Yerel Yönetimler / Liberal Açıklamalara Eleştirel Yaklaşım – Birgül Ayman Güler

(*) Yerel yönetimler, hizmet birimi olarak halka yakın olmayı çağrıştırması bakımından, postmodernist liberalizm tarafından, sola basınç uygulanırken kullanılan argümanlardan biridir. Liberalizmin tezlerinin bilim dışılığını göstermek için hem tarihi hem de bugünü materyalist ve sınıfsal bir bakışla incelemeliyiz.

Küresel Yerelcilik
Yerel yönetimler bir merkeze olan bağlılık üzerinden ve bu bağlılığın içeriğine göre anlam kazanmaktadır. Yerel yönetimlerdeki bir değişiklik bu anlamda merkezle ilgili bir değişikliktir. Merkezileşmiş ulus devlet biçimindeki bir devlet örgütlenmesinde, yerel yönetimleri de içeren bütünleşik iç pazar mevcuttur. Küresel yerelcilik dediğimiz politika, bu pazarın karşısına sektörlere ve iş alanlarına bölünmüş (su, çöp, turizm) bir yeni pazarlar sistemi ile çıkmaktadır. Bu noktada pazar değişince, pazarın bağlı olduğu merkez de değişmektedir. Yeni merkezler; BM, DB, IMF,DTÖ, AB, OECD gibi örgütlere ev sahipliği yapan Vaşington, Cenevre ve Brüksel olmaktadır. Ulus devlet merkezinden bağlarını koparıp, bu yeni merkezlere bağlanan yerel yönetimler, piyasanın gereklerine göre hareket etmek durumunda kalıp, küresel para ve sermaye piyasalarının doğrudan müşterisi haline gelmektedir. Ulus devletin taşeronlaştırıldığı bu sistem ‘güçlü yerel yönetimler’ gibi bir söylem illüzyonu ile sunulmakta ve liberallere göre ulus devlet merkezinden bağımsızlaşıldığı için demokratikleşilmektedir. Merkezi denetim yerine artık piyasaların mali-performans mekanizması geçmiştir. Böylece aslında ortadan kaldırılan merkezi denetim değil merkezin kendisi olmaktadır. Yerel yönetimlerin yeni merkezi, küresel süper merkezler olunca, yerel yönetimlerde ölçek de değişmiş; ölçek, küresel iş stratejilerinin gerektirdiği büyüklüğe taşınmıştır. Bunun için gereken ihale etme, imtiyaz verme, şirketleşme, fiyatlandırma, borçlanma vb. yetkiler yerel yönetimlere verilmiştir.

Bu duruma getirilmiş yerel yönetimlerin hizmetlerine örnek verecek olursak şunları söyleyebiliriz; kente gelmesi muhtemel yabancı sermaye-şirket beklentilerine göre hareket etmek, hizmeti satın almak koşulu ile ticari esaslara göre vermek (satmak), halkın su sorununu bırakıp kente golf sahası yapmak, su hizmetlerini küresel bir şirketin imtiyazına vermek, çöp tesisini başka bir devletin kalkınma örgütü kredisiyle yapmak ve işletmeciliğini bu devletin şirketlerine vermek, yurt dışından kardeş şehirler bulmak vb.

Çıkan sonuç şu ki, önemli olan merkez-yerel meselesi değil, coğrafi yakınlık meselesi değil; toplumsal yakınlık meslesi ve süreç içerisinde toplumsal eşitsizliklerin değişim yönü meselesidir.

Liberal Tezler ve Marksist Cevap
Yerelleşme konusunda liberal tezlere bakarsak hem tarihsel tezler hem de bugüne ilişkin ekonomik tezler görürüz. Özetle şunları söylerler: Tarihsel olarak Batı Avrupa’da yerel yönetimler altı yüz yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu kurumlar devlet tarafından kurulmuş değil, toplum tarafından oluşturulmuştur ve merkezi yönetime karşı varlığını sürdürmüştür. Batı demokrasisinin kökeni işte buradadır. Azgelişmiş ülkelere bakarsak buralarda merkeziyetçilik baskındır, yerel yönetim geleneği yoktur ve yerel yönetimler güçsüzdür. Sonuç olarak bu ülkelerde kronikleşmiş demokrasi sorunu vardır. Ekonomik olarak ise, yerel yönetimler güçlü olmadığından kuytularda kalan potansiyeller kullanılamamakta ve kalkınma sorunu oluşmaktadır. Azgelişmiş ülkelerde yerel yönetimleri güçlendirecek güçte kamu kaynağı yoktur. Alternatif finansman mali semaye olmalıdır. Diğer bir finans kaynağı da yerelin halkıdır, bunun içinse yerel yönetimler vergi yoluyla dolaylı olarak veya hizmet bedeli olarak doğrudan fiyatlandırma yapmalıdır. Bu yerel yönetim için merkez dışı bir özgelirdir ve yerel yönetimin demokratik yapısı ve gücü için zorunludur. Yerel yönetimin finans kaynaklarındaki bu çeşitlilik yerel meclislere yansımalı ve çok aktörlü (sivil toplumlu) bir yönetim, yani yönetişim (governance) modeline geçilmelidir, bu katılım ile yerel yönetim demokratik bir form kazanacaktır.

Tarihsel tezlerine cevap verelim. (Ekonomiye ilişkin cevap son bölümde)

Birgül Ayman Güler’in vardığı üç sonuç cümlesini, devlet- yerel yönetim ayrımına bir cevap olarak aynen aktarıyorum: Yerel yönetimler her şeyden önce toplumların siyasal-yönetsel örgütlenmesine, yani devlete ait bir unsurdur. Yerel yönetimler üzerine çalışmak devlet kuramıyla uğraşmaktan başka bir şey değildir. Yerel kurumlaşma ve özel olarak yerel yönetimlere ilişkin her reform talebi, temelde toplumsal sınıf ve kesimler arasında yeni bir denge arayışının ifadesidir.

Devletin sınınıflar üstü olmaması gibi, yerel yönetimler de değildir. Yerel yönetimler, el koyulan toplumsal artığın yeniden paylaştırılmasında devletin sürece en etkin müdahale araçlarından biridir. Yerel yönetim, devlet aygıtı içerisinde kendine özgü bir yapı olarak belirmez. Devlet gibi, kapitalist üretim ve yeniden üretim sürecinin koşullarını sağlamak işlevindedir.

Liberallerin ifade ettiği gibi, merkez-devlet, yerel-toplum diye bir eşitleme bilim dışıdır. Devlet merkezi ve yerel parçaların bütünüdür.Diğer önemli bir nokta ise “yönetim” kelimesiyle saklanmaktadır. Yerel yönetim salt “yönetme” işini mi yapar? Üretim ve bölüşüme ilişkin karar alma yetkisiyle siyasal bir organ değil midir? Ulusal meclis gibi yerel meclislerde toplumsal varlığa ilişkin sosyo-ekonomik kararlar almaktadır. Sonuç olarak diyebiliriz ki, yerel kurumlaşma örgütsel-yönetsel sorun olmaktan önce toplumsal-siyasal bir sorundur.

Liberaller için Batı’nın tarihinde müthiş bir yerel yönetim, Doğu’nun tarihinde ise güçlü ve kötü bir merkeziyetçilik geleneği vardır. Liberaller feodalizm dönemindeki yerellikleri, kurumsal benzerlikten yola çıkarak kapitalizmdeki yerel kurumlaşmanın atası saymaktadır. Onlara göre bu yerel yönetimler her çağda çağdaş burjuva değerlerin taşıyıcısı olmuşlardır. Bu tezleri, dayandırdıkları isimler ise tarihi idealistçe yorumlayan tarihçi Henri Pirenne ve sosyolog Max Weber’dir. Onlara göre feodalizmdeki kent yerellikleri o dönemin kapitalist adacıkları durumundaydı. Bu savların yanlışlığını göstermek için bir Batı Avrupa’ya (Fransa-İngiltere) ve bir de Doğu’ya (Osmanlı-Rusya) olmak üzere iki yolculuk yapalım.

Batı
Fransa’da 16.yy’dan itibaren artan atölye üretimi ile birlikte gelişmeye başlayan ticaret, lonca sistemi ve iç gümrükler ile çatışmaya girmişti. Bu durum 1770’lerde Fransa Mutlak Monarşisinde ekonomik bunalım başlatmış, bunu aşmak içinse loncaları tasfiye eden, soylu ve din adamlarının yerelliklerdeki ayrıcalıklarını kaldıran reformlar uygulamaya konulmaya çalışılmıştı. Soyluların tepkisi ile gerçekleştirilemeyen reformlar sonucunda gerilen ortam, Fransız Devrimi ile serbest ticaret lehine sonuçlandırılmıştı. Liberal tezin aksine, ortaçağın kent yönetimleri kapitalist devletin çekirdeği olmamış, tersine; kapitalizm üretim ve dağıtımın ulusal ölçeği içinde gelişebilmek için bunları devrim ile dağıtmıştır. Bu şekilde merkeziyetçilik sağlandıktan sonradır ki, yereli merkeze bağlamak ve kontrol etmek için merkez tarafından yukarıdan aşağıya yerel yönetimler oluşturulmuştur ve ancak 1880’lerde tamamlanmıştır. (Bu gergin süreçler için Karl Marx’ın; Fransa’da Sınıf Mücadeleleri ve Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i kitaplarına bakılabilir.)

Yerel yönetimlerin beşiği sayılan İngiltere’de de durum benzer olmuştur. 1640 yılında temel feodal-lonca yasalarını bozan İngiltere, burjuvazinin çıkarlarını koruması şartıyla yönetimi soyluluğa bırakmıştı. Fakat 1770’lerdeki sanayi devrimi ile durum değişmiş ve 1832 parlamento reformu ile soyluluğun yerel yönetimlerdeki ağırlığı azaltılıp mülk sahiplerine alan açılmıştı. Bundan iki yıl sonra yoksulluk yasası çıkarılmış ve merkeze katı bir şekilde bağlı köyleri birleştiren birimler kurulmuş, böylece köylerdeki kilise ve kontluk yönetiminin gücü kırılmıştı. Bir yıl sonra ,sağlanan bu merkeziliğe dayanarak her kente meclisler kuruldu. Yoksulluk kurulu gibi, sağlık, eğitim vb. kurulları kuruldu. Merkezi düzeydeki yerel yönetimlerin kurulması ise ancak 1871’de tamamlandı. Tüm kurulların yetkileri bu yerelliklerde toplandı ve harcamalar merkeze bağlandı.

Fransa ve İngiltere’de feodal yerel kurumlaşma dağıtıldıktan sonra merkezileşme ile başlayan yukarıdan aşağıya bir yerel kurumlaşma gerçekleştirilmiştir. Liberallerin tezlerinin aksine toplumların oluşturduğu değil, devletlerin kurduğu yapılardır bunlar.

Doğu
Avrupa’da kapitalist dönüşümler yaşanırken bunlara karşı duran Osmanlı Devleti, Avrupa’da esen merkezileşme rüzgarına yerelliklerini öne çıkararak cevap vermiştir. Osmanlı Devleti’nde dönüm noktası, feodal merkezi devlet ile yerel feodal bey arasındaki egemenlik ilişkisini yenileyen Tanzimat Fermanı olmuştur. Osmanlı Devleti feodal egemenlerin yerelliklerdeki bireysel ayrıcalıklarına son vermek ve bunları kontrol edebilmek için yerel meclisler kurmuş ve köylülerin temsilcilerinin olmadığı bu meclislerde hakim olan feodal egemenler ayrıcalıklarına bir “sınıf” olarak sahip çıkmak durumuna geçmişlerdir. Bu süreçte feodal egemen-köylü ilişkisi aynen devam etmiştir ve bu yüzden bu meclislerin mevcut gidişe karşı bir muhalefet durumu olmamıştır. Aslında yapılan Avrupa’ya benzerdir; merkezileşmek için merkeze bağlı yerellikler kurup, yerel egemenleri bunlar aracılığı ile merkeze bağlayarak merkeziciliği pekiştirmek. 1840’da başlayan bu politika 1864 yılındaki düzenlemeler ile devam edip 1871 yılında tamamlanmıştır. Liberal tezin aksine bırakın bu yerel meclislerin çağdaş burjuva değerleri taşımasını, feodalizmi güçlendirmişlerdir.

Avrupa’daki kapitalist dönüşüme Osmanlı Devleti gibi uzak kalan Rusya’da, soylulara köylüler üzerinde her türlü tasarruf hakkı veren “serflik kurumu” vardı. 1753 yılında iç gümrüklerin kaldırılması ve herkese makine kurma ve üretimde bulunma hakkının verilmesiyle birlikte kapitalist işletmeler güçlendi ve nüfusu hareketsiz kılan ve gelişen kapitalist işletmelerin ihtiyacı olan iş gücünü engelleyen serflik kurumu ile bu kapitalist işletmeler çatışmaya girdi. Serflik kurumunu sarsan bir diğer olay da köylü isyanlarıydı. 1773-1775 ünlü Pugaçef İsyanı (Puşkin ‘Yüzbaşının Kızı’ romanında hikayesini anlatır), 1850 sonrasının Çernişevski ve Herzen ile başlayan isyanları kapitalizmin de sarstığı serflik kurumunun, 1861’de kaldırılması ile sonuçlandı. Bu noktada Rusya’nın Osmanlı Devleti’nden farkı şuydu ki; Rusya’da feodal egemen-köylü ilişkisi de, merkez-feodal egemen ilişkisi gibi gündeme alınmış ve değişmişti. Köylü artık esir değildi, fakat bu hakkı kazanması için toprağının bedelini kırk dokuz yıllık bir taksitle ödemek zorundaydı. Ödemesi durumunda toprağın mülkiyeti yine köylüye verilmiyor, “köy komünlerine” devrediliyordu. Bu komünlere ise yine soylular hakimdi. Osmanlı Devletin’deki gibi, Rusya’da da soylular köylü üzerinde bireysel hak iddiasında bulunmak yerine artık yerel meclis olan köy komünleri aracılığı ile “sınıf” olarak ayrıcalıklarını devam ettireceklerdi. Böylece Rusya, yerellerini meclis ile kontrol ederek merkezi yapısını koruyabilecekti. 1864 sonrası ise Rusya’da sanayi ve ticareti geliştimek için, köylülerin de temsilci bulundurduğu (mücadeleleri ile) zemstvo kurumları kuruldu. Bu kurumlar zamanla valilere bağlanıp yetkisi azaltıldı ve köylüyü vergilendiren bir yapıya dönüştü. 1917 Şubat Devrimi ile bu kurumlardaki soyluluk tekeli kırıldı, Ekim Devrimi ile de zemstvolar tamamen kaldırıldı ve yerlerini “sovyet” örgütlenmelerine bıraktı.

Doğu ve Batı’nın devrimci dönemleri yerel kurumlaşmanın toplumsal-siyasal bir sorun olduğunun çıplaklaştığı dönemlerdir. Batı göstermiştir ki, bugünün Avrupası’nın çağdaş yerel yönetim modeli merkezileşme ile birlikte yukarıdan aşağıya kurulmuştur. Doğu göstermiştir ki, yerel yönetimler her zaman çağdaş burjuva değerlerin taşıyıcılığını yapmamakta, feodalizmi ve gericiliği besleyebilmektedir.

Türkiye/ Liberal ekonomik tezlere cevap
Liberal tezlerin ekonomik ayağına yönelik eleştirilere geldiğimizde ise Türkiye özelinde bakacağımızdan 1980 öncesi ve sonrası diye iki döneme ayıracağız.

1980 Öncesi
Türkiye’de yerel yönetimler 1921’de yerel egemenlere bırakılmış, 1924’te ise il yönetimlerine valiler atanarak merkezin yereli denetime alma süreci başlamıştır.

1930-45 devletçilik süreci döneminde il özel yönetimleri ağırlıkta iken belediyeler zayıf kalmıştır. Zaten bu dönemde belediyeler kentsel yönetim birimi de değildir. Kaynaklar kentlere, küçük belediyelerden büyük belediyelere ve sanayi-ticaret sermayesine aktarıldığı için, bu dönem belediye artış hızı düşük tutulmuştur. Bu süreç yerel feodal güçlerin etkisini azaltmıştır.

1946-60 döneminde başlıca yatırımlar merkezin denetimine alınmış, büyük müteahhit-inşaat sermayesinin devreye girmesi sağlanmıştır.

1960-80 arası kentleşme ve belediyeleşme süreci hızlanmış fakat belediyelerin harcama kapasitesi düşmüştür. Merkez-yerel ilişkisinde merkez öne geçmiştir. Bunun sebepleri özetle şöyle açıklanabilir: Sanayi birikimine kaynak aktarıldığından merkezden yerele giden para miktarı düşük tutulmuştur. Bir diğer neden ise büyük kentlerin, aldıkları göç dolayısıyla gecekondulaşmaya başlamasıdır. Ucuz iş gücü olarak düzene olumlu görünen bu tablo, gecekondulaşan yerlerin altyapı sorunları gündeme gelince problem yaratmıştır. Bu hizmetlerin yapılmaması için yerel zayıf tutulmuştur.

1945-80 arası döneminin politikaları meşrulaştırma aracı “kalkınma” söylemi iken, 80 sonrası “dünya ile bütünleşme” ve “demokratikleşme” söylemi olmuştur ve olmaktadır. Yine 1945-70 arası dönemde idari reform uygulamaları ile Türkiye kalkınmak adına kaynağı dış yardımda görmüş, bu sermayenin ihraç kanallarını ve bu ihracın altyapısını devlet eliyle kurma yoluna gitmiş ve sonuçta devlet genişlemiştir. 1980 sonrası ise artık kaynak dış yardım değil, ulusaşırı şirketlerdir. IMF’nin “Stand-By” antlaşmaları ve Dünya Bankası’nın ‘”Yapısal Uyarlama Programları-YUP” ile değişim süreci inşa edildi diyebiliriz.

1980 Sonrası
1980 sonrası yerel yönetimleri açıklarken yardımcı olan önemli bir diğer kaynak yine Birgül Ayman Güler’in, Yeni Sağ ve Devletin Değişimi-Yapısal Uyarlama Politikaları adlı kitabıdır. Bu kitabın III. Bölümünde “Yerelleştirme Reformları” başlığı altında yer alan çalışmayı, şimdi incelediğimiz Yerel Yönetimler-Liberal Yaklaşımlara Eleştirel Yaklaşım kitabı ve Sonay Bayramoğlu’nun Yönetişim Zihniyeti ? Türkiye’de Üst kurullar ve Siyasi İktidarın Dönüşümü kitabıyla birleştirince tablo daha da netleşmektedir.

1980 sonrası gelişmişlik-azgelişmişlik sorunu “modern” zamanların sorunu ilan edildi ve bağımlılık-emperyalizm kavramlarının öldüğü ilan edildi. Azgelişmiş ülkelerin mevcut bürokratik yapısı değiştirildi. Bunun yerel yansımaları şöyle özetleyebiliriz:

1980 sonrası küçük üreticiler doğrudan büyük sanayinin güdümüne girmiş, 80 öncesinin “bağımsız” zanaatkarı ve tüccarı olmaktan hızla uzaklaşmışlardır. Artık büyük sermayeye hammadde üreten, sanayi mallarını girdi olarak kullanan bir konuma gelmişlerdir. Sonuç olarak belediye meclislerinde yer alan bu küçük üreticiler, piyasacılığa karşı olan girişimlere karşı direnç oluşturan, kaynakları sermaye birikimi yönünde kullanan bir tavır sergilemişlerdir. Bu nedenle 1960-80 döneminin tersine, 80 sonrası artık belediyelerin öne geçme dönemi başlamıştır. 1980’de belediye gelirlerinin genel bütçe gelirlerine oranı %4.68 iken, 1993’de %13.84 olmuştur.

Yerelin öne çıkarıldığı bu süreçte İller Bankası tasfiye edilmiştir. İller Bankası 1945 yılında belediyelere altyapı yatırımları için kredi vermek ve yatırımların teknik boyutunu yönlendirmek için kurulmuştu. Banka 1960 sonrası, inşaat sektörü ve sanayi kesiminin yeterli güçte olmaması nedeniyle fiili üretim ve yatırım sürecine girmişti. İller Bankasının Genel Müdürlüğü’nün tekelinde olan ihale yetkisi 1984’ten itibaren bölge müdürlüklerine verilerek İller Bankası yerelleştirilmiştir. 1990 yılında KİT statüsünden uzaklaştırılmış ve bankacılık boyutu öne çıkarılmıştır.

1986 yılına kadar kamu kredisi kullanan yerel yönetimler, bu yıldan sonra, Merkez Bankası’nın kamu kredilerini kesmesi ile, kredi için mali sermayeye yönlendirilmiştir. İller Bankası’nın yeni görevi belediyeler ile ticari bankalar arasında güvence kurumu olmaktır. 1986-95 yılları arasında belediyeler 14.2 milyon (trilyon) ticari kredi kullanmış ve 25 milyon (%80 faiz) geri ödeme yapmışlardır. Yerel yönetimlere merkezden ayrılan payları dağıtan İller Bankası, borcunu ödemediği takdirde banka için yerelin payından kesinti yapabilmekte ve böylece banka güvenceye alınmaktadır.

Yerel yönetimlerin esas finansörleri olarak öne çıkan yerli ve daha çok yabancı sermaye grupları, karar alma tekelini de kamu dışına çıkarmak istemektedirler. Bunun için sivil toplum kuruluşu olarak görülen meslek kuruluşları, ziraat odaları, sanayi odaları, kooperatifler kimi yetkilerin kendilerine devrini istemektedirler. Buna örnek olarak; ekmek fiyatını belirleme yetkisinin Fırıncılar Odası’na verilmesi, esnafı denetleme işinin ise belediyelerce değil, esnaf odalarınca yapılması gösterilebilir. Bu anlayışa göre yerel kalkınma yerel meclislerin değil, yerel iş dünyasının liderliğinde gerçekleşecektir. Birgül Ayman Güler’in ifadesiyle bu “çete yerel devleti”tir. Artık yerli sermaye doğrudan yönetici sınıf olmakta, yabancı unsurlar ise kamu gücünün meşru üyeleri sıfatını almaktadırlar.

Yazarın kitabında vardığı sonuç ise şu: Belediyeler işlerini kendileri yapan değil, yaptıran ihaleci kuruluşlara döndü ve bizzat belediyelerin yaptıkları işlerde de şirketleşme ve fiyatlandırma ile belediyeler piyasa mekanizmasına göre çalışan ticari kuruluşlar haline geldi.

Belediyeler kentsel rant yaratma-dağıtma ve ihale işi ile sermaye birikimine doğrudan, altyapı yatırımları ile de dolaylı olarak katkıda bulunmaktadır. Borçlanan yerel yönetimler, hizmetleri fiyatlandırdıkları için, hizmet kamu hizmeti olmaktan çıkmakta ve “kullanan öder-ödemeyen kullanmaz” ilkesi geçerli olmaktadır. İktisadi yapı taşeronlaşmakta ve sendikasız işgücü ile emek hırsızlığının boyutu artmaktadır. Ayrıca merkezi yönetim gibi yerel yönetimler de kamusal hizmetleri yerli ya da yabancı sermayeye kırk yıllık işletme hakkı ile terk edebilmektedir. Böylece özel sektör kamu alanında tamamlayıcı değil, asli unsur haline gelmiş bulunmaktadır. Bu da gösteriyor ki yerelleşme özelleştimeler ve piyasa için ara bir duraktır.

Yerelleşme, sisteme olan tepkileri de bölgeselleştirmek gibi bir sonuç verecektir. Ulusal aidiyetin yerini etnisitenin, cemaatlerin alması hız kazanacaktır. Burjuvazinin resmi felsefesi olan idealizm toplumu gericileştirecek, toplumsal her ilişki piyasacılık ile kirlenecektir. Azgelişmişlik koşullarında gerçekleşen bu halktan kopuşun getirisi ancak totaliter bir rejim olabilir. Liberallere göre tüm bunlar toplumun özgürlüğü için yapılmaktadır. Unutulmamalı ki liberalizmin toplumdan anladığı piyasadır.

Tüm bunların üzerine bir de “bölgesel kalkınma ajansları” projesi vardır. İl kademesinin üzerinde bölge yönetimi olarak AB’nin isteği ile gündeme gelmiş olan bu yapılarda, taşranın atanmış yöneticileri olan vali, kaymakam, belediye başkanları ve bölgenin özel sektör şirketleri bir araya gelecektir. TBMM’de 31 maddeden oluşan bu metnin görüşülmesi 25. maddede durmuştur. Sorun bu kurumların kamu kuruluşu olup olmayacakları noktasından ve özel sektörün liderlik için bastırmasından kaynaklanmıştır. Bu ajansların rolü bir tür “bölgesel yönetişimcilik” olacaktır. Yönetişimcilik, 1980 sonrasının negatif devlet anlayışı yerine, küresel yönetişime giden yolları döşeyecek unsur devlet olacağından, “güçlü devlet” anlayışını öne çıkarmıştır. TSK safını şu sözlerle belirtmektedir: Güçlü ordu güçlü Türkiye (Devleti)!

Avrupa’da bu liberal rüzgar “Tek Avrupa” ideali için estirilmektedir, sonuç olarak küresel ulusaşırı şirketlerin işi kolaylaşmaktadır.

Türkiye gibi marksist geleneğin ve solda sürekliliğin olmadığı ülkelerde, Avrupa kökenli postmarksist düşünceler postmodernizmin liberal terörüne sol adına onay verme kanallarını açmakta ve sola basınç uygulamaktadır ve şimdilik başarılı olmaktadır. Bu basınca karşı duran Birgül Ayman Güler karşı duruşunu, ulusal-devrimci duruş olarak ifade etmiş. Biz de daha doğru bir şekilde, duruşumuzu, sosyalist duruş olarak ifade edelim.

NOT: Yazı boyunca kitaba bağlı kalınmış ve verilen örnekler, yüzdelik oranlar, gelişmelerin tarihi bilgisi, yazarının vardığı sonuçlar kitaptan olduğu gibi alınmıştır.

Alıntının Kaynağı:
(*) Alihan Bozkurt ‘un, 5 Ekim 2009 tarihinde Tan Kitabevi İnternet Sitesi’nde (www.tankitabevi.com) yayınlanan “Yerelleşmenin Ekonomi-Politiği” adlı yazısı
http://www.tankitabevi.com/kritik-kitaplar/siyasal-kuram/179-yerellesmenin-ekonomi-politigi.html

Kitabın Künyesi
Yerel Yönetimler / Liberal Açıklamalara Eleştirel Yaklaşım
Birgül Ayman Güler
İmge Kitabevi Yayıncılık / Sosyal Bilimler Dizisi
Baskı Tarihi: Mayıs 2006
383 sayfa

Tanıtım Yazısı
Yerel yönetimler demokrasinin beşiğidir. Bu beşiğin uyuturken büyüttüğü bebek, burjuva liberal demokrasidir. 12 Eylül gibi bir rejimin, Dünya Bankası gibi bir örgütün, şimdilerde Avrupa Birliği gibi bir ‘düveli muazzama’ gücünün yerellik politikası gütmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Piyasa sistemlerinde yerel yönetimlerin demokrasiyle ilişkisi elbette vardır; ama hangi demokrasiyle?

Yerel yönetimler bağlı oldukları merkeze göre renklenir. Merkez yoksa o da yoktur. Bu nedenle daha çok özerkleşme yolundaki her adım hep yeni bir merkeze doğru yaklaşma demektir. Günümüzde Ankara?dan özerkleşmeyi demokratikleşme adına kutsamadan önce sormak gerekir: Yeni merkez neresi?

Yerel kurumlaşma örgütsel-yönetsel bir sorun olmaktan önce siyasal toplumsal bir sorundur. Bu içerik, devrimci durum ya da altüst oluş dönemlerinde olanca açıklığıyla gözler önüne serilir. Toplumsal sınıfsal dengelerin görece yeniden kurulduğu dönemlerde ise içerik geri çekilir ve konu örgütsel-teknik bir görüntü kazanır. Sağdan ve ‘sol’dan liberal bakış görüntüye takılıp orada durmayı sever; böylece içeriği gizler.

Yerel Yönetimler: Liberal Açıklamalara Eleştirel Yaklaşım’da yerel yönetim araştırmaları üzerindeki liberal ipotek kaldırılmakta, bu olgu tarihsel bir yaklaşımla ve sorunun sosyoekonomik içeriği temel alınarak incelenmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir