Amin Maalouf’un Gözünden Kültür, Kimlik ve Bugün Üzerine

Amin Maalouf metinleri kendini keşif ve Batı coğrafyasından Doğu’ya sorgulayıcı bir bakış çerçevesinde ele alınabilir. Çoğu noktada tarihsel romanın izinden giderek Doğu-Batı kültür çatışmasına dair seçenek arayışları gözüyle de irdelenmesi gereken bu metinlerde Beyrut ve Lübnan’ın çok kimlikli, parçalı ve bölünmüş bir coğrafya olarak yazınsal karşılığı okur tarafından fark edilebilir kolaylıkla.

Bir yandan modern Avrupa’nın eleştirel bir okumayla irdelenmesi Maolouf’un düşünsel metinlerinde söz konusuyken, kimliklerin bir arada ve çoğulcu bir şekilde yaşama umudundan da bahsetmek mümkündür metinlerdeki iyimser bağlam gözden geçirildiğinde. Bu yazının kapsamını belirleyen “Ölümcül Kimlikler” ve “Çivisi Çıkmış Dünya” adlı kitapları tam da bu noktada yazarın aforizmalarıyla Batı’dan Ortadoğu’yu hiç de oryantalist olmayan bir söylemle irdelediği evrensel metinler gözüyle inceleyebiliriz.

Yaşamın devamlılığı için yeniden inşa edilmesi gereken hoşgörüyü “medeniyetler çatışması” söylemine karşı insancıl bir direniş olarak gören Maalouf, küresel sorunlara yerel aidiyetleri yok saymayan evrensel yanıtlar aramayı da ihmal etmez metinlerinde. Çok inançlı, dilli ve kültürlü bir dünyanın da barışçıl bir gelecek adına var edilmesi gerektiği teziyle yola çıkan yazar, tarihi, bugüne taşınan ve göndermelerle yüklü tılsımlı öyküler olarak da görmektedir. Onun romanlarındaki arka plan ne kadar Lübnan’ın iç savaşlar içindeki çatışmalı haliyse de dünya, Ortadoğu ve evrensel insanlık hallerine dair sürekli kafa yoran bir aydının yoğun soruları da Maalouf metinlerinin belirleyeni sayılabilir bir boyutuyla.

Kimlik kavramını tek başına bir aidiyet durumu olarak irdelemeyerek Maalouf, içinin derinliğindeki aidiyet kadar özgür insanın benimsediği, dünyayla bağını güçlü kıldığını düşündüğü değerleri de kimlikler sorunsalının önemli bir ayağı sayar. Lübnanlı yazarın iç savaşlar, dinsel ve mezhepsel çatışmalarla oldukça tanış coğrafyasından bakarak kalem oynattığını söylemek de abartılı bir tez değildir kuşkusuz. Üstelik göçmenliği seçmiş bir yazarın yeni coğrafyasıyla hesaplaşmasıyla da karşılaşırız çoğunlukla.

Pusulasız bir halde girilen bu yüzyıla, ideolojilerin savaşından kimliklerin ve aidiyetlerin çatışmasına dönüşen kaotik bir ortamda adım attığımızı kaydeden yazar, Arap-Müslüman kültür alanıyla Batı merkezli dünyanın savaşının aslında kimsenin masum olmadığı bir mecrada yaşandığını da “Civisi Çıkmıs Dünya” kitabında çarpıcı şekilde dillendirmektedir. Soğuk Savaş sonrası dünyanın başka bir kutuplaşma, bölünmenin eşiğinde olduğunu da kaydeden yazar, daha az evrenselliğe, daha az akılcılığa dayanan, daha az özgürlüklerin söz konusu olduğu bir kara ütopyayı konuşmaya başladığımızdan da bütün düşünsel metinlerinde söz etmektedir. Haklı bir korkuya dayanmaktadır üstelik bu kaygı. Bugünün insanlığını oluşturan küresel kabileler (bu ifade yazara aittir) bir bilek güreşine dönen kimlik, kültür ve aidiyet çatışmalarına temelde iki farklı rakipten oluşan bir maçın taraflarından biri olarak bakmaktadır.

Halkların ve politikacıların ötekileştirerek farklı barbarlıklara alkış tuttuğunu ve antisemitizm, İslamofobi gibi ayrımcı yaklaşımların da sözünü ettiğimiz bu taraf olma durumundan kaynaklandığını söylemektedir yazar bu noktada. Sadece kendi kabilesini işiten, dinleyen bir dünyadan söz etmektedir bu belirleme ışığında. Amerika’nın Ortadoğu politikası, Arap coğrafyasının demokratik işleyişten oldukça uzak, totaliter liderlerle belirlenmiş, gerilimli bir coğrafya olmaktan kurtulamayışı (diktatörlere karşı yeni diktatörler yaratan kısır döngüyü besleyen siyasal gelenekler) kültürel çatışma tezinin aslında ciddiye alınır ve kaygı verici bir tez olduğunu da ortaya koymaktadır.

Kuşkusuz vicdan muhasebesinin sağlıklı kanallarla yapılması, insanlığın geleceğine dair akılcı bir sorgulamanın ışığında bu çatışma tezini kültürel diyaloğa dönüştürebilecektir. Özellikle dünyanın yeni katliamlar ve etnik-dinsel savaşların boyunduruğundan çıkabilmesi için yazarın “ölümcül” belirlemesiyle işaret ettiği kimliklerin bir arada ve ötekileşmeden yaşayabilmesi önemli bir çıkış noktası sayılabilir. Kimliklerin, ister azınlık ister sınırda yaşayanlar tarafından benimsensin, toplumların geleceği adına çimento vazifesi gördüğünü de kaydeden Maalouf, bu açıdan çok dillilik ve çok kimlikli dokunun inşasına bütün metinlerinde özellikle vurgu yapmaktadır. Göçmenlik sorununa da bu noktada denemelerinde yer veren yazar, göçmenlik ve azınlık olma haliyle giderek örtüşen ötekileşmeye sıklıkla değinir metinlerinde. Kabile kimliğinin ilk kurbanlarının (bu kavramın bir coğrafyasızlık, Araf’ta kalma halinin yanı sıra geçmişe özlemle birlikte yürüyen azınlık halini tarif ettiği de söylenebilir) göçmenler olduğunu işaret etmektedir bu doğrultuda yazar. Parçalanmış, bölünmüş, kendini doğduğu ülkeye ait hisseden ve onu kabul eden, yeni ülkeye her an ihanete mahkum yabancı bir dil, dünya, öfkeli bir sestir o. Baskı, can güvenliği yokluğu savaş, gelecek endişesi dil, din ve diğer kopmaz bağlarla yaşar göçmen bu boyutuyla.

Dil, din, renk ayrımcılığı ve milliyetçilik, farklı insan topluluklarının yan yana yaşadığı tüm coğrafyalarda göçmen ve yerli halk çatışmasını hazırlayan önemli bir sorun olarak görünmektedir. Etnik katliamların habercisi bir çatışma zeminini peşi sıra getirmektedir bu zorunlu yan yana olma hali. Maalouf ‘un söz konusu savaşlar ve katliamları münferit olaylar olarak irdelemediğini de söylemeli bu anlamda. Ona göre dünya bugün eziyet çeken ya da eski çilelerin anısını içinde saklayan, intikam anını düşleyen yaralı toplumlarla doludur. (Söz konusu bu ifadeler Maalouf’un Ölümcül Kimlikler adlı kitabından alınmışsa da yazarın Lübnan’da iç savaşı ve katliamları yaşamış veya bunlara tanık olmuş olmasının bu belirlemelerde payı büyüktür.) Acıları paylaşmayan toplumların canileşmesi de bu açıdan mümkündür kuşkusuz. Sömürgecilik, yabancı düşmanlığı, milliyetçi hoyratlıklar bu anlamda tüm toplumları birer düşman arayışına iten güncel ve birincil açmaz olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tüm ideolojilerin özgürlükleri reddedebileceği, bağnazlaşıp cinayetlerini meşru kılmaya çalışabileceği de insan topluluklarının, kimlikleri, düşmanlaştırma aracı haline getirmesiyle karşılığını bulur çoğunlukla.

Yüzyıllardır Akdeniz’in etrafını çevreleyen iki uygarlık alanından söz eder Maalouf Ölümcül Kimlikler’de. Yunan-Roma uygarlığı ve onu izleyen Hristiyan Batı ve Müslüman Ortadoğu, Afrika. Aslında kültürel bir çeşitliliğin işaretleri sayılması gereken bu durum otoriter, fetihçi yaklaşımlarla katliamların, ön yargıların, çatışmaların da besleyicisi olmuştur. Roma mirasını kendisine bağlayan Hristiyan dünya, despotizme karşı şekillenmiş kendi inanç sistemine aykırı bir şekilde Haçlı Seferleri ile İslam coğrafyasını bir tehdit olarak algılamış ve katliamları barbarlığa karşı fetih öngörüsüyle meşrulaştırmak istemiştir. İslam dünyasının ötekiyle yan yana yaşama çabasının bugün ötekileri ötekileştirerek boğazlayan kavimci ve katliamcı bir söyleme yerini bırakması da benzer bir nedenden kaynaklanır Maalouf’a göre. Müslüman coğrafyanın fanatik bir fetihçi dile savrulması, kültürler savaşının acımasız bedelini de tüm insanlığa ödetecektir kuşkusuz. Evrensel değerlerin de reddi anlamına gelir bu. İnsanlık onurunu yok sayan, din, renk, milliyetler gerekçesiyle bireyler ve toplulukların haklardan yoksun bırakıldığı bu akıl yitiminde insanlık, kendi haklarının evrensel bir sorun ve başlık olduğunu da çoğunlukla görmezden gelerek daha da derin yaralara yol açmaktadır. Maalouf’un kaydettiği gibi evrensel değerlerin mücadelesi verilmedikçe dünya medyatik, politik, kültürel tek-tipleşmeye mahkum olacaktır. Maalouf böyle bir dünyayı çocuklaştıran, geleceksizleştiren bir dünya olarak görmektedir. Bir kara ütopyayı veya Orwell’in 1984’ünü düşündüren kolektif akılsızlaşma olarak da irdelenebilir bu durum. Kadın haklarından ana dil hakkına, göçmen haklarına kadar evrensel değerlerin belirlediği, değerlerin bir arada yaşayabildiği demokratik iklimin bu çatışmacı kültürel tabloya karşı panzehir olduğunu bugün daha yüksek sesle dillendirebiliriz Maalouf’un da aktardıkları doğrultusunda.

Aslında göçmenliğin karşılıklı kültürel beslenme ve uyumlaşmayla çok kültürlü, demokratik bir sürece de evrilebileceğini dile getirir söz konusu denemelerinde Maalouf. Yeni ülkenin değerleriyle geleneğin, eski ülkeden getirilen birikimin birlikte taşınması hiç de zor bir seçim değildir aslında. İki kimliği de eleştirel bir okumayla içselleştirebilir birey göçmenliği boyunca. Çok kimlikli birey veya yurttaşlık bu açıdan korkutucu değil, zenginleştiricidir o coğrafya için de.

Maalouf’un Çivisi Çıkmış Dünya’da özellikle vurguladığı bir durumda bugün Ortadoğu’yu kuşatan savaş ortamı oluşmuştur. ABD’nin Irak sarsıntısının aslında Irak’ta yaşayan Mandenler ve Yezidiler gibi bir nice topluluk adına bir yıkım, insanlık serüveninde bir kayboluşa işaret ettiğini dile getiren yazar, göçmenlik sorunu yaşayan ve ülkelerini terk eden topluluklar için bile barbarlık kıskacının arasında sıkışmalarının muhtemel olduğunu kaydetmektedir. Bugün Batılı değerlerin evrensel hukuk açısından vazgeçilmez olduğunu da dile getiren yazar için sorun var olan evrensel ilkelerin tüm coğrafyalar için aynı şekilde gerekli ve yaşamsal olduğunun yüksek sesle dillendirilmemesidir kuşkusuz. Kimlik katliamlarının, barbarlığın karşısında insanın sesinin farklı kimlikler ve diller eşliğinde daha yüksek çıkabilmesi gelecek adına küresel barışın inşasında bu anlamda bir o kadar gereklidir Maalouf’a göre. Evrenselliğin ön-gerçeği olan insan hakları, ayrımcılığın reddi tam da bu noktada tek-tipleşmenin reddiyle mümkün olacaktır. Renksizleşen dünyada kimlik ve kültürlerin renkliliği, söz konusu evrensellik ruhu ışığında insanlığın yaşadığı katliam, savaş cenderesinden hepimiz için çıkış noktasıdır. En azından Maalouf’la birlikte birçok insan için…

Erinç Büyükaşık
http://www.yalnizlarmektebi.com/, 15/12/2014

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir