlanması sonucunda birer ithalat ve ucuz işgücü deposu haline dönüştürülmesi; “özelleştirme” ve “doğrudan yabancı yatırım” fetişleri altında bu ülkelerin kamusal varlıklarına yok pahasına el konulması; ve “bağımsız üst kurullara dayalı denetim ve yönetişim” uygulamaları ile ulus-ötesi şirketlerin ve uluslararası
finans sermayesinin doğrudan denetimi altına sokulmasına dayalı “yeni sömürgeleştirme” biçimleri geliştirilmiştir.

Dolayısıyla, küreselleşmenin yeni-emperyalizm aşamasında gelişmiş kapitalist metropoller, ulus-ötesi şirketler ve uluslararası finans kapital, bir kolektif güç olarak , üçüncü dünyanın azgelişmiş ekonomilerini tahakkümü altına alma savaşımı içinde gözükmektedir.
Yazarlar tarafından “kolektif emperyalizm” diye tanımlanan bu sürecin yürütücülüğünü ise Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası üstlenmiş durumdadır.

Günümüzde “modern” kapitalizmin ideolojisi neoliberalizm; yaygın popüler ifadesi ise “küreselleşme” söylemidir. Bu ideolojik saldırının ardındaki kavramların içeriğini tarihsel bir perspektiften bizlere tanıtan bu dört başucu kitabını bizlere kazandırdığı için Yordam
Kitabevi çalışanlarına teşekkürü borç biliyorum.

Yarın 1 Mayıs, emeğin bayramı. Tüm emekçilere barış ve aydınlık günlerin habercisi olması dileğiyle, 1 Mayıs kutlu olsun.

Hobsbawm: Çağımızın bir kahramanı – Göksel Aymaz
(22.02.2008, Radikal Kitap (Kapak))
Yaşayan en büyük tarihçilerden biri olan Hobsbawm’a göre hiç şüphesiz ’20. yüzyıl, yazılı tarihin en caniyane yüzyılıydı’ ve onun kesintisiz savaşlarının duracağına dair bir emare yok şimdilik. Ama umutsuz değil Hobsbawm, çünkü ‘insanlığın büyük umutlar ve mutlak tutkular olmaksızın bir işe yaramayacağını düşünüyor’

Ve ölen ve doğan

ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır,

benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem…

Nâzım Hikmet, Yirminci Asra Dair

Geride kalan yüzyıla baktığımızda, ‘insanın tarihsel eylemi’ hakkında pek de iç açıcı bir tablo göründüğü söylenemez (Dünya Savaşları, katliamlar, yoksulluk, sefalet, çevresel felaketler, darbeler, diktatörlükler…)

‘Uygarlık’ kelimesi, tarihçi Braudel’in (şüphesiz keder duyarak) belirttiği gibi, artık bir 18. veya 19. yüzyılın algıladığı o yüksek ahlaki ve entelektüel değeri ifade etmiyor; bugün sahiden de herhangi iğrenç bir eylemin uygarlığa karşı bir suç oluşturduğundan daha çok, insanlığa karşı bir suç oluşturduğu söylenecektir. 20. yüzyıldaki gündemi bunun üzerine inşa edilen düşünce yüzyıllık ömrünün neredeyse tamamını, cehennem imgeleriyle anılan modernliğin tanım ve eleştirisine adadı. Son elli yılında da postmodern düşüncenin şüpheleri belirledi tartışmanın gündemini. Tabii modernleşme ve modernizm bunlardan ibaret değildi ama olsun, sorular yakıcıydı: İnsan aklı yeniden hayatın dolaysız gerçeğine ilgi duyup toplumsal dünyayı anlamlandırabilir ve onu daha iyiye götürecek bir çabanın yardımcısı olabilir mi? İşlevselleşmiş akıl yeniden bu büyüklüğü gösterebilir mi?..

Hayatın sürprizi bitmez. Akıl, kapitalist modernleşmenin yıkıcı eliyle göçüp gitmiş yanına değil de, cenneti yeryüzünde yaratmayı düşlemiş sağlam kalan kısmına tutunarak eski büyüklüğünü koruyabilir ve ismi de Eric Hobsbawm olabilir.

Tarihçiniz komünisttir

Hobsbawm, bilindiği gibi, Marksist bir tarihçi ve ‘davadan vazgeçmemiş’ bir komünisttir. (Britanya’da elli yıl süren KP üyeliği, Moskova’ya gidişi ve hayal kırıklığı, Stalin’le tanışması, Che’ye tercümanlığı, Troçkist maceraları, bütün bir yüzyılı kat eden görkemli biyografisinden okunabilir.) 1956’da Sovyetler Birliği’nin Macaristan’ı işgali üzerine, komünist partiyle bağını kopardı ama kendini ne Marksist tarihçilik içinde tanımlamaktan vazgeçti ne de komünist kimliğini reddetti. “Komünizmin, komünistlerin iktidara geldikleri geri kalmış ülkelerin tarihinden daha büyük bir şey olduğunu düşünüyorsanız, tarih, seçtiğiniz davadan dönmek için size yeterli bir gerekçe sunmaz” demektedir. Komünizmin Aydınlanma, Amerikan ve Fransız Devrimlerine uzanan modern uygarlık geleneğinin bir parçası olduğunu düşünen Hobsbawm, böylelikle, komünizmi, şüphe duyulup yargılanan akla, ama onun sağlam kalmış kısmına dahil eder.

Dünyayı öğrenme tutkusuna sahip, gerçeklik üzerine düşünme cesareti olan bir entelektüeldir Hobsbawm. Türkçedeki son iki kitabı, kendi deyimiyle, “bir tarihçinin üçüncü milenyumun başındaki dünyanın hali ile bugün karşı karşıya olduğumuz başlıca siyasal sorunları irdeleme, analiz etme ve anlama çabalarının bir ürünü.” Yordam Kitap’tan çıkan Yeni Yüzyılın Eşiğinde (bundan sonra YYE olarak anılacak), Antonio Polito’yla 1999’da yaptığı söyleşilerden oluşuyor. Agora Kitaplığının yayımladığı Küreselleşme, Demokrasi ve Terörizm (bundan sonra KDT olarak anılacak) ise, 2000-2006 yılları arasında tebliğ, konuşma ve makale olarak üretilmiş metinlerin kendi içinde tutarlı bir bütün haline dönüştürüldüğü ve Polito’yla yapılmış söyleşilerin yanı sıra, ‘kısa 20. yüzyıl’ı anlattığı ‘Aşırılıklar Çağı’ başlıklı tarih çalışması ile ‘Milletler ve Milliyetçilik’ adlı incelemesinde ortaya koyulmuş görüşlerin (yazarın kendi deyimiyle) ‘tamamlanıp güncelleştirildiği’ bir kitap. Para, altın ve değerli kâğıt bağının dışında bütün toplumsal bağların ufalandığı bir dünyayla açıkça meşgul olmatavrının ürünü olan her iki çalışma da dünyanın bugün kendini içinde bulduğu durumu serimleyip açıklama getirmeye çalışan yoğun ve ciddi zihinsel çabanın ürünüdürler. Serbest piyasa fundamentalizminin uluslararası ölçekte ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri artırdığı ve imparatorluk hevesine kapılmış ABD’nin tek odaklı bir dünya hegemonyasını dayatmaya karar vermiş göründüğü bir dönemin terör, savaş, barış, demokrasi ve milliyetçilik gibi konularına ilişkin özgül kaygıları ve meselelerini yansıtırlar.

20. yüzyılın mirası

Hobsbawm’ın hiç şüphesi yoktur: ’20. yüzyıl, yazılı tarihin en caniyane yüzyılıydı’; neredeyse kesintisiz bir savaş yüzyılı olmuştur. Balkanlar, Ortadoğu, Afrika ve Güney Asya’da gerek silahlı iç savaş olayları gerekse milletlerarası operasyonlarla bu durum 21. yüzyıl başında da halen devam ediyor görünmektedir. Küreselleşmenin muazzam derecede süratlendiği, dünyanın her köşesinde bölgesel ayrılıkların boy attığı ve küreselleşmenin doğası gereği dengesiz ve asimetrik büyümenin yaşandığı bir çağda olmamıza rağmen, silahlı ihtilafları, bölgesel ayrılıkları, asimetrik büyümeyi kontrol edecek ya da bir çözüme bağlayacak yeterli kudrette dünya çapında tek bir otorite, bütün bir 20. yüzyılda olduğu gibi, bugün de hâlâ mevcut değildir. Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, IMF, İnsan Hakları Mahkemesi gibi mevcut kurumlar, evrensel hukukun uygulanmasının değil, uluslararası devlet sistemi içerisindeki geleneksel güç ve nüfuz uygulama modelinin birer örneğidirler. “Kısacası, dünya gün geçtikçe daha fazla, ulusüstü ya da ulusaşırı sorunlar için ulusüstü çözümler arayışında görünmektedir, fakat bu konuda ortada, bırakın onları uygulayan güce sahip olmayı, siyasal karar alma yeteneğine sahip tek bir küresel çaplı otorite de yoktur.” (KDT, s.48) Hobsbawm’a göre, 21. yüzyılın sorunlarını, “onlarla başa çıkmaya hiç uygun düşmeyen bir dizi siyasal mekanizmalarla” karşılamaktayız. (KDT, s.120) Dünyanın görünen bütün sorunu, üretimi artırmada, zenginlik üretmede değil, bu zenginliğin nasıl paylaşılabileceği noktasında düğümlenmektedir. Üretilen servetin ancak küçük bir bölümü nüfusun büyük çoğunluğuna yeniden dağıtılmaktadır. Asıl güçlük budur. Hobsbawm, çare olarak “yeniden paylaşımı temin edecek bir kamu otoritesi mutlaka olmalı” derken etik bir gerekçeyi ileri sürüyor: “İnsanlar kapitalizm için yaratılmadı.” (YYE, s.101, 102)

Yeniden paylaşım ‘eşitlik’ ilkesi içinde çözümlenecek bir şeydir ki serbest piyasa bunu hiçbir surette temin edemez. Bu noktada, karıştırılmakta olan iki şeyin birbirinden ayırt edilmesi gerektiğini söylüyor Hobsbawm: “Küreselleşme hiç kuşku yok ki, dönüşü olmayan bir süreçtir.” Ama “küreselleşmeyi temel alan neoliberal, serbest piyasacı ideoloji ya da serbest piyasa fundamentalizmi için bu söylenemez.” (YYE, s.81) Dünyaya istikrarsızlık, savaş, doğa felaketleri, eşitsizlik ve yoksulluk getiren serbest piyasa fundamentalizmi, geri dönüşü olan bir süreçtir. Serbest piyasa küreselleşmesinin ilerleyişini yavaşlatma potansiyeline sahip bir gücün ise, dünyanın çeşitli yerlerinde şu ya da bu şekilde sergilenmekte olan ‘siyasal direnç’te bulunduğuna inanmaktadır. Tüketici yığınına dönüştürülmüş toplumdan, giderek büyüyen yeni orta sınıftan, genç nüfustan, seçimlere katılım oranlarından örnekler vererek dile getirdiği günümüz dünyasının içinde bulunduğu ‘demokrasi krizi’, ‘büyük yurttaş kitlelerin depolitizasyonu’ bu gücün önünde ciddi tehlikedir, “çünkü böylesi bir durum bu kitlelerin her türlü demokratik politikanın modus operandisi nin (bir şeyin işleme, çalışma biçiminin) tamamen dışında kalan mobilizasyonuna yol açabilir.” (YYE, s.130) Hobsbawm’a göre, dünyanın geleceğine ilişkin problemlerin çözülmesi ya da hafifletilmesi, “seçmenler’in oylarıyla ya da ‘tüketici’ tercihleriyle desteklenmesi kesinlikle mümkün olmayan tedbirlerin alınmasını gerektirecektir ve gerektirmek de zorundadır.” (KDT, s.121)

Kehanetten, haklı olarak, kaçınıyor Hobsbawm, ama umutsuz olduğu hiç söylenemez. Ernst Bloch’un devasa yapıtı ‘Umut İlkesi’ hakkında konuşurken, “Batı’nın varlıklı ama güvensiz toplumunun ideologları umutsuzluğun ya da şüpheciliğin tohumlarını yaymaktadır” diye söze giren oydu. “Ne mutlu ki, bu eğitim sonuçsuz kalmıştır” diyordu, mutlulukla. Bu kötü eğitimden sıyrılmış olan Bloch, Hobsbawm’ın gözünde, nesli tükenmekte olan kır bizonuydu; “bu nesil, matematiksel mantıkçılar ve hangilerinin sorulabilir sorular olduğunu belirleyenler tarafından avlanmış”tı. (Devrimciler, s.158) Bu nesli tükenmiş filozofunun hacimli yapıtında “çok az okur, yazarı bütün yol boyunca izleyecektir” diyordu Hobsbawm. Halbuki okur, ‘bastırılmış ve akıbeti meçhul bir varlık’ olan insana ‘asıl Yaradılışın başlangıçta değil sonda olduğu’nu anlatan bu yapıtı, “yabancılaşmanın, insanın hakiki durumunu keşfetmesiyle son bulduğu noktaya kadar takip etmeye gayret göstermeli”ydi. (Devrimciler, s.163) Dolayısıyla, hayır, umutsuz değildir Hobsbawm. Her şeye rağmen “insanlığın büyük umutlar ve mutlak tutkular olmaksızın bir işe yaramayacağını düşünmekten kendimi alamıyorum” demektedir, “bunlar sonunda yenilgiye uğrasa bile.” (YYE, s.179) (Bu hususta, ‘Devrimciler’ kitabı ve özellikle de ‘İsyan ve Devrim’ bölümü, o bölüm içinde de “Gelecek, geriye kalan tek alternatifti, biz de ona sarıldık” dediği ‘Entelektüeller ve Sınıf Mücadelesi’ bilhassa dikkatle okunmalıdır.)

Zorunlu başlangıç

Gerçek bir bilim emekçisidir Hobsbawm, tarih işçisidir. Günümüzün sorunlarına, (‘tarihçilerin pratiklerine uygun olduğu’nu dile getirerek) geçmişin perspektifinden yaklaşıyor. Dünyanın bugün kendini içinde bulduğu durumu yığınla bilgi, isim, tarih, sayı, ölçü, istatistikle serimleyip açıklıyor. Kesinlikle coşumcu değil; gerçeği aşan hayal ona neredeyse haram. Ama yine de, ‘Devrim Çağı’ kitabına Saint-Just’ün “On sekizinci yüzyılı Panteon’a koymalı” sözüyle başlamış bir tarihçi olarak, ileride bir başka tarihçinin de kendi yüzyılı için söylenmiş benzer bir sözü kitabının başına koyabilsin isterdi.

Kehanetten kaçınan Hobsbawm’ın sentezci çalışmaları, doğal olarak, insanlığın yaşadığı sorunların nereden kaynaklandığını ve bunların çözülme koşullarının neler olabileceğini anlamamıza da hep yardımcı oldu. Bu kez de öyle yapıyor. Ve üstelik, insanlığın, elinin altındaki muazzam güçleri kullanmayı öğrenerek, dünyayı bütün zenginlikleriyle insanca bir yer haline getirip getiremeyeceğinin bugünden alınacak küresel boyutlu siyasal kararlara bağlı olacağını da emin biçimde dile getiriyor. (YYE, s.181) O halde Hobsbawm’ın, bizim, tarihin ‘insanlığın yolunu seçip orada yerleşerek direnmesi gerektiği bir aşamasında’ olduğumuzu ve böylesi bir aşamada Hamletvâri bir ataletin telafi edilemeyeceğini belirtmemize, galiba, bir itirazı olmazdı. (Hamlet’in trajedisi, onun fiziksel sonunda değil, ölümünden kısa bir süre önce bütün yüce ilkelerinden uzaklaşmış olarak, tamamen sıradan bir katil haline gelmiş olmasında yatmaktadır.) Ama sersemleşen, şaşıran insan aklı, tercih edeceği yerde, hareketsiz kalıyor, hiçbir şeyde karar kılamıyor. “Her birimiz ve hepimiz” diyor Hobsbawm, “üçüncü milenyumun karşısında, Ballinanich’e hangi yoldan gidileceği sorulduğu zaman bir süre düşünüp, sonra, ‘Sizin yerinizde olsaydım buradan yola çıkmazdım’ diyen o hayali İrlandalı gibi duruyoruz. Oysa bizim yola koyulacağımız yer de sadece burasıdır.” (KDT, s.121) Bu durumda bir tek çare görüyor Hobsbawm, ama galiba, zaten bir başkasını da istemiyor: Bir an evvel yola koyulmak. Zira 21. yüzyılın başı -uğursuz demesek de- sorunlu bir geleceğe işaret etmektedir, fakat bununla birlikte, “daha iyi bir dünyaya ulaşılması ihtimali, sicili emsali görülmedik dünya savaşlarıyla ve astronomik ölçüdeki ölüm sahalarıyla dolu olan 20. yüzyılın umutlarına göre daha fazladır.” (KDT, s.30)

Ölürse diriltelim onu

Hobsbawm’ın ‘ilgisini çeken tarih’, analitik tarihtir, “yani, olan biteni anlatmaktan ziyade çözümlemeye kalkışan tarih”. (YYE, s.15) Günümüzün moda eğilimi olan postmodern tarih yazımı ise, tarih alanında akılcı araştırmanın olasılık ve gerekliliğine şüpheyle yaklaştığı için, tarihi ‘açıklama’yı değil de onu tıpkı bir ‘yorumbilgisi’ (hermenetik) gibi ‘açımlama’, yani bir ‘metin’ olarak ele almayı tercih ediyor. Oysa Hobsbawm, “dünyada ne olup bittiğini onsuz anlayamayacağımız bir araç” olarak görüyor tarihi. “Bu farkındalığı bana Marx kazandırmıştır” diyor: “Marx’ın tarihin ancak bir bütün olarak alındığında çözümlenebileceği yolundaki görüşünü benimsiyorum; ve tarihin bir yapısı ve bir örüntüsü vardır, bunlar da insan toplumunun uzun bir zaman dilimi boyunca geçirdiği evrimin hikâyesidir.” (YYE, s.13) 21. yüzyılda bir şeylerin daha farklı olacağı ümidini hiç yitirmemesinin sebebi de budur. Yeryüzünde kalmış son ‘kır bizonu’ gibi inatlı bağlı olduğu Marksist tarih yorumuna göre, insan toplumu ‘değişme yeteneğine sahip olduğu’ için ‘başarılı bir yapı’dır. Tarihin hiçbir aşaması kalıcı değildir. Dolayısıyla, şimdiki zaman, ‘tarihin varış noktası’ değildir. (YYE, s.14)

Tarihçi, sosyolog, akademisyen, gazeteci vs., mevcut dünya sisteminin bir yığın gönüllü propagandisti var. Sistem, bu konuda kullanamayacağı kadar çok ağız ve dile sahip. Hobsbawm, mevcuda ilişkin kara tabloyu o ağız ve dillerden biri olmadığı için çiziyor, karamsarlığından değil. (İğrenç ve çirkef gerçekle zorunlu bir ilişkiye giren fikir düzeyi yüksek her insanın ezeli sorunu!) Böyle bir entelektüelin anlattığı dünya ne kadar karanlıksa, bunun tam zıddı olan ideali belki de o kadar belirgin hissettirecektir. Asrı sefil, asrı yüz kızartıcı. Ama asrı onu korkutmuyor. Çünkü biliyor ki modern dünya, işlevsel aklın çılgınlığına indirgenemez. Hayatın dolaysız gerçeğine ilgi duyup çağın dünyasını anlamlandırma gayreti, bu yüzden, bir bakımdan bu dünyayı harabeye çevirse de, diğer bakımdan dehasıyla ona yeni bir füsun vererek itibar kazandırıyor. Hobsbawm’ın tarih işçiliği, bir dâhinin, gerçeğin peşinde, dünyayı tanımanın peşinde canla başla koşmasıdır. Böyle bir çaba, eserinin (şayet varsa) güçlü olmayan, hatta ‘başarısız’ diye adlandırılabilecek bölümlerine bile özel bir anlam yükler.

“Ben, eden bulur karşılığı peşindeyim” diyordu Karamazovlar’ın ortancası İvan; “Hem bu karşılık ileride, sonsuzlukta değil, hemen burada, yeryüzünde olmalı; bunu gözlerimle görmeliyim. O ana kadar ölürsem diriltsinler beni, çünkü her şey bensiz olursa acırım doğrusu. Başkaları dünyada olanların nedenini öğrenirken bulunmak isterim.” Hobsbawm’ın da bu dünyadan alacağı bir karşılık var, bunu bulmalı. 1917’de doğmuş, faşizmi görmüş, iki dünya savaşı geçirmiş, yaşadığı hayal kırıklıkları ve sahip olduğu dünya görüşü üzerinde yaratılmış entelektüel strese rağmen, bugün, 2008 yılında bile düşlerinden vazgeçmemiş bu entelektüelin, gerçek yaratılışı başta değil sonda olan bir insanlığın hikâyesinin bu büyük araştırmacısının, yirmincisinde olmadı ama yirmibirincisinde mutlaka ‘son gülenleri güzel gülecek olan’ o ‘şafak çığlıklarıyla sabaha erecek müthiş gece’yi görebilmesi lâzım. İnsanlar dünyada neler olup bittiğini açık seçik öğrenirken, böylesi bir aydınlanma yaşanırken dünyada bulunmayı onun kadar hiç kimse hak etmiyor. Ölürse, ne olur, bir yolunu bulalım, diriltelim onu.

Kitabın Künyesi
Yeni Yüzyılın Eşiğinde
Orjinal isim: Intervista sul nuovo secolo
Eric Hobsbawm
Yordam Kitap / Kuram / Tarih Dizisi
Yayın Yönetmeni : Hayri Erdoğan
Söyleşi : Antonio Politi
Sayfa Düzeni : Gönül Göner
Kapak : Savaş Çekiç
İç Tasarım : Savaş Çekiç
Düzeltmen : Mustafa Çolak
Çeviri : İbrahim Yıldız
İstanbul, 2007, 1. Basım
190 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir