17. Yüzyıl: Akılcılık, Teoloji ve Tarihçilik

17. Yüzyıl: Akılcılık, Teoloji ve Tarihçilik

Büyük metafizik sistemlere ortam hazırlayan 17. yüzyıl, Rönesans ile Aydınlanma yüzyılı arasında bir halka teşkil etmiştir. Dönem aynı zamanda kapitalist ilkel birikim dönemiydi ve mutlakiyetçi rejimlerin yapılandığı bu yüzyılda siyasal iktidarlar “bir iktisadi aktör” olarak sermaye birikimine katkıda bulunmuşlardır. Bu dönüşümü Marx, Kapital’de şöyle betimliyordu: “Kapitalist çağın doğurduğu çeşitli yöntemler, başlangıçta, kronolojik sıra içinde Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa ve İngiltere tarafından paylaşıldılar. Bunlardan İngiltere, 17. yüzyılın son otuz yılında bu yöntemlerin hepsini –yani sömürgecilik, kamu kredisi, modern finans ve himayecilik yöntemlerini– sistematik bir bütünlük içinde bir araya getirdi. Bunların bazıları kaba kuvvet kullanımına dayanıyordu; fakat istisnasız hepsi de, feodal ekonomik düzenden kapitalist düzene şiddetli geçişi hızlandırmak ve geçiş aşamasını kısaltmak için toplumun yoğun ve örgütlenmiş gücü olan devlet iktidarını çalıştırdılar. Ve gerçekten de kuvvet, değişmekte olan eski toplumların ebesidir. Kuvvet bir iktisadi ajandır.”[35] Oysa dönemin metafizik sistemleri, modern ve antagonist sınıfların doğduğu yıllarda evreni matematik bir uyum içinde ve bazen de, Leibniz’de olduğu gibi, “mümkün olan dünyaların en iyisi” olarak sunmaya çalışıyordu. Bu uyumlu evrenin garantisi de çeşitli biçimlerde algılanan Allah kavramında yatıyordu. Kuşkusuz bu Allah anlayışı ve arayışı kilise ve sinagogların resmî dogmalarındaki Allah kavramından çok farklıydı. Bu yüzden de 17. yüzyıl filozoflarının en önemlileri büyük baskılara maruz kalmış, bazı eserlerini imzasız yayınlamak zorunda kalmışlardır.

17. yüzyılda, Batı’da, düşünce hayatına baskılar kısmen devletten kısmen de kiliseden (Yahudi düşünürler için de sinagoglardan) geliyordu. Fransa Kralı 14. Louis’nin “Devlet benim!” dediği ileri sürülür; oysa aynı dönemde ve aynı ülkede Bossuet de rahatlıkla “Kilise benim!” diyebilirdi. Hitabetiyle ün salmış ve prenslere mürebbilik yapmış olan rahip, dönemin resmî tarih anlayışını da temsil etmiştir. Tarihçilerin küçümsendiği, gerçek tartışmanın filozoflarla ilahiyatçılar arasında cereyan ettiği bir çağda Katolik din adamı tarih çalışmalarını da yönlendiriyordu.

Bossuet Evrensel Tarih Üzerine Söylem’ine “tarih, insanlara bir yararı olmadığı durumlarda bile, prenslere okutulmalıdır” diyerek başlıyor ve “din ve siyasal iktidar, beşerî olayların cereyanına temel teşkil eden iki noktadır” diye devam ediyordu.[36] Düşünür, bu eserinde kutsal kitaplara dayanarak ve “Yaratılış”tan başlayarak eski uygarlıkları anlatıyor, özellikle de Mısır uygarlığını övüyordu. Yahudi peygamberler tarihine Eski Yunan’dan daha çok yer vermesi eleştiri konusu olmuştur. Oysa modernizmin doğduğu bir çağda, mutlakiyetçiliğin âdeta “ideal-tip”ini oluşturan bir ülkede resmî ideolog haline gelmiş bir rahibin düşünceleri, bugün, daha çok felsefeyle ilişkileri açısından ilginç görünüyor. Gerçekten de Fransa’da ve Avrupa’da yükselen rasyonalizm karşısında Bossuet nasıl bir tepki sergiliyordu? Ve bu tepki rahibin eserlerine nasıl yansıyordu?

Paul Hazard, 1930’larda büyük yankılar uyandıran bir eserinde 17. yüzyılın sonları ile 18. yüzyılın başları arasındaki dönemin (1680-1715) Avrupa’da bir “bilinç krizi” olarak yaşandığını yazmış ve şu cüretkâr teşhisi koymuştu: “(Bu dönemde) Fransızların çoğu Bossuet gibi düşünüyorlardı; birdenbire Voltaire gibi düşünmeye başladılar: Bu bir devrimdi.”[37] Gelişme herhalde yazarın iddia ettiği kadar ani olmamıştı; fakat büyük bir değişikliğin yaşandığı da yadsınamazdı. Burada şu soru akla geliyor: “Evrensel Tarih”inde ilginç bir “tarihî dönem” tanımı yapmış ve tarihî dönemlere ayırarak incelemiş olan Bossuet’nin kendisi de eserinin yayınlandığı sırada (1681) yeni bir dönemin başladığı kanısında mıydı?

Bossuet’ye göre “dönem” (époque) sözcüğü Yunanca “durmak” anlamına gelen bir sözcükten geliyordu ve “(bizden) önce ve sonra olup biten her şeyi gözden geçirmek ve bu yolla da anakronizmden, yani tarihleri karıştırma hatasından kurtulmak için bir dinlenme mekânı” teşkil ediyordu.[38] Öyle görünüyor ki, yakından izlediği ve eleştirdiği rasyonalist akımların yeni bir devri başlatacağı kaygısı yazarımızda mevcuttu; fakat bunu kabullenmek, temsilciliğini yaptığı egemen ideolojinin de sonu anlamına gelecekti. Bu yüzden Bossuet modernist akımları izliyor, yer yer onlardan yararlanıyor, fakat aynı zamanda onlarla savaşıyordu. Özellikle kendi ülkesinde hızla yükseliş halinde olan Kartezyen felsefe hem ilgisinin hem de kaygılarının başında idi. Descartes’ın Allah’ı inkâr edenlere karşı geliştirdiği muhakeme tarzı kuşkusuz Bossuet’nin beğenisini kazanıyordu. Ne var ki filozofun “metodolojik kuşku”ya dayanan sisteminin aynı zamanda iman için bir tehdit oluşturduğunu da göz ardı edemezdi. Bir yakınına yazdığı mektupta bu tehdidi şöyle özetlemişti: “Kartezyen felsefe adı altında Kilise’ye karşı büyük bir kavganın hazırlandığını görüyorum. Bu sistemde ve onun kanımca yanlış anlaşılmış olan ilkelerinde bir sapkınlıktan da fazlası var ve bu ilkelerden Kilise dogmalarına karşı çıkarılacak sonuçların bu felsefeyi iğrenç kılacağını; Kilise’ye de, filozofların zihnine Allah’ın varlığını ve ruhun ölümsüzlüğünü yerleştirmek için felsefeden sağlayacağı tüm meyveleri kaybettireceğini hissediyorum.”[39] Bossuet, Kartezyen felsefe yayıldıkça Descartes’a karşı daha da sert bir dil kullanmış ve “uzun süre dini kutsayan, fakat dini aşınca kendisini ve her şeyi aştığını sanan” filozofu, “kendiliğinden hiçbir şey bulamayıp hep başkalarını izleyen zayıf esprileri” sapkınlığa yöneltmekle suçlamıştır.[40]

Bossuet’nin felsefe alanında kaygısı Descartes ve Kartezyen felsefeden ibaret değildi. Katolik rahip, Spinoza’nın yayınlarından da haberdardı ve Hollandalı filozofun Teolojik-Politik İncelemeler’inde kutsal kitapları sıradan bir tarih kitabı gibi eleştirmesi onun için kabul edilemez bir şeydi. Hele mucizeleri reddetmesi tam bir skandaldı. Yine de Katolik rahip Spinoza’dan da etkileniyor, onunla daha iyi boy ölçüşebilmek için, Latince ve Yunancanın dışında İbranice öğrenmek gereğini de hissediyordu. Üstelik Spinoza eleştirel Tevrat ve İncil okumalarında yalnız da değildi. Katolik rahip Richard Simon da aynı yolu izlemiş, kutsal kitapları eleştirel bir yaklaşımla ele almıştı. R. Simon, Homer’in eserleri nasıl okunuyorsa kutsal kitaplarının da aynı gözle okunacağını düşünüyor ve hümanist geleneğin izinde teoloji yerine filoloji ve grameri öne çıkarıyordu. Hazard’ın ifadesiyle, “R. Simon ile eleştiri ilk kez özerk kesinliğe ve saf bir biçime ulaşıyordu. Hükümlerinde ne felsefe ne de dogmalar rol oynuyordu. Onun için sadece el-yazmaları, mürekkep, yazı, harfler, noktalar, aksanlar önemliydi. Din dışı (profane) bilim, kutsal otoriteleri tanımayı reddediyordu”.[41]

Voltaire’in “filozoftan çok ilahiyatçı, tarihçiden çok hatip” dediği[42] Bossuet, Aydınlanma adı verilecek olan yüzyıla geçilirken bu kavgayı kaybetti ve yüzyıla damgasını vuran Eskiler-Yeniler kavgasını yeniler, yani modernler kazandılar. Rasyonalizmi temsil eden filozofların dayandığı sınıfla ilahiyatçı Bossuet’nin sınıfsal dayanakları arasında (daha sonra Fransız Devrimi’nde olacağı gibi) uzlaşmaz bir çelişkinin olmaması geçişi şiddetli bir devrime dönüştürmemiştir.

Katolik rahibin ve temsil ettiği zümrenin, bir inanç dünyasında yaşamalarına rağmen, çağın felsefi akımlarını da yakından izlemeleri bu dönüşümün evrimci niteliğinde kuşkusuz rol oynamıştır. İlginçtir ki geniş ufkuyla Bossuet daha sonra bazı aydınlanma düşünürlerinin de takdirini kazanmıştı. Bunlardan D’Alembert, düşünürün Evrensel Tarih’ini şu satırlarla övmüştür: “Bu geniş taslakta, tarihçi milletinin çok sevdiği anlamsız ayrıntılar üzerinde durmayı küçümseyerek, bir bakışta kanun koyucuları ve fatihleri, kralları ve milletleri, cürümleri ve beşerî erdemleri gören ve değerlendiren; hızlı ve enerjik bir fırçayla her şeyi yutan zamanı, beşerî yücelikler üzerindeki Allah’ın elini ve aynı krallar gibi ölen krallıkları resimleştiren geniş ve derin bir dehayı takdir ediyoruz.”[43] Bu uzun ve süslü cümlede dikkatimizi en çok çeken şey, bir Aydınlanma düşünürünün “tarihçi milleti”ni ve “anlamsız ayrıntılar”ı küçümseyici tavrıdır. Descartes, Malebranche ve Locke gibi filozofların da paylaştığı bu küçümseyici bakış, bizi dönemin tarihçilik mesleğine ve “profesyonel tarihçi”lerine yöneltiyor.


Taner Timur,
Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi
YORDAM KİTAP

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir