Açlığın / Uykusuzluğun / Hırsın / Başarının / Aşkın ve Sevgisizliğin Yasadışı Çocuğu: Jack London – Bedriye Korkankorkmaz

jack londonGünde bir saat yürüyorum. Yoldaki içsel sohbetimde kendime karşı ne kadar acımasız olursam o kadar kendi gerçeğime yaklaşacağımı biliyorum. Dürüstlüğü değerlerin atası olarak algılıyorum. Yürürken kalabalıklar içindeki yalnızlığa daha yakın hissediyorum kendimi. Yol boyunca birçok yaşam serüvenine, aşklara, ayrılıklara… şahitlik ediyorum. Yolları kutsal buluyorum. Sabırlı ve güçlü olmayı yollardan öğreniyorum.

Yollar fakir ile zengini aynı konukseverlikte ağırlıyor. Yollara gül seren de var tüküren de. Şiir yazmak gibidir yürümek benim için. Yürürken gülenleri, ağlayanları, kendisiyle konuşanları, yanındakine küfür savuranları görüyorum. Bilge bir dost olan yollar hem ürkütüyor insanı hem de hayatın çıplak gerçeğini cömertçe sergiliyor. Hem düşüncelerini aydınlatıyor insanın hem de sırlarını saklıyor. Ölüler kadar sessizdir yollar dinlerken insanı. Anadolu’nun dilsiz/acılı/merhametli… yüreğidir yollar. Yollar yalnızlığımda sığındığım yuvamdır benim. İçimden geçenleri korkusuzca yollara boşaltıyor; içim rahatlamış bir şekilde evime dönüyorum. Aniden benimle birlikte yürüyen erkeği fark ediyorum. Ürküyorum. Sarı kıvırcık saçlı, duru tenli ve mavi gözlü adam korkumu içimde yenmem için gülümsüyor bana. Göz göze geliyoruz adamla. Gözlerindeki acıya, yalnızlığa ille de sevgisizliğe kilitleniyorum adamın. İnsan yüzü ne zamandan beri insanın ruhunu böylesine cömertçe sergiliyor diye düşünüyorum içimden. Karşımdaki erkeğin hayatını doludizgin yaşadığını anlıyorum. Korkumla güvensizliğimin yanımdan geçtiğini görüyorum. Etrafımda açan portakal çiçekleri baharı müjdeliyor. Sistemin çirkinliğine inat doğa tüm güzelliğiyle kucak acıyor insanlığa. Açan her çiçek inadına yaşamaya davetiye çıkarıyor. Karşımdaki erkek içimi okumuş gibi cebinden çıkardığı davetiyeyi bana uzatıyor. Davetinin üstünde Jack London yazıyor. Sevgiyle kucaklıyoruz birbirimizi. Birlikte karşıya geçiyoruz. Denize bakan bir banka oturuyoruz. Yosun kokusu, banklarda oturanların etraflarına yaydıkları parfüm kokusunu bastırıyor.
“İnsanoğlu doğa gibi gerçeğin gücüne de boyun eğiyor” diyor.
“Haklısın” diyorum.
“Sen bir aydır Dolu Dizgin Bir Denizci ile Martin Eden’i okumuyor adeta sorguluyorsun. Okudukların uykunu kaçırıyor. Sabahları uykusuz işe koşmansa içimi parçalanıyor. Neden emekli olmuyorsun? O zaman tüm zamanını edebiyata ayırabilirsin. En azından bu kadar yıpranmazsın.”
“Beni yazdıklarınız öte hayatınız etkiliyor. Kendinizi yaşadıklarınızla gerçekleştirmenize sevgi duyuyorum.”
“Ben de yazdıklarımdan öte hayatımdan etkilenmene sevgi duyuyorum. Hayatıma tanıklık yapan birisi olarak hayatımın hangi kesiti seni daha çok etkiliyor?”

“Tüm kesiti. Annen sana hamile babansa çocuğu aldırmasını istiyor ondan. Karnındaki çocuğu aldırmayan annen sokağa atılıyor ve tetiği şakağına dayadığı için gazetelere haber oluyor. Babalığı ısrarla reddeden adam İrlandalı astrolog Profesör Chaney. Annen Flora Wellman, Ohio’nun Masillon kesimine yerleşmiş Amerikalılardan. Ekonomisi iyi olan ailesini yirmi beş yaşında terk ediyor; şehir şehir dolaşarak geçimini piyano dersleri vererek sağlıyor. Yoksul öğrencilere parasız ders veren sosyalist babanın kadınlara felsefeye, matematiğe, astronomiye, kitaplara zaafı çok senin gibi. (Gülüyor). Annenle baban bir süreliğine birlikte yaşıyorlar. Annen gibi dengesiz bir kadından çocuk sahibi olmak istemediği için seni reddediyor baban. Üvey babanın soyadını taşıyorsun sen de. Babana yirmi dört yaşında mektup yazarak baban olup olmadığını soruyorsun. Baban mektubunda annene bir dönem âşık olduğunu, iktidarsız olduğu için onun oğlu olmadığını yazıyor. Eğitimli babanın böyle bir olayın senin ruhuna vereceği hasara kayıtsız kalmasını yadırgıyorum. Seninle karşılıklı konuşsaydı kendisine benzerliğinden ötürü onun oğlu olduğunu anlayacaktı. Bir delikanlı için iç acıtan bir durum.”

“Doğru. Ben hayatım boyunca evlilik dışı bir çocuk olmanın utancı altında ezildim. Hayatımın etrafında dönen üç karanlık soru şuydu: “Babam kimdir? Annem kötü bir kadın mıdır? Annem deli midir?”

“İnsanın gözünü açtığı ailesi gölgesi gibi hayatı boyunca peşini bırakmıyor. Annenin tutarsız davranışları, erkeklerle ilişkilerindeki rahatlık ve geçirdiği kısa süreli deliliği sana “ben de mi delireceğim?” korkusunu miras bırakıyor. Sen, baba sevgisini üvey babandan anne sevgisini de üvey ablandan görüyorsun. Üvey babanın on çocuğu oluyor. Eşini kaybettikten sonra tanıştığı annenle evleniyor. Altı yaşında evlilik dışı bir çocuk olduğunu, onların birbirleriyle ettiği kavgadan öğreniyorsun. Annen evinin kadını, çocuğunun annesi olacak mizaca sahip değil. Ailesini sık sık iflasa/felaketlere sürüklemesine karşın üvey baban annene saygısında kusur etmiyor. Üvey ablan çocuk yaşta sana bakıyor.”

“Hayatımı ağlayarak okudun Bedriye. Gözlerinden akan yaşlar benim de yanaklarımı okşadı. Bedriye, sen de bana acıyorsan fani dünyada beni ve yaşadıklarımı doğru algılayacak kimsenin yaşamadığını düşünüyorum.”
“Sevgili Jack, yalnızlığından, sevgisizliğinden ve parasızlığından dolayı aşağılanman kadar “insan, insan olduğu için değil, karnı doyduğu için insandır” sözün içimi acıtıyor. Sen ve Eliza hastalanıyorsunuz. Annen cenaze masraflarını üvey babansa sizi yaşatmayı düşünüyor. Baban mücadeleyi, ikiniz de yaşamı kazanıyorsunuz. Yaşadıklarının içinde açtığı oyuklara dokunuyorum tek tek. Yaralarını birlikte sarmak istiyorum. Biyografini yazdığın yapıtta baban ve anneni hayatından soyutladığını algılıyorum. Onların varlıklarıyla büyüttükleri yaranın kanamasından korkuyorsun. Aynı yarayı saracak gücün yok. Gerçeğin intikamını aldığı insanların iflah olamayacaklarını biliyorsun.”

“Sevgili Bedriye, hayatımı senden dinlemek içimi kanatıyor. Başarılarıma rağmen sence ben boşuna mı yaşadım?”
“Sorun da yanıtı da insanı sarsıyor Jack. Boşuna yaşadığını düşünmüyorum. Hayalindeki eve, kitaplığa, kadınlara, paraya, üne… kavuştun. Kitapların dostlarına ihanet etmediğini gördüğün için sözcüklere tapıyorsun. Sözcüklerin duygulara verdiği değeri kutsuyorsun. Toprak gibi sözcükler de hem cömert hem de insanı olduğu gibi kabul ediyor. Dostoyevski ile kişiliğinizin benzer yönlerini anımsatmak istiyorum sana. Sen de her tür insanla yarenlik ediyorsun. Acılarla güreşiyorsun. Kendine sığınıyor, kendine inanıyor ve azimle çalışıyorsun. Onun gibi kendinin büktüğü bileğini başkaları bükemiyor. Çocuk yaşta karar veriyorsun hayatının karanlığını aydınlatmaya. Bir düzine insanın hayat deneyimine sahipsin gördüklerin ve katlandıklarınla. Acımasız koşullarda çalışmadığın iş kalmıyor senin de. İkinizin de başyapıtı hayatınızdır eserlerinizden öte. İkiniz de yoksulluğu onurla taşıyor aşağılık duygularınıza da yiğitçe saldırıyorsunuz. İkiniz de aynı dünya görüşüne sahipsiniz. Yeniden sana dönecek olursam sen denize ben de yollara tutkunum. Deniz de tıpkı yollar gibi serüvenlere gebedir. Ne denizden ne de yollardan eli boş dönmüyor insan. İçkiye düşkünlüğün korsanlığının armağanı sana. Senin deyiminle acımak aç köpeğin önüne kemik atmak değildir; acımak, köpek kadar acıkmış bir insanla kemiğini paylaşmaktır. Gerçeğin kuruttuğu çiçekleri gözyaşı ile sulamak gerekiyor. Gözyaşlarımın içindeki kuruyan çiçekleri sulaması bundandı. Sen de yolları seviyorsun. Hayatının maceracı dönemini “Yol Notları’nda kayıt altına aldın. Notlarında yer alanların sırlarını vermiyorsun. Güvenirlik dürüstlüğün atasıdır. Onu kaybettiğinde yerine koyacak değer kalmıyor. İçeriği boşaltılmış değerler dizgesi haline dönüşüyor yaşadıkları insanın.”

“Bedriye, duygular da değerler gibidir. Sırtını döndüğünde onlar da sırtını dönüyor insana. Martin Eden’in sonunu anımsa. O anı gerçekte yaşadığım için o denli canlı aktı sözcüklerin yüreciğine duygularım. Yıldızların altında mezarımın olmasına o anı yaşadığımda karar verdim. Sence eserlerimi besleyen temel öğe bilgi midir; yoksa yaşanmışlık mıdır?”

“Sevgili London, sorunu karşında otururken yanıtlamak vereceğim yanıtın zorluğunu dörtle çarpıyor. Eserlerini yaşadıkların ile yoksulluğunun beslediğini düşünüyorum. Yoksulluğun insana verdiğini hiçbir bilgi/kuram vermiyor. İnsanı insandan üstün kılan değerlerin sınırlarını insanlar yaşadıklarıyla çiziyor. Sürüye dâhil olup/olmamak da, elimizdeki yarım dilim ekmeği paylaşmak da ruhumuzu satıp satmamak da bizim tercihimiz. Tercihlerimizdir kişiliğimizin mimarı. Yaşadıklarımızdan özellikle de katlandıklarımızdan şikâyetçi olmamamız gerektiğini düşünüyorum. Seni bu yüzden kendime yakın buluyorum. Martin Eden, insan gerçeğini merkezine alıyor, kendisine yoksulluğunda yardım edenlerin tek tek hayallerini gerçekleştiriyor zengin olduğunda. Yoksulluktan yeni çıkmış bir insan olmasına rağmen zenginlik, ilgi, şöhret… onu kendi gerçeğine daha çok yakınlaştırıyor. Sistemin gerçek kirini temizliyor ruhunda/düşüncelerinde. İhtişamlı hayatların özünde barındırdığı kofluğu, riyakârlığı, geçiciliği… gözler önüne seriyor. İyiliği iyilikle kötülüğü kötülükle dürüstlüğü dürüstlükle yalanı yalanla eşitlediği için Martin kaybettiklerinin karşısında kazandıklarının geçiciliğini anlıyor. Paranın tekelinde olan dünyada ne gerçek aşkın ne de sade güzelliklerin barınamayacağını anladığı için de intihar ediyor Eden. Yapıtın en çarpıcı yanı sistemin sapına kadar kendisine benzetmediği insanı başarılarına rağmen yaşatmayacağı gerçeğini tokat gibi yüzümüze vurmasıdır. Yüzümüze tokat gibi vurduğu bu gerçek geçerliliğini koruduğu sürece eser de yüzyıllara meydan okuyamaya devam edecektir.

“Bedriye, saptamalarını yerinde buluyorum. Yaşadıklarımın dayattığı ve benim de yaşadığım sürece gerçeğim olarak kanıksadığım gerçek nedir sana göre?

“İdeolojin. ‘Yoksullar yoksullara verecek şey bulurlar’ saptaman yoksulların yüreğindeki zenginliği özetliyor. Sen, beden işçisi olarak değil, fikir işçisi olarak yerinin doldurulamayacağını kavramasaydın kendini her seferinde yaşadıklarından yeniden yaratabilir miydin? İflas etmiş bir toplumun çarpıklıklarını insanlara göstermeyi kendine dert edinir miydin? Yaşadıkların olmasaydı çağdaş sosyalizmin öğretisini merak eder miydin? Devrimleri insanların değil, ihtiyaçların doğurduğunu algılar mıydın tüm çıplaklığıyla? İnsanın bir dilim ekmek karşılığında makinalaştığını, sosyal sınıflar arasındaki ayrılığın adaletsiz ücret dağıtımından kaynaklandığını bilmeseydin Marx’ın Komünist Manifestosu’yla tanışır mıydın? Marx’ın düşünce biçimi üzerinde düşünce üretir miydin? İnsanlık tarihini sömürenle sömürülenlerin yazdığını hiçbir yanılgıya meydan bırakmadan kavrar mıydın? Bilimsel sosyalizmi kendi düşünce biçimine yakın bulmasaydın kanıksar mıydın?

“Bedriye, hayatımın iç dünyanı bu denli derinden sarstığını düşünmemiştim. Sen; duygularınla değil, ruhunla konuşuyor, düşüncelerinle yaşıyorsun. Sözü yeniden gerçeğe getirmek istiyorum. Gerçekçi olarak değerlendirdiğinde eserlerimin belli başlı özellikleri nelerdir sana göre?”

“Sevgili Jack, eserlerinin temel özelliğinin düşünce genişliği/ derinliği/ olgunluğu olduğunu düşünüyorum. Hayatını yaşadığın gibi yazmayı seviyorsun. Şiir gibi sonsuz sınırlar içinde ele alıyorsun insan ruhunu. Martin Eden’de başından sonuna dek tam bütünlük hâkim. Sözcükler tıpkı yaşadıkların gibi samimi, içten ve de gerçekçi. Kişiliğin gibi sözcüklerinde de açık yüreklilik, acıma, yiğitlik, inanç, mücadele… hakim. Yapıtınla, doğanın gücüyle insanları etkilemesi gibi etkilemeyi başarıyorsun. Senin Şems’in de Herbert Spencer. Sen, ilk atılımını nesneler ile olaylar arasında bağlantıyı kurmayı başararak yapıyorsun. İkinci atılımını da düşünceleri olaylara göre tasnif etmekle yapıyorsun. Spencer sayesinde bilgileri birim haline sokarak evreni somut bir şekle koyabilmenin mümkün olduğunu keşfetmekle de üçüncü atılımını yapıyorsun. Atılımların yazdıklarının rastlantılara değil; sisteme ihtiyacı olduğunu, nesnelerin birbirleriyle olan bağlantılarını öğrenmekle devam ediyor. Doğanın nesnelerle olan bağlantısını kavramanla, eserlerinin kapısını doğaya açmanla çok az yazara nasip olmuş bu türden yeniliklere damganı vuruyorsun. Düşünce dünyanı Darwin’in, Nietzsche’nin, Spencer’in ve Marx’ın öğretileriyle aydınlatıyorsun. Bu dört düşünürün öğretileri sayesinde düşüncenin evrimleşe evrimleşe sağlıklı bir şüpheye ulaşacağını kavrıyorsun. Düşüncelerini farklı bir bilimsel öğretiyle ifade ederek farklı bir yazım üslubuna ulaşıyorsun. Eserlerindeki geniş düşünce farklılığını bu metota borçlusun. Nietzsche’nin fikirleri fikirlerinle uzlaşıyor. Senin gibi hem riyakârlığa hem de dine karşı. İkiniz de Tanrı’ya sığındıkları için insanların kendi yaratıcılıklarıyla tanışamadıklarını düşünüyorsunuz. Nietzsche ile üstün insan konusunda da hem fikirsiniz. Sana göre üstün insan değerlerinden ödün vermeden güçlüklerin üstesinden gelen, köle yığınlarına sahip çıkan, kitleleri eğiterek yönetebilen sürüye değil, kendine dâhil olan insandır. Nietzsche ile sosyalizme bakışınız örtüşmüyor sadece. Ünlü düşünür sosyalizmi zayıf ve güçsüz insanların yönetimi olarak tanımlıyor. Sense sosyalizmi üstün insanların yönetimi olarak algılıyorsun. Sen yaşadıklarına koşut olarak hem toplumcu hem de katı bir bireycisin. Ruhun bu iki baskın düşüncenin altında eziliyor. Seni döneminin içindeki diğer yazarlardan ayıran temel özelliklerini ise şöyle sıralayabilirim: Hayatın çıplak gerçeklerini, insanı ölüme götüren isyanları, hayal kırıklıklarını, çıkar uğruna dökülen kanları, ekmek parası uğruna akan terleri, yok olan yaşama sevincini, insanları ekmek gibi dilimlere ayıran adaletsizlikleri… yazmandı. Başta yayınevleri olmak üzere dergi editörleri insanın/hayatın gerçeğini edebiyat dünyasından kovmuşlardı. Okuyucunun kafasını ne kadar kof bilgilerle doldururlarsa ceplerinin de o kadar dolarla dolacaklarını biliyorlardı. Altlarındaki koltuğu kaybetmekten, yeni fikirlerden ve gerçek edebiyattan ödleri kopuyordu. Sen, kâbusları oldun onların. Senin altın madenin koltuğun değil, sözcüklerindi. Eserlerindeki acıma ve dehşet anını tutkuyla vermeyi duygularındaki heyecana borçlusun. Yazılarında hayatın acımasızlığına meydan okuyan gücüne alışık değildi edebiyatın insancıklarından oluşan editörler. Amerika’da tek kişilik bir orduydun sözcüklerinle sen. Bu yüzden açık sanayiye, sömürüye, greve, boykota, kadınlara oy hakkı verilmesi gibi toplumsal sorunlara değinmekte beis görmüyordun. İnandıkların uğrunda ödeyeceğin her bedel senin mükâfatındı. Soğuğun, karanlığın, açlığın ve ıstırabın yazarı olduğun kadar sayılı iktisatçılar arasına girmeni sağlayacak kadar iktisat bilgisine sahip olduğunu “Maksimum Sorunu”nu kaleme aldığın yazınla kanıtladın. Düşündüklerini olduğu gibi söylüyor, söylediklerini olduğu gibi yazıyordun. Yaşadıklarından öğrenmiştin davranışların insanı büyüttüğü kadar küçülttüğünü de. Hakarete uğramayı af etmediğin gibi insanlara zaaflarından dolayı kin de duymuyordun. Yiğitçe olsun istiyordun dostluk da düşmanlık da. Kan dökülmeden sosyalizmin geleceği günü görmek istiyordun ölmeden. Kitleleri eğiterek sanayiyi yöneteceklerine, onlara doğal kaynakları değerlendirmelerini öğreterek de kendi kendilerini idare edebileceklerine inanıyordun. Dönemin bilim adamlarından olan Kant’ın evreni bir makine gibi görerek canlının yaradılışını doğal ve tarihi bir gelişime bağlamasını da doğru buluyordun.

Kipling’i nesnelerin derinliğine inandığı, sürüden ayrılarak gerçek edebiyatın tacını başında taşıdığı için kendine yakın buluyorsun. Amerikan dünyasının tek dahi proleter yazarı olmanı iflah olmaz gerçekçi olmana bağlıyorum ben. Martin gibi senin de hayattan almayı düşündüğü şey paradan öte akıl, güzellik ve aşktır. En büyük şansın yazar olduğun dönem olduğunu düşünüyorum. Başta Rusya olmak üzere birçok ülkede gerçekçiliğin çağı başlıyordu. Rusya’da Tolstoy, Dostoyevski, Fransa’da Maupassant, Norveç’ te İbsen Amerika’ da sen gerçeği temsil ettiğin için şöhrete ulaştın. Bir ilki başarıyordun isyanınla. Rus sosyalist yazarları gibi sen de ülkende yazılarınla kitleleri etkilemeyi istiyordun. Amerika’da ilk kez sen dinsizlik, toplum bilinci ve kadın cinselliği gibi konular üzerine yazdın. En etkili propaganda aracı sanattı. Sanatınla Amerika edebiyatına saldırdın.

Yazıların gibi dünya da yirminci yüzyıla bu tür sorunlarla merhaba diyordu. Yeni yüzyılda insanlığın kara yazgısını yeneceğine inanıyordun. Çocukluğundan kalma bir hırsla gerçeğin peşinden koştun aklının büyük fikirlere verdiği değeri çoğaltarak. Gerçekçi olmak hayata güvenle bakmanı, ölümü de soğukkanlılıkla karşılamayı öğretiyordu sana. Düşündüğün gibi yazarlıkla ulaştığın şöhret ve para sayesinde baban evladı olarak seni kabul etmedi ama sen Amerikan edebiyatında süslü sanatın yerine akılcı/ gerçekçi sanat anlayışını yerleştirmeyi başardın.

“Bedriye, gerçekçi olmaktan başka umarım yoktu. Çocuk yaşta hayatın acımasızlığıyla tanıştığımı biliyorsun. Ağır işlerde çalıştım yoksulluğu yenmek için. Martin, bölünmüşlüğümü tamamlayan karakterimdir. Hayatımda iz bırakan olaylar ve insanları adlarını değiştirerek ölümsüzleştirmek istedim bu eserimde. Ruth,(Mabel Applegarth) Şair Brissenden(George Sterling), üvey ablam (Eliza) vs.vs. Martin, dışlanmışlığın, iyiliğin, kötülüğün, güzelliğin, çirkinliğin… insan ruhunda yarattığı yıkıcı gücüne dikkatleri çekiyor. Yazar olmak isteyen insanı bekleyen zorlukların kalp atışını saymamızı sağlıyor. Dünyaları gibi ekonomik durumları da farklı olan bir kızla bir erkeğin birbirlerine ulaşmalarındaki zorluğu/ çarpıklığı görmemizi sağlıyor. Bu yüzden şair dostu Brissenden Martin’den sosyalizme bağlı kalmasını istiyor. Martin ise başarıya ve paraya doymuş bir şekilde intihar ediyor. Eserde olduğu gibi gerçek hayatımda da Ruth, hem beni aşağılayan toplumu temsil ediyordu hem de hayatımda işçi sınıfına dahil olmayan tek kadındı. Aşağılandığım topluma kendimi kabul ettirmemin bir göstergesiydi Ruth. O da hayatımdaki kalıcı önemini bu gerçeğe borçlu. Martin Eden Nietzsche’nin üstün insan felsefesine karşı bir iddianame niteliğindeydi. Bireyciliğe saldırmak için yazdığım Martin Eden’i eleştirmenler bu yönüyle değerlendirmediler. Edebiyat eleştirmeni Mira Mac Clay verdiği bir konferansta Martin Eden’in kahramanı olan Ruth’u korkaklığı ve beceriksizliği yüzünden suçluyor Martin’inkiyle birlikte kendi hayatını da yıkmış olduğu için. Bu sözlerini dinleyenler arasında Mabel (Ruth) olduğunu bilmiyordu.”

“Sevgili London, edebiyat dünyasına öyküyü bir bütün olarak sokan, insan davranışlarının bilimsel olarak incelenebileceğini kanıtlayan, sanayisiyle ile birlikte edebiyat devi de olmayı başarırsa Amerika’nın dünya devi olacağını ülkelerarası başarılarınla kanıtlayan ilk sen oldun. Senin kendini sadece yazmaya şartlandırman bazı yapıtlarındaki kusurları görmeni engelliyordu. Bu kusurlarının en büyüğü Anglosakson ırkının üstünlüğünü savunmandı. Beyaz ırkın üstünlüğünü savunmanın İrlanda soyundan gelme genetik bir özellik olacağını düşünüyorum. Irk üstünlüğüne dair düşünce biçiminin ideolojinle çakışmadığını, sosyalizmin insanların mutluluğu için yaratılmış kusursuz bir düzen olmadığını, sosyalizmin beyaz olmak kaydıyla kardeş ırkların faydalanması için oluşturulmuş bir düzen olduğunu savunuyorsun ısrarla. İkinci kusurun ise işçi sınıfından olmayan ve düşünce üretmeyen kadının varlığını yok saymandı. Benim kıyım olarak algıladığım düşünceyi sen bir diğer eserinde Frona karakterinde ölümsüzleştiriyordun. Özel hayatında kadını değil; aşkı yücelttiğini düşünüyorum senin. İlk evliliğinden iki kızın oldu. İkinci evliliğinden olan kızınsa öldü. Kızlarının erkek olarak doğmadıkları için kederlendin. Oğlunun edebiyatının gizine senin gibi ereceğini, servetini yöneteceğini ve soyunu sürdüreceğini düşünüyordun. Kızların yazar olamayacağına dair bir şüphen mi var diye düşündüm açıkçası.”

“Sevgili Bedriye, erkek olarak düşünmenin dayattığı düşünce biçimi ne yazık ki böyle. Bana benzeyen benim gibi düşünen benim gibi âşık olan ve benim gibi oğlu olan bir erkek evladımın olması en büyük hayalimdi. Hayalimi kızlarımla başarmak istedim olmadı. Annesinden boşandığım için benimle birlikte yaşamayı ve edebiyatla ilgilenmeyi kabul etmedi kızım. Cinsiyet farkı aynı zamanda kişilik farklılığını da birlikte getiriyor.

“Bir oğlunun olmasını istediğin kadar cinsiyeti belirleme rolünün erkeğin sorumluluğunda olduğunu da bilmeni isterdim. Beni iki kızına iyi bir baba olmayışın daha çok üzdü. Senin gibi babasız yaşamanın zorluklarını bilen bir insanın bu konuda çok daha duyarlı olmasını beklerdim. Diğer bir beklentim ise yaptığın iki evliliğini Ruth ve diğer kadınlarla yaşadığın ilişkilerini benimle paylaşman. Aşka tapan bir erkek olarak yaşadığın aşklarda kendini şanslı sayıyor musun? Yaşadıklarından pişmanlık duydun mu örneğin? Bir erkek olarak sevgi/ şehvet duygularını tatmin etti mi kadınların?

“Bedriye gerçek aşkta ideolojinin, dinin, dilin ırkın… hükmü yoktur tıpkı çekeceğin acılar ile uğrayacağın hayal kırıklıklarının hükmünün olmadığı gibi. On altı yaşında kadın dünyasıyla tanıştım. İki kez evlendim ve evlilik dışı ilişkiler yaşadım. Kadınlara karşı dürüst olmakla onlara karşı yaptığım haksızlıklardan kendimi aklayacağımı düşünerek hem kendime hem de sevgililerime karşı samimiyetsiz davrandım. Hayatımda gerçek anlamıyla iz bırakan ilk aşkım Mabel’di (Ruth). Onun dışında hiçbir kadında kendimi aşmayı/gerçekleştirmeyi ve eksikliklerimi telafi ederek âşık olduğum kadına layık olma isteğini içimde duyumsamadım. Hayattan daha çok istemeyi/ almayı ancak Ruth’tan öğrenebilirdim. Ayrı dünyaların her iki insanın ruhunda ne tür yıkımlara sebep olacağını kanıtladım yaşadıklarımla. Ruth da sonuçlarına katlanarak bende ihtirasların ehlileştirilebileceğini kanıtladı. Onun yeni oyuncağı insan ruhuydu. Beni zirvedeki hayatlara ulaşacağıma inandıran Mabel kendisini de sınıfına dahil olmayan bir erkeği sınıfına dahil edebileceğine inandırdı. Bana göre bir erkek âşık olduğu kadın için her türlü fedakârlığını göze almalıdır; çünkü aşk kutsal bir amaca hizmet ediyor. Aşkın dışında para ve şöhret için kendinden ödün vermeyi doğru bulmuyorum. Para uğruna insanca bir mutluluktan yoksun olmak paranın değerini sıfıra indirgiyor gözümde. Aşk da kadın da erkek de aşığını kendi tekeline almak istediği için aşk iki kişilik bir savaştır. Ben büyük bir yazar olmak, Mabel’in (Ruth’un) aşkını kazanmak için yaşıyordum o ise beni kendisi gibi düşünen birisi yaparak kaybettiği özgüvenini kazanmak için yaşıyordu. Ben güzelliğin içerikte olduğunu Ruth ise biçimde olduğunu düşünüyordu. Doğru insana âşık olmanın bir insanın hayatında yaratacağı olumlu yanları ile yanlış bir insana âşık olmanın insan ruhunda yaratacağı olumsuz yanları aynı tutarlılıkta verdiğimi düşünüyorum Martin’de. Eserimin tanıtımını yapıyormuş gibi konuştuğumu düşünme; çünkü sorularının yanıtı Martin Eden’de. Ruth da benim gibi nerden geldiği belli olmayan uygunsuz bir varlık türünü temsil ediyordu farkında olmasa da. Aşkın da güzellik gibi tek tek bireylerin yaşadıklarıyla topluma bıraktıkları bir miras olduğuna inanıyorum. Güzelliğin ölümlü olduğunu bu yüzden düşünüyorum. Sevdiğim kız kadınca bir arzunun ıstırabını çekmediği gibi o güne değin onu rüyalar âlemine götüren şiirlerin dünyasında yaşamıştı. Kralların kraliçelerin dolaştığı salonlarda boy göstermeyi hayal eden bir Ruth’a âşıktım ben. Hayatı rüya görmekten ibaret olan bu kızın rüyalarına girmek istiyordum. Sevgilimin ruhunu olduğu gibi kabul ediyor ve kabul ettiğim varlığı bir bütün halinde seviyordum. Sevgilimin ruhunu süsleyen prensin benimle en ufak bir benzerliği yoktu. Onun prensi uzun boylu, ince, esmer, zarif olduğu kadar da büyüleyici olmalıydı. Fiziğimi buldog köpeklerine benzeten Ruth’un yanında uykularımı feda ederek kendimi harap edercesine ona layık olmak için çalışmamın da bir anlamı yoktu. Sonradan sahip olduğum şöhretin ve paranın bu türden ağır ihanetlerin içimde öldürdüğü duyguları yaşatması mümkün olamazdı/ olmadı da. Aşk da hayat kadar adaletsizdir. Diyebilirim ki bugünkü Jack London’ı aşkıma layık olmayan kadınlar yüzünden ödediğim bedellere, çektiğim acılara ve yoksulluğuma borçluyum. Aşkının büyüklüğü kadardır yüreğindeki duygularının/ düşüncelerinin büyüklüğü de. şık olduğun insan kadarsın ve aşığına teslim olduğun kadar yaşarsın aşkını. Ruth eserde olduğu gibi hayatın zorluklarından bihaber annesinin sözünden çıkamayan, kendi kararlarını verecek cesaretten yoksun, içinde yaşadığı toplumun kurallarına bağlı üniversite okumuş bir kadındı. Evlilikten beklentisi de zenginlik içinde anne ve babasının evlilikleri gibi sakin ve huzurlu bir birliktelikti. Kendi gerçeği içerisinde bana olan aşkında samimiydi. O’nun aşkına ermek kendimi yok saymamla mümkündü. Ruth’un (Mabel) ilk erkek arkadaşı olmak bir erkek olarak gururumu okşuyordu. Ait olmadığım topluma ait eğitimli bir kızla evlenmek istiyordum. Eşini kaybeden Mabel’in annesi öykülerim satmaya başlayınca kızıyla evlenmemi istedi; kendisi de bizimle yaşamak ve evin tüm giderlerini benim karşılamam koşuluyla. Mabel annesini bana tercih ederek benden ayrıldı. İlk eşim Bessie Maddern Mabel’in arkadaşıydı. Oldukça güzeldi. Dostlukla başlayan ilişkimiz evlilikle sonuçlandı. Namuslu oldukça da ilkeli bir kadındı. Üç yıllık birlikteliğimizde iki kızım oldu. Doğumdan sonra işlerin ağırlığından yakınan eşim ne kendine ne de yazdıklarıma karşı duyarlı davranmadı. Eşimin bir erkeğin kadınına bağlılığının tek göstergesinin cinsellik olduğunu unutması ilişkimizin felaketi oldu. Onun şık giyinmesinin kendine bakmasının benim için önemini gereği gibi algılamaması zamanla erkek erkeğe paylaşılan bir sohbetin boyutuna vardırdı ilişkimizi. O dönemde şair dostum Anna ile duygusal bir yakınlığım oldu. Anna’nın varlığında ruhumun duygusal açlığını doyuruyordum. Anna’nın evli olduğum için aramıza mesafe koyması ilişkimizi kesintiye uğrattı. İkinci eşim bu evrede hayatıma girdi. Bir erkek yatağında değil, yatağında çıktığında kadınından namuslu olmasını bekler. Şehvet söz konusuysa ilkelerine bağlı kendini ahlak kurallarıyla terbiye etmiş bir kadından haz etmez hiçbir erkek. İkinci eşim bir erkeği baştan çıkarmayı biliyordu. Şehvetliydi. Tabuları yoktu. Onun hayatından erkekler benimkinden de kadınlar geçmişti. İkimizin de aşk deneyimi eşitti. Bir erkeğe kendisini yatakta ve yatak dışında özel hissettirmesini biliyordu. Dört saat benimle konuşması beni eşimden ve iki kızımdan temelli ayırmaya yetti. Boşandım. Onunla evlendim. İkinci eşimin bana uygun bir kadın olmadığını anladığım için O’nu da aldattım. Beni kaprisiyle, gösterişe düşkünlüğüyle, mücevher hırsıyla ve insanlara kötü davranmasıyla kendinden uzaklaştırdı. Onun vücudundan/ ruhundan ötürü kendi gururunu yücelten cesaretine âşıktım. şık olduğum nedenler ortadan kalkınca aşkım da tükendi. Onun elindekini kaybetmeme hırsı insanüstü bir hırstı. Ben gerçeğe olan inancımı yitirdiğim için uyku ilacı içerek intihar ettim. Servetimi bıraktığım kadın gömüldüğüm akşam beni başka kadınlara kaptırmayacağı için huzurla uyumuştu. Şehvet söz konusu olduğunda bir erkeğin nelere katlanacağına dair küçük bir örnek sana. Ben aşka âşığım. şık olunacak ve bir öpücüğü için ölünecek tek kadın olmasına rağmen uğrunda ölmeyi göze almadığım tek kadın da Lizzie’di. O’nun varlığı bana bu dünyada gerçek aşkın dışında her şeyin yolunu şaşırabileceğini kanıtlıyordu. Hayal edemeyeceğim yere geldim ve para ile elde edemeyeceğim hiçbir şey kalmadı. Sağlığında benim kadar genç yaşta şöhrete ulaşan çok az yazar vardır. Kendimi eğitmek ve diğer insanlarla eşit şartlara ulaşmak için ruhumu yedim. Ruhun olgunlaşmasıdır ihtiyarlık. Eserlerimin dil güzelliği/ düşünce derinliğine erişmiş ne yarıyor. Ne yarıyor beni diğer yazarlardan üstün kılan üslubum. Hangi duygu ruhunu yediğin için seni bağışlıyor. Bedriye sen de yaşadığımız dünyaya ait değilsin. Senin de benim gibi duygularının kanatları en ince tüylerden yapılmış ve en güzel renklerin en güzel tonlarıyla bezenmiş. Seninle kırılgan ruhumuzla ruhsuzların dünyasında “ruhun” zirvelerine kanat açtığımız için lanetleniyoruz. Ne acımızı, ne aşkımızı, ne dostluğumuzu yücelten insanlar kalmadığı için yazdıklarımız bize bir şey ifade etmiyor. Eserlerimiz yaşadıklarımıza ödediğimiz bedelin manifestosudur. Seninle sözcüklerin büyüsüyle bir araya gelmedik. İnsanı insanlıktan çıkaran acılara, ihanetlere, sevgisizliğe, açlığa, yalnızlığa, sevgisizliğe… inat kendimize yabancılaşmayan ruhlarımızla bir araya geldik. Ve kendimizi elde ettiklerimizle değil, elde edemediklerimizle sınadık. Bedriyecik dostluğum yaşadığın sürece sana bakidir. Bu duygularla seni kucaklıyor hayata varlığınla kattığın anlam için sana yürekten teşekkür ediyorum.”

“Benim de dostluğum sana bakidir Sevgili Jack London. Unutma: yaşadıklarının/katlandıklarının insandan alacağı en masum intikam ölümdür. Sevgilerimle.” 03 Nisan 2013 Çarşamba

Bedriye Korkankorkmaz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir