İnsanın tanrıları mümkün olduğunca fazla görmesini sağlayan kutsal bir bilgi olarak aşk, özneyi tanrılar dünyasına aktarmak için önemli bir işlev yüklenir. Aşk, arzunun kalın katmanları arasında geçiş sağlamak için gerekli ağır bir alettir. Değişik duygu katmanları arasında sert geçişkenlik aslında bir sıçramaya işaret eder ve bu sıçrama, öznenin bütün metafiziğini mitler dünyasına aktarır.
Mitler dünyası farklı bir gerçekliğin kavranması için tamamlayıcı mercekler sunar. Böylece mitler, destanlar, cennetler ve tanrılar kurgularız, ölümden sonra yaşam ve sonsuz bir canlılık kurgularız.
İçinde abartılı üç gözlü devlerin, uçan atların, şeytan görünümlü cücelerin ve yarı hayvan tanrıların bulunduğu efsaneler kurgularız.
Mitin mayası puslu metafiziğin ortamdır: karanlık ve esrarlı ilişkiler, korkular, masallar, destanlar, kerametler, tanrılar, ejderhalar, hybirid varlıklar ve nihayet çirkin gerçekliğin gerçeküstüyle ikamesi.
İsa’nın öldükten üç gün sonra dirilip tanrının huzuruna gittiği, uzayın ötesinin olduğu ve ötesinde bir tanrının oturduğu evren ile aşkın kurgulandığı metafizik kozmos aslında aynı yerdir.
Kalpten kalbe bir bağ olduğuna ve bu bağın görünmez olduğuna inanmak ile gökten kitapların indiğine inanmak arasında çok fazla bir fark olmasa gerek, diye düşünüyorum.
Fakat burada bir saptama yapmak gerektiğine inanıyorum. Tanrı öldü. Leyla ile Mecnun hiç yaşamadılar. Gılgamış Utnapiştim’i; Utnapiştim de ölümsüzlük otunu hiç bulamadı. Boğaç han kol gücüyle o boğayı hiç deviremedi. Dirse han yağız oğlu Boğaç’ı okuyla iki küreğinin arasından hiç vurmadı. Tanrıça Thetist oğlu Aşil’i topuğundan tutup da ölümsüzlük nehrinde hiç yıkamadı. Anadolu’da Kibele’ye 6000 yıl tapıldı, ancak iktidar değişti, Kibele de değişti, artık anamız olmadığı gibi insanların ilki de değildir. Koca penisli Priapos tarlasını sabanlamayan kimseye yoktan bereket getirmedi, penisi de o kadar büyük değildi. Dokuz Oğuz boyları o kızların kurtla çiftleşmesinden türemediler. Alper Tunga da her ölümlü gibi öldü. Pandora kutusunu hiç açmadı insanlar o kutudan çıkan salgınla değil, tifo ve dizanteriden kırıldılar. Athena bakire değildi, Meryem de öyle. Afrodit lime lime edilmiş babasının denize atılmış kopuk penisinden türemedi. Zeus Prometeus’u Kafkas dağına hiçbir zaman zincirlememiştir. Bugünün Vikingleri ölünce Odin’in yanına gidemeyecek. Thor’un çekici şimşek kadar hızlı ve kurşun gibi ağır değildi. Kral Arthur o kadar güçlü değildi, İndra, Yama, Mahabharata, Ganeşa ve Brahma, hepsi yetenekli Hint heykeltıraşlarının taşa oyduğu şekillerden başka bir şey değildiler. Ejderhalar ve cehennem kapılarında bekleyen zebaniler yok, cennet ve cehennem ne geçmişte ne de gelecekte bir yerdeler, zira zaman diye bir şey yok, cennet ve cehennem şimdi ve buradalar.
Albert Camus’’ya göre bir siyasi, diğeri ise metafizksel olan iki tür ihtilal vardır: metafizksel ihtilal insanoğlunun doğa ya da tanrı tarafından getirilmiş kısıtlamalardan kurtulmasını ifade eder.
Babayla birlikte Tanrı’yı öldürüp mitler dünyasını darmadağın eden insan, müthiş bir özgürlük yanılsamasına kapılır. Ancak öldürdüğü tanrı ile yıktığı mitlerin yerine ne koyacağımızı bilmez, ya da onların yerine anti-depresanları, extacyleri, hapları ve uyuşturucuları koyar. Aşkı da öldürünce başka bir hayal dünyası kalmamıştır. Aşkı kaybetmekle o naifliği, o saflığı, o yürek zenginliğini, o kendini bir başkası için adama yürekliliğini de kaybetmiş oluyoruz. Böylelikle bir şey uğruna birine inanma ve onun uğruna özveride bulunma cesaretini de bitirdik. Şimdilerde “beğendiğimiz bedenlere hayalimizdeki ruhları koyup aşk sanıyoruz.” A. Schopenhauer
Batı’da, ideolojik olarak giderek daha kontrollü hale gelen bir toplumda yaşıyoruz. Her türlü rastlantının, beklenmedik olayın, dolayısıyla temel risksizlik düşüncesi adına öznenin akışkanlığının ve tüm varoluş şiirinin önünü kesen, kişisel güvenliğin gözetildiği bir kontrol toplumundan söz ediyorum,
Öze ilişkin değerlerin büyük bir söylem olarak yaratılamadığı için, biçime ilişkin değerlerin öne geçtiği, cilalı bir ”vitrin toplumu” bu.
Bir Üst-Akıl Olarak Doğanın ve Türün İstenci
Basit moleküler duplikasyondan bugünlere kadar süren uzun yolculukta, türün çağrısı ya da efendisi olmamız gereken hormonlarınızın üreme temel güdüsüyle el ele vererek nasıl bilincimizi köleleştirdiğini anlamak karmaşık biyolojik, psikolojik ve felsefi analizler gerektiriyor.
Schopenhauer aşkın, soyun devamı için uygun genlere sahip insanlara doğa tarafından oynanan bir oyun olduğunu ileri sürer.
Bu söylemde doğa bir üst mantık olarak kabul edilir. Bizim kendi tercihimiz sandığımız şeylerin, bir içgüdüden kaynaklandığı, aşkın da bu anlamda daha sağlıklı bir çocuk meydana getirme içgüdüsü olduğu savlanır.
Çocuğun doğmasıyla birlikte aşkın işlevini tamamlayacağı iddia edilir. Mantık üzerine kurulu ilişkilerin daha mutlu edeceği kabulü ile soyun devamı için gerekli olan sağlıklı bebeklerin yapılmasının ancak aşk ile mümkün olduğu ikilemi arasında sıkışan bireyin, aslında bir seçim şansı bulunmamaktadır. Zira tam o noktada bir üst-akıl olarak doğa ve türün istenci devreye girer ve süreci yönetir.
Kitapta aşk tanımlanırken, doğanın üremeye yüklediği yan anlamlarla sınırlayıcı, evrim teorisyenlerine ufak destekler sağlayacak tespitler yapılır.
Yer yer Darvin’in tekâmül nazariyesini desteklemekten öteye gitmeyen “Aşkın Metafiziği”, erkeklerin büyük kalçalı kadınlara bakmasının sebebini içgüdüsel olarak onların kolay çocuk doğurabilecekleri sanısına bağlar.
Kitapta, kadınların armut göbeğinin, evrimden kalma bir süreçte, kıtlık zamanlarında hamile kalanların yağlarını depoladığı, gerekirse kullanabileceği bir nevi depo olduğuna vurgu yapılır.
Schopenhauer özel hayatında hiçbir zaman içselleştiremediği aşkı adeta kıskançlıkla hükümsüzleştirmek eğilimindedir.
Schopenhauer aşkın metafiziğini matematiksel olarak tasarlarken üreme kavramını adeta yüceltmiş ve türün iradesinin insanların birbirine âşıkmış gibi hissetmelerini sağladığını söylemiştir.
Fakat her daim seks, üreme amaçlı değildir. Schopenhauer, andropozunu tamamlayalı on yıllar olmuş veya menopozun evrelerini arkada bırakmış insanların birbirine olan, üremeden hatta cinsellikten muaf sevgilerine bir açıklama getirmez.
Platonik aşk için de aynı şey geçerlidir. Platonik aşk karsısındaki kişiyi yüceltirken seksten ve türün iradesinden muaf tutar.
Eşcinsel aşk veya hermafrodit algılayış üremeye hizmet etmeyen sapkın bir davranış olarak adeta kriminalize edilmektedir.
Schopenhauer aşk kavramının bir güdülenme olduğunu savunurken, böceklerin üreme sistemiyle insanlarınkini eş tutup, bunun üzerinden bir aşk matematiği inşa etmeye çalışır.
Schopenhauer’a göre, ”âşık, böceklerinkine benzeyen bir içtepinin etkisi altındadır ve bu içtepi, akla yatkın bir şey olmadığı halde, onu, her ne olursa olsun amacının peşinden koşmaya ve her şeyi değersiz görmeye zorlar. Âşık bu içtepiden kurtulamaz ” Aşkın Metafiziği sf. 58
Orgazm ise “türün soyunu devam ettirmesi için bir güdüleme, bir nevi seks yaptığı için çifte verilen bir ödüldür”
Schopenhauer’in türün mükemmelleşmeye yönelimi ve doğacak olanın mükemmelliği gibi konulardaki fikirleri, kendisinden sonra gelecek ırkçı görüşleri etkilemiştir.
Aşk Kazandıran Bir Sektör
Çağımızda, aşk kavramı özel alandan kamusal alana taşındı. Uzman mutluluk müşavirleri, sevdiği bir kimseyi kaybettikten sonra bireyde meydana gelen başlıca depresif belirtileri kısmen gidermeyi vadediyorlar.
Artık kazancı maksimize etme amacı ile aşkın performansını maksimize etme isteği paralel bir grafik çiziyor.
Zira geç kapitalizmin narsistik dünyasında mevzu ne düşündüğünüz ya da yaptığınız değil, nasıl hissettiğinizdir.
Aşkın arka planında duran hormonal belirleyiciliğin kazancı bol yeni bir sektör yarattığını görüyoruz. Aşk endüstrisi beyindeki “âşık ol” butonun nasıl çalıştığını keşfetti.
İnsan organizmasının düzenli çalıştırılması durumunda mutluluk ürettiği söyleniyor. Mutluluğun hormonal arka planı, serotonin ve endorfin salgısıyla yakından ilişkili biyolojik süreçlere işaret ediyor. Çirkin gerçekliğin dünyasında aşk insanları endorfinle kandırıyor.
Mutluluk, yaşamın derin akıntısıyla ilişki kurabilmenin bir aracıysa, acaba bu serotinin açığını kapatmakla mümkün müdür?
Aşk endüstrisi ayrıca insanların ve bazı hayvanların cinsel açlık çektiklerinde salgıladıkları hormon olan feromoni keşfetti. Parfümlerin içine feromon hormonunu sentetik olarak katmayı akıl eden kozmetik endüstrisi, kadınları eksiksiz gene çağıran bu hormonun bir kimyasal haberleşme aracı olduğunu iddia ediyor.
İnsanoğlu bir hayaller dünyasında yaşar; çünkü hayaller hayatın sefaletini dayanabilir hale getirmektedir.
Aşkı ortaya çıkaran şey mutluluktan çok arzudur, arzunun yarı öforik bir gerçeklikte akışkanlığını sürdürme arzusudur. Aşkın ‘gizli’ anlamı, esriklik arzusunun tekrarı olmasındandır.
Aşk insan için bir yüktür, zira çirkin gerçeklikle baş edebilmek için endorfinin yanılsamacı evrenine kaçışı seçeriz ve kendi doğamızdan sadece bir süreliğine uzaklaşırız. Çünkü mutsuzluk ve acının bir sürekliliği olmadığı gibi ne aşkın ne de mutluluğun da bir sürekliliği yoktur. Sadece türün sınırsız bir ömrü vardır ve bu sebeple sadece tür sınırsız acı ve arzulara sahip olabilir.
Bu hormonal mutluluk hali bittiği zaman çirkin gerçekliğe sert bir dönüş yaşarız. İşte tam o kavşakta depresyonlar ortaya çıkar. Bu depresif durumu tedavi etmek için lukratif bir anti-depresan sektörü oluşmuş durumdadır.
Erdemli Aşk
Schopenhauer biyolojik determinizmin araçlarını kullanarak kadına adeta yeni ahlak kategorileri sunmaya çalışır.
“Erkek, kendisine yeterince kadın sunulduğu takdirde, kolayca yılda yüz çocuk yapabilir:
kadın ise, istediği kadar çok erkeğe sahip olsun, ikiz ihtimalini hesaba katmazsak, yılda sadece bir çocuk dünyaya getirebilir. Bu nedenle erkeğin gözü hep başka kadınlardadır. Kadın ise buna karşılık tek bir erkeğe sımsıkı sarılır: çünkü doğa onu içgüdüleri gereği ve hiç düşünmeden, gelecekteki doğumun besleyicisi ve koruyucusunu yanında tutup korumaya sürükler. Bundan ötürü erkeğin eşine sadakati yapaydır, kadının ki doğaldır; dolayısıyla da, kadının ihaneti, nesnel olarak, sonuçları bakımından olduğu kadar, öznel olarak doğaya aykırılığı bakımından da erkeğinkinden çok daha az bağışlanabilir bir ihanettir.” (Aşkın Metafiziği, sf.38-39)
Dindarlık affedilmeyi içerdiğinden, kanımca aşk ile ahlak/erdem arasında tanrı eli ile kesilmiş bir kopukluk bulunmaktadır. “Şeref, ödev duygusu ve sadakat, her çeşit yoldan çıkarmaya ve hatta ölüm duygusuna karşı koyabildikten sonra, cinsel aşk karşısında yenilgiye uğramaktadır. Nitekim cinsel aşk söz konusu olunca, vicdan dediğimiz şeyin her zamankinden daha az etkisiz hale geldiğini görüyoruz. Tutkulu bir aşka yakalanan namuslu ve haksever kimselerin, bu niteliklerini kaybettikleri ve türün menfaatinin aracı olarak hiç korkmadan zina işlediklerini görüyoruz .” (Aşkın Metafiziği, sf.40)
Felsefi Aşk Ya da Aşkın Felsefesi
Aşk öz mü yoksa töz mü? Önce insan mı vardı yoksa aşk mı?
Kanımca aşk saat yönünde çoğalır. Bu önerme, simgesel düzlemdeki duygusal birikimin, zaman çizelgesinde daha ileri aşamalara doğru genleşme gösterdiğine dair bir önermedir. Üç boyutlu varlıklarda birikmekte olan duygusal potansiyelin, zamanın akışı ile yüksek değerlere ulaştığına işaret eder.
Yeni duyarlılıklar yaratırken eskilerini ilga ediyoruz. Böylelikle zihinsel haritalarımızın topografyasıyla düşünsel panoramamız değişiyor.
İnsanın zihinsel haritalarında ne tür değişiklikler olur ki, bu değişimler onun dünyanın daha az zevkli yönleriyle ilgilenmesine yol açar?
Aslında aşkın kendi değeri yoktur, sadece aşka yüklediğimiz anlamlar vardır, Ancak her insan, kendine göre aşka anlam yüklüyor ve anlamların çatıştığı yerde karmaşa başlıyor.
Çulha kuşu haftalarca uğraşıp yuva yapar, yuvayı ne kadar güzel yaparsa en sağlıklı dişi çulha ile çiftleşebilme olanağını yakalar.
Sapiens erkeğinin şiir yazması ile çulha erkeğinin yuva yapması arasında ahlaksal kategori olarak aslında pek bir fark yoktur. Her iki taraf da doğanın kendilerine bahşettiği meziyetleri kullanırlar. Fakat çulha kuşu ile homosapiens arasında başkaca ince bir fark var. Homo sapiensin erili, dişiyi elde etme uğraşında eylemine, kutsal, yüce, insanüstü, tanrısal atıflarda bulunurken çulha kuşunun yaşadığı şeye bir kutsiyet atfedebilecek kabiliyeti yoktur.
Doğada homosapiens’ten başka üreme amaçlı cinsel davranışlarına kutsiyet/tanrısallık/doğaüstülük atfeden başka bir canlı türü bulunmamaktadır.
İnsanlar için var olmak, kendi bilincinde olmaktır. Gerçeklik sonsuz bir arayış süreci gibidir. Hayatın anlamı karanlık bir ormanda yalnız başına yürümeye benzer. Heidegger için, varoluş ölüme karşı duruştur. Peki, o zaman hakikat nedir? ”Ben iki insanın daha yüce bir hakikati bulmak için, bir ihtirası paylaştığı bir aşk düşünüyorum.” (Nietzsche)
Acaba Jean-Paul Sartre, kraliçesi Simone de Beauvoir olmadan tek başına varoluşçuluğun ikonu haline gelebilir miydi? Kısacası felsefi bir öğretinin inşası aşk üzerinden ve sofistike aşkın inşası da felsefe üzerinden gerçekleştiriliyor.
Neden bize benzemeyenlere âşık oluruz, mutsuz olacağımızı bile bile neden bizi mutsuz edecek o arzu nesnesini arzular dururuz? “Kusursuz genler” arayışı yüzünden mi yoksa aşkın bir eksiklik duygusundan beslenmesi yüzünden mi?
Bizde ne yoksa ne eksikse onu karşımızdakinde arıyoruz. Acaba ufak tefek erkeklerin iri kadınları; esmerlerin sarışınları sevmesi bundan ötürü müdür?
Mutluluk denen şey biyoloji-dışı zihinsel bir süreç mi yoksa tamamen hormonal-biyolojik süreçlerin yönettiği bir olgu mu? İnsan doğuştan mutluluğa mı yazgılı?
İnsan kanımca doğuştan mutluluğa değil yaşamaya yazgılıdır. Zira insan doğuştan nasıl mutlu olunacağına dair bir yasayla doğmaz ama zamanla bir “mutluluk kültürü” inşa eder.
Peki, biz kendi mutluluk anlayışımızın efendisi miyiz? İç karartıcı, Wagnerimsi katastrofik bir müziğin etrafında biteviye çalmakta olduğunun ayırdında olan insan, içsel sığınaklarına kaçar. Aşk için içsel gizlenme sığınakları oluşturur, şiir bu sığınaklardan sadece biridir.
Kanımca insanların aşkın kendisine değil onun verdiği mutluluğa ihtiyaçları var.
Schopenhauer’in aşkın ardında, arka planında ozanların, şairlerin, Shakespeare ya da Puşkin’in gördüğünden apayrı bir metafizik gördüğünü söylemem gerekiyor.
Birbirine uzak genlerden ortaya fiziksel olarak mükemmele daha da yaklaşan gen kombinasyonu çıkabileceğini savunan Schopenhauer, insanın varoluşsal sorunları problematize eden tarafını öteler. Oysa insan varoluşsal meseleleri sorunsallaştırma süreçlerinde oradan oraya savrulan, iki benzemezin ayrı çözüm biçimleri ve hayata bakış formülleri arasında sıkışınca, tutunamama sendromları yaşayan bir varlıktır.
Apollo ve Dionysos düalitesi üzerinden insanın ruh haritasını çizen ve iki güç arasında uzlaşma ihtiyacını, türün istenci yoluyla gereksiz kılan görüş, evrimsel bir determinizm ortaya koyar.
Heyecan dolu ve sağlam bir erdemle, gerek yeme içme, gerek kadın bakımından aşırılıklardan sakınan Apollist tavır, aşka matematiksel bir olgu olarak yaklaşır.
Sanırım hayvanlar ile uygar insan arasındaki kayıp halkayı buldum: Aşk
Josef Kılçıksız, PhL (University of Tampere, Finland)