Edebiyat ve düşünce tarihinde kimi karşılaşmalar vardır, çok güçlü bir patlamadan farksızdır. Bu patlamanın sonucunda ortaya iki dev düşünce evreninden kaynaklanma, yepyeni ve çok şiddetli düşünce fırtınaları çıkar.

Bu fırtınalar, hemen her zaman insanlık tarihinin dönüm noktalarıdır ya da “yıldızın parladığı anlar”dan biridir; sonuç, farkına varabilirse eğer, insanlığın, gözlerini neredeyse yeni bir çağa açmasıdır. O çağ ve onun zemininde filizlenmiş olan düşünceler, bazen hiç yaşanmayacak, yaşanamayacak, yalnızca gerçekleşememiş bir ideal olarak kalacak olsa bile. Çünkü biyografik denemenin yirminci yüzyıldaki eşsiz ustası Stefan Zweig’ın, ünlü Rotterdamlı Erasmus başlıklı denemesinin sonunda dediği gibi:

…düşüncenin evreninde bütün karşıtlıklara yer vardır. Hiçbir zaman galebe çalmış bir gerçeğin kalıbına giremeyen bir düşünce bile o evrende dinamik bir güç olarak etkili kalır; en aşılamayan ve unutulamayan idealler ise özellikle gerçekleşmemiş olan ideallerdir. Bundan ötürü bir düşüncenin daha gerçekleşmemiş oluşu, o düşüncenin ne yenilgisini ne de yanlışlığını kanıtlar; bir zorunluluk, gecikme yüzünden daha az zorunlu olmaz; tam aksine, yalnızca gerçeklerin alanına girip eskimemiş ve yanlışlıkları kanıtlanmamış olan idealler, ahlaki gelişmenin bir öğesi olarak her yeni kuşakta etkinliğini sürdürür. Ancak bunlar, yani gerçekleştirilmemiş olan düşünceler, sürekli olarak yeniden geri döner.

Stefan Zweig, Montaigne’in (1533-1592) ölümünden yaklaşık dört yüz yıl sonra, bu büyük hümanist üzerine bir deneme kaleme aldı. Bu, yalnızca bir yazarın bir başka yazar üstüne yazması ile sınırlı tutulabilecek bir olay değildi. Dört yüz yıl ara ile ortaya müthiş bir düşünce akrabalığının, insana ve dünyaya ilişkin idealler bağlamında tam bir paylaşımın ortaya çıkmasıydı. Montaigne, Rönesans’ın ve Erasmus (1469-1536) hümanizminin çocuğu olarak hayatı boyunca insanoğlunun “iç özgürlüğü” uğruna savaşım vermişti. Zweig, hayatının son iki yılında, göç etmiş olduğu Brezilya’nın Persepolis şehrinde kaleme aldığı Montaigne başlıklı denemesiyle, adeta bu özgürlüğün –insanı insan kılan başkaca özgürlüklerle birlikte– çoktandır yitirildiği bir dünyanın ağıtını yaktı.

Montaigne, deneme yazarlığındaki ustalığının doruğunda bulunan Zweig’ın bu dalda verdiği son büyük üründür. Son günlerinde, Brezilya’da eşiyle birlikte intihar etmeden önce, Avrupa’daki bir arkadaşına, “Artık sadece en büyükleri okuyabiliyorum,” demişti. Yazmak için de bu en büyüklerden birini seçti. Dünya edebiyatında deneme türünün babası diye bilinen, büyük hümanist Michel de Montaigne’i yazdı.

Peki ama, neydi Zweig’ı dünyaya Montaigne ile veda etmeye götüren? Görünüşte, “Denemeler” başlığı altında onca çeşitli ve dağınık konuya yer veren, böylece de sonunda yeni bir edebiyat türünün kurucusu kimliğiyle sonsuzlaşan Montaigne, geriye nasıl bir miras bırakmıştı? Montaigne’in ölümünden bu yana geçen dört yüzyıl boyunca bu mirasın etkisini hiç yitirmemesi, tam tersine, tüm çağların insanlarına kendi kendilerine uzanan yollarda yeni ışıklar tutabilmiş olması, nasıl açıklanabilirdi?

Nietzsche şöyle demiş Montaigne için: “Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün şu yeryüzünde yaşamanın hazzını gerçekten artırıyor…” Peki ne olabilir o “asi filozof”a bunu söyleten?

Montaigne hayata gözlerini açtığında, Ortaçağ’ın ardından insanlığın o görkemli yeniden doğuşunu simgeleyen Rönesans, düşünsel ve siyasal düzlemde artık son demlerini yaşamaktaydı. Rotterdamlı Erasmus’un “bilimlerin ve sanatların ortak çatısı altında yeni bir Avrupa birliği” düşü, umut verici, ama çok kısa süren bir gerçekleşme evresinin ardından yerini tekrar bu büyük bilgenin hayatı boyunca korktuğu ve engellemek için tüm çabasını harcadığı tumultus’a, yani kargaşaya bırakmış, yine Erasmus’un yeni bir Avrupa birliği aracılığıyla hedeflediği ecclesia universalis, yani evrensel Kilise düşünün yerini de Katolik ve Protestan diye ikiye bölünmüş bir Kilise almıştı. Böylece, Erasmus’un ardından gelen Montaigne, gözlerini Rönesans’ın onca parlak umutlarından, “Yaşamak, başlı başına bir zevk!” sloganından sonra, paramparça olmaya yüz tutmuş, din savaşlarının cehenneminde yanmaya başlamış bir dünyaya açmıştır. Böyle bir Avrupa’da bilimlerin ve sanatların çatısı altında bir birleşme değil, artık yalnızca kitlelerin inanç uğruna birbirlerine karşı en korkunç kıyımlara girişmeyi doğal saydıkları bir anlayış egemenliğini ilan etmiştir.

Zweig’ın deyişiyle, kitle çılgınlığının doruğa vardığı, insanı insan kılan ve Rönesans düşüncesinin onca ön plana çıkarmaya çalıştığı değerlerin ayaklar altına alındığı, her türlü özgürlük anlayışının yerini kan kokan yeni bağnazlıklara bıraktığı bir dönemde insanlığını korumakta hâlâ kararlı olan insan, ne yapabilir? Nereden yardım alabilir? Nasıl bir insanlık ve erdem anlayışının surlarının arkasına çekilebilir? Her şeyden önce, insanı insan kılan değerlere ve ideallere yeniden bağlanabilecek gücü nasıl ve nereden bulabilir?

Erasmus hümanizminin potasında yoğrulmuş olan Montaigne, çareyi ve kurtuluşu içinde bulunduğu koşullar altında herhalde pek az insanın aramayı düşüneceği bir yerde, kendine dönmekte arar. Kitle çılgınlığının kol gezdiği bir Avrupa’da insanın insanca diye nitelendirilebilecek bir hayatı kendinde gerçekleştirebilmesinin tek bilgi kaynağı olarak insanı görür.

Kısacası, insanı insanda aramaya karar verir.
Bu amaçla şatosuna, o şatonun kulesindeki çalışma odasına kapanması, kitaplarının arasında kendini sürekli yazmaya adaması, olayın dış dünyaya yönelik olan yanıdır. Fakat asıl önemli olan, bu dış dünyanın kaynaklandığı yerdir ve o yer, Montaigne’nin “iç kale” diye adlandırdığı, o zamana kadarki bütün düşünsel ve tinsel birikiminin tuğlaları ile inşa ettiği mekândır. Yaşadığı zamana egemen olan kitle çılgınlıklarını kavrayabilmek için Montaigne, bu iç kalesine kapanır.

Bir kaçış mıdır bu? Eğer Montaigne dünyadan elini eteğini çekip kendini yalnızca yurtluğunun işlerine verseydi, o zaman yaptığı, dünyayı bir tür görmezlikten gelme, günlük yaşamın akışıyla belirlenen bir vurdumduymazlık diye nitelendirilebilirdi. Oysa bu düşünce insanının iç kalesine çekilip oradan başlattığı yolculuk, belki de insanoğlunun çıkabileceği yolculukların en zahmetlisi ve en serüven karakteri taşıyanıdır: Bilinçten neredeyse tümüyle yoksun bir insanlığın tozutup durduğu bir dünyada Montaigne’in biricik hedefi, kalemini Denemeler’in daha ilk sözcüğü için mürekkep hokkasına daldırdığı andan başlayarak “kendini yazmak”tır. Rönesans’ı izleyen parçalanmış dünyanın kırıklarını tekrar bir araya getirmek için bu hümanistin seçtiği yol, gözlem yoluyla kendi hayatını parçalara ayırmak ve kâğıda dökmektir.

Montaigne’in “deneme” (essai) diye adlandırdığı, işte bu kendi hayatını parçalara ayırma ve o parçalar üzerinde düşünme çabasıdır. Burada bir an durup Türk edebiyatının yetiştirdiği en büyük deneme ustalarından birinden, merhum felsefe profesörü Nermi Uygur’dan bu türü açıklayan bir alıntı yapmak, sanırım yararlı olacaktır. Uygur, “Denemeci” başlıklı denemesinin bir yerinde şöyle der:

“Essayer” denemek, sınamak demek Fransızcada. Bir şeyi ele alıp tartmak, bir şeyin ayarını bulup çıkarmak istemiyle evirip çevirmek anlamında kullanılır. Şöyle bir başlayalım, böyle değilmiş demek, bir de şuna bakalım, yine de sallantılı bir durum belirdiğine göre şöyle olamaz mı acaba, ama gene de olmuyor mu, bir de başka türlü deneyelim… Güçlükten yılmaz, güçlüklere hep yeni baştan saldırmayı aldatıcı çözümlere yeğ tutar denemeci. Tıpkı filozof gibi o da soru savsaklamaya yeltenmez. O da filozof gibi, güçlükleri kapayan kesinliklerden çok, güçlükleri deşip göstermeye değer verir. Kestirip atan çözümlere sırt çevirip çözüm denemeleriyle yetinir katıksız filozof gibi denemeci de. Güçlükleri tekçilikte “bitirme”, filozofun da denemecinin de tiksindiği bir şeydir. İkisi de göz boyayıcı yengiden kaçınıp dolanıklıkların bilincinde yaşamayı sever…

Yazmaya başladığı günden geriye doğru yolculuğa çıkan Montaigne’in çabası, Rönesans’ın en parlak döneminin ardından gelen kargaşada hayatını yeniden anlamlandırma ya da insan gerçekliğini yeniden inşa etme girişimi diye de adlandırılabilir. Amaç, kendinden yola çıkmak ve yine kendine varmaktır; ancak Montaigne’in malzemesi, yalnızca kendisi değildir. Rönesans’ın bütün hümanistleri gibi o da çok okuyan bir insandır – kimilerine göre, döneminde yazılmış olup da okumadığı bir kitap yoktur. Plutarkhos’u, Vergilius’u, Stoacı filozofları, Antik Çağ Yunan dünyasının filozoflarını, Petrarca’yı okur; kitaplığındaki hepsi de değerli eserlerin sayısının bini aştığı söylenir – bu, o zaman için çok büyük bir sayıdır; ama Montaigne’in en önemsediği eylem, yazmaktır. Çünkü yazmak, onun için okuduklarından kendisine geçenleri, okuduklarından yola çıkarak ürettiği kendi düşüncelerini sınamakla eşanlamlıdır. Belki şöyle de denilebilir: Montaigne, kendine uzanan yolu düşüncelerini hep edindiği bu bilgi birikiminin süzgecinden geçirerek aramıştır. Denemeler’de çok sayıda alıntıya yer verilmiş olmasının nedeni de budur. Örneğin Montaigne, “Felsefe Yapmak, Ölmeyi Öğrenmektir” başlıklı denemesine Romalı filozof, hukukçu ve hatip Cicero’dan bir alıntı ile başlar; Cicero şöyle der:

Felsefe yapmak, kendini ölüme hazırlamaktan başka bir şey değildir; bunun anlamı, derin araştırmalara girişmektir ve derin gözlemler, ruhu bir anlamda daha yüksek bir düzeye getirir ve bedensellikten uzak bir özenle sarıp sarmalar; bu özen aynı zamanda hem bir okuldur hem de ölüm benzeri bir durumdur; ya da şu demektir: Bu dünyadaki düşünme eylemlerinin, bilgeliklerin tamamı sonunda tek bir noktada odaklanır; bu, bize ölümden korkmamayı öğreten noktadır…
Aynı denemede Montaigne, Julius Caesar’dan, Horatius’ tan, Seneca’dan, Lucretius’tan alıntılara da yer verir. Amacı, bir defa ölüm üzerine düşünmek ihtiyacı duyduğu için, bu düşünme eyleminin olabildiğince zengin bir malzemenin süzgecinden geçmesini sağlamaktır. Bu arada Montaigne, “Kitaplar Üzerine” başlıklı denemesinin hemen girişinde, bu kadar çok alıntıya yer vermesinin okurlar tarafından bir tür bilgiçlik taslama diye yorumlanmaması amacıyla, şunları söyler:

Hiç kuşkusuz çoğu zaman işin ehli ustalarca daha iyi ve daha esaslı incelenmiş konulara da el attığım oluyor. Bunlar, benim edindiğim değil fakat yalnızca doğuştan sahip bulunduğum güçlerden kaynaklanma denemelerdir ve beni bilgisizliğim bağlamında suçüstü yakalayan, bu yüzden canımı acıtmış olmaz, çünkü bir başkasına karşı yazdıklarımı savunmak gibi bir isteğim hemen hiç yok, böyle bir şeyi kendime karşı bile yapmıyorum ve yazdıklarımdan memnun değilim. … Dolayısıyla burada yazılmış olanlar, sadece benim aklıma gelen düşünceler, onlarla her şeyin özünü değil, fakat yalnızca kendimi sergilemeyi amaçlıyorum…

Akla gelebilecek hemen her konuda yazmış olan Montaigne’in kendi yazdıkları karşısında bunca iddiasız, hatta bunca kuşkucu bir tavır takınması, acaba inandırıcı mıdır? Böyle bir tutumun yapmacığa kaçan bir yanının da bulunması söz konusu olabilir mi? Denemeler’den yapılan 2001 tarihli seçkiyi yayına hazırlayan Ralp-Rainer Wuthenow, kitap için kaleme aldığı “Selbsterfahrung und Skepsis. Die Essais von Michel de Montaigne” (Özdeneyim ve Kuşkuculuk. Michel de Montaigne’in Denemeler’i) başlıklı sonsözde bu sorulara da yanıt arar. Önce Montaigne’in hep “yazdıklarıyla aslında kendi portresini verdiği” yolundaki ısrarlı söylemine ilişkin olarak şöyle der:

… Gerçekten de, Montaigne bunu belirtmekten yorulmaz. Portresi, gelişmiş ve kendini geliştirmekte olan, henüz “tamamlanmadığını” bilen bir insanın portresidir. Biyografisi, düşüncelerinin gelişmesinden, düşüncesinin hareketliliğinden oluşur, bu biyografi hep yeni keşiflere … götürür. İnsan, aslında tanımlanamaz, bu biyografiden kaynaklanan tedirginlik, işte budur…

Böylece Wuthenow’a göre Montaigne’in iddiasız tutumu, herhangi bir yapmacıktan değil, fakat insanoğlunun yaşamı boyunca “bitmemişliği” gerçeğinden kaynaklanır. Montaigne’in kuşkuculuğu konusunda ise Wuthenow şu sonuca varır:
Montaigne’in sıkça sözünü ettiği, Hamlet’i çağrıştıran kararsızlığa da aynı açıdan bakmak gerekir. … Montaigne, herhangi bir seçim yapması söz konusu olduğunda, bunu ancak uzun zaman tereddüt ettikten sonra ve ancak son dakikada, rastlantısal nedenler temelinde yapmak ister. Burada kendini belli eden kuşkuculuk, aynı zamanda önyargıları aşmayı da hedeflediğinden, yeni şeylerin keşfine de yol açabilecek bir kuşkuculuktur ve bundan ötürü aydınlatıcı diye nitelendirilebilir…

Buraya kadarki açıklamalar bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Montaigne karşımıza düşünce tarihinde Antik Çağ Yunan felsefesinin ardından ikinci kez önemini ve egemenliğini sergileyen eleştirel düşüncenin en önemli temsilcilerinden biri olarak çıkar. Antik Çağ bilgeliğinin düşünen insanoğlundan önce “kendini tanıma”sını isteyen ilkesi doğrultusunda Montaigne de, gerçek bir Rönesans insanı olarak insana dair her araştırmasında ve sorgulamasında “kendi”nden yola çıkar. Ve kendi yaşamını, doğru bir saptamayla, ancak ölüm ile noktalanacak sürekli bir oluşum süreci saydığından, yaşamdaki hiçbir şeye o yaşam son bulmazdan önce “tamamlanmış” gözüyle bakılamayacağını her fırsatta vurgular. Bu yüzden de, herhangi bir konuya yönelik düşünme eyleminin her aşamasında, anlık görünüm ne ölçüde kesinlik izlenimi yaratırsa yaratsın, vardığı noktanın değişkenliğinin düşünsel bir zorunluluk olduğu bilincinden sapmaz. Görünüşteki bu kuşkucu tavır, gerçek bir hümanist olarak Montaigne’in aslında bilgi bağlamında ne kadar titiz bir kesinliğin peşinde olduğunun en çarpıcı göstergesidir. Ancak Montaigne, bu kuşkucu tavrı nedeniyle zaman zaman bir yandan Katolik Kilisesiyle, öte yandan da kendisinden iki yüzyıl sonra başlayacak Aydınlanma hareketinin temsilcilerinin Ortodoks kesimiyle ters düşmüştür. Kilise ile ters düşmesinin nedeni, Katolik dogmaları da kuşkucu tavrının dışında bırakmamasıdır.

Aydınlanma hareketi çerçevesinde, Aydınlanma’yı bir tür “aydın despotizmi” olarak yorumlayan Aydınlanmacılar da Montaigne’i yeterince “kararlı” bulmamışlardır.

Stefan Zweig’ın yaşamının son yılında –bütün dünyanın cehennemden farksız ve on dokuz yüzyıl boyunca insanı insan kılmış tüm değerleri kasıp kavuran bir savaş cehenneminin ortalık yerindeki 1942’de– Montaigne üzerine eşsiz bir deneme kaleme almış olması, Montaigne’nin hedefleri bağlamında bu buluşmayı anlamlı kılmaktadır. Bu deneme ile karşımıza, yüzlerce yıl önce, Rönesans’ın ve hümanizmin gerçek bir mirasçısı kimliğiyle insana dair her şeyi sorgulamaya insandan yola çıkarak başlayan bir düşünür ile ondan yüzyıllarca sonra insanlığın büyük çöküşünü yine insandan yola çıkarak sorgulamak peşindeki bir başka büyük düşünürün karşılaşmaları çıkmaktadır.
Tıpkı Rotterdamlı Erasmus başlıklı deneme gibi, Montaigne denemesi de ilk olarak Zweig’dan yaptığım Yarının Tarihi başlıklı deneme seçkisinin çevirisi içerisinde yer almıştı. Erasmus’a ait deneme, sevgili Erdal Öz’ün sağlığında bağımsız bir kitap oldu. Montaigne denemesinin de bağımsız bir kitaba dönüştürülmesinin tartışıldığı aşamada Erdal Öz aramızdan ayrıldı.

Bu çevirimi, bütün hayatını son ânına kadar gerçek bir hümanist olarak yaşamış olan, bana verdiği mutlulukları ve özlemini son nefesime kadar içimde taşıyacağım, dostların dostu Erdal Öz’ün anısına armağan ediyorum.

AHMET CEMAL
Moda, Temmuz 2011

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Diktatörlüğe Hayır – No filmini izle

Next Story

Dostoyevski’yi “Gece yarısı uykusundan uyandırıp sürüklediler, Kılıç şakırtıları duyulur hapishanenin avlusunda”

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ