Fransız Devrimi hangi koşullarda oluştu?
Devrim rüzgarları esmeye başladığında Fransızlar mutlakyönetimin hiçbir denetime uğramayan keyfi tutamlarından bıkmışlardı. Hükümetin neye yaradığı bilinmeyen usdı-şı uygulamaları da toplumda sıkıntılar yaratıyordu. Fransa kralı tüm erkleri elinde toplamıştı ve özellikle yürütmenin tek sorumlusu ya da daha doğrusu tek sorumsuzu durumundaydı. Savaşa ve barışa karar vermekten memur atamalarına kadar tüm devlet işleri ondan soruluyordu. O aynı zamanda yasamanın başıydı: çıkardığı bir ferman bir alanda varolan düzeni baştan sona değiştirmeye yetiyordu. Tüm adalet düzeneği krala bağlıydı, yargıçların yazgısı onun elindeydi. Maliye de krala bağlıydı, harcamaları ne kadar denetliyorsa o denediyor, vergileri bildiği gibi o koyuyordu.
Kralın çevresinde bir bakanlar topluluğu vardı. Bunlar krallık meclisini oluşturuyorlardı. Mutlakyönetim düzeneği kraldan ve kralın sadık adamlarından oluşuyordu.
Kralın gelişigüzel bir yönetim uyguladığı gerçeğine karşı çıkanlar krallığın temel yasaları diye bir şeyden sözetse-ler de bu yasaların ne olduğunu, nerede yazılı olduğunu bilen yoktu. Gerçekte devleti yönetenler bakanlardı, bir de nüfuzlu saray adamlarıydı. Gerçekte her iş kralın elinden çıkıyor gibi görünse de özellikle astığı astık kestiği kestik olan kişiler o zorbalardı. Hiçbir gazete yüksek görevlilerin eylemlerini eleştiremiyordu: çok sıkı bir sansür vardı. Zaten devlet yönetiminde gizlilik esastı ve halktan insanlar neyin ne adına yapıldığını bilmezlerdi.
Devletin geliri kralın özel geliri olarak düşünülüyordu. Saray harcamaları halkın dilinde fıkra gibi anlatılıyordu. Tarihçi Seignobos bu dönemle ilgili şöyle bir belirlemede bulunur:
Köylüler yoksul görünmek zorundaydılar vergileri artırılmasın diye. Onlar dökülen evlerde yaşıyorlar, neleri varsa saklıyorlardı.
Vaktiyle Louis XIVün kurmuş olduğu polis örgütü katı bir sansür uyguluyordu. Tüm yazılar yayımlanmadan önce denetleniyordu. Bir kitabın yayımlanıp yayımlanmaması tümüyle sansürcünün keyfine bağlıydı. Sansürden geçmemiş bir metni yayımlayan bir yayınevi sorumlusu hapse atılıyordu. Sansüre verilmeden yayımlanmış kitaplar yakılmaya mahkum ediliyordu. Voltaire’in Felsefi mektuplar\ Diderot’nun Körler üzerine mektup’u, Rousseau’nun Emile’i yakılan kitaplar arasındaydı. O durumda yazar sorgusuz Bastille’e gönderiliyordu.
Devrimin koşullan büyük ölçüde Louis XVI’nın (1754-1793) saltanat döneminde (1774-1791) oluştu ve gelişti. Louis XV’in torunu olan Louis XVI Avusturya imparatori-çesi Maria Theresia’nm kızı Marie Antoinette’le evlenmiş, ondan dört çocuğu olmuştu. Louis XVI zor kavrayan ama iyi yürekli bir kraldı. İşkencenin kaldırılması, Protestanlara bazı haklar verilmesi gibi konularda çaba gösterdiği bilinir. Zevke düşkünlüğüyle de ünlüydü. Kişilik yapısı siyasete pek uygun değildi: en basit insanlar bile onu etkileyebiliyordu. Kraliçenin şımarıklıklarını engellemekte hem isteksiz hem beceriksizdi. İşleri danışmanları yürütüyordu. Yenilikçi Turgot’yu devlet yönetiminde bir süre etkin kıldı, çok geçmeden onu uzaklaştırdı. Bir süre de Cenevre’li bankacı Necker’e görev verdi. Biraz sonra saray soylularının baskısıyla onu da uzaklaştırdı. Halka yakın duran ve saray harcamalanna karşı duran Necker’in görevden alınması krala olan güveni sarstı. Necker’in yerine Calonne genel denetçi oldu. Calonne’un uyguladığı bol bol harcama siyaseti zaten bozuk olan maliyeyi iyice güç duruma soktu. Calonne 1787 mayısında görevi bırakmak zorunda kaldı. Necker yeniden göreve geldi.
Necker’in önerisiyle kral 2 ağustos 1788’de bir tür danışma meclisi olan ve kralların gerekli gördükleri zaman toplantıya çağırdıkları Etats généraux’yu topladı. Bu elbette soylu sınıfının ve ruhban sınıfının dışında kalan insanlara yani orta smıfa (Tiers état) verilmiş bir ödündü. Orta sımf Etats générawfda etkili olunca daha güçlü bir meclis oluşturma eğilimi kendini gösterdi. Assemblée constituante (Anayasa meclisi) 9 temmuzda böyle kuruldu. Değişim isteyenlerin başında Mirabeau kontu vardı. O baskı dolu günlerde Brézé markisi kral adına Tiers milletvekillerini dağıtmak isteyince kıyamet koptu. 12 temmuz günü Camile Demoulins’in söyleviyle heyecana kapılan halk yıllarca birçok devrimciyi duvarları arasında saklamış olan Bastille hapishanesini ele geçirmek üzere silaha sarıldı. Bastille 14 temmuz günü düştü. Fransız Devrimi bu koşullarda başladı.
Fransa’nın kültür yaşamında aydınlanmanın yeri nedir?
Montesquieu’nün, Voltaire’in, Diderot’nun, Rousseau’nun ve öbürlerinin yapıdan toplumsal anlamda bir devrimin oluşumuna katkıda bulunurken tarihin en pırıltılı düşünce devrimlerinden birini gerçekleştirdi. Fransız Devrimi yalnız aydınlanma düşünürlerinin bir ürünüdür demek yanlış olur. Yalnız onların değil birçok bilim adamının da bu devrimde payı vardır. Ayrıca, bu öne çıkan değerler yanında birçok görünmez etken bu devrimin oluşumuna katılmıştır. Toplumsal-tarihsel oluşumları bir ya da birkaç nedenin varlığına indirgemek doğru değildir. Tarihin hemen bütün olayları bize dehaların dönüşen yaşam koşullarında yeni değerlerin sözcüleri ya da açın-layıcılan olduklarını gösterir: tarihi yapan insan öncelikle tarihin ürünüdür. Newton’in buluşları belki de bilim dünyasının en büyük devrimiydi, Copernicus’un, Kepler’in, Galilei’nin buluşlanndan daha belirleyiciydi. O arada başka gelişmeler de oldu. Lavoisier suyun bir oksijen ve hidrojen bileşimi olduğunu göstererek modern kimyanın temellerini attı.
Bilimsel buluşları teknik buluşlar izledi. 1770’de Joseph Cugnot (1725-1804) dört kişilik ilk buharlı otomobili yaptı, bir yıl sonra daha büyük bir araba modeli geliştirdi. Marquis de Jouffroy 1776’da buharlı vapuru tasarladı. Bu buluşlar insanları şaşkına çeviren buluşlardı. Bu buluşlardan doğal olarak aydınlanma düşünürleri de etkilendiler. Montesquieu yankı konusunda bir inceleme yazdı. Voltaire ateşin doğasını araştırdı. Rousseau bitkilerle ilgilendi. Diderot ve d’Alembert Ansiklopedi’de bilime bir ayncahk tanımış gibiydiler, özellikle teknikle ve mekanikle ilgilendiler. Böylece XVI. yüzyıl insancılarının dilekleri yaşama geçmeye başladı: insancı düşüncenin ikinci büyük atılımıydı bu. Bu yeni anlımın kökleri Stoa’ya kadar uzanıyordu.
Biz her zaman aydınlanmanın itici gücü ya da düşünsel belirleyeni olarak Locke felsefesini gösteririz ve gönül rahatlığıyla Aydınlanma’nm kaynağına tngiüz düşüncesini, özellikle de Locke’u yerleştiririz. Bu elbette son derece doğrudur. Ama hiçbir düşünce ya da sanat adamı kendi toplumunun değerlerine tümüyle uzak düşecek biçimde yepyeni bir yol tutacak rahatlıkta olamaz. Koca bir XVII. yüzyıla ağırlığım koymuş bir filozofun yani Descartes’m Aydınlanma deviniminin oluşumunda ve gelişiminde hiçbir etkisi olmamıştır demek yanlışa düşmek olur. Descartes’dan geçmeden yeni düşünceyi anlamamızın olanaksız olduğunu söyleyen Leibniz’in bu sözleri elbette basit övgü sözleri değildir. Bütün bu olan bitenlerde Yöntem üzerine konuşmdmn güçlü etkileri sezilir. Bir bakıma bütün bu olan bitenler bu ünlü yapıtın yaşama geçişiyle ilgilidir. Bu dönem elbette Descartes dönemi gibi yoğun ussallık dönemi değildi, bu dönem insanın daha gerçekçi bir çerçevede duygu ve düşünce dengesini kurmaya yöneldiği bir dönemdi: insan bir düşünce varlığı olduğu kadar bir duygu varlığıdır. Bunu gerçekte Descartes da biliyordu, öyle olmasa tutkularla ilgili bir inceleme yazmaz, öyle olmasa şairlerin metinlerinde filozoflarınkine göre daha büyük gerçeklikler barınır demezdi. Ne var ki o dönem insan sorunlarının ussal çerçevede ve evren boyu darında ele alındığı bir dönemdi.
Oysa yeni dönem bir düşünsellik dönemi olduğu kadar bir duygusallık dönemiydi hatta bir duyguculuk dönemi olmaya eğilimliydi. Ama bu dönem neredeyse Descartes usçuluğu üzerine kurulmuş duygu atılımlarıyla belirgindir. Descartes’ın apaçık olmayan hiçbir şeyi doğru saymamak ilkesi bundan böyle insanlığın sarsılmaz doğrularından biri olacaktır. Bu ilke gerçekte aydınlanma düşünürlerinin görüşlerinde de anlatımım bulmuştur. Bilime olan büyük inanç da bunun ürünüydü: hiçbir bilim sallantılı doğrular üzerine kurulamaz ve varsayım ancak varsayım olmaktan çıktığı anda doğruluk değeri kazanabilir. Aristoteles’in ikinci derece doğrular kavrayışı böylece tümüyle dışlanmış oluyordu. Descartes ayrıca boşinançları düşünce alanından süpürüp atmıştı. Bir takım gizli bilimleri incelediğini, bunların hiçbir gerçekliği olmadığım gördüğünü bildiriyordu. Aydmlanmacılar da aynı şeyi yaptılar, ilkin boşinançları dışladılar. Bacon’ın ve Descartes’ın kaygılan yaşamda anlatımım buluyordu: kendimizi daha doğrusu zihnimizi önyargılardan kurtaramazsak olumlu hiçbir şey yapamazdık. Evet, Aydmlanmacılar da aynı şeyi hatta biraz daha katı bir biçimde yaptılar, önceki zamanların kutsal saydığı pek çok şeyi saçmalık olarak nitelendirdiler. Voltaire’in tanrıcılık kavrayışı bir inanç devriminin anlatımından başka bir şey değildir.
Kilisenin hoşgörüsüzlüğüne karşı hoşgörünün zorunlu bir yaşam koşulu olarak önerilmesi devrimin bir başka yüzüdür. Bilinç özgürlüğü çerçevesinde kişinin istediği dine gönül rahatlığıyla istediği gibi inanması; bu çerçevede katoliklerin, protestanlann ve müslümanların kardeş sayılması gelişmekte olan yeni değerler ortamında yalnız düşünürlerin değil halkın da benimsediği bir ilke durumuna geldi. Stoa’cılarm yüzyıllar önce beş yüzyıl boyunca geliştirmiş olduğu insanın değeriyle ve kişinin hak ve ödevleriyle ilgili görüşler işte ancak şimdi yaşamda karşılığını bulmaya başlıyordu. Doğrular yaşama geçebilmek için bazen çok uzun yüzyıllar boyunca sabırla beklerler: tohum çürüdükten az sonra ilk filizler toprağı delecektir. Aydınlanma insanlık adına yaraşmaz olan bütün anlayışları ve uygulamalan yok etmek eğilimindeydi. Eski yönetimin çirkin alışkanlıklarından olan işkence de artık toplum bilincinin dışladığı kötü uygulamalar arasındaydı. Artık eşitlik düşüncesi öne geçiyor, insanlar ayrıcalık denen illetten nefret ediyor, soyluluk alaya almıyor, feodal yaşamdan arta kalan tüm izler siliniyordu.
Hükümdarın Tanrıdan aldığı yönetme hakkı artık inandırıcı değildi. Toplumsal yaşam için Tann’dan gelen bir erk sözkonusu olamazdı. Ne var ki insanlar, bu arada aydınlar, mutlakyönetimden daha uygun bir yönetim biçimi düşüne-miyorlardı. Voltaire özellikle aydınlatılmış mutlakyönetici fikrine bel bağlıyordu: mutlakyönetimden vazgeçilemezdi ama mutlakyönetici aydm olunca sorun kalmayacaktı. Evet ama babadan oğla geçen bir yönetim düzeninde aydın yöneticiyi kim nerede bulabilecekti? Montesquieu mutlak7 yönetimin gücünü parlamentoyla dengelemekten yanaydı. Rousseau da mutlakyönetime hayır demeyi düşünmüyordu, yeter ki bireyin özgürlükleriyle toplumun çıkarlarını dengeleyebilen bir düzen kurutabilsin. Bu düzen de elbet yasa düzeni olacaktı. Buna karşılık her yerde mutlakyö-neticilerin zorbalıklarına ve çevresindeki hazır yiyicilerin acımasızlıklarına karşı düşünce ve eylem düzeyinde direniş odakları oluşmaya başlıyordu. Saray soyluluğu, saray gözdeleri, sarayın etkili kimseleri ve özellikle saray alemleri artık çok ağır eleştiriliyordu. O durumda aydınlanma düşûnürleri mutlakyönetimi gözden çıkaramamış olsalar da mutlakyönetimler için çöküş dönemi başlamış oluyordu. Çünkü uzun süre yükselen burjuva sınıfının yararına çalışmış olan ve soyluluğa arka çıkar gibi yapsa da soyluluğu zamanla sessiz sessiz eritmiş olan mutlakyönetim artık her türlü gelişimin önünde bir engel oluşturuyordu. Burjuvazi dünyaya gelişine büyük kolaylıklar sağlamış olan mutlakyönetimi olduğu yerde boğmaya hazırlanıyordu.
Aydınlanma ve Fransız Devrimi dünyaya ne getirdi?
Aydınlanma insanın daha da insanlaşma yolunda attığı adımların en önemlilerinden biridir, insanın insanlaşma serüveni onun dünyada henüz bir yabana gibi durduğu zamanlarda başlamıştır. Yaşamı kolaylaştırmak için taşı özenle yontan insan ya da rengeyikleri buzulların ermesiyle kuzeye doğru kaçarken tarımı yaratan insan bugünün insanına dönüşene kadar çok büyük değişimlerden geçmiştir. Çok büyük değişimler demek çok büyük acılar demekti. Katlanmak ve direnmek gelişimin yasasıdır. İnsan başarıları bütün bir insanlığın ortak ürünüdür. Aydınlanma da elbet kaynağını insanlığın önceki başarılarından alıyordu. Aydınlanmayı son derece karanlık bir dünyada birdenbire yanmış bir ışık gibi görmek yanlışına düşmemeliyiz. Dünya tekbiçim olmayan bir gelişim düzeninde her zaman dönüşüme açık oldu. Dönüşümler dönüşümlerden doğdu ve insanlık daha mutlu olacağını sandığı bir geleceğe doğru yürüdü. Fransız Aydınlanması ışığım bütün bir dünyaya dalga dalga yayarken bütün bir dünyadan da elbet insan olmanın görünür görünmez değişik etkilerini almıştır.
Bu yeni zamanlar insanın zaten eşitlik ve özgürlük yolunda ilerlediği zamanlardı. Yeniçağdın insanı haklan konusunda daha öncenin insanından daha kıskançtır. Aydınlanma ve onun yaşama geçmeye yönelmiş biçimi olan Fransız Devrimi dünyadaki bu yeni gelişimi, yeni insanın duygu ve düşüncelerinin anlamını kaim çizgilerle belirlemiştir. Aydınlanma düşünürlerinin öngördüğü dünyanın bugün ne ölçüde kurulmuş ya da gerçekleşmiş olduğu sorusu da elbette bir çırpıda yanıtlanacak bir soru değildir. Yeni yaşam koşulları yeni insanın dileklerini yepyeni değerler düzeninde ortaya koyarken insanoğlu bir yandan da kendi içindeki o iyileşmez görünen karanlığı korumaya çalışıyordu. Bu yüzden Aydınlanma devinimi yeni aydınlanmaların yolunu aydınlatırken Fransız Devrimi bu yolları açmanın somut koşullarını ortaya koymaya ve gerçekleştirmeye çalıştı. Ancak bugün dünyanın her yerinde o güzel öngörülerle hiç bağdaşmayan değişik yaşam koşullan varlığını sürdürüyorsa, “özgürlük” ve “eşitlik” gibi kavramların yaşamda henüz tam karşılıktan yoksa bu bizim bugün için yolun sonuna gelmemiş olduğumuzu gösterir.
İnsanlık tarihi insanın daha da insanlaşmak yolunda ortaya koyduğu sayısız direnişin ve eşsiz özverilerin tarihidir, bir yandan da birilerinin canla başla korumaya kalktığı büyük geriliklerin ve yetersizliklerin tarihidir. İnsanlık tarihi biraz da haksızlıkların tarihidir, sömürünün tarihidir, acımasızlıklara tarihidir. Ne olursa olsun insanlık daha iyi bir yere doğru ağır aksak da olsa ilerlerken her zaman Aydınlanmayla gelen ışığın ve onun katkılanyla yaratılmış olan daha güzel bir dünya için el ele verme tasanlanyla belirgin Fransız Devrimi’nin büyük kalıtından her zaman yararlanacaktır. Ancak gene de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir zamanda ortaya çıkmış bir insanlık ürününü gereğinden çok abartmanın getireceği yanılgılardan kaçınmak zorundayız. Aydmlanma’yı ve onun sürdürücü-sü ve yaşama geçiricisi rolünü üstlenmiş olan Devrim’i çok abartırsak bizi geriye doğru çeken bir gücün etkisi altında bulabiliriz kendimizi. Bu yüzden gerçek aydm bakışı aydınlanmanın sürekliliğini gören insanın bakışı olacaktır.
Uzun yüzyıllardan geliyor ve uzun yüzyıllara doğru gidiyoruz. Başlıca çabamızın Kant’ın da belirttiği gibi insanı küçüklüklerinden kurtarmak olduğunu unutmamamız gerekir. Bunun için de herkesin öncelikle kendi küçüklüklerinden annması bir zorunluluk değil mi? Kendi yazgısını başkalarının ellerine bırakıp çıkmak yerine onu kendi istemi çerçevesinde dönüştürmeye çalışan insanın zamanı olacaktır gelecek zamanlar. Bunun için hepimizin bilgi açısından ve ahlak açısından tam anlamında bir bilinç aydınlığına gereksinimimiz var. Derme çatma bilinçlerle insanın gelecekteki güzelliklerinin yaratılmasına katkıda bulunanlayız. En azından Aydmlanmacılar kadar inançlı, onlar kadar dirençli, onlar kadar gözüpek aydm tipini yaratmamız gerekiyor. Yalnız burada değil, dünyanın her yerinde, kuş uçmaz kervan geçmez denilen yerlerde bile. (9.Bölüm)
Kitabın Künyesi
50 Soruda Aydınlanma
Afşar Timuçin,Ali Timuçin
Bilim ve Gelecek Kitaplığı
Basım Tarihi : 03 – 2010
Sayfa Sayısı : 160