1968 Devrimci Eğitim Şurası / Komisyon 3 – Anayasada Eğitim İlkeleri Ve Ülkemizdeki Temel Çelişkiler

1968 DEVRİMCİ EĞİTİM ŞURASI / KOMİSYON 3:
ANAYASA’DA EĞİTİM İLKELERİ VE ÜLKEMİZDEKİ TEMEL ÇELİŞKİLER

Salim KARA
Şemsettin DEVECE
Selman BÜYÜKÂŞIK
İbrahim KAYGISIZ
Nihat ERSİN
Muzaffer ERSOY
Şahin ÇALIŞKAN
Nabi YAĞCI
Haydar YAZKURT
Kâzım GÜR
Ahmet SAY
Hasan KAYA
Ensar ALBAYRAK
Olcay GİRGİÇ
Nabi ŞANLI
Cafer GENCEL

BİLDİRİLER:
1) 1961 Anayasasında Devrimci Eğitimin Kökleri:
Bülent Nuri ESEN.
2) Ülkemizin Temel ÇeUşkiîeri ve Eğitime Etkileri:
Mübeccel KIRAY.

OTURUM BAŞKANLIĞI
Bir Mektuptan :
“Bu toplantı tarihî bir önem taşır ve Türkiye’nin sosyal
mücadele tarihi bakımından bir dönüm noktasıdır.
Tabiidir ki bunun, bugünkü şartlar içinde olumlu,
olumsuz eleştirisi yapılacaktır. Ne yapılırsa yapılsın, ne
söylenirse söylensin, esasta bir şey değişmez. Yüz bine yakın
bir üye yekûnu olan güçlü, sözüne kulak verilir bir örgütün
bilinçli temsilcileri toplanarak (eğitim) çıkmazına
isabetle parmak basmış ve neyin mücadelesini yaptığım,
evvelâ (Türkiye’deki) devrimci cepheye ve sonra da dünyaya
cesaretle duyurmuştur. Bu toplantının tarihi önemi
buradan geliyor.
İkincisi, eğer bu kararları biz, pratiğe aktarabilirsek,
bütün devrimci güçleri bir araya toplayabiliriz. Ve devrimcilik
havaya yumruk sallamaktan kurtulur. Diyebiliriz ki,
bizim sendikamız, devrim hareketinin çekirdek gücü olmak
sorumluluğunu yüklenmiştir. Toplantının bir önemi
de buradan geliyor.”
22. Eylül. 1968
Hamdi KONUR

BİLDİRİ:
1961 ANAYASASINDA DEVRİMCİ EĞİTİMİN KÖKLERİ

Bildiriyi Sunan:
Bülent Nuri ESEN
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Kürsüsü

1961 Anayasası bir devrin ertesinde dünyaya gelmiştir. Yalnız, 1961 Anayasasını
doğurmuş olan devrim bir “temel devrim” değildir. “Temel devrimi
koruyucu devrim”dir. ‘Onun için, 1961 Anayasasında Devrimci Eğitimin
Kökleri dendi mi Türk Temel Devrimine göre Eğitimin kökleri düşünülmelidir.
Bir de şunu unutmamak gerekir; bazı değişmez prensipler, Anayasanın
yazısı içinden bulunup çıkarılacaktır. Anayasanın eğitimle ilgili hükümleri
ile hangi ülkülere ulaşılmak istenmiş olduğu belirtilmelidir. Bir yandan
bunların belirtilip ortaya konması; öte yandan “Türk Temel Devriminin.
Eğitim İlkeleri”nin araştırılması konumuz olacaktır.

DEVLET VE EĞÎTÎM
Modern devlette eğitimi en ön safta tutmayan anayasa düzeni düşünülemez.
Eğitim, devleti anayasa düzenine uygun olarak gerçekleştirmeye elverecek
tek yoldur. Türkiye’de 1961 Anayasasına göre (Başlangıç kısmı, fıkra:
5) amaç: a) Sosyal refah ve, b) demokratik Hukuk Devleti’ni gerçekleştirmek.
Eğitim, bu çift amacı gerçekleştirmek için “insan”ı ele alır. Eğitimin
unsuru ‘insandır, Türk insanıdır. Yetiştirilecek olan odur.
Ferde, insanlığı öğretilecektir. “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına…
dayanan… bir Hukuk Devletidir,”
Demek ki, 1961 Anayasasının düşündüğü devletin canlı unsuruna, vatandaşına
verilecek eğitimin ilk niteliği “insan haklarını öğretici” olmasıdu.
insan Haklan Eğitimi olmadan eğitimden söz açılamaz. Bunu ana okulundan
başlayarak bütün öğretim basamaklarında, ne türden olursa olsun,
öğretim yapılan her kurumda yapmak zorundayız. Anayasanın emri budur.
Çünkü, devlet buna dayanır. “Demokratik Hukuk Devleti” diye nitelendirilen
Türkiye Cumhuriyeti “insan Hak ve Hürriyetleri”ni gerçekleştirecek
olan toplumsal – siyasal – sosyal araçtır.

Türk insanının yaşayışı “insanlık haysiyeti”ne yaraşır olacaktır. (Anayasa,
madde: 41/1 ve 45) Ferde, suç işlemiş olması halinde verilecek ceza
bile “insan haysiyeti” ile bağdaşmayan bir ceza olmayacak (madde: 14/4).
insan hakları, ana hürriyetleri içinde taşır. Ne insan hakkı, ne de ana
hürriyet e ş i t l i k olmadan düşünülemez.
Onun için, eğitimin ikinci niteliği “eşitlikçi” olmasıdır. Devlet içinde
eğitimin, belirttiğimiz iki niteliği devrimci olmayan eğitimde de görülebilir.
İsviçre Konfederasyonu, Danimarka Krallığı yada Belçika aynı nitelikte
eğitim uygularlar. Türkiye’nin farkı bu niteliklerin “devrimci” bir temel üstüne
oturtulmuş olmasındadır.

DEVRİMCİ EĞÎTlM
Türk anayasal sistemi bir devrin ertesinde şekillendi, demiştik. Yeni şekli
getiren devrimin eğitim yönünden göz önünde tuttuğu üç ilke vardır:
1 ? Eğitim, “Çağdaş bilim ve eğitim esaslarına” uygun olacaktır. (Madde:
21/4)
2 ? Eğitim, ” l â i k ” olacaktır.
3 ? Eğitim, “Çağdaş uygarlık seviyesi”ne eriştirici olacaktır.
“Lâik” eğitim Amerika Birleşik Devletlerinde ve Fransa’da da vardır.
Türkiye’de gerçekleşme yolunda iken 1946’dan sonra gitgide yıkılmaya
yüz tutmuştur. 1961 Anayasasının gelişi, lâik eğitimi içinden vuran davranışları
önleyememiştir. Bu durumun yarattığı tehlike, samlabileceğinden çok
daha büyüktür.
Türk Milleti, “dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip, şerefli bir
üyesi” olmak iddiasındadır. Milletlerarası topluluktaki üyelerle eşit haklara
sahip olabilmek için “ilerici” bir toplum olmak gerekir. Şu halde Türk insanı
ilerici bir toplumun bireyi olacaktır. Böyle bir toplumun bireylerini
yetiştirmek amacı başka devletlerin eğitim sistemlerinde yoktur. Türk Anayasası
“Bütün fertlerini… daima yüceltmeyi amaç” tutar. Milliyetçilik anlayışı
budur. Millet durmadan ileri gidecektir. Türk milliyetçisi demek, milletin
aralıksız ilerlemesini savunan vatandaş demektir.
ilerleme, (yenilikçilik) le olur. Anayasanın “Başlangıç”mda bu, “Atatürk
Devrimlerine bağlılık” sözleriyle anlatılan düşüncenin bir parçasıdır..
Bu ilerleme kültürde, bilimde, sanatta, yaşayışta kendini gösterecektir.
Milletin gayesi budur. Öyle olmamış olsaydı 27 Mayıs olmazdı.
Millet, büyük ve kutsal iradesini “Millî Mücadele” de ortaya koymuştur.
Türk’ün Temel Devrimini doğuran o savaştır. Türk Temel Devriminin Eğitim
ilkeleri belirtilecek olursa Devrimci Eğitimin kökleri anlaşılmış olur.
Büyük ve kutsal millî irade, Devleti kuran temel iradedir. Bu irade değişmez.
Değişebileceği kabul olunursa “Devlet” kalmaz. Zira, devleti yapan
o iradedir. İşte, o irade “yeni bir insan yaratılması”nı şart koşmuştur. Yeni insan
her şeyi ile yenidir. Memleketi yenidir. Daha önce “Türkiye” diye bir
devlet yoktu, Türkiye büyük ve kutsal millî iradenin eseri olmuştur. Sonra,
kafası yenidir. Düşüncesi yenidir. Bundan böyle artık “akılcı”dır. Vatanı
kurtaran, yeni devleti kuran adamın özlediği şey, vatanı ve devleti yaşatacak
yeterlikteki yeni insanın yetişmesidir. Türk’ün geçmişle ilgisi yoktur.
Geçmişe özlem duymaz. Geçmişin özlenecek hiç bir yönü yoktur ki,
duysun. Ülkenin geçmişteki insanı hiç bir ufka sahip olamamıştır. Her türlü
nurdan yoksundur. Din bezirganına avdır. İleri gitmek için adım atmak
gerekir. Ülkenin geçmişteki inşam bir cendere içindedir. Kıpırdama bilinci
dahi elinden alınmıştır.
Yeni insan, bir halk ayaklanmasının içinden çıkmıştır. Yaşayabilmekte
işe kurtuluş ve yeniden kuruluş. bilincine ermiş olduğu içindir. Tarihin en
ibretli dersini aldığı bir memleketin çocuğudur. Ayakta kalmanın, haysiyetle
yaşamanın tek çaresi cihanın bütün nimetlerinden faydalanmaktır.

ÇAĞDAŞ UYGARLIK EĞÎTlMÎ :
Bunun içiri yeni değerlere bağlanmıştır. Yeni insan ve yeni değerlen
Yeni insanın niteliklerine biraz yukarıda kısaca dokunduk. Yeni değerleri
de açıklayalım.
Yeni değerler “Batılı değerler”dir. Değerler sistemi “muasır medeniyet”
(Çağdaş Uygarlık) diye nitelendirilir.
Çağdaş uygarlığa çıkmanın ve orada kalabilmenin yolu. Devletin ilerici
ve akılcı olmasıdır.
. ilericilik yeniliklerle olur. Dünyanın Türk inkılâpları adını verdiği yeniliklerdir
bunlar. Yalnız, Türk inkılâplarının ayrı bir özelliği vardır. Türk
inkılâpları, yapılmakla bitmiş olmaz. Türkiye, bitmeyen bir düşünce ve kültür
seferberliği içinde yaşayacaktır. Çağdaş uygarlık âleminin bir üyesi olmak
buna bağlıdır. Onun için Türkiye Cumhuriyeti “yenilikçi”dir. Anayasa’nın
“Başlangıç”mda (Atatürk Devrimleri) ne ayrı yer verilmiş olması da
bunu anlatır.
Devletin akılcı olması “lâik” olmasını zorunlu kılar. İlericiliği yaşatmanın
şartı lâikliktir. Çağdaş uygarlık dünyasının insanları hürdür. Türk de
hür olacaktır. Lâik olmayan devletin vatandaşı hür olamaz.
Türkiye Devletinin “lâik” olması, varlığının ön şartıdır. 1961 Anayasasının
2. maddesi bunu söyler. “Lâik Cumhuriyet” ilkesi milleti bölünmez bir
bütün halinde tutacak tek sihirli formüldür. Devleti yıkmak isteyenler için
en kestirme yol lâikliği bozmaktır. Lâiklik yok oldu mu Türkiye çöker.
Samsun nutkunun, Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesinin alnında kazıh
özeti, hem çağdaş eğitim prensiplerini her zaman izlememize, hem de durmadan
ileriye doğru yenilenebilmemize imkân sağlıyor.
Görülüyor ki, Devletin temel nitelikleri eğitimin de vazgeçilmez nitelikleridir.
Türkiye Devrimci bir devlettir. Geçmişin uyuşukluğu içine itilmek
istenmesi sonuç vermez.

Devrimci Eğitimin köklerini daha iyi anlamak için şunu da unutmamak
gerekir; Atatürk Devrimlerine dayanan Türk Anayasa sistemi, Atatürkçülük,
radikal bir düşünce tarzı olduğundan, “köktenci”dir. Geçmişle bağlantısı olmadığı
gibi, pazarlıkçı da değildir. Ya hep, ya hiçcidir. Tâviz vermeye elverişli
yapısı yoktur. Çağdaş bilim ve eğitim dendiği zaman, çağdaş uygarlık
seviyesindeki devletlerde eğitimin temelleri nelerse bunların alınmış ve kurulmuş
olması anlaşılmalıdır.
Türk Anayasa düzeni, yani devlet hayatının, fert haklarının, memleket
idaresinin, anayasal kurumların ve kuruluşların, her türlü kamusal işlemlerin
bütün görüntüleri toplumun çağdaş uygarlık seviyesine erişmesini engelleyebilecek,
veya Devletin lâik olması zorunluğunu zedeleyebilecek yolda
yorumlanamaz. “Devrimci” niteliğin değişmezliği bunu emretmiştir. Anayasanın
153. maddesinin baş tarafında açıklanan budur.
Devletin devrimci oluşu çeşitli alanlarda kendini göstermiştir ve göstermekte
devam edecektir. En önemli alan “Eğitim” alanıdır. Daha 1924 te
çıkarılan Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Kanunu bunu pek güzel anlatır.
Yukardan beri söylediklerimizle Türk Eğitim sisteminin Devrimci nitelik
taşımasının şart olduğunu anlatmak istedik ve Devrimci Eğitimin 1961
Anayasası içine dal budak salmış köklerine dokunmaya çalıştık. Kısa bir
tebliğde bundan çoğunu söylemek zor.
Yalnız şu kadarı bilinsin: Atatürkçü devlet sistemi, 1961 Anayasasında
varmayı göz önünde tuttuğu “Demokratik Hukuk Devleti” mertebesine
ulaşmıştır.
Ama, gerçekte 1961 Anayasasında ilân edilmiş olan Temel tikelere uygun
bir devlet hayatı gerçekleşmemiştir. Göz önündeki siyasal kadrolarla
yakın zamanda gerçekleşmesi de beklenemez.’Zaten, bu iş devleti idare edenlerle
olup bitecek bir iş değildir. Asıl yük eğiticidedir. Büyük tehlike de “siyasî”
nin “eğitici”yi kendi emri altına almasındadır. Bu yol baskı yolu olur.
Nerede baskı varsa, seçme olmaz. Tercih bulunmayan yerde de hürriyetten
söz edilemez.
Eğitici objektif, tarafsız, hür fikirli kalabilmelidir ki, hür vatandaş, yetiştirilebilsin.
Çağdaş bilim esaslarının gereği budur.
Siyasî iktidar öğretmenin midesine olta atabiliyorsa, hayırlı sonuç alamazsınız.
Herkes akranlarınca suçlandırılır, yargılanır ve cezalandırılır. Düşünen
insanların, kültür sahibi kimselerin bağımsızlık içinde düşünme ve
fikri ifade imkânı “korku” ile yenilmemelidir. Bugün görülen ise, Türk öğretmeninin
“korkudan kurtulma hürriyeti savaşı” vermekte olduğudur.

ALINACAK DERSLER:
Devrimci bir eğitim politikasının esasları besbellidir.
Türk çocuğu çağdaş uygarlık ailesi milletlerinin çocukları gibi yetiştirilecektir.
Burada “Türkiye” nin Varlığından, dünyaya gelişinden sürüp gelen bir
özellik var. Türk Devletine, Türk Eğitimine (Devrimci) nitelik, veren, aslında
Türk Milletinin devrimciliğidir. Türk milleti devrim yapma niteliğinde
bir toplumdur. Gerekti mi meşru düzene girebilmek için “direnme hakkı”
m kullanıp “devrim” yapar. (Anayasa Başlangıç, fıkra: 2) 1960 devrimi
bunun örneğini vermiştir. Bütün dava, devletin kuruluşunda yatan ana ilkeleri
hiç unutmadan gerçekleştirmek, yetiştiricilik görevinin yerine getirilmesinde
eğitimi devrimci niteliğinden uzaklaştırmaksızm yarını emanet edeceğimiz
kuşakları hazırlamaktır.

TEDBÎRLERE GELİNCE:
Öğreticiye de, Devlet idarecisine de çok şey düşüyor.
öğretici, Atatürkçü düşünce sisteminden şaşmaya mezun değildir.
Devlet idarecisi “okul” a rakip yaratamaz.
Hem öğretmen, hem idareci Devletin “inkılâpçı” ve “lâik” karakterini
titizlikle ve köktenci bir tutumla korumak zorundadırlar. Hem öğretmen,
hem idareci aydın sayılırlar. En zararlı ihanet “Aydınlar ihaneti” dir. 1946 ?
1960 arası bunu ispatladı.
Öğretmen yalnız Anayasal düzenin kayıtsız şartsız taraflısı olabilir.
Onun dışında mutlak olarak tarafsızdır.
Devleti idare edenler, çağdaş uygarljğın isterlerine göre eğitim yapan kurumların
yanmda bu eğitime zarar verecek ve sonunda yurdu zarara sokacak
faaliyetlere göz yummak günahım işlememelidirler. Kuran kursu adı
altındaki faaliyetler memlekete hiçbirşey kazandıramaz. Sadece Türk Kültürünün
yıkılmasını çabuklaştınr ve Türk Milliyetçiliğini körletir. Türk bağımsızlığının
boğulmasına tuzak hazırlar. Devleti idare edenler bunu iyice
düşünmelidirler. Devlet hazinesine, müspet bilim aleyhine yük teşkilinden
başka işe yaramayan İmam Hatip Okullarının çoğaltılması tasavvurunda
isabet yoktur. Devrimci eğitimin yürütücüsü olmaları gereken idare edenler,
bunu da güzelce ölçüp biçmelidirler.
Türkiye’ye özgü hastalık, Atatürkçü çizgiden ayrılmadan doğuyor. Memleketi,
meşru iktidar yerine mâbed içinde hiçbir sorum taşımayan ve zaten
bilmeyen vaizin vatandaşı pervasızca telkin altında tutabilen safsatast
sürüklüyor. Cumhuriyet Hükümeti, mabedin içini kontrol altına almak zorundadır.
Anayasa’ya göre de, kanunlara göre de bunu hemen yapmak ödevindedir.
Yoksa değil devrimci eğitim, değil devrimci devlet, ortada sadece
devlet dahi kalmayacağından emin olunmalıdır. Felâket gelip çöktükten”
sonra sorumlu yakalamak kayıpları telafi etmez.
Türkiye’nin varlığı ve selâmeti Atatürk Devrimlerinden hiç şaşmayan
bir eğitimin “köktenci” uygulanmasına bağlıdır. Her şey, ama her şey, bundan
sonra gelir. Atatürk, maddi varlığı ile hayatta değildir. Ama, sadece
adı ile bile bir devleti ve onun insanlarını temsil eden en anlamlı sembolr
dür. Onun devrimciliği gönlümüzden çıkarsa, kurduğu devleti yaşatma imanımız
da yok olur. Çocuğumuzu teslim ettiğimiz öğretmenin yüceliği, taşıdığı
bu imandan geliyor. Türkiye bütün Türk vatandaşlarının omuzlarındadır.
Yükün asıl ağırlığı öğretmen vatandaşlara isabet ediyorsa, bununla
öğünmek elbet haklarıdır. Haklarıdır, çünkü devrimci düşünmesini bileridir.
Onlann ve düşünen adamın devlet içinde ödevi ve pâyi tekmil düşünemiyenlerinkinin
her zaman bir çok katıdır.

BİLDİRİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR:
Prof. Dr. Bülent Nuri Esen’in rahatsızlığı yüzünden bildirisi Şûra sekreteri
Osman K. Akol tarafından okundu ve tartışılmasına geçildi.
Söz alan Prof. Dr. Muammer Aksoy dedi ki:
“? Sayın Hocamız Bülent Nuri Esen’in 1961 Anayasasında devrimci eğitimin
kökleri adlı bildirisi pek güzel, çok çekici bir nitelikte hazırlanmıştır.
Bu bildirinin okuyanları ve dinleyenleri etkilememesi düşünülemez. Ancak
dostumun bu bildirisinde önemli bir eksiklik derhal göze çarpmaktadır.
Anayasamızdaki devrimci eğitimin kökleri ve eğitimin ana ilkeleri kuşku
yok ki uygulanmak için konulmuştur. Ve uygulanmakla ancak bu ilkeler
değerli olurlar. Aksi halde bütün kökleri kurur, ilkeler havada kalır. Eğitim
dâvası, eğitim mücadelesi tek bir temele dayanır. Bu, öğretmenin güvenliğidir.
Öğretmen görevini yaparken yalnız kanunlara bağlı olacak, partilerin
ve iktidarlann emrinde olmayacaktır. Anayasanın 2. maddesinde sosyal
devlet denilmiş, demokratik yönetim kabul edilmiş, insan haklan benimsenmiş,
Atatürk ilkeleri Anayasanın başlangıç bölümünde yer almış. Şu
halde öğretmen sosyal devleti, demokratik yönetimi, insan haklannı, Atatürk
ilkelerini anlatacak.
Öğretmen bu görevini yaptığı zaman ona herhangi bir idareci müda.-
hale edemez. Bu düşünülemez. İdarenin buna hakkı yoktur. Çünkü Anayasanın
f’18 ve 119. maddeleri idarenin yalnız kanunlara bağlı olacağını, tarafsız
kalacağını, ilgilinin yazılı savunmasının alınacağını ve hiçbir eylemin,
yargı katlannın denetimi dışında bırakılamıyacağını kesinlikle saptamıştır.
Ne var ki öğretmen bu görevini yaptı mı derhal hakkında kovuşturma
açılır. Bakanlık emrine alınır. Kış kıyamet günlerinde çoluğunun çocuğunun
sefil ve perişan olacağına bakılmaksızın uzak yerlere sürülür ve süründürülür.
Böyle gereksiz, böyle adaletsiz, kanunsuz uygulamalann yüzleri aştığını
herkes bilir. Bunlardan bir örnek verelim : Bir öğretmen arka arkaya takdirnameler
almıştır. Yarışmalara girmiş, ödül kazanmıştır. Kendisine öğretmen
okulu müdürlüğü teklif edilmiştir. Bütün bunlara karşıt bu arkadaş,
şimdi karşımda oturmakta olan Talip Apaydın, hiçbir neden gösterilmeden,
savunması alınmadan görevinden çıkarılmış, yıllarca açıkta bırakılmış ve
Danıştay karanna rağmen bir işe atanamamış süründürülmüştür. , :
Oysa Anayasanın 132. maddesi mahkeme kararlan ertelenemez, derhal
uygulaiıır der. Bu yapılmadı mı ne Anayasa prensibi, ne hukuk devleti kalır.
Eleştirici bunun sadece öğretmenlere değil, ülkenin yeraltı ve yerüstü
“zenginliklerini korumak isteyenlerin de aynı işlemi gördüklerini anlatmış
ve eleştirisini şöyle tamamlamıştır:
? Bir memlekette mahkeme kararlan uygulanmazsa orada hukuk devletinden
değil, sadece devletten dahi söz edilemez. O ülke aşiret devri aşamasında
bulunuyor demektir.

BİLDİRİ:
ÜLKEMİZİN TEMEL ÇELİŞKİLERİ VE EĞİTİME ETKİLERİ

Bildiriyi sunan:
Mübeccel KIRAY
ODTÜ Sosyoloji Kürsüsü

TÜRKİYE’NİN TEMEL TOPLUMSAL YAPI ÇELİŞKİSİ VE EĞİTİM SORUNU
Bugünkü bilgimizin ulaştığı güvenilir genellemelerden en önemlisi bir
toplumda her kurumun, her yönün, her insan ilişkisini ve toplumsal doğerlerin
birbiri ile karşılıklı ilişkiler halinde olduğu ve bu ilişkilerin tam bir
fonksiyonel bütün meydana getirdiğidir. İkinci güvenilir bilgimiz de böyle
her yanı birbirine bağlı bir bütün halindeki toplumsal yapıda, her ilişki, her
kurum, her değer aynı ağırlıkta, aynı tayin edici güçte değildir. Biz bu bildirimizde
her şeyi söz konusu edemeyeceğimizden seçici olacağız ve toplumumuzda
böyle tayin edici durumda olan bazı temel ilişkileri özetlemeğe
çalışacağız.
Bir toplumun belirli bir zamanda durumunu ve sorunlarını doğru teşhis
edip değerlendirebilmek için o toplumun değişmesinin geçtiği yolu bilmek
ve bu doğrultuyu geleceğe doğru uzatmak gerekir. Türkiye bugün yar.ı feodal
bir toplum yapısından modern sanayileşmiş, şehirleşmiş bir toplum yapışına
geçmektedir. Hiç bir toplum öbür toplumlardan tamamen tecrid
edilmiş, kendi içine tam olarak kapanmış, kendi kendine yeter değildir. Fakat
feodal toplum yapışındakiler, hele modern sanayi sonrası toplumlarıyla
kıyaslanınca kendi kendine yeten, izole toplumlar olarak görünürler. Feodal
toplum esasında, öküz, sapan, insan gücü gibi organik enerjinin üretime hakim
olduğu tarımcı, çok sınırlı bir üretim fazlası yaratabilen, kendi içinde çok
az farklılaşmış ve örgütleşmiş bir toplumdur. Ülkemiz özellikle son yüz yıldır
böyle bir düzenden üretim fazlasını pazar ekonomisi seviyesine çıkarmış,
hem örgütler hem ilişkiler bakımından farklılaşan kırsal bölgeleriyle
şehirleri arasında sıkı fonksiyonel bağıntılar kurmaya başlıyan bir yapıya
geçmektedir.
Bu yarı feodal yapıda bir numaralı servet ve kudret kaynağı toprak
olduğu için en önemli yön insan toprak ilişkileridir. Değişme sırasında da
asıl önemli değişiklikler ve temel çelişkiler toprak insan ilişkilerinin değişme
sürecinde ortaya çıkmaktadır.
İkinci Beş Yıllık Plânda Türkiye’de tarım işletmelerinin yüzde 72.60 mal
sahiplerinin elinde olduğunu, öbür taraftan bu işletmelerin yüzde 66.50’sinin
200 dekardan küçük bulunduğunu göstermektedir. Teknolojik gelişmelerden
ise en büyük payı (yüzde 80 kadarını) elli dönümden az toprağı olanlar
almaktadır. Öte yandan tarım kredilerinde Ziraat Bankasından yararlanan
işletmelerin yüzde 5(Tden fazlası ortalama 296 TL. sı, yüzde 25’i 700 TL. sı,
yüzde 0.003’ü ise ortalama 626.000 TL. sı aldığı görülmektedir. Diğer kelimelerle,
işletmelerin pek büyük bir çoğunluğu doğru dürüst bir kredi alamamışlardır.
İşletmeler gelir bakımından değerlendirildiğinde ise 50 dekara
kadar olanlar fert basma 485; 200 dekara kadar olanlar 1,117 TL. gelir sağlamaktadır.
200 dekarın üstü ise hemen7,417 TL. çıkmakta, 1,000 dekardan daha
büyük olan işletmeler ise fert başına yılda 49,750 TL. sı gelir getirmektedir.
Bu sayılar, ülkemizde, feodal yapıdan modern bir yapıya geçerken hem
büyük toprak sahipliğinin, hem de küçük toprak sahipliğinin mesele olduğunu
göstermektedir.
Ülkemizde büyük toprak sahipliğinin hakim olduğu bölgelerde tarımın
modernleşmesi, makineli ve sulamalı üretime geçiş oldukça sür’atli olmuştur.
Büyük toprak sahipleri toplumda, kontrol mevkilerini tuttukları için
kredi alabilmişler, üstelik geniş araziden basit teknoloji ile de olsa göreli
{nisbi) olarak üretim fazlası biriktirebildiklerinden bu geçiş toprak sahipleri
yönünden başarılı olmuştur. Fakat öbür taraftan yarı feodal devrede bu
topraklarda yarıcı, ortakçı olarak çalışan büyük köylü grupları üç dört yıl
içerisinde, makineleşme emeğin yerini aldığı için yancı olmaktan çıkmışlar,
gündelikçi tarım işçisi haline gelmişlerdir. Bugün Diyarbakır, Çukurova,
Söke çevrelerinde bu oluşumun nerede ise tamamlandığı, yarıcı köylünün
büyük sayılarda tam topraksız ücretli tarım işçisi haline geldiğini biliyo^
ruz, fakat bunların sayıları ve bugünkü yaşama düzenleri hakkında resmî
çevrelerce yada özel araştırmacılarca verilmiş bilgi yoktur.
Bu büyük toprak sahipliği bölgelerinde çiftlikler modern işletmeler halinde,
örgütleşmekte, yarıcılar da böylece topraktan kopmakta, yarı feodal
köylü kimliğini kaybetmektedir.
Tarımın modernleşmeğe doğru gitmesi, makineleşmesi ve piyasaya sürülecek
ürün yetiştirmesi kendi kendine yeter bir tarım düzeninin küçük
toprak mülkiyeti tarzını da büsbütün değiştirmektedir. Son derece küçük
İ)ir artık üretim ve gelirle başlaması gereken bu değişme küçük toprak sahipleri
için çok zor çözümler gerektiren yeni toplumsal ilişkiler doğurmaktadır.
Her şeyden önce böyle düşük bir gelirle modern tarıma geçmeğe çalışan
küçük işletmelerin birçoğu belirli bir devre sonunda topraklarını kaybetmekte
ve büyük gruplar halinde topraksızlaşmaktadırlar. Bizim gözlemlerimiz
200 dönümün altındaki her işletmenin toprak mülkiyetini borçlanma
yolu ile kaybedebileceğini göstermiştir. Böyle bir yolla yirmi yıl kadar
bir zaman içerisinde modern tarıma geçerken köylülerimizin yüzde yirmiden
fazlasının topraklarını kaybedip, topraksız köylülere katıldıklarını ve
böylece köylerde bir yada iki işletmenin 2000 dekarın üstüne çıktığını görüyoruz.
Tarımda yapı değişikliğinin belirli bir süreci bu anlattığımız toprak
mülkiyeti kutuplaşması ise diğer bir oluşumu da gene kendi kendine yeten,
her türlü örgütten yoksun, az gelirli küçük işletmelerin piyasaya süreceği
ürünleri .üretip, gerekli ilişkileri kurup bunu paraya dönüştürmekte, içine
düştükleri, çok zor işleyen yarı gelişmiş düzendir. Küçük toprak sahiplerinin
pazar ekonomisine açılabilmeleri için en gerekli şey kredi ve pazarlama
örgütleridir. Yukarıda gördüğümüz gibi örgün kredi müesseseleri, örneğin
Ziraat Bankası, daha çok büyük işletmelerin işine yaramaktadır. Diğerleri,
gereken parayı ve malı piyasaya arz yolunu ancak kasabada yüksek faizle
para veren, sonra gene kendi satış şartlarını empoze eden kişilerin yarattığı
imkânları kullanarak bulmaktadırlar. Bu yeni toplumsal ilişki bütünü ile
yavaş değişen bir yan feodal toplumsal yapı gelişmesi bozukluğudur. Küçük
toprak sahipleri üretim düzenlerini değiştirmek ve yaşayışlarını düzeltmek
çabalan içerisinde kendi çevrelerinde tek güvenlik sağlayıcı kimse ile
temas kurmaktadırlar. Birçok gözlemler örneğin Ereğli kasabasmdakiler,
faizle borç veren yada alivre alış yapan tüccarların faaliyetlerine devam
olanağını ve çevredeki büyük kudretlerinin, ilişki kurdukları köylülere aynı
zamanda bir cins sosyal güvenlik sağhyarak devam ettirdiklerini göstermektedir.
Bu ilişkilerle kasaba tüccarları toplumsal yapının modernleşmesi ve
değişmesine, eski kendi kendine yeten üretim düzeninden çok daha fazla
mukavemet göstermektedirler. Köylü-tüccar ilişkisi, bu halî ile yeni bir
ilişkidir. Toplumsal değişmenin tazyiki altında ortaya çıkmış, gerginliği azaltacak,
intibak sağlayacak en önde sözünü ettiğimiz toplumun fonksiyonel bir
bütün haline gelmesini sağlayacak bir tampon müessesedir. Fakat ortaya
çıkıp yerleştikten sonra, şimdi bu tampon müessese kendisi değişmenin daha
ileri gitmesine ve yapının tam bir yeni yapı ‘haline gelmesine mani olmaktadır.
Tüccarlar kendileri yeni bir siyasî baskı grubu teşkil etmekte, bunun
neticesi karar verme seviyesinde meseleler karmaşık hale gelmektedir. Ülkemiz
bu sözünü ettiğimiz yeni ilişkilerin ortaya çıkardığı üç sorun için hâlâ
bir şey yapabilmiş değildir. Bu sorunlar küçük toprak sahibinin modern tarıma
geçmesi için kredi sağlaması, ikinci cephesi pazarlama için dışarı ile ilişkiler
kurması, üçüncü en önemli cephe de sosyal güvenlik sağlamak için eski
yapı ile yeni yapı arasında kalmış görümesidir. Toprağını kaybetmiş köylü*
lerse artık köylülükten çıkmış, gündelikçi işçi yada şehirde küçük iş erbabı
olmağa yönelmiştir.
Modern sosyal yapının hakim unsuru şehir ve sanayi ilişkileridir. Topraktan
kopan köylü bu ilişkileri geliştirmeli ve sağlamlaştırmalıdır. Fakat
ülkemizde bu böyle olmamaktadır. Türkiye’nin bugünkü çelişkili durumunda,
hızla topraktan kopan köylülerden başka göze çarpan bir diğer özelliği
nüfusunun hızla artmasıdır. Çok iyi bilindiği gibi 1945 lerden beri nüfus artma
oranımız binde 30 ile binde 25 arasındadır ve dünyadaki en yüksek oranlardan
biridir. Bunun sonucu bugün ülkemizin nüfusunun yüzde kırkından
fazlası 15 yaşından küçüktür. Bu artışın sebebi ölüm öranlanndaki azalmadır.
O da doğrudan doğruya antibiyotik ilâçların ve D.D.T.’nin olağanüstü
yayılması sonucudur. Öbür taraftan doğum oranının değişmemesi artmayı
ortaya çıkarmaktadır. Doğum oranının dengelenmesi toplumun yaşayış
düzenini etkilemeden sadece sun’i olarak doğumun kontrol edilmesi ile
mümkün değildir. Bozulan denge ancak ailelerin çocuklarının yeni sanayileşmiş
toplumda başanlı bir yetişkin olması için artık altı ya da on yaşında
tarlada, dükkânda çalışmaması, hayatını kazanma yollarını daha karışık eğitim
yollan ile sanayide, aile dışında, 16-18 yaşlannda, hattâ çok kere daha
sonralan bulması ile kurulacaktır. Bu da sanayileşmeyi ve onun getireceği
büyük örgütlü iş düzenlerini gerektirir. O zaman aileler kendiliklerinden bilimsel
ve sağlığı koruyucu olsun olmasın doğum kontrolü yolunu bulacaklardır.
Ondan sonra da, toplum ileri, sanayileşmiş bir toplum olduğundan
nüfus kendi kendine dengesini bulacaktır. Fakat bugünkü çelişkili hali ile
yani memleket dışından temin edilen antibiyotikler ve D.D.T. ile düşen ölüm
denge için büyük çapta düşmesini gerektirmediğinden nüfusun büyük artış
oranına karşılık sanayileşememiş, örgütleşememiş olmamız doğum oranını
oranı devam etmektedir. ,
Bu durumda, sadece tarımdaki modernleşme ve topraktan kopma-yüzünden
değil, eski tarım düzeninde devam eden fakat o üretim fazlası ile
yeni artan nüfusu besleyemeyen çevrelerden de artık nüfus şehirlere, tarım
dışı çevrelere göçmektedir/Böylece ülkemizde nüfus, hem artma oranı yönünden
geçinemediğinden, hem de makinalaşma yüzünden topraktan koptuğundan
köyden şehire göçmektedir.
Bu kopma ve göç toplumsal bir kaçınılmazlıktır. Üstelik şehirsel değişme
gereğince olmuş olsa idi istenmiyen bir şey de olmazdı. Esasen nasıl kırsal
hayat feodal toplumun özelliği ise şehirsel, sanayileşmiş hayat da modern:
toplumun temel özelliğidir ve kırsal hayata hakimdir, onu da kontrol
eder. Böyle şehre göçen nüfusun yeni toplumsal uyumlar yapması özellikle
gelişecek sanayi ve işdüzeninde örgütlerde işçi yada memur olarak, şehrin
ve şehir faaliyetlerinin bir parçası haline gelmesi gerekirdi. Fakat bizim
Sanayileşmemiz kısır ve şehirleşmemiz, büyük çapta sahte bir şehirleşmedir;,
Sanayileşmemiz ileri teknolojik sanayi ile gelecek başka müesseseler, örgütler,
hizmetler ortaya çıkaramamış olduğumuzdan köylerden şehirlere
göçenler hünersiz işçi, üretime katkıda bulunmayan hizmet işlerinde çok
düşük gelirle çalışan kimseler olarak en aşağı hayat seviyesinde gecekondularda
yaşayan yan şehirliler olarak kalıyorlar, Bir günden öbürüne hayatını
yaşayan insanların şaşmaz akılcılığı ile (rasyonelliği ile) toplumumuzun üyeleri
insanlarımız bu çelişkinin, birçok sorumlu kimselerden daha çok farkındadırlar.
Her köyde ve şehirde, geçim zorluğu ile birlikte sorunlar tartışı*
ürken istenen tek şey fabrika yapılması, iş yaratılmasıdır.
Sorun bu kadar çok olmasına rağmen yüz yıldır bir türlü gerçekleştirilememiştir.
Nedenini bir kaç yönden bakarak anlıyabiliriz. Sanayileşmemi/
nedenlerinin başında, birçok batılı yazarın iddia ettiği gibi, değerlerimiz ve
makinaya karşı aldığımız olumsuz vaziyet yada o düzeni bilmememiz değil
dir. Bunun tek ispatı yukarıda işaret ettiğimiz gibi bugün en mütevazi köyde
bile talep edilen fabrika, makina, şehre göçenler ve onların iş bulmak için
besledikleri büyük umutlardır.
Modern şehirsel yaşayış düzenine geçemeyişimizin, sanayileşemeyişimizin
önemli sebeplerinden biri bugün tarımdan elde edilen oldukça büyük
artık değer de içinde olmak üzere biriken snıırlı artık değer ve sermaye hemen
hemen tümü ile ithalâta akmaktadır. Yani bu artık değer ülkemiz dışında
sanayie dönüşmekte, dışardaki sanayiin daha fazla gelişmesini sağlamaktadır.
Tam işlenmemiş, ham madde olarak dışarı akan bu artık değer
dolayısı ile Türkiye’nin” modern toplum düzenine geçmesini kolaylaştıracağına
zorlaştırmaktadır. Ülkemizde yaratılan artık değeri kontrol edenlerin
bu yolu seçmesi, kendileri bakımından kolay anlaşılır. Çünkü böylece içerde
tam modemleşmemiş üretim düzeninin kontrolü ellerinde kalır, hem de
ülkeyi dış sanayi mallarına pazar olarak açık tuttukları için kendi paylan
büyük olur.
Gereği gibi sanayileşememize bir başka engeller düzeni güçlü sanayileşmiş
ülkelerin bu oluşumu doğrudan doğruya kontrolleridir. Bunun bir yolu,
ülkemizde büyük sanayiin ve diğer gerekli alt yapıların (enfrastructure) kurulmasını
sağlayacak birikmiş sermaye olmadığından kredi verme yoludur.
Krediyi veren batının kuvvetli ülkelerinin finanse ettiği örgütler elbette bunu
kendi fayda ve çıkarlarına uyduğu gibi vermektedirler. Burada uzun boylu
bu etkinin ne yolda işlediğini anlatmağa imkân yoktur. Fakat gazeteleri
olsun bu konuda sıkıca takip etmiş olanlarımız ne zamanlarda ne cins yatırımlar
için kredi verildiğini, bunların sonucunda, turizm gibi, nasıl toplumumuzun
temel yapısının değişmesinde rolü olmayacak yerlere kredi
verildiğini bilirler.
Böylece bu malî sermaye kanalı ile Türkiye’nin kırsal olmayan toplum
düzeni, yani şehirleşmesi, sanayileşmesi ve buna uygun kurum ve örgütlerin
meydana gelişi kontrol edilmektedir. Diğeri de yabancı sermaye yatırımlaıı
ile gene artık üretimin ve bu halde tarımdan ve ham maddeden elde edilenden
çok daha büyük çapta artık değerin batı ülkeleri sanayiine kaçmasıdır.
Üstelik montaj sanayii gibi gelişmelerde ithalâtçı tüccarlar aynı düzeyde
gene üretici olmadan artık değeri dışarı aktarmaktadır. Böylece güçlü sanayileşmiş
batı ülkeleri, aslan payı daima kendilerinde kalmak üzere ülkemizi,
artık ürünü bugün kontrol edenler de ortaklaşa dışarı aktarmaktadırlar ve
bu yüzden ülkemiz dengesiz ve çarpık bir gelişme göstermektedir.
Gereği gibi sanayileşememenin bir başka nedenlerinden daha söz etmek
isterim. Bu sebep de en az yukarıda sayılanlar kadar önemlidir ve onlara
doğrudan doğruya bağlıdır. Şehir insanlarımızın toplumsal ilişkilerinin modernleşmesini
doğrudan doğruya etkiliyen bu yön, yan efodal bünyemizin
şehir düzeni olan küçük esnaf ve zanaatkârlığın, bugün büyük sanayileşme
yerine “küçük sanayi”, “küçük imalâtçılık” adı altında sürüp gitmeye zorlanmasıdır.
Modern düzenin üretim tarzı büyük çapta buhar, elektrik gibi gayri
uzvi enerji kullanarak, çok sayıda insanın aynı yerde aynı zamanda farklı
fonksiyonlarda örgütlenerek çalışmasıdır. Feodal tarımsal olmayan üretim
ise yani zanaatkârlık, çok az insan, faaliyetlerinde hiç farklılaşmadan, ihtisaslaşmadan
dağınık iş yerlerinde basit teknoloji ile iş görürler. Sür’atli
ve sıhhatli bir toplumsal değişme, uzun uzun ve yavaş yavaş bu küçük zanaatkarların
modern sanayie emilmesi olamaz. Çünkü çağımızın teknolojisi
çok ilerlemiş kollarda büyük örgütler ile başarılmaya başlanmıştır. Sanayileşmeden,
bu düzeye çıkması ne olduğunu anlamadığımızdan tam modernleşme
istemiyoruz demektir. Bugün birçok yönden büyük sanayileşme
engellenirken bir yönden de bu basit teknolojili küçük imalât teşvik edilerek
bir başka yönden daha ülkemiz hem batının ürünleri ile rekabet edemiyecek
halde tutulmakta hem de toplumun diğer yönlerindeki gelişmeler geri bırakılmaktadır.
Küçük imalâtın teşviki düzgün şehirleşememenin, topraktan
kopan nüfusa yeteri kadar iş yaratamamanın, gereği gibi etkili randımanlı
iş örgütleri kuramamanın ve diğer dolaylı modernleşme oluşumlarına geçememesinin
sebebidir. Bu üretim tarzında tam bir iş bölümü, ihtisaslaşmış
bir muhasebe düzeni, bir satınalma ve pazarlamanın rasyonelliği mümkün
değildir. Dolayısiyle bunlar gene küçük aile işletmeleri halinde çok düzensiz
keyfî işleyen çok kimseye iş vermiyen sınırlı üretim yapan dış rekabete dayanamayan
yerler olarak kalmaktadır. Bu cins kurumların devamı için yıllardır
verilen krediler, yatırılan sermaye başka tertip bir plânlama ile tam
sanayie yatınlsa idi, dış ülkeler mamullerine ve büyük teknoloji üretimi
rekabetine dayanacak, uzun zaman yaşayacak, modern şehirsel kurumlar
gelişebilirdi. Bu küçük imalât ve zanaatkârlığın teşvikinin bir başka önemli
yönü de insan enerji ve kabiliyetininin israfıdır. Hâlâ büyük çapta el ve adele
kuvvetine dayanan bu imalât tarzı bir yandan büyük kabiliyetlerin küçük
üretimlerde kaybolmasına sebep olmaktadır. Örneğin Gaziantep’te Volkswagen
otomobillerinin krank denen önemli bir parçasını fabrikasınmki kadar
iyi döken bir ustadan bahsedilir. Ama bu usta haftada bir krank yapabilirken
fabrikası günde söz gelişi on bin krank üretmektedir. Öbür yandan
da yeni yetişenlerin ileri bir üretim düzenine uyum yapabilecek yüksek seviyede
ihtisaslaşmış hünerli kişi olarak yetişmesine mani olmaktadır. Eski
çırak usulünün bugünkü düzene uyması zaten beklenemez. Bu yüzden de
küçük imalâthanelerde zanaatkârlık yapanların ücretle çalışanların ne sayı,
ne hüner, ne gelir, ne de örgüt yönünden modern bir sanayi kolunun, örgütünün
ve modern şehirleşmiş bir toplumun üyesi olamayacak şekilde kalmaktadırlar.
O zaman diğer toplumsal yaşantıları, dışa açılmaları ilgileri
de toplumun başka müesseselerinde kendilerine düşen yeri almalarına mani
olmaktadır.
Kırsal olsun şehirsel olsun toplumumuzun diğer yaşantı yönleri bu en
kaba çizgileri ile vermeğe çalıştığımız temel tayin edici yapısındaki çelişmelere
bağlı olarak değişmektedir. Örneğin ailenin küçülmesi oğulun aileye karşı
mesuliyetlerinin değişmesi, kızların rolündeki önemin artması, gayrî şahsî
ilişkilerin hakim hale gelmesi, ulaşım, haberleşme düzenlerinin tamamen
yeni teknolojiye uyması gazete, radyo, sinema gibi haberleşme yollarının
günlük hayata girmesi hep temel yapıya uyması gereği ile anlaşılabilir. Bu
temel yapı düzenli olarak en ileri şekline dönüşmeden bütün değişmeler
bozuk ve dengesiz kalacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu zamanından beri bizim toplumumuzun değişmeleri
kendi iç dinamizmi kendi içinde yarattığı şartlar sonucu değişmekten
çok, ülkeyi dışa açılmaya zorlıyan batılı sanayileşmiş toplumların etkisi aîtinda
yer almıştır. O zamandan beri bu zorlamaların ister istemez kendisi
ile birlikte getirdiği gelişmeleri düzenliyebilmek, dış baskılara, yenilgilere
karşı koyabilmek için yönetici kadrolar birtakım reformlara girişmeğe zorlanmıştır,
fakat toplumumuz temel değişmede bağımlı bir toplum olduğu
için bu gelişmeler sınırlı kalmıştır. Batı ile temas sonucu batılı üst tabakaların
ideolojisini benimsemiş olan yönetici aydın grup, politik güce dayanarak
toplumu yukarıdan aşağı değiştirmeğe çalışmakta, fakat bu çabalara
dayanak olacak tabakalar, örneğin sanayiciler, ekonominin bağımlı
olması dolayısı ile gelişmediğinden yönetici aydın kadronun teşebbüsten
belli bir sınırdan öteye geçememektedir. Yöneticiler bütün batılaşma gösterilerine
rağmen feodal düzenden kurtulamamış temel yapısında modernleşememiş
bir toplumun merkeziyetçi devletinin mümessilleri olarak kalmaktadırlar.
Yöneticiler, toplumda ekonomik gücü elinde tutanların işbirliği
olmadan sanayüeştiremediği tarımı, modernleştiremediği, toplumu yeni
teknoloji ile donatıp gereken müessese ve örgütleri kurmayı ve çağdaş uygarlık
düzeyine ulaştırmayı başaramazlar. Bugün ülkemizde dış ilişkileri
öne alan ithalât ve montajlar, kapkaç küçük sanayiciler ve tarımsal üretimi
kontrol eden büyük toprak sahiplerinin böyle bir çalışmaya girmesi ise
söz konusu değildir.
Devlet mekanizmasında idare mevkilerini dolduran, devleti dolayısi ile
etkileyecek politik güce sahip olmak isteyen yönetici aydın tabaka ile toplum
yapısında ekonomik güce ve üst mevkie sahip büyük toprak sahipleri
arasında çatışmak bağlantı, devam edip gitmektedir. Toplumun kritik zamanlarında
aydın – yönetici grubu öne ve üste çıkmış, reformlara el atmış
ama, benimsediği sınıfsal değerler düzeni sebebi ile, yenileşmeğe mukavemetin
nereden geldiğini doğru teshiş edememiş, toplum yapısının değişmesi
gereğini anlamamış ve dolayısi ile reformlar, devrimler yüzeyde kalmıştır.

BÖYLE BÎR TOPLUM YAPISINDA VE GELİŞME DÜZEYİNDE EĞİTİM NEREDE DURUR?
Eğitim her toplumda kültürün yani toplumun bir arada yaşama kaidelerinin
tümünün her çeşit bilginin ve hünerin genç kuşaklara belirli bir şekilde
aktarılmasıdır. Feodal düzendeki bir toplumda kontrol edici elit grupların
dışında toplumun bilgi ve hünerlerini formel olarak belirli bir müessesede
sembollerle, yazı ve okuma ile öğretmeğe ihtiyaç yoktur. Geniş köylü
kitleleri ve zanaatkarlar işlerini görürken ampirik olarak hünerlerini ve bilgilerini
çocuklarına ve çıraklarına geçirirler, Kültürün, başarıların, sanat
ve edebiyatın öğretilmesi de gene sözlü olarak ihtiyarlardan çocuk ve
gençlere aktarılır, tster temel ihtiyaçların temininde ve düzenlenmesinde
olsun, ister kültür zenginliklerinin yaşatılmasında olsun eğitim dile, çarşı,
usta-çırak ve benzeri formelleşmemiş ilişkilere bağlı olarak halledilir.
Modern sanayileşmiş, şehirleşmiş bir düzende ise kültürün aktarılmasından
bilgi ve hünerin öğretilmesine kadar her türlü eğitim faaliyeti yepyeni
bir öneme ulaşır. Yeni toplum düzeninde her türlü üretim faaliyeti
istediği ileri teknoloji, örgütleşme, ihtisaslaşma ve farklılaşmadan dolayı
özel eğitim gerekir. Bugün modern tarımda sığırtmaçtık yani sığır bakımı
bile özel bir bilgi, dolayısi ile eğitim ister. İlişkiler ağının sonsuza yakın geliştiği
şehir ve sanayi çevrelerinde ise hem teknolojik bilgi hem de idare
fonksiyonları, örgütleşme bilgileri artık, babanın oğula aktarabileceğinin çok
dışındadır. Sanayileşmiş bir toplumun meslek yapısında artık “hünersiz işçi”
diye anılan gruplar bile kalmamıştır. Okur – yazarlık bile artık modern
“toplumun fonksiyonel ilişkiler bütününde çok az yeri olan bir bilgidir. Bugün
müesseseleşmiş eğitim toplum üyelerini o toplumda oynayacakları sosyo-
ekonomik role hazırlar. Böyle bir eğitim almamış kimse de hiç bir yer
işgal edemez hale gelir. Bu günün eğitimi büyük toplum gruplarının bir isteği
ve seçimi değildir. Değişen toplum yapısı, uyum yapabilmeleri için üyelerini
bu eğitime zorlamaktadır. Hattâ toplumun nasıl geliştirilmesi gerektiğine
ait bilgilerin edinilmesine ve bunların rasyonel olarak kullanılıp tatbik
edilmesine de bu toplum – eğitim ilişkileri zorlar.
Şimdi sözlerimin başından beri anlatmağa çalıştığım geçiş halindeki
toplumumuzun gelişmesinin tamamlanması, şehirleşmesi, sanayileşmesi ve
üyelerine daha düzenli bir yaşantıyı temin edebilmesi için eğitim nasıl oîmalı,
bu eğitime nasıl ulaşmalı sorusu ele alınmalıdır. Burada iki ayrı sorunu
beilrtmek gerekir: Eğitimin toplumda yukarıda belirttiğimiz yerini
gözönünde tutarak ileri bir toplum olma yolunda eğitimin rolü ve yeri nedir,
ideal bir düzende yeri ne olmak gerekir?
Sorunların cevaplarım bu toplantılarımızda bulmağa çalışacağız.

BİLDİRİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR
Prof. Dr. Mübeccel Kıray bildirisini okudu. Tartışmalara geçildi:
Söz alan delegeler genellikle, çelişkilerin türleri ve giderilmesi yollan
üzerinde durdular. Eleştiricilere göre saptanan çelişkiler yenilerine yol açmaktadır.
Tarım üretiminde traktör-el emeği çelişkisi köylüleri topraktan
koparıyor, şehirlere atıyor. Şehirleşme planlanmadığı, endüstrileşme!
hızlanmadığı için işsizlik artıyor. Gecekondu ve konut yapımı çelişmesi
alıp yürüyor.
20 yıldır köylünün % 23’ü toprağını kaybederken, şehirleri kıskıvrak saran
gecekondular, işsizlik, eğitimsizlik, sağlık işlerinde yetersizlik probr
lemleri çığ gibi büyüyor. Şehre akın eden köylünün dünya görüşünde belirgin
bir değişme oluyor. Eğitim ihtiyacı şiddetle baskısını artırır hale geliyor.
Bu yeni durum eğitimcilerin sorumluluğunu artırıyor. Kütlelere yeni
yönler göstermek, ona eğitim vermek zorunluğu hızla artıyor.
Şehirleşme plâna bağlanmadan, endüstriyi geliştirerek iş alam bulunmadan
ansızın bastıran bu akın, nüfus kontrolü yapmak gibi bir olumsuz
yöntemle önlenmek isteniyor. Bunun Eskişehir Valisinin, nüfus artışını hızlandıran
etken olarak uçakların çok erken havalanarak gürültüleriyle halkı
uyandırmasına bağlaması kadar gülünç olduğu ileri sürülüyor.
Eleştiriciler, tüm çelişkilerin temelinde emekçi ve hâkim sınıflar arasından
sömürüden kurtulma ve sömürüyü sürdürme kavgasının yattığım
açıkladılar. Daha önceleri bürokratların kolları arasında nüfuzunu sürdüren
burjuvazinin, ikinci cihan savaşı sırasında ve sonrasında karaborsa ve
spekülâsyon yolundan palazlanarak hakim duruma geçtiği, bürokratları itelediği
örnekleriyle gösterildi. Cumhuriyet Halk Partisinin sanayileşmeyi küçük
üniteler halinde tutarak işçilerin çoğalıp güçlenmesine engel olmasının,
köyleri kapalı birimler halinde tutmasımn burjuvaziye fırsat verdiği ve egemenliğini
kurup pekiştirdiği açıklandı.
Başka bir çelişki olarak da, yabancı ve sömürgen kumpanyalarla iç ve
dış ticarette kompradorlar tarafından, yürütüldüğü ve bunun emekçi hal?
kın sefaletini artırdığı öne sürüldü.
Bu arada söz alan Mehmet Turgut, “bir türlü el atılmayan toprak reformunu
bütün çelişkilerin anası” olduğunu anlattı ve:
? Ülkemizde toprak aslında devletindir. Halk yararına aykırı gelişmeler
bu durumu değiştirdi. Toprak mütegallibe zorbaların, dalkavukların eline
geçti. Sonradan bunlar ayan oldu, eşraf oldu, ağa oldu. Bugün hazine
topraklan vardır ki topraksız köylüye verilmesi gerekirken ağaların elindedir.
Ağa 5000 dönüm işler. Bunun ancak 1800 dönümü tapuludur. 3200 dönümü
hazinenindir. Ve 1800 dönüm de nedense 3200 dönümü kuşatmıştır. Hazine
toprağına yol vermez. Bu hazine arazisini işleyen ağa ne kira verir, ne
vergi öder. Aynı zamanda bu ağa hem sanayicidir, hem idarecidir, hem ihracatçı
ve ithalâtçıdır. Bunu enlemeyince çelişkiden nasıl kurtulabiliriz?

Vedat DALOKAY ? Biz mimarlar olarak memleketimizdeki şehirleşme»
nin sahte olduğunu, bunun bir sefalet şehirleşmesine dönüştüğünü biliyoruz,
görüyoruz ve gösteriyoruz. Örneğin Başkent Ankara’da gecekondu % 69
oranına varmıştır. Bu oran her geçen yıl daha hızla yükselmektedir. Bir milyonluk
Ar/kara nüfusunun 650 bini gecekonduda yaşamaktadır. Ankara’da
doğru dürüst evlerde ve apartmanlarda yaşayan nüfus, sadece 350 bindin
Görülüyor ki Ankara’da gerçek ağırlık gecekondudadır. Bu dengesizliğin bir
gün patlayabileceğini düşünmemek, buna bir çözüm yolu aramamak: îşte
korkunç çelişki, tehlikeli çelişki buradadır.

Mustafa ONAR ? Ülkedeki çelişkilerin asıl nedenleri olan bürokrat –
komprador burjuvazi – feodal düzen ortaklığı ve bunları kendi hizmetinde
çalıştıran Amerikan uyduluğu tasfiye edilmedikçe eğitime gerekli yatırım
yapılamaz ve eğitimde tam özgürlük sağlanamaz.
Halil Aslandoğan, bir ailenin 8 kişiden birinin üretici, ötekilerin tüketici
olduklarına dokundu. Bu geleneğin düzeltilmesinin eğitimle olacağını belirtti.
Toprak reformunun kadastro ve tapulama işlerini gerçekleştirmeden,
kooperatifçiliği geliştirmeden olamıyacağını anlattı.

Demirtaş CEYHUN ? Türk toplumu ne sosyolojik açıdan, ne ekonomik
açıdan ele alınarak incelenmemiştir. Çok yönlü evren içinde Türk toplum
yapısının sosyolojik, ekonomik, estetik yönleri hakkında hiçbir eleştiri geliştirilmemiştir.
Türk toplumunun temelinde Mübeccel Kıray’ın anlattığından
çok daha derin ve keskin çelişkiler var. Bu sınıfsal bir çelişkidir. Aslında
topraksız veya az toprağı olan köylü emekçi sınıf içindedir.
Ancak bunlar açık seçik bilindikten sonradır ki biz bu toplumun yapısına
uygun bir eğitim kurabiliriz. Burjuva sınıfı politik iktidan eline geçirmiş,
işçi yada köylü emekçi sınıfı ezmektedir. Bu ezmenin oluşumunda dış
ve iç etkenler vardır.
Bu ortam içinde kuracağımız eğitim müessesesinin nitelikleri öyle olmalı
ki, hem bu alt yapının devrim yapısını sağlasın, hem de burjuvaziye*
kendi devrimci niteliğini kabul ettirsin..

Mübeccel KIRAY ? Herkese bütün konuşmacı arkadaşlara teşekkür
ederim. Genellikle 3-4 noktaya dokunacağım.
Bugün sosyal bilimlerde en çok söz konusu edilen, tartışılan terim, Feodal
sözüdür. Ben feodal terimini bir tarihsel safha olarak kullanmadım. Belirli
bir yapı olarak kullandım. Yapıyı da verdim. Sapanla artık üretim yapan,
kapalı, kendi kendine yeten, dışarıya açılmamış bir toplum tarzıdır,
dedim.
Büyük toplum değişmeleri hakkında neler yapılması gerektiği bu Şûra’yı
dolaylı olarak ilgilendiriyor. Bu Şûra eğitimde ne gibi değişiklikler yapılması
gerektiğini soruyor. Ben şuurlu olarak bu sorulara değinmedim. Ben
traktör konusunda, doğum kontrolü konusunda bugün nerede bulunduğumuzu,
birinci elden izlenimlerle saptadım. Söylediğim her sözün birinci elden
ve sistematik izlenimi yapılmıştır.
Gerçekten bilimin bugünkü aşamasında toplum içine katılıp olaylara
karışıp sistematik izlem ve gözlem yapmamış insan Türkiye gerçeğinin ne
olduğunu bilemez. Türkiye’de 20 yılda köylünün % 23 ünün toprağını kaybetmesi
böyle saptanmış bir gerçektir.

KOMİSYON RAPORU:
ANAYASAMIZDAKİ EĞİTİM İLKELERİ ÜLKEMİZDEKİ TEMEL ÇELİŞKİLER VE BU
ÇELİŞKİLERİN EĞİTİME ETKİLERİ

Ülkemizin temel çelişkilerinden biri gelişmiş – azgelişmiş olarak ayralaa
dünya düzeni içinde az gelişmiş ülkeler yanında yeralmamız ve sömürülmemizdir.
Gelişmiş ülkeler hammadde bulmak, işlemiş maddelerini satabilecek
pazarlar aramak, yabancı ülkelere sermaye yatırımı yaparak bir kâr
mekanizması kurmak, az gelişmiş ülkelerin teknolojik gelişmesini önleyerek
endüstrileşmelerini engellemek zorundadır. Bu mekanizma ülkemizde
şöyle işlemektedir:
a) Sömürgeci ülkeler kendilerine bağlı bir sermaye örgütlenmesi yani
işbirlikçi kapitalizmi kurmuşlardır. Bu işbirlikçilerin aracılığıyla yaptığı
yatırımlardan, sağladığı kârdan başka verdiği borçlarla da ülkemizi ekonomik
yönden kendilerine bağlamışlardır. Ekonomik özgürlüğünü yitiren ülkenin
siyasi özgürlük ve bağımsızlığının varolduğu söylenemez.
b) Askeri paktlar içinde ülkemizin savunmasını ve silâh endüstrisini
kendilerine bağlamışlardır.
c) Bu ekonomik bağlamanın yanında kendi kültür, felsefe ve dünya görüşlerini
Türk insanına kabul ettirmiş ve halk kültürümüzü yozlaştırmışlardır.
Temel çelişkilerimizden iç yapıdan doğanlara gelince;
Türkiye bugün yarı feodal bir toplum yapısından, çağdaş, sanaileşmîş,
şehirleşmiş bir toplum yapısına doğru yönelmiştir. Bu yan feodal yapıda ea
önemli servet ve güç kaynağı toprak olduğundan bu yönelmede temel çelişki
toprak-insan ilişkilerinden doğmaktadır. Ülkemizdeki toprak dağılımında
büyük bir dengesizlik vardır. Topraklarımızın yandan çoğu nüfusun
onda birinin tekelindedir. Ekilebilir topraklanmızın çeyreğinde ise nüfusumuzun
dörtte üçü sürünmektedir. Yine nüfusun hemen yarısı otuz dönümden
az toprağa sahiptir. Topraksız çifçi ailesi ise % 27 dır.
Bu toprak yapısı üzerine çağdaş makine düzeninin yaptığı ters etkiyi de
belirtmek gerekir. Büyük toprak sahipliğinin hâkim olduğu bölgelerde ma»-
kineli ve sulamalı üretime geçiş kolay olmuştur. Oysa küçük işletmeler çağdaş
tarıma geçmek isteyince kısa süre sonra topraklarını yitirmekte ve büyük
gruplar halinde topraksızlaşmaktadırlar. Bu yolla 20 yıl sürede çağdaş
tarıma geçerken köylülerimizin % 20 deiı fazlasının topraklarını yitirip topraksız
köylülere katıldıklarını görüyoruz. Bu da toprak üzerindeki çelişkiyi
süresiz olarak arttırmaktadır.

Türlü kurumlarca halka dağıtılan kredilerde de yukarda açıklanan toprak
üzerindeki çelişkiye benzer bir çelişkinin varlığını görüyoruz. Bu kurumlar,
örneğin Ziraat Bankası, daha çok büyük toprak sahiplerinin işlerine
yaramaktadır. Büyük toprak sahipleri büyük krediler alabildikleri halde
küçük toprak sahiplerinden yalnız küçük bir bölümü yararlanmakta, gülünç
denecek ve kalkınmasından çok borçlanmasına yol açacak krediler alabilmektedirler.
Bunlar gereken parayı ve malı piyasaya sürme yolunu ancak
kasabadaki tüccar kıhğındaki tefecinin kucağında bulabilmektedirler.
Toprakların gittikçe büyük topraklara doğru akarak topraksız köylülerin
işsizleşmesi, tarımın makinalaşması ve süratli nüfus artışı etkenlerinden
ötürü ülkemizde köyden şehire yoğun bir nüfus akması olmaktadır. Şehirlerde
biriken bu nüfusun sağlıklı bir şehirleşme ile emilmesi ve şehre
ayak uydurmasının sağlanması gerekir. Bu da ancak endüstrileşmeyle sağlanabilir.
Fakat ülkemizin sömürülen bir ülke olması, sermaye birikiminin
olmaması ve montajcılık gibi etkenlerden ötürü endüstrileşmemiz engellenmektedir.
Bunun önemli nedenlerinden biri de bugün tarımdan elde edilen
oldukça büyük artık değer ve sermayenin hemen tümüyle ve ithalat yoluyla
ileri endüstri ülkelerine akmasıdır. Yani bu artık değer ülkemiz dışında
endüstriye dönüşmekte, yabancıların gelişmelerine yaramaktadır.
Bu çelişmelerin yanında bölgeler arasındaki ekonomik dengesizlik de
önemlidir. Dışa dönük işbirlikçi kapitalizmin çıkarları gereği ekonomik hayat
batı bölgesinde yoğunlaşmıştır. Bu da doğu bölgesinin gelişmesini olanaksız
duruma getirmiştir.
Bu ekonomik çelişkiler politik yapımızın da çelişik olarak biçimlenmesine
etki yapmaktadır. Tarımda büyük mülk sahipleri, ithalât ve ihracatta
aracılar, endüstride sermaye sahipleri, yönetimde bürokratlar ve bir kısım
serbest meslek erbabı yönetime egemen olmakta, buna karşılık topraksız ve
az topraklı köylüler, işçiler, küçük zanaatçılar dar gelirli memurlar da ülkenin
yönetiminde bir yana itilmektedirler.
işte bu kurulu düzeni korumak amacı, Türkiye’nin eğitim sistemine etki
yapmıştır. Sömürü temeline dayanan ve bu amaca yönelmiş böyle bir
sosyal düzende ve ona uygun hukuki düzende çalışan kişileri üretim ve hizmet
ilişkileri içinde bağımsız bir duruma getirme olanağı taşıyan eğitim
sistemlerinden titizlikle kaçınılmıştır. Bir yandan çalışan geniş halk kitlelerinin
mümkün olduğu kadar okuma-yazma öğrenmeleri ve böylece kendi
durumlarının bilincine ulaşma olanağı önlenmek istenmiş ve öte yandan
da ilkokuldan üniversiteye kadar bütün eğitim ve öğretim basamaklarında
gerek üretim gerek hizmet alanlarında egemen sınıflardan bağımsız bir çalışma
yeteneğini elde edecek kişilik sahibi (açıkçası egemen sınıfların doğrudan
yahut dolaylı olarak kul’u durumunda kalmayı kabul etmeyecek ve buna
zorunluk kalmayacak) kişilerin yetişmesini önlemeye titizlikle özenen
bir eğitim düzeni benimsenmiştir.
Yukarda açıklanan temel çelişkiler ve bunların eğitime etkileri yani
kötü bir düzenin kötü bir eğitim düzeni yaratması sorununun çözüm yolu
Anayasamızdadır:

Anayasamız, devrimci bir Anayasadır. Daha doğrusu devrimci atılımlara
açık bir Anayasadır. Anayasamızın bu genel niteliği sonucu devrimci eğitime
de açık olması doğaldır.
Devrimci Eğitimin Anayasadaki köklerine gelince:
2. madde Cumhuriyetin millî, demokratik, lâik nitelikleri arasında sosyal
bir hukuk devleti olma niteliğini de saymıştır. Bu maddenin gerekçesinde
şöyle denilmektedir: “Sosyal devlet fertlere yalnızca klâsik özgürlükleri
sağlamakla yetinmeyip aynı zamanda onların insan gibi yaşamaları için zorunlu
olan maddi ihtiyaçlarını karşılamalarını da kendine görev edinen devlettir.
Modern Anayasa en az geçim koşullarından, sağlık bakımından, öğrenim
olanaklarından ve hele barınacağı bir konuttan yoksun bir kişinin gerçek
anlamda özgür olamayacağını kabul eden çağımızın hukuk ve siyaset ilmine
ve devlet görüşüne uygun olarak vatandaşlara sosyal birtakım hak
lar tanımak zorundadır.” demektedir. Böylece öğretimden, eğitimden yoksunluğu
da, gerçek anlamda özgür olmaya engel saymaktadır.
Modern devlette eğitimi ön safta tutmayan Anayasa düzeni düşünülemez
.Eğitim sosyal refah ve demokratik hukuk devletini gerçekleştirmek
için insanı ele alır. Eğitim unsuru insandır. Demek ki 1961 Anayasasının düşündüğü
devletin canlı unsuruna, vatandaşına verilecek eğitimin niteliği insan
haklarını öğretici olmasıdır, insan hakları ana hürriyetleri taşır. Bu iktisadi
ve sosyal hayatın düzenini 41. maddede görmekteyiz. Buna göre: “iktisadi
sosyal ye kültürel kalkınmayı demokratik yollarla gerçekleştirmek; bu
maksatla milli tasarrufları artırmak, yatırımları toplum yararının gerektirdiği
önceliklere yöneltmek ve kalkınma plânını yapmak devletin ödevidir.”
1. Eğitim, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına uygun olacaktır.
2. Eğitim lâik olacaktır.
3. Eğitim çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırıcı olacaktır.
Fakat 1961 Anayasasının gelişi çağdaş uygarlık dışı ve lâik eğitime karşı
davranışları önleyememiştir. Anayasanın 2. bölümünde temel hak ve ödevler
yer almaktadır. Bu başlık altında kişinin dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez,
hak ve özgürlükleri sayılmakta ve devletin bu hak ve özgürlüklerin
kullanılmasını engelliyecek siyasi, iktisadi, sosyal tüm engelleri kaldırır,
denmektedir. Ayrıca 2. maddede kanun, kamu yararı genel ahlâk, kamu düzeni
sosyal adalet ve milli güvenlik gibi sebeplerle de olsa bir hakkın ve özgürlüğün
özüne dokunulamaz, denmektedir. Anayasanın yasal temelleriyle
sıkı sıkıya bağlı olan ve ciddi bir şekilde korunmuş olan bu temel hak ve
ödevlerden biri de 50. maddede yer alan öğrenim hakkıdır. Bu madde halkın
öğreniminin sağlanmasını başta gelen bir görev olarak devlete vermektedir.
Ancak bu görevin yerine getirilmesi köklü dönüşümlerle mümkün
olabileceği artık yadsınmayacak bir gerçektir. Çünkü bir az gelişmiş ülks
olan Türkiye, fakirliğin kısır döngüsü olan çemberler içindedir. Bu çemberlerin
kırılması, bu kısır döngüden kurtulunmasmın yolunu yukarıda verdiğimiz
41. madde göstermektedir.
Türkiye bitmeyen bir düşünce ve kültür seferberliği içinde yaşayacaktır.
Çağdaş uygarlık âleminin bir üyesi olmak buna bağlıdır. Onun için Türtiye Cumhuriyeti,
Anayasanın başlangıcında belirttiği gibi ilericidir. Türk
Anayasa düzeni devlet yaşamının fert haklarım memleket idaresinin Anayasal
kurumların ve kuruluşların hertürlü kamusal işlemlerin tüm görüntüleri
toplumun çağdaş uygarlık düzeyine erişmesini engelliyebilecek veya devletin-
lâik olması zorunluğunu zedeleyebilecek yolda yorunlanamaz.
Devrimci niteliğin değişmezliği bunu emretmiştir. Anayasanın 153. maddesinin
baş tarafında açıklanan budur. Ama gerçekte 1961 Anayasasında
ilân edilmiş olan temel ilkelere uygun bir devlet yaşamı gerçekleşmemiştir.
Göz önündeki egemen siyasal kadrolarla yakın zamanda gerçekleşeceği de
beklenemez.
Eğitim denince hiç şüphesiz sadece devlet eliyle verilen eğitim anlaşılamaz.
Keşinin kendi kendisini eğitmesi de söz konusudur. Bu ise ancak temelde
düşünce hürriyetine, giderek bilim sanat özgürlüğünün kişiye tanınması
ile mümkündür. Anayasanın 21. maddesine göre herkes bilim ve sanatı
serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda hertürlü
araştırma hakkına sahiptir. Çağdaş bilim ve eğitim esaslarına aykırı eğitim
ve öğretim yerleri açılamaz. Bu da göstermektedir ki, Anayasa devrimci eğitime
sonuna dek açıktır, ancak gerici ve tutucu eğitime kapalıdır.
Anayasanın 53. maddesi sosyal adaleti gerçekleştirmek için devlete yüklediği
görevleri dolaylı yoldan da olsa siyasi iktidarın kendi sosyal ve iktisadi
görüşüne bırakmıştır. Çünkü 53. maddeye göre devlet Anayasanın sosyal
ve iktisadi haklar ve ödevler bölümünde belirtilen iktisadi ve sosyal
amaçlara ulaşma görevlerini ancak “İktisadi gelişme ile mali kaynakların
yeterliliği ölçüsünde yerine” getirecektir. Onun içindir ki, ancak dayandığı
sınıflar yönünden sosyal adalet ilkesini programında samimi olarak benimsemiş
bir siyasi iktidar 53. maddenin arkasına sığınmayarak sosyal adalet
içinde kalkınmayı sağlamak için gerekli devrimleri ve yatırımları yapar. Bu
bakımdan devrimci eğitimin Anayasadaki köklerini ararken bu eğitimi gerçekleştirme
olanaklarını yine Anayasa çerçevesinde aramak zorundadır.
Türkiye’de devrimci eğitim eylemi Atatürk ilkelerine bağlı kalmalıdır.
Hem öğretmen, hem idareci devletin devrimci ve lâik karakterini titizlikle
ve köktenci bir tutumla korumak zorundadır. Türkiye’nin varlığı ve selâmeti
Atatürk devrimlerinden şaşmayan bir eğitimin köktenci uygulamasına,
bağlıdır.
Anayasanın bizlere verdiği haklan soyut haklar olarak istemek akıntıya
kürek çekmek demektir. Bu hakların alınma olanaklarını ve yollarını da
düşünmeli; hakları savunurken bu yolları da açmak için bilinçli bir mücâdele
vermeliyiz. Bu anlamda olmak üzere tek başına ve sadece eğitimde
devrim yapılabileceği düşüncesine katılmıyoruz.
Bu bakımdan devrimci eğitimin amaçlarından biri Anayasayı uygulayacak
güçlerin siyasal iktidara sahip olmalarını sağlamak üzere kütlelerin bilinçlenmesini
sağlamaktır. Ancak bu yöndeki eylemlerin yanında ileride gerçekleştirecek
eğitim devriminin hazırlıklarına da şimdiden girişmek zorunluğu
vardır.
Rapor oya sunuldu, oybirliği ile kabul edildi.

DEVRİMCİ EĞİTİM ŞURASI
İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ Sayfa(Bş-Bt):5-8

GENEL BAŞKAN FAKİR BAYKURT?UN DEVRİMCİ EĞİTİM ŞÜRASI?NI AÇIŞ KONUŞMASI Sayfa(Bş-Bt):15-28

KOMİSYON – 1 DEVRİMCİ EĞİTİMİN AMAÇLARI İLKELERİ YÖNTEMİ Sayfa(Bş-Bt):29-36

KOMİSYON – 2 GERİ KALMIŞ ÜLKELERİN EĞİTİMİ ÜZERİNDE EMPERYALİST ve KAPİTALİST ETKİLERİ Sayfa(Bş-Bt):37-115

KOMİSYON – 3 ANAYASADA EGlTİM İLKELERİ ve ÜLKEMİZDEKİ TEMEL ÇELİŞKİLER Sayfa(Bş-Bt):117-138

KOMİSYON – 4 BUGÜNKÜ EĞİTİM KURUMLARI ve YENİ KURUMLARA İHTİYAÇ Sayfa(Bş-Bt):139-250

KOMİSYON – 5 TÜRK TOPLUMUNUN KÜLTÜR ve SANAT SORUNLARI Sayfa(Bş-Bt):251-300

KOMİSYON – 6 TÜRK EĞITIMINDE ÖĞRENCI SORUNLARI Sayfa(Bş-Bt):301-366

KOMİSYON – 7 KÖY ENSTİTÜLERİ UYGULAMASINDAN ÇIKAN SONUÇLAR Sayfa(Bş-Bt):367-394

KOMİSYON – 8 EKONOMİK ve TEKNOLOJİK AÇIDAN DEVRİMCİ EĞİTİM Sayfa(Bş-Bt):395-422

KOMİSYON – 9 TÜRK EĞİTİMİNDE ÖĞRETMENİN YERl ve SORUNLARI Sayfa(Bş-Bt):423-474

KOMİSYON – 10 TÜRK EĞİTİMİNİN PLANLANMASI Sayfa(Bş-Bt):475-498

ŞÛRA BİLDİRİSİ Sayfa(Bş-Bt):499-502

TÜRKİYE ÖĞRETMENLER SENDİKASI GENEL BAŞKANI FAKİR BAYKURT?UN KAPANIŞ KONUŞMASI Sayfa(Bş-Bt):502-505

DEVRİMCİ EĞİTİM ŞÜRASI’NDAN NOTLAR Sayfa(Bş-Bt):507-508

ŞÜRA’YA KATILANLAR Sayfa(Bş-Bt):509-521

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir