Saatleri Ayarlama Enstitüsü,  ülkemiz  insanının doğu ve batı arasında bocalamasını irdeleyen bir başucu romanıdır; toplumumuzun bu değişme süreci içindeki durumunu, bireyden yola çıkarak topluma varan bir yöntemle anlatır.

Alegorik bir hicivdir, bu roman. Zaman, mekan, insan, toplum, bürokrasi, menfaatler, ölüm, yalnızlık, iletişim, sabır, mutluluk gibi kavramlar üzerine okumalar vardır. Romanda mekan olarak İstanbul seçilmiştir. Zaman ise doğrusal çizgi üzerinde ilerler. Çocukluğundan alıp yaşlılığına kadar akmaktadır.Klasikle modern Emine ile Pakize karakterleriyle bütünleşmiştir. Emine’yle birlikteyken gerçeklerin içinde zahirde fakir ama mutlu adamı oynamaktadır. Oysa Pakize’yle beraberken yalanla dolu havayı teneffüs eden zengin fakat mutsuz bir adam olmuştur.Tarihi hikayelerle zenginleştirilmiş içerik, okuru doldurur. (Örneğin ; Aziz Paşa’ya tepside sunulan hediye).Tasvirler şapka çıkarttırır (Örneğin ; Cemal Bey,Topal İsmail)
Gözlemlerle dolu bir romandır.Arka sıralarda oturur sınıfı seyrederdim diyen yazar adeta bu romanıyla anlatım ve sinematografi gücünü ispat ediyor.Osmanlıca kelimelerin ağırlıkta olması anlamayı güçleştirirken, uzun cümleler okuma hızını yavaşlatıyor.Gözlemleriyle Peyami Safa’ninkileri -örneğin ; Yalnızız- andıran roman , Hayri İrdal karakteri ve olay örgüsüyle kısmen George Orwell’in 1984’üne benzer.Winston Smith’in 101 no’lu odadan çıktıktan sonra , ” Artık Büyük Birader’i seviyorum” itirafıyla Hayri İrdal’ın “Artık S.A.E.’nü sorgulamıyorum hatta seviyorum” deyişi yakınlık arz eder. Ayrıca olayların dışında kalmayı yeğleyen tek kişinin oğlu Ahmet oluşu düşündürücüdür Atlı Karanca alegorisiyle her şey özetlenir. Nihayetinde özgünlüğü ve kalitesiyle güzel kitaptır, okunması tavsiye edilir.

Eserin Özeti
Başkarakter Hayri İrdal , Muvakkit Nuri Efendi’nin yanında çırak olarak başlar işe. Saatlerle uğraşmayı seven ama bu mesleği icra etmek istemeyen biridir. Nuri Efendi’nin ölünceye kadar yanında ilmi,dini ve felsefi sohbetlerini hiç usanmadan dinler.Babasıyla tekkeye gider musıki söyler. Seyit Lütfullah’a takılır, define avına merak salar.Büyür askere gider. Tunuslu Abdüsselam Efendi , konağın son sakinlerinden Emine’yi Hayri’ye nikahlar. Abdusselam Efendi ölümüne yakın muvazenesiz vasiyetler bırakınca Hayri’nin başı belaya girer. Mahkemelerde önce şahid sonraları sanık sandalyesinde oturur. Bu da yetmez Akıl Hastanesine tedaviye gönderilir. Sonunda mahkemeden beraat eder hastaneden taburcu olur ve Emine’ye kavuşur. Posta Telgraf’ta işe girer. Emine’yi kaybeder. İki yetimle başbaşa kalır. İspiritizma Cemiyetinde çalışır. Sonraları buradan ayrılıp, Cemal Bey’in şirketinde katip olarak işe başlar. Cemal Bey kendisini kovunca bir süre işsiz kalır ta ki, Şehzadebaşındaki kahvede Doktor Ramiz’in onu arkadaşı Halit Ayarcı’yla tanıştıracağı güne kadar. Halit Ayarcı hayat hikayesini dinleyince Hayri İrdal’ı çok sever. Kafasında Saatleri Ayarlama Enstitüsü fikri peydah olur. Enstitüyü kurar ve müdür yardımcılığı görevine Hayri’yi getirir. Hayri İrdal’ın hayatı bundan sonra tamamiyle değişir.Fakirlik ve kırgınlık günleri geride kalır. İnanmadığı bu işe zoraki girmiştir. Sonuçları şaşırtıcı olunca kaygısız olmasa da bu oyunu devam ettirme yoluna gider, çünkü herkes bunu istemektedir. Ve bir gün gelir haşmetli enstitü tasfiye edilir. Gerçekler ortaya çıkar.

Berna Moran’ın, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü Eleştirisi

Saatleri Ayarlama Enstitüsü iki uygarlık arasında bocalayan toplumumuzun yanlış tutumlarını, davranışlarını, saçmalıklarını alaya alan, eleştirel bir romandır. Yapıt, çocukluğu Abdülhamit döneminde geçen Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de yaşayan Hayri İrdal’ın anıları…

şeklinde verildiğine göre söz konusu hicvin son elli yıllık Türk toplumuna yöneltilmiş olması gerekir.Prof. Mehmet Kaplan bu kanıda. Ama aldanmıyorsam, Tanpınar İrdal’ın yaşamı içine sıkıştırılan bu elli yıllık zaman diliminde, toplumumuzun çok daha geniş bir tarih süreci içinde geçirdiği bunalımı anlatmaya çalışmaktadır. Dört bölüme ayrılmış roman: «Büyük Ümitler», «Küçük Hakikatler», «Sabaha Doğru» ve «Her Mevsimin Bir Sonu Vardır». Yorumum doğruysa birinci bölüm Tanzimat öncesini ele almaktadır, ikinci bölüm Tanzimat dönemini, üç ve dördüncü bölümler de Cumhuriyet döneminin başlarını ve devamını. Yazar söz konusu dönemleri gerçekçi bir yöntemle yansıtıyor demek istemiyorum tabii, toplumumuzun o dönemlerdeki bazı özelliklerini dolaylı bir yoldan dile getirip hicvettiğini söylemek istiyorum. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ne tür hiciv yöntemi uygulanıyor?

Yazarlar romanda hiciv için çeşitli yöntemlere başvurmuşlardır: parodi yöntemi (Cervantes); utopia yöntemi (Huxley); hayvanlar dünyasını alegorik olarak kullanma yöntemi (G. Orwell); topluma bir yabancının gözüyle bakma yöntemi (Montesquieu)… vb. Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bu sonuncuyu biraz değiştirerek ve daha karmaşık bir biçime sokarak kullanır. Hiciv, gerçekten olan durumla, olması gereken durum arasındaki farkı belirtmek için yapıldığından, bu yöntemi seçen yazarlar, içinde yaşadığımız toplumun alıştığımız, kanıksadığımız bozuk ve kötü yanlarını bize taze bir bakışla sunmak, bizde bunları sanki ilk kez görüyormuşuz duygusunu uyandırmak isterler. Bunun için uygun bir yol, bozulmamış mantığı ve sağduyuyu temsil eden, o topluma tüm yabancı birine, o toplumda işlerin nasıl yürütüldüğünü, insanların nasıl davrandığını anlatmak ve onun tepkilerini, düşüncelerini belirtmektir. Örneğin yazar, çok yabancı bir ülkeden bir adamı hicvedilecek topluma getirip gezdirir ve o toplumdaki insanların inançlarına, geleneklerine, davranışlarına onun sağlıklı mantığı, çocuksu saflığı ile bakar. Montesquieu Les Lettres Persanesda (1721) bu iş için bir İranlıyı seçmişti; Goldsmith ise Citizen of the World’da (1762) bir Çinliyi. Bu yöntemin bir benzerinin, şimdi aklıma gelen bizdeki bir örneği de, Haldun Taner’in Ha Bu Diyar’da kullandığı ‘anachronisme’ yoludur. Evliya Çelebi bugünün Ankara’sına gelir ve kendisiyle konuşanlardan modern Türkiye’yi dinler. Yazar, böylece, geçmiş zamandan getirdiği bir adama yapılan açıklamalarla şimdiki toplumu hicveder.

Tanpınar’ın yöntemi de toplumu bir gözlemci kullanarak eleştirmektir. Ne var ki İrdal ne uzak bir ülkeden gelmiş bir yabancıdır ne de öbür dünyadan aramıza inmiş, geçmiş bir çağın adamı. İrdal eleştirilen toplumun bir üyesidir; o insanlarla birlikte yaşar, ama yine de ayrılır onlardan. Bir kere doğuştan farklı olduğu, onlara benzemediği için tam anlamıyla onlardan biri sayılamaz. Yalnızdır, ‘hayat dışı’dır. Çocukluğundan beri nasıl türbelere götürüldüğünü, nefesi keskin kişilere okutulduğunu kendisinden dinleriz. Dr. Ramiz’den söz ederken, diyor ki: «Hakkımdaki kanaati herkesin kanaati idi. Yani bana (…) hep bazı hususi meziyetleri de bulunan biçare bir meczup, kabiliyetsiz bir adam, bir hayat dışı gözü ile baktı», (2) işte İrdal’ın bu çocuksu saflığı, yan meczup garip kişiliği, içine kapalılığı ile toplumun yarı içinde yarı dışında yaşayan bir adam olması, ona, topluma dışardan, farklı bir açıdan bakmak olanağını sağlar. Fatih Rüştiyesi’ndeki öğrencilik yıllarından söz ederken: «insan işlerine uzaktan bakmayı oradan öğrendim.» der (s. 24). Başka bir yerde de: «Hayatımı düşündükçe… daima kendimde seyirci haleti ruhiseyisinin hâkim olduğunu gördüm» (s. 67) diyen İrdal, bu seyirci rolü ile, hiciv edebiyatında topluma dışardan gelen yabancı geleneğine bağlanır.

Tanpınar’ın bu yöntemi daha karmaşık bir biçime soktuğunu söylemiştim. Diğer romanlarda yazar, kullandığı yabancı kişiyi o toplumun çeşitli kesimlerine ya da kurumlarına sokar ve toplumun o günkü durumunu eleştirir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ise İrdal’ın çevresindekiler fazla değişmez, aynı kişilerdir hemen hemen. Kıraathanedekiler ve Spiritizma Cemiyeti’ndekiler, daha sonra Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde görev alan kişilerdir. Bundan ötürü romanda, kısa bir zaman dilimi içinde çeşitli kesimlerdeki insanlarla karşılaşmayız da, aynı insanları farklı dönemlerde izleriz. Bunların geçirdiği değişiklik, o dönemlerdeki toplumun özelliğini belirler. Aynı şey İrdal için de söz konusudur; toplumun bir parçası olarak o da değişir dönemlere göre.

Hiciv, geleneksel, toplumsal ve ahlaksal değerlerle, yaşamda bunlara ters düşen davranışların yarattığı uyumsuzluktan kaynaklandığına göre etkili olması için yazarın okurla paylaştığı rasyonel bir normlar sisteminin bulunması şarttır. Yazar bu normların dışına çıkanları kendisine hedef alır, çünkü amacı bu bozuklukları, aksayan yönleri gülünç düşürerek düzeltilmelerine yardımcı olmaktır. Bozukluklar da çeşitlidir: Gurur, ikiyüzlülük, aptallık, bencillik, para hırsı, sömürü, zulüm, haksızlık, vb.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü İrdal’ın ağzından anlatıldığına göre İrdal’ın kişiliği, toplumu ne adına hicvettiği, normların ne olduğu önemli. Eğer İrdal gerçekten tam bir meczup veya delinin teki ise yaptıkları gözlemlerin ve eleştirilerin bir anlamı kalmaz. Yok gerçekte meczup ya da safdil değil de işi saflığa vuran bir sahtekâr, Konur Ertop’un deyişiyle «kendi yalanına kendini kuvvetle kaptırmış bir dolandırıcı»(3) ise, ahlak ölçütleri bizimkinden çok farklı olacaktır. Yoksa İrdal, çocuksu saflığı içinde kuvvetli sağduyusu ve temiz yüreğiyle, insanların zaaflarını, kusurlarını önümüze sergileyen bir gözlemci mi? İrdal’ın, bu saydığımız kişiliklerden zaman zaman birine ya da ötekine uyması durumu biraz karıştırmaktadır. Tanpınar en etkin gülmeceyi elde etmek için İrdal’ı bir gereç gibi kullandığından, kişiliğinin tutarlı olmamasına aldırış etmez. Bu tutarsızlık, sonra belirtmeye çalışacağım gibi, bir yerde okurun yapıtı anlamasını güçleştirecek kerteye varır. Ama romanın büyük bir kısmında İrdal, saf, iyi kalpli, sağduyu ve mantık sahibi, kendisi de dahil dürüstlükten ayrılanları eleştiren, geleneksel değerleri savunan bir adamdır.

«Büyük Ümitler» başlığını taşıyan ilk bölümde İrdal’ı iki çevre içinde görüyoruz. Biri kendi aile çevresidir, biri de babasının dostlarının çevresi. Bu iki çevrede de din ve hurafe motifleri, boş inançlar dikkatimizi çeker. İrdal’ın babasının dedesi bir cami yaptırmak istemiş, parası yetmemiş ve bu işi bitirmesini oğluna vasiyet etmiş. İşte bu yüzden aile şusunu busunu sata sata gittikçe yoksullaşmış ve sonunda İrdal’ın babası cami kayyumluğuna kadar düşmüş. Yaptırılacak cami için alınmış olan ayaklı duvar saati, kapı perdeleri, yazı levhaları ve yer hasırları oturdukları eve küçük bir mescit havası vermiştir. «Mübarek» adını taktıkları saat İrdal’ın annesine göre tekin değildir ya bir evliyadır ya da iyi saatte olsunlar çarpmıştır onu. İkinci çevreyi de dinsel motifler ve boş inançlar belirler. Bu çevrede, kalabalık, büyük bir konakta yaşayan, insan canlısı, «hafifçe komik bir operet amcasına» benzeyen Abdüsselâm Bey; Eczacı Aristidi Efendi ve dua yoluyla Kayser Andromkos’un hâzinesini bulacağını, gaipler dünyasıyla alışverişte olduğunu söyleyen Seyit Lûtfullah yer alırlar. Bu insanlar iki şeyin peşindeler: altın yapmayı başarmak ve Kayser Andronikos’un hâzinesini bulmak. Abdüsselâm Bey tükenmekte olan servetini yeniden elde edebilmek için, bir yandan eski yazmalarda bulduğu büyü ve simya karışımı formülleri Aristidi Efendi’nin laboratuvarında denetirken bir yandan da Lûtfullah’ın gaipler dünyasıyla olan ilişkisini gözeterek hazine işini kovalar. İrdal’ın babası da dedesinin vasiyetini yerine getirebilmek için bütün umudunu Seyit Lûtfullah’a bağlamıştır. Görüldüğü gibi, bu çevrenin bir özelliği, gittikçe bozulan mali durumlarını düzeltmek için, büyü, tılsım, simya gibi akıl ve bilim dışı şeylere güvenmeleri. «Onlar için ‘imkân’ denen şeyin hududu yoktu. Her şeyin mümkün olduğu bir âlemleri vardı. Eşya, madde, insan, her şey bu hudutsuz imkânın eşiğinde, her an kendisini değiştirecek mucizeli kelimeyi, formülü, duayı, yahut ameliyeyi bekliyordu» (s. 44). Eğer başta söylediğim gibi İrdal’ın yaşamı, Tanzimat öncesi, Tanzimat sonrası ve Cumhuriyet dönemlerini anlatmak için kullanılmışsa, söz konusu çocukluk dönemi, Tanzimat’tan önce, Batı’daki bilimsel ve ekonomik gelişmelerden habersiz, dine yönelik, gerçekçi olmayan bir çağı simgeliyor diyebiliriz. Bu çağı, Tanpınar Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi kitabında şöyle özetler:

Rönesansı ve onun hayata getirdiği fiziki değişiklikleri idrak eden (…) bir Avrupa karşısında, ilmi hayatı durmuş, iktisadi nizamı ve istihsal kuvvetleri (…) altüst olmuş, birçok sahalarda tekâmülün mucizesini unutmuş bir Osmanlı İmparatorluğu mevcuttu.(4)

İrdal çocukluğunda beraber olduğu bu insanların hayatını paylaşır, ara sıra Seyit Lûtfullah’a ‘gaip âlemle’ ilişki kurmada yardım eder, onlarla birlikte bir rüya içinde yaşamaktan hoşlanır. Ama yine de bu işlere dışardan bakmıştır hep. Sonradan şunları söyler Dr. Ramiz’e: «Lûtfullah biçare bir meczuptu, söyledikleri, yaptıkları beni eğlendirirdi.» (s. 112). Demek biçare bir meczup olarak tanıdığımız İrdal onlardan daha akıllı, ama o da, içinde yaşadığı çevre gibi gerçeklikten kaçmakta bulur mutluluğu ve biraz büyüyünce bir tuluat kumpanyasına katılarak başka bir masal dünyasına atılır.

«Küçük Hakikatler» başlığını taşıyan ikinci bölüm, romanda Tanzimat sonrası, dönemine ayrılan kısımdır.

İrdal’ın savaştan döndükten sonra mutlu ilk evliliğinin, başına gelen felâketlerin, karısının ölümünün ve ikinci evliliğinin yer aldığı bu bölümde, Şehzadebaşı’ndaki bir kıraathaneyi anlatan uzun, önemli bir kısım vardır. Bu bahsi istersek alaycı bir dille anlatılmış bir kıraathane betimlemesi gibi okuyabiliriz. Ama gerçekte Tanpınar, hiç kuşkusuz, kıraathane halkını anlatırken, toplumumuzun Tanzimat’tan sonra iki uygarlık arasındaki bocalayışını da dile getirmektedir. Kıraathane bahsini doğru anlamak için «Medeniyet Değiştirmesi ve İç insan» adlı makalesinde söylediklerini hatırlamamız gerek. Biz, tarihi ve coğrafi bir zorunluluk gereği Tanzimat ile Batı’ya yönelmişiz, ama ne eskiyi bırakabilmiş ne de yeniyi tam olarak alabilmişiz. Mimarimizde, ev eşyamızda, kıyafetimizde, hayat tarzımızda bir ikilik doğmuş. Kıraathanenin anlatılan günlük yaşamının altında bu ikiye bölünmüşlük yatar. Sahibi yarı yerli, yarı Batılı görünüşüyle garip bir adamdır. «Kendisine mahsus eski ile yeni arasında bir dil, hemen hemen o kadar yapmacık bir kıyafet ve başta Frenk taklidi sivri bir sakalla bir çehre» uydurmuştur (s. 128). Sözünü ettiğim makalede, Tanzimat’tan sonra en önemli sorunlarımızı bir şaka haline getirmemizden yakınır Tanpınar:

Bizi sadece yaptığımız işlerden değil, onların hız aldıkları prensiplerden de şüphe ettiren, mühim ve hayatı meselelerimiz yerine bir şaka denebilecek kadar hafif şeylerle uğraştıran, yahut bu mühim ve hayatı meselelerin mahiyetini değiştirip bir şaka haline getiren bu buhranın sebebi, bir medeniyetten öbürüne geçmemizin getirdiği ikiliktir.(5)

Kıraathanedekiler de böyledir, onlar da ciddi olanı şaka haline getirirler:

Hakikaten yeni bir fikir veya meselesi olanların sözü ilk defalar sadece nezaket ve biraz da tecessüs yüzünden dinlenirdi ve daima uyanık olan muhit muhayyilesi onu şakaya en çok müsait tarafından yakalayana, yahut kendi seviyesine indirene kadar öyle kalırdı. Bütün ciddi şeyler böyleydi. (s. 130).

Tanpınar’a göre, yaptıklarımıza karşı beslediğimiz bu şüphe «bir neslin halledeceği davaları nesilden nesile havale eden, en basit meseleleri bir türlü atlanamayan eşikler haline» getirmiştir.(6) Kıraathanedekilerin de özelliği budur, onlar da «bir ayakları daima eşikte» yaşarlar. «Hakikaten buradaki hayat, asıl kapının dışında bir hayattı. Ve onu yaşayanlar, o şekilde, yani hiç içeriye girmeyi düşünmeden, yahut da bir ayakları daima eşikte, yaşıyorlardı» (s. 134). İrdal’a göre bu insanlar hakkında en doğru sözü söylemiş olan Halit Ayarcı şöyle özetliyor onları: «Bu insanları hep bir çeşit aralıkta yaşıyorlarmış gibi düşündüm, isterseniz onlara kapının dışında kalanlar da diyebiliriz. Muasır zamana girememiş olmanın şaşkınlığı içinde yarı ciddi yarı şaka, tembel bir hayat» (s. 133). İrdal’a bu kıraathaneyi tanıtan Dr. Ramiz’de, bir yandan Freud’a tapan, bir yandan da bizdeki eski rüya tabirnamelerine merak sarmış, eşiği atlayamamış bir adamdır.

İrdal tamamıyla işsiz ve yoksulluk içindeyken Ayarcı’ya rastlar ve yaşamında yeni bir dönem açılır. Herkesin horladığı, aşağıladığı İrdal, «Sabaha Doğru» başlığını taşıyan üçüncü bölümde Ayarcı’nın kurduğu Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde önemli bir mevkiye getirilince rahata, paraya, üne kavuşur. Bu, hiç kuşkusuz Cumhuriyet döneminin geçmişle bağlarını kopararak yeni bir Türk toplumu yaratmak çabasında düştüğü hataların hicvine ayrılmış olan kısımdır. Bu dönemin özelliği eski ile yeniyi bir arada yaşamak yerine eskiyi tamamen atıp yeniye sarılmaktır. Yazarın bir makalesinde söylediği gibi «1923’de başlayan tasfiye eski ile yeni arasındaki bu denksiz mücadeleye son verir».(7)

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne iş göreceği belli olmadan kurulmuş, yeni yeni kadrolarla şubeler açıp gittikçe genişleyen öylesine saçma bir kurumdur ki, Tanpınar bu enstitüyü ele alarak birçok konuyla alay etmek olanağını bulur: politikacılar, üst yapıda yapılan köksüz devrimler, bürokrasi, Batı taklidi yaşam biçimi vb. Enstitüyü kuran Ayarcı’nın inandığı ana ilke yeniliktir. «Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur» (s. 220) diyen Ayarcı’nın dünyaya bakışı İrdal’ınkinin tam tersi. Bu yeni düşünce tarzına bir türlü alışamayan İrdal, çalıştığı Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde yapılanlara ayak uyduramayıp karşılaştığı şeylere sağduyusu ile zaman zaman karşı çıktıkça yeni’yi anlamamakla suçlanır. Ayarcı onun için Dr. Ramiz’e «Bir gün kervanın dışında kalınca anlar! Bu dünyada yeni diye bir şey var! Onu inkâr edenin vay haline! Zorla değiştirenleyiz ya! Sağduyusu kendine mübarek olsun! Biz canlı hayatın peşindeyiz!» (s. 279) diyerek yeniyi yaratmanın, olaylara, sorunlara yeni bir şekilde bakmakla mümkün olabileceği fikrini tekrar eder. Tanpınar, bildiğimiz gibi, kendi köklerimizden kopmadan yenileşmekten yana. Yeni yaşam biçimlerini yine Türk toplumunun yaratmasını ister. Bunları yaratırken, kendi geçmişimiz ve Batı, vazgeçemiyeceğimiz iki kaynaktır. Cumhuriyetle geçmişe sırt çevirerek Batı uygarlığını kopya edebileceğimize inanmakla aldandık. Üstelik o zaman bile yeniye tam inanmış değildik. Bundan ötürü, Tanpınar, yeniye inanmış gibi görünen, ama gerçekte çıkarlarını düşünen politikacıları da, bürokratları da, aydınları da romanında kendine hedef alır. Gerçi Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü kuran Ayarcı çıkar peşinde koştuğu için yapmaz bunu; o, yeni bir şey yaratmak isteyen ve bunu başarmak uğruna sağduyuyu, mantığı, doğruluk ölçütlerini elinin tersiyle bir yana iten bir eylemcidir. Sabriye Hanım’ın dediği gibi «sporu sever, menfaati değil». «Yaratmak yaşamanın ta kendisidir» diyen Ayarcı yaptığına inanmıştır. Hatta bir gün kendisine karşı çıkan İrdal’a «Hiçbir zaman benim kadar temiz ruhlu olmadınız! Çünkü ben bu işlerin üstündeyim» cevabını verir (s, 341)..lrdal, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde müdür yardımcısı olarak çalışmayı kabul etmekle, inanmadığı bir işe katılmış olmakla kalmaz, orada dönen dolaplara, sahtekârlıklara, yalanlara bulaşmış olur. Ama gözlemci rolünü de sürdürür: «Herkes benim gibi mi, yoksa biraz farklı mı? Bunu öğrenmek için ısrar ediyorum. Hayır onlar da benim gibiydi, hatta daha beterdiler» (s. 363). Bu kurumda çalışanların hepsi çıkarını düşünür, ödün verir, ‘yeni’yi kendi çıkarlarına dokunmadığı sürece savunur, alkışlarlar. Hiciv çok daha serttir bu son bölümde. Halanın evindeki daveti,

Büyük salonda ve holde dans bütün hızıyla devam ediyordu. Pudra, lavanta, ter kokusu, çıplak omuz, vıcık vıcık koltuk altı, tebessüme bulaşmış ruj, havayı bir macun gibi kesifleştirmişti. (s. 330) sözleriyle anlatılan parçada tiksinti uyandıran fiziksel öğeler, gerideki moral çöküntünün sadece dış görünüşüdür. İrdal artık kendisinden de çevresinden de iğrenen bir adam olmuştur. Enstitüyü büyük bir heves ve inançla kuran Ayarcı romanın son bölümünde yanında çalışanların ihanetine uğrar. Çünkü yapılanlara içtenlikle inanmış insanlar değildir bunlar. Gerçek bir işlevi olmayan Enstitü, Amerikalı uzmanların verdikleri rapor üzerine lağvedilir, Ayarcı da aldandığını itiraf ederek kaybolur ortadan.

Romanın tümüne egemen bir duygudan söz etmek gerekirse buna ‘abes’in duygusu diyebiliriz. ’Saçma, yaşamın kendisinde vardır ve İrdal hayatı boyunca buna sık sık tanık olur. Fakat ayrıca, Türk toplumunun karşılaştığı uygarlık sorununun yarattığı bölünme, bu toplumu rasyonel olmayan davranışlara ve saçma tutumlara iter ve romanda genel çizgiyle hiciv, toplumun bu yüzden içine yuvarlandığı ‘abes’i, İrdal’ın bir gözlemci olarak sergilemesiyle sağlanır. Birbirini izler saçma şeyler. İrdal’ın çocukluk dönemi cin peri masallarını andırır zaten. Gençliğinde yakından tanır saçmayı: («Şerbetçibaşı Elmas’ı hikâyesi bana ‘abes’ denen şeyi öğretmişti»). Kıraathanedeki hayata gelince «bu abes denen şeyin bataklığı idi ve ben farkına varmadan boynuma kadar ona gömülmüştüm (s. 140). Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde de her şey «ters ve tanınmaz bir mantık içinde»dir. (s. 242). Bundan ötürü İrdal’ı en çok isyan ettiren şey, onu sürekli olarak boğan, bazen adeta çıldırtan şey yaşamdaki bu anlaşılmaz ‘abes’dir. İrdal gibi Tanpınar’ın kendisini de rahatsız eden, yaşamda gözlemlediği bu saçmalıktı. «Kelimeler Arasında Elli Yıl» adlı makalesinde şunları okuyoruz: «Asrımızın yarısındayız. Üzerimde birdenbire bu elli senenin ağırlığını çökmüş buluyorum. Yükünden ziyade, içinden çıkılmaz absurditesiyle ezen bir ağırlık».(8) Ancak burada, üzerinde durmadan şunu da belirtmekte yarar var ki, Tanpınar’daki saçma kavramı Varoluşçuluğun ’saçma’sı değildir.

Buraya kadar daha çok Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki hiciv konuları üzerinde durdum. Ama hicivde iki şeyin var olması gerek: biri hicvedilecek konu, biri de gülmece. Çünkü bilindiği gibi, hiciv, saldırıya geçen, ya da Frye’ın deyişiyle, militan mizahtır. Tanpınar’ın hiciv için ana yöntem olarak seyirci yöntemini kullandığını başta söylemiştim. Ama bu yöntem içinde gülmeceyi ve eleştiriyi sağlayacak çeşitli teknikler yer alır ve bunlara bağlı olarak hicvin şiddeti de azalır ya da artar. Zaten yazar okuru bir şeyi eleştirmeye yöneltirken okura sunduğu hedefin önemine göre birtakım duygular uyandırmak ister. Bazen okurun ona sadece gülmesini ister, bazen onu aşağılamasını, bazen ona kızmasını, bazen ondan tiksinmesini ya da nefret etmesini. Bunu yaparken kullanacağı militan gülmeceyi de, bu duygu yelpazesine göre ayarlar. Kırıcı olmayan bir alaydan başlayarak acı bir alaya kadara derece derece artan silahlar kullamr. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde alay tatlıdan acıya doğru gelişmekte ve sonunda açık yergiye varmaktadır demek yanlış olmaz sanırım. Böyle bir romanın değeri, büyük ölçüde, gülmeceye dayandığına göre Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün, açıklanması çok daha güç olan bu yönüne eğilmek ve Tanpınar’ın kullandığı çeşitli tekniklerden bazılarını belirterek bu andan zenginliğini örneklerle göstermeye çalışmak yerinde olacaktır. Çünkü sözünü ettiğim çeşitlilik olmasaydı, böyle uzun bir romanda gülmece tek düze olmaya ve etkisini yitirmeye başlardı.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde gülmece bazen olayların kendi komikliğinden doğar. Yani bir durumun beklenmedik ve saçma bir yönde, gittikçe karışarak gelişmesinden. Bazen komik bir durumu, İrdal’ın farketmeyerek ciddi bir tavırla anlatmasından (understatement). Üçüncü bir teknik bunun tam tersi bir yöntemdir; İrdal bir durumu özellikle komikleştirir. Bir başka yöntem açık istihza yöntemidir. Bazen da abartma (sözde övgü) yoluyla ‘ironie’ye başvurulur.

Olayların gelişmesine dayanan yönteme en iyi örnek belki Şerbetçibaşı Elmas’ı hikâyesidir. İrdal askerden dönünce Abdüsselâm Bey onu, kendi konağında yetişmiş bir kızla, Emine ile evlendirir ve konağına alır. Abdüsselâm evinde kalabalıktan hoşlanır, ama onun bu aşırı insan düşkünlüğünden usanan kendi çocukları, gelinleri ve damatları birer ikişer konaktan kaçarlar. Sonunda, yaşlanmış adamı bırakmaya bir türlü gönlü razı olmayan İrdal ile karısı kalır konakta. Abdüsselâm, İrdal’ın doğan çocuğuna ad koyarken İrdal’ın annesinin adı olan Zaide yerine yanlışlıkla kendi annesinin adını koyar: Zehra. Olaylar geliştikçe durum komikleşir; Abdüsselâm artık bunamış gibidir ve küçük Zehra’yı kendi annesiyle özdeşleştirmeye başlar. Evin her tarafı Abdüsselâm’m, olmayan servetini İrdal’ın kızı, kendi annesi Zehra’ya bıraktığını bildiren vasiyetnamelerle dolar. Abdüsselâm ölünce bıraktığı bu garip vasiyetnameler mahkemeye yol açar ve yargıçlara dert anlatana kadar göbeği çatlar İrdal’ın. Ne var ki bununla da bitmez iş. Abdüsselâm’ın nasıl borç bulabildiğini öğrenmek için kendisini sıkıştıran birine İrdal, alay olsun diye, «farzet ki Şerbetçibaşı Elmas’ı kendisinde olsun» der ve buna dayanarak borç alabilmiş olacağını ileri sürer. Bu kez yeniden işler karışır; elmas dedikodusu dallanıp budaklanır ve yine mahkemeye düşen İrdal bu sefer Şerbetçibaşı Elmas’ını çalmakla suçlanır. Saçmalık bununla da bitmez. İrdal mahkemede öfkeden kendini kaybederek söylediği şeyler yüzünden deli diye adli tıbba gönderilir; orda da kaçık Dr. Ramiz’in eline düşer. Böylece basit bir şekilde başlayan bir olaylar dizisi, bir yanlışlıklar komedisi gibi, olmayacak bir biçimde gelişerek karıştıkça karışır ve komik bir Kafka durumunu hatırlatan ‘abes’e ulaşır. Gülmece açısından çok ustaca anlatılan bu olaylar dizisinde, aynı zamanda, iyi kalpliliği ve talihsizliği yüzünden felâkete uğrayan İrdal’ın davranışlarıyla karşılaştırmamız ve eleştirmemiz için başkalarının bencilliği, ikiyüzlülüğü, yalancılığı, «insanın insana hücumu o hiç yere düşmanlık» ortaya konur. Onun için bu ‘abes’ komiktir ama gülerken buruk bir tat bırakır ağzımızda.

İrdal’ın adli tıpta Dr. Ramiz’e teslim edilmesiyle başka bir hiciv yöntemi çıkar karşımıza. Bu psikanaliz bahsinde gülmeceyi oluşturan, olayların saçma gelişiminden çok, psikanalizle bozmuş Dr. Ramiz’in kişiliği, psikanalizi gülünç hale sokması ve bunların bize sunuluş tekniğidir. Bir sürü felsefe okulları, bilimsel kuramlar Yunan edebiyatından bu yana hiciv yazarlarının şimşeklerini üzerine çekmiştir. Lukianos Hayatların Satışı’nda belli felsefe okullarını temsil eden filozofları köle olarak mezata çıkartmış ve bunların ne gibi yararlar sağlamak iddiasında olduklarını belirterek alay etmişti onlarla. Erasmus skolastikleri, Samuel Butler, Darwin’cileri, Voltaire de Leibnitz’in iyimserlik felsefesini ele almışlardı. Le Mariage Force de iki filozofu gülmece konusu yapmıştı Moliere. Northrope Frye’nin dediği gibi felsefe sistemlerinin hicve yatkın olmalarının nedeni, açıklamak iddiasında oldukları yaşamın karmaşıklığı, insan davranışlarının sonsuz çeşitliliği karşısındaki basitlikleridir. Filozof, yaşamın zenginliğinin içinden işine gelenleri seçip diğerlerine gözünü kapayarak yaşamdan bir soyutlama yapar ve yaptığı bu soyutlama ile her şeyi açıkladığı iddiasındadır. Hiciv yazarları bu dogmatizmin zayıf yanlarını yakalayarak büyük iddiaları gülünç düşürmek için gerçek yaşamla bu soyut kuramlar arasındaki uyuşmazlığı meydana koyarlar.(9)

Tanpınar psikanaliz bahsinde böyle bir gülmece konusunu işliyor. Kimdir Dr. Ramiz? Avrupa’da psikanaliz okumuş, gözü başka bir şey görmeyen, ama psikanalize, hastaya «tatbik edilecek bir usûlden ziyade bütün dünyayı ıslah edecek bir vasıta» olarak bakan bir bilim adamı. Ona göre bu yeni bilim her şeydir:

Cürüm, cinayet, hastalık, ihtiras, parasızlık, sefalet, talihsizlik,sakat doğma, düşmanlık, hülâsa insan hayatını bizim irademizin dışında cehennem yapan şeylerin hiç biri yoktu. Yalnız psikanaliz vardı. Hepsi dönüp dolaşıp ona geliyorlardı. O hayat muammasının biricik anahtarı idi (s. 101).

Dr. Ramiz Türkiye’nin toplumsal sorunlarıyla da ilgilenir, ama döndüğü ülkesinde kendisine bütün sorunları çözebilme fırsatını sağlayacak bir mevki verilmediği için küskün bir gençtir. (10)

İşin bu yanı bir tarafa, Tanpınar, komik öğeyi yakalamak için Ramiz ile İrdal’ı nasıl kullanılıyor bu bahiste? İrdal adli tıpta Dr, Ramiz’e havale edilince, hiç işitmediği bu yeni bilimle karşılaşır. Doktoru deli olmadığına inandırmak için çırpınır durur, ama «psikanaliz çıktıktan sonra herkes az çok hastadır» diyen Ramiz ilk hastası olan İrdal’ı günlerce sorguya çektikten, yaşamını öğrendikten sonra başına gelen tüm felâketlerin nedenini bulur:

– Demin de dedim ya… Siz babanızı beğenmiyorsunuz… Beğenmemişsiniz.

– Aman doktor!

– Dinleyin, dinleyin… Beğenmedikten sonra kendiniz onun yerine geçeceğiniz yerde, kendinize durmadan baha aramışsınız… Yani reşit olmamışsınız. Hep çocuk kalmışsınız! Öyle değil mi?

Yerimden fırladım. Bu fazlanın fazlasıydı. Düpedüz iftiraydı, hainlikti, zalimlikti, beni bir kalemde insanlığın dışına çıkarmaktı.

– Hiç aklımdan geçmez. Geçmedi de. Saçma, budalalık! Ne diye bir başka baba arıyayım! İstesem de istemesem de onun oğluyum… Babamı nasıl inkâr ederim?

– Sakin olun!., dedi. Maalesef beğenmiyorsunuz. İnkâr değil, beğenmemek. İşler sizde çok karışmış… Evvelâ Mübarek işi karıştırmış. Hikâyesi dolayısıyla evde âdeta muhterem, mukaddes bir yer almış.. Evin içinde kıymetler altüst olmuş… Babanızı ikinci dereceye atmış…

– Saat mi? Biçare bir şeyi… Eskif ihtiyar bir saat… Aile yadigârı.

– Gördünüz mü? Biçare, eski, ihtiyar… Ondan hep insanmış gibi bahsediyorsunuz.

– Yani?…

– Yani çocukluğunuz bu saatin eve getirdiği hava içinde geçmiş… Babanız bile onu kıskanmış. Anneniz Mübarek adını verdiği halde babanız «menhus» adını koymuş, nasıl oldu da parçalamadı şaşıyorum. Çünkü babanız sizden evvel tehlikeyi görmüş.

– Parçalamak değil ama, satmak istiyordu.

Doktor sevinçle yerinden fırladı. Davasının bir ispatını daha vermişti.

Yeniden kuvvetlerimi topladım. Yeniden anlatmağa çalıştım. Başka ne yapabilirdim?

– Doktorcuğum lütfen! Bunlar mâkul şeyler değil. Adamcağız ağzından iki kelime kaçırdı diye… Saat kıskanılmaz… Eşya kıskanılır mı hiç? Başkasında olsa anlarım. Kendi malını insan kıskanmaz, belki beğenmez, bıkar, atar, satar, yakar, mahveder, amma… (s. 109-112).

Gerçekte biraz kaçık olan doktorun kendisi tabii. Garip huyları ve merakları vardır. Her şeyini çantasında taşır, ceplerine bir şey koymaz. Cigarasını her defasında çantasından alır, yakar sonra paketi geri kor ve çantayı kilitler. Derken aynı şey kolonya ile tekrar edilir, sonra tırnak makasına gelir sıra. Bütün bunları anlatırken İrdal kendi telaşındadır, ciddidir ve bundan ötürü ne görür ne vurgular komik öğeyi. Tersine, İngilizlerin understatement dedikleri yolla, yani söylenebilecek olanın tümünü, hakkını vererek söylemek yerine, hafifleterek önemsizleştirerek, durumu farketmemiş bir adam olarak anlatır. Böylece Tanpınar, Ramiz’in gülünçlüğünü okura, durumu kavrayamayan cahil ve saf İrdal’ın anlatışıyla sunarak gülmecesine hem incelik hem de güç kazandınr.

Dr. Ramiz’in İrdal ile birkaç yıl sonra, yine Mübarek ile ilgili başka bir konuşmasına bakarsak gülmece tekniğinin başka olduğunu görürüz. İrdal’ın halası verdiği bir davette Türk ve yabancı misafirlere süslü püslü büyük bir saati Mübarek diye takdim etmektedir:

İşin garibi saatimizi o kadar iyi tanıyan, günlerce ziyaret eden, sattığımı yakından bilen Dr. Ramiz’in Mübarek’teki bu değişiklik karşısında hayretiydi. Nihayet dayanamadı beni bir köşeye çekti, gayet mahrem ve endişeli bir sesle:

– Kardeşim, dedi bu gece ben Mübarek’i çok değişmiş gördüm. Nasıl diyeyim, fazla süslü gibi geldi bana!

Elimdeki viski kadehini ona tutuşturdum:

– Doğru! diye cevap verdim. Para, refah, fazla kazanmak hırsı hepimiz gibi onu da değiştirdi.

– Ama onunki biraz fazla! dedi. Eskiden daha sade ve güzeldi. Önüne geçemiyor musunuz?

– Kabil değil! Hiçbir şey yapamıyoruz. Yapamayız da… Çok nasihat verdim, bir türlü dinlemiyor…

– Herhalde bir çaresini aramalı! Hiçbir şey yapamasak bile o nişanı göğsünden çıkartmağa razı etmek lâzım!

– İstersen sen dene. Bana Sultan Aziz verdi diyor, başka bir şey demiyor. Halamı görmüyor musun? O yaştaki kadına yakışacak kıyafet mi o? Bizim aile böyle! Yaşlandıkça azıyoruz. O da ne olsa, aileden sayılır. Sana doğrusunu söyliyeyim mi? Ben bile bunadığım zaman neler yapacağım diye korkmaya başladım.

Burada aziz dostum isyan etti:

– Hayır, dedi. Ben varken sen hiç korkma! Zaten seni tedavi ettim (s. 323-324).

Burada Ramiz’in gülünçlüğü ve budalalığı önceki örnekte olduğu gibi İrdal’ın saf bir kişi olarak kullanılmasıyla belirtilmiyor. İrdal’ın rolü değişmiş; şimdi Ramiz’in budalalığı ile alay eden, onu belirginleştiren İrdal’ın kendisi. Kısacası istihza yöntemiyle yapılan gülmecedir bu.

Tanpınar’ın kullandığı, buna yakın başka bir yöntem, bir durumu komikleştirerek betimlemektir. Örneğin konferans sahnesi.

İrdal bir ara Dr. Ramiz’in kurduğu, kendisinden başka doktor üyesi bulunmayan Psikanaliz Cemiyeti’nin müdürlüğünü üstüne alır. Dr. Ramiz’in burada verdiği bir konferansta uyuyan dinleyicilerin çıkarttıkları hırıltılar ve horultularla konferansçının sesi arasındaki savaşımı şöyle betimliyor İrdal:

Dr. Ramiz, bu kollektif ihanetle elinden geldiği kadar mücadele etti. Hiçbir zaman onu bu kadar kahraman ve vaziyete hakim olma kararında görmemiştim. Sesi, Asaf Bey’in mırıltılarının her lâhza yeniden yetiştirdiği yumuşak otlar ve nebatlar arasından kükremiş bir aslan gibi fırlıyor, sağa sola en beklenmedik şekilde hücum ediyor, görünmez düşmanlarıyla boğuşuyor, atılıyor, yakaladığını boğuyor, boğamadığını sindiriyordu. Yüzü ter içindeydi, elleriyle durmadan işaretler yapıyor, sanki yirmi ağızdan birden üzerine hücum eden horlamaları iterek, kakarak kendisine yol açmağa çalışıyor, kelimeler, dudaklarından kırbaç şakırtılarıyle çıkıyor, ateşli ökseler gibi dört yana fırlıyor, itfaiye hortumları gibi sağa sola uzanıyordu. Fakat, bir insan tek başına bu kadar çok, bu kadar terbiyeli, kaçmasını, değişmesini, sinmesini bu kadar iyi bilen bir düşmanla nasıl mücadele edebilirdi!

Ve Dr. Ramiz’in sesi, her an uyanık, her an tetikte her hadiseyi anında karşılıyor, durmadan şekil değiştiriyor, yalvarıyor, vâdediyor, tehdit ediyor, üst üste en beklenmedik nizamlar kuruyor, örfi idareler ilân ediliyordu (s. 147).

Konferansı veren Dr. Ramiz’in dinleyicileri uyutması, tek başına ucuz bir güldürü olurdu. Onun için Tanpınar bununla yetinmek yerine, sahneyi tabii yine İrdal’ın ağzından, sesler arasındaki korkunç bir savaşım şeklinde canlandırıyor. İrdal’ın bu parçada da, gördüğünü saflıkla anlatan bir adam olmadığı açık. Komik öğe, İrdal’ın durumu hınzırca komikleştirmesinden, yani alaylı sunuşundaki hünerinden geliyor.

Buraya kadar verdiğimiz örneklerde Ramiz’in gülünçlüğü hicivden çok mizah konusudur. Şimdi Tanpınar’ın başka gülünç bir tipi, toplumu hicvetmek amacıyla nasıl kullandığını görelim. İrdal’ın evlere şenlik bir baldızı vardır. Bu kız iyi şarkı söylediğine inandığından şarkıcı olmak merakındadır. Ama ne sesi vardır ne kulağı; makamları birbirinden ayıramaz; ünlülerin hepsini taklit eder ama hepsini aynı sesle. Baldız bir bakıma, dünya hiciv edebiyatında çok işlenmiş olan Ramiz kategorisindendir. Sahip olmadıkları birtakım meziyetleri ve özellikleri kendilerinde var sanan bu budalalar, kendilerini olduklarından ya daha akıllı, ya daha güzel, ya daha yetenekli sanırlar. Fıçı gibi terleye terleye parmaklarını çatırdata çatırdata şarkı söyleyen bu çirkin kızı, İrdal, Ayarcı’ya hiç abartmadan olduğu gibi anlatır. Bu gülünç kızı biz de, İrdal’ın paylaştığımız ölçütleriyle yargılar ve sanırız ki bu ölçütler aklı başında herkesin ölçütleridir ve kızı, bizim gibi, içinde yaşadığı toplum da gülünç bulur. Ama Tanpınar durumu beklenmedik bir şekilde döndürerek hem yeni bir gülmece konusu yakalar hem de hicvin yönünü değiştirir.

İrdal’ı dinleyen Ayarcı, kızın bu nitelikleriyle gerçekten büyük bir şöhret olabileceğini iddia ederek şaşırtır bizi:

– Çirkin, diyorsunuz; bugünün telâkkilerine göre sempatik demektir. Sesi kötü diyorsunuz; şu halde dokunaklı ve bazı havalara elverişli demektir. Kabiliyetsiz diyorsunuz o halde muhakkak orijinaldir. Yarın baldızınızla meşgul olurum. Yarından itibaren baldızınız sahnededir (s. 2-3).

Gerçekten de kız, beğenilen ünlü bir şarkıcı olur çıkar. Şimdi artık hiciv konusu olan yalnızca kız değil, onu beğenen, zevki bozulmuş bir toplumdur. Tanpınar, Dr. Ramiz gibi bir tipin gülünçlüğünü gösterirken, Ramiz’i ciddiye almayan kendi toplumunun normlarını kullanmıştı. Ahmet Mithat’ın, Recaizâde Ekrem’in Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın züppe tipiyle alay ederken yaptıkları gibi. Felâtun, Bihruz ve Meftun kendi toplumlarında alay konusu kişilerdir. Oysa baldız toplumca beğeniliyor. Başka şekilde söylersek, kendini iyi şarkıcı sanan kızla alay, sonunda, toplumun benimsediği normların hicvine dönüşüyor. Asıl hedef kız değil toplumdaki değer kargaşası.

Dahası var. Tanpınar, Ayarcı’ya modern zihniyetin savunuculuğunu yaptırarak, yeni toplumun ideolojisini (eğer buna ideoloji demek doğrusya) hicveder. İrdal baldızını tüm kusurları ve gerçek yüzüyle anlattığı için gerçekçi olduğunu söylediği zaman Ayarcı’dan şu cevabı alır:

– (…) Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir mânası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? (…) Hakikati olduğu gibi görmek… Yani bozguncu olmak… Evet bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar. Siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için size eksiksiniz, dedim. Yeni adamın realizmi başkadır.

– Elimde bulunan bu mal, bu nesne ile, onun bu vasıflariyle ben ne yapabilirim? İşte sorulacak sual. (s. 221)

Başka yerlerde de «Bu meselelerde yalan veya hakikat diye bir şey yoktur. Asrına uymak, onun adamı olmak vardır»; «Bilgi bizi geciktirir. Zaten ne sonu, ne de gayesi vardır. Mesele yapmak ve yaratmaktadır» türünden laflarla değer yargılarını tersine çevirir Ayarcı. Onun için İrdal’ın normları ile Ayarcı’nın normları çatışır durmadan. Biri aklı, mantığı, sağduyuyu savunur, öteki yeniyi, yararlıyı, eylemi. Böylelikle romanın son iki bölümünde yazar, saçmalıkları sergilemek için gözlemci İrdal’ı kullanmakla yetinmiyor, aynı zamanda Ayarcı’ya yeninin savunusunu yaptırarak yeninin dayandığı görüşü de hicvediyor.

Romanın sonlarına doğru hicvin şiddeti artar. Biraz yukarıda sözünü ettiğim duygular yelpazesinin tiksinti ve nefret basamaklarına varırız. Kokuşmuş çevreyi bize acı bir alayla verir İrdal. Hatta bazen Cemal Bey’le ilgili parçalarda olduğu gibi açık yergiye başvurur. Cemal Bey gülünç değildir; o, «sevimsiz, huysuz, geçimsiz hodbin (…) insanlar içinde dolaşan bir akrep gibi, sağa sola kuyruğunu çarpa çarpa dolaşan» acımasız bir yaratıktır (s. 306).

Ne var ki İrdal’ın kendisi de değişmiştir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde çalışmaya başladıktan sonraki İrdal, ezilen, beceriksiz, yoksul İrdal değildir; eleştirdiği kokuşmuş çevreye ayak uydurmuş bir İrdal’dır. Bununla beraber okur, çevresindekilere duyduğu tepkiyi ona duymaz, acımakta devam eder. Yazar, İrdal’ı öbürlerinden böyle ayırabildiği için de onun ağzından eleştirisini sürdürmek olanağını bulur. Nasıl oluyor da İrdal yaptıklarına rağmen okurun gözünde aşağılık bir adam olmuyor da zavallı bir adam oluyor? Sanırım iki nedeni var bunun. Birincisi İrdal’ın, kendisini aldatmak şöyle dursun, acımasızca suçlaması, azap duyması, eski durumunu özlemesi, ama yine de bu rahat yaşamından vazgeçemeyecek kadar zayıf olduğunu itiraf etmesi, ikinci neden romanın İrdal’ın ağzından anlatılması. Biliriz ki romanda bir karakterle içli dışlı olur, onu belli davranışlara iten nedenleri iyice bilir, iç dünyasını yakından tanırsak onu yargılamakta güçlük çekeriz. Hele romanın bu kişisi kendini yine kendi anlatıyorsa, olayları, yaptıklarını onun açısından görürüz ve ister istemez onun kusurlarına, suçlarına karşı daha yumuşak bir tutuma gireriz. Anlamak bağışlamaktır. Bundan ötürüdür ki, hiciv edebiyatında, eleştirilecek kişi uzun bir zaman süresi içinde, gelişmesiyle birlikte sunulmaz, kısa bir zaman süresi içinde, belli bir davranışın adamı olarak, bağışlanmasına fırsat verilmeden gösterilir. Oysa biz İrdal’ın çocukluğundan beri neler çektiğini, ailesi ile birlikte sefalete nasıl düştüğünü adım adım izlemiştik. Bu durumda okurun İrdal’ı nefretle yargılaması olanak dışıdır. Tanpınar da öyle olmasını istemiyor mu? Onun amacı İrdal’ı yargılamak değil, ödün vermeden insanı kolay kolay yaşatmayan toplumu eleştirmek. Babası gibi olmak istemeyen, ödün vermeye yanaşmayan oğlu Ahmet için de İrdal, «Bari olabilse… Hiçbir tavizat vermeden yaşayabilse! Fakat imkânı var mı?» diye düşünür (s. 327).

Son bir hiciv yöntemine daha değinmek istiyorum. Gözden geçirdiğimiz çeşitli teknikler İrdal’ın da kişiliğinde değişiklik gerektirir. Gördüğümüz gibi bazen olanları kavrayamayan saf bir adamdır; bazen alay eden keskin bir gözlemci; bazen kendisini ve çevresini acımasızca eleştiren, tahlil eden bir zekâ. Fakat bu değişik İrdal’lar okuru şaşırtmaz; çünkü bütün bu durumlarda İrdal’ın hangi değerleri temsil ettiğini biliriz. Romanın başında kullanılan hiciv tekniğine gelince, öyle sanıyorum ki bu teknik, okuru, yapıta nasıl bakacağı konusunda şaşkınlığa düşürüyor. Gördük ki romanın sonlarındaki İrdal yaptıklarından ötürü kendisini de suçlayacak kadar dürüst davranan mutsuz bir adamdır, işte bu İrdal oturup anılarım yazmaya karar verir ve böylece elimizdeki roman meydana gelmiş olur. Şimdi, romanın başındaki ilk yirmi sayfaya bakacak olursak ne görürüz? Bu, İrdal’ın bize kendini ve Halit Ayarcı’yı tanıttığı, anılarını niçin yazdığını açıkladığı bir çeşit «giriş»dir. Tanpınar burda hiciv için «abartmalı sözde-övgü» yöntemini kullanıyor. Örneğin İrdal, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden «asrımızın belki en büyük en faydalı müessesesi» diye söz eder. Ayarcı ile ilgili olarak şöyle bir parçayla karşılaşırız:

Kendi kendime yatağımda uzun zaman düşündüm. «Hayri İrdal dedim, çok şey gördün, geçirdin. (…) Etrafında sade çirkinlik, fakirlik, sefalet, gören bir adam iken birdenbire insana lâyık bir takım asıl zevk ve saadetlerin bulunduğunu duydun ve insan ruhunun asilliğini anladın. Yakın sevgisini öğrendin. Karın Pakize’yi bile asil yüzü ile o sana tanıttı (…)» Dikkat ediniz ki, bir şeyler yapmaktan, inşalara faydalı olmaktan hiç bahsetmedim. Zaten Halit Ayarc’ıyı tanıyana kadar bu cinsten bir zevkin farkında bile değildim. (s. 13-14).

Gerçek bunun tersi; İrdal insan ruhunun asilliğini değil bayağılığını anlamıştır; «doğru dürüst yürümesini bile bilmeyen» karısı Pakize’nin de zıpırın biri olduğunu sonra öğreniriz, İrdal’ın faydalı bir iş yaptığına inanmadığını da. Yani, bu ironie yöntemiyle yapılan hicivdir. Yazarın söyledikleri kastettiklerinin tam tersi demektir. Gerçi işin içinde alay olduğunun farkındayızdır ama gerçekle yalanı ayırt etmemiz kolay olmaz. Hicvi yapanın normlarını da henüz bilmiyoruz. Fakat İrdal’ın kişiliği hakkında bu ilk sayfalardan edindiğimiz izlenimi şöyle özetleyebiliriz kanımca: İrdal, Ayarcı’nın idare ettiği şüpheli birtakım işlere karışmış, insanları aldatarak para kazanmış bir sahtekâr. Çevirdikleri dolapları, bıyık altından gülerek anlatan, sinik, anasının gözü bir dolandırıcı. Roman boyunca tanıyacağımız iyi yürekli, saf İrdal’dan da, para kazanmak için onaylamadığı işleri yaptığı için kendini suçlayan mutsuz İrdal’dan da çok farklı bir kişi. Okur romana açıkgöz ve sinik bir İrdal izlenimiyle başladığı için İrdal’ın anlattıklarına hangi açıdan bakacağını kestirebilene kadar zaman zaman bocalar. Tanpınar başta, İrdal’ı «güvenilmez-anlatıcı» olarak kullanmakla, sanırım okuru gereksiz yere yanıltmış, işini güçleştirmiş oluyor. (11)

Türk toplumunun belki son iki yüzyıl içinde aksayan yönlerini eleştiren Tanpınar acaba bir çıkar yola işaret ediyor mu? Denebilir ki romanda alay ya da hiciv konusu olmayan ama dikkatimizi çeken iki kişi var: saatçi Nuri Efendi ve İrdal’ın oğlu Ahmet. İrdal’ın, çocukluğunda, yanında çırak gibi oturduğu Nuri Efendi, iyilik sever, dürüst, temiz yürekli, sakin tabiatlı, yan evliya bir adamdır. Ahmet, babasının yaptıklarını hiç onaylamayan, servetinden yararlanmayı reddedip, eğitimini devlet sınavlarını kazanarak sürdüren ve doktor çıkan bir gençtir. Eski zaman adamı Nuri Efendi ile bu Cumhuriyet genci arasında ortak bir yön var: «işin nizamından» geçmiş olmak, işinin sorumluluğunu yüklenen insan belli bir ahlak terbiyesinden geçer. «İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor» (s. 353)(12) sözleriyle dile getirir bu düşünceyi İrdal işte Nuri Efendi ile Ahmet’te bu iş sorumluluğu ve sevgisi vardır. İrdal, ustasının «bozuk bir saate, bir hastaya, bir mühtaca bakar gibi» baktığını söylüyor; onda «saat sevgisi bir nevi ahlaktı» diyor (s. 33). Babasını «hakiki çalışmanın nizamından» geçmediği için eleştiren Ahmet’de, Nuri Efendi devam ediyor gibidir. Nuri Efendi saate bir hastaya bakar gibi bakıyorsa, Ahmet de hastaya onun saate baktığı gibi bakar (s. 55).

Tanpınar bir hiciv romanında, Türkiye’de ne yapılması gerektiği hakkındaki düşüncelerini, diğer yazılarında, hatta romanlarında yaptığı gibi açıklayamazdı. Ama Nuri Efendi ve Ahmet örneklerini, başka yazılarında ve romanlarında söyledikleri ile tamamlayabiliriz. Bildiğimiz gibi «iş» kavramı Tanpınar’ın düşüncesinde önemli yer tutar. Yalnızca bireysel ahlak açısından değil, kültür ve uygarlık açısından da. Çünkü bu sorunların çözümlenmesi üretim sorununa bağlıdır. «Bütün sıkıntılarımız, ümitsizliklerimiz istihsal azlığından meydana gelmektedir. Binaenaleyh tam bir iktisadi kalkınma (…) ancak mevzuunu iyi kavrayan bir bilgi ile yapılan çok geniş bir istihsal hareketi ile kabildir. Aksi takdirde şehir hayatımız, tefekkürümüz suni bir kabuk vaziyetinde kalır». (13) Bundan ötürü kendi uygarlığımızı, kendi yaşam biçimlerimizi yaratmak için her şeyden önce, kendi gerçekliğimize uygun bir üretim programına ihtiyacımız var. «Bizim için asıl olan miras, ne mazidedir, ne de Garp’tadır. (14) Batı da Doğu da gerçekliğimizin içindedir ve biz bunların ikisinin, ülkemizin gerçekliğine uygun, kendimize özgü bir bileşimini yapmak zorundayız. «Birbirini anlamayan iki âlemin ortasında, bir düğüm noktasında yaşamış olmanın bize yüklettiği zahmetler, o zaman gerçek ve ön safta hayatın nimetleriyle ödenecektir».(15)

Berna Moran
Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1

Notlar
(1) Çağrı, Şubat, 1962.
(2) Saatleri Ayarlama Enstitüsü (Remzi Kitabevi, 161) s. 35.
(3) Türk Dili, Roman Özel Sayısı, Temmuz 1964, s. 595.
(4) >Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi (1956) İkinci baskı, s. 8.
(5) «Medeniyet Değiştirmesi ve îç însan» Yaşadığım Gibi (Türkiye Kültür Enstitüsü Yayınlan, 1970) s. 27.
(6) a.g.y. s. 24.
(7)«Asıl Kaynak» Yaşadığım Gibi s. 33.
(8) a.g.y. s. 76.
(9) Anatomy of Criticism s. 229-230.
(10) Dr. Ramiz, Avrupa’da okumuş ve orda öğrendikleri bir sistem ile Türkiye’nin sorunlarını çözmek iddiasında olan bazı 19. yüzyıl aydınlarımızı da andırmıyor mu? Kimi pozitivizme inanmış ve Türkiye’nin bu yolda bir eğitimle kalkınacağım savunmuştu; kimi «hür teşebbüs» ve Anglo-Saxon tipi eğitimi savunmuştu vb. Dr. Ramiz de Viyana’da öğrendiği psikanalizle Türkiye’nin bütün sorunlarını çözebileceğine inanır.
(11) Bereket ki Halit Ayara’nın ağzından Dr. Ramiz’e yazılmış trdal hakkında mektup romana konmamış; yoksa roman içinden çıkılmaz bir hal alırdı. Bu mektup Turan Alptekin tarafından, Bir Kültür Bir İnsan adlı kitapta, romanı açıklayıcı nitelikte görülerek yayımlanmıştır. Konur Ertop da mektubun, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün «yeni baskılarına mutlaka eklenmesi» gerektiğine inanıyor (Milliyet Sanat Dergisi, 2 Temmuz 1976). Bu mektuptan öğreniyoruz ki trdal meğer Ramiz’in tedavisindeki bir paranoya hastasıymış. Irdal’ın anı biçiminde yazdıklarını, Ramiz onun ölümünden sonra kağıtları arasında bulmuş ve Ayarcı’ya yollamış. O da bunları yayımlamasını öneriyor Ramiz’e. Yine bu mektuptan anlıyoruz ki ne Ramiz, İrdal’ın gösterdiği gibi bir budaladır ne de Ayarcı bir sahtekâr. Mektup Irdal’ın ölümünden sonra yazıldığına göre Ayara, romanda olduğu gibi bir kazada ölmüş filan da değil. Irdal’ın kaleminden çıkanlar bir hastanın uydurmalan. Neyin yalan neyin doğru olduğu belli değil. Oysa Saatleri Ayarlama Enstitüsünde anlatıcının belli bir kişiliği var ve biz romanda sergilenen hiciv konularını yargılarken trdal’ın normlarını paylaştığımız ya da bildiğimiz için yapabiliyoruz bunu. Ama îrdal’ı bir paranoya hastası olarak kabul edecek, ne kendi ne de başkaları hakkında anlattıklarına inanamayacaksak gülmece kalsa da hiciv ordan kalkar. Daha da kötüsü durum büsbütün tersine dönebilir. Şimdi sahtekâr, yalancı, iftiracı durumunda olan îrdal’dır ve öbürleri temize çıkar. Bu durumda artık romanın toplumsal hayatımızı ele alıp eleştirdiğini de söyleyemeyiz.
Tanpınar bu mektubu belki de romanda devrimleri eleştirdiği için başına bir iş açılabileceğini düşünerek kitabın başına ya da sonuna eklemek üzere kaleme almıştı. Ama sonra gerek görmemiş olacak ki romana eklemekten vazgeçmişti.
(12) Tanpınar’ın el emeği ile ahlak arasında gördüğü ilişki için bkz. Selâhattin Hilâv, «Tanpınar Üzerine Notlar» Yeni Dergi, Temmuz 1973, s. 28-29 ve Hilmi Yavuz, «Tanpınar’ın Solculuğu Efsanesi» Yeni a Dergisi, Mayıs 1973, sayı 14, s. 11.
(13) «Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor Ki…» Yaşadığım Gibi, s. 42. Tanpınar’da altyapı, üst yapı sorunu için bkz. Selahattin Hilâv, adı geçen yazı.
(14) «Asıl Kaynak», Yaşadığım Gibi, s. 35.
(15) a.g.y.

Köhne Modernlik: Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Martin Riker

Geçmişten gelen edebî keşifler için özellikle iyi bir dönem yaşıyoruz; Ahmed eş Şidyak’ın “Bacak Bacak Üstüne” (1855) kitabının birinci ve ikinci ciltlerinin yeni baskılarıyla Giacomo Leopardi’nin 2,600 sayfalık “Zibaldone” (1898)’sinin uzun soluklu çevirisi ve şimdi Ahmet Hamdi Tanpınar’dan ikinci büyük romanı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” (1962).
Bir anlamda eski, bir anlamda yeni olan bu tarz kitapların hepsi bize sanki edebiyat denen şeyin kendi başlarına bizim küçük ânımızdan çok daha geniş olduğunu hatırlatan bir kategoriye erişirler.
Tanpınar (1901-62) modern Türk yazınında biçimlendirici bir şahsiyetti; vefatının üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen İngilizcedeki kariyeri daha yeni başlıyor. Orhan Pamuk’un “İstanbul hakkında yazılmış en büyük roman” dediği, heybetli eseri “Huzur” (1949), İngilizcede 2008’de kendine yer buldu.

Erken Cumhuriyet dönemi İstanbul’unun geniş ölçekli dünyasında II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde el çabukluğuyla ayarlanan modern Batı değerleri, aniden oldu-bittiyle dayatıldığı zaman, halk ve kültür bunlar için hazırlıksızdı. Köhne modernlik, Osmanlı tarihi ve gelenek üstüne yazıldıkça genişleyerek sonuçlandı, Tanpınar’ın daimî konusu oldu: Boşluk, vaktiyle birisinin, “iki yaşam arasında askıda kalmış” diye nitelediği gibiydi.

Yıllar sonra Tanpınar, bu boşluğu diğer büyük romanı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde gözden geçirdi; fakat daha açık açık ve gülünç bir biçimde. Bir Türk yayıncısının hazırladığı İngilizcede az bilinen bir baskısı yıllardır ortalıkta gezinmekteydi; bu mükemmel kitap şimdi Maureen Freely ve Alexander Dawe’in yeni bir tercümesiyle Penguin klasiklerinden basılarak yerini sağlamlaştırdı. Penguin baskısı Türk tarihinin hatları dahil olmak üzere zengin bir içerik sunuyor: Çevirmenlerin açıklayıcı notu, metin şerhleri ve Pankaj Mishra’nın yazdığı bir takdim yazısı Tanpınar’ın çalışmasının ardındaki kültürel tarihi detaylandırıyor. Ne var ki çok fazla ambalajlanmasının yanında, bazan çeviri kitaplara karşı gösterdiğimiz “yabancı kitapları daha da yabancı görme” refleksinden bir parça muzdarip.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, birinci sınıf bir komik roman olmasının ötesinde, tarihî ve kültürel özgüllüğü sebebiyle Metal Hiciv (Menippean Satire) olarak adlandırılan Batılı edebiyat geleneğine atılmış büyük bir adımdır.

Bu tür çerçevesinde yer alan içlerinde Aristophanes’in “Bulutlar”ı (The Clouds),” Erasmus’un “Deliliğe Övgü”sü (In Praise of Folly), Huxley’in “Ses Sese Karşı”sı (Point Counter Point) ve Toole’un “Alıklar Birliği”nin (A Confederacy of Dunces) “Fortuna’s wheel” bölümlerini de içeren eserler yüzyıllara hitap eder. Diğer taraftan bu farklı kitapları aynı yörüngede buluşturan şey, kapsamlı olarak dünyayı açıklamaya teşebbüs etmiş tüm entelektüel sitemleri kendine has biçimde küçümseyerek insan mantığının sınırlarını ifşa etme hazzıdır. Tarih boyunca her ne zaman insan deneyimlerini -politik, felsefî, ekonomik, vs. olarak- kapsamak üzere araştırma yapan bir kuram husûle gelse, bununla dalga geçmek için bir Mental Hiciv (Menippean Satire) baş göstermiştir. Bu yüzden Tanpınar’ın tek seferde hem belirli hem de kapsamlı bir öncül yarattığı Saatleri Ayarlama Enstitüsü tüm 20. yüzyılı hicvedecek güçtedir.

Kitap talihsiz bir işletme olan “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün müdür muavini ve başlarda oldukça ün yapmış sonradan tüm ününü kaybetmiş (çünkü tamamen uydurmadır) tarihî bir çalışma olan “Ahmet Zamanî Efendi’nin Hayatı ve Eserleri” kitabının yazarı Hayri İrdal’ın hatıratı olarak çıkar karşımıza. İrdal yeteneklerinden bahsederken bile cehaletini itiraf etmekten çekinmeyen, daha zeki olma eğilimiyle sürekli dip not parantezleri açan, hilebaz olmakla birlikte azimli bir ihtiyardır. “Bazan ne tuhaf varlıklar olduğumuzu düşünürüm” der; “Yaşamlarımızın kısalığından yakınırız ama elimizde avcumuzda ne varsa bunların hepsini adına ‘gün’ dediğimiz bu şeyi elimizden geldiğince alelacele ve düşüncesiz bir şekilde çarçur etmek için harcarız.” Uzun süreli akıl hocalığını yapan müteşebbis Halit Ayarcı’nın âni ölümü İrdal’a yaşamının aldığı inanılmaz yolu –ki bu yol aynı zamanda birçok yönüyle Türk insanının modernite yolculuğuna benzetilir- anlatmak için bir fırsat sağlar, İrdal artık bir dizi anahtar nokta üzerinde başkalarının da aynı hataya düşmemesi için açıklama yapma niyetindedir.

Devamında saatlere fevkalade borçlu bir yaşam hikâyesi gelir. Bahsi geçen ilk saat, İrdal’ın aile tarihi boyunca birkaç jenerasyonun merkezinde yer alan ayaklı duvar saatidir. Daha sonra öğreniriz ki İrdal 10 yaşlarında dayısının ona bir kol saati vermesiyle şahsî hürriyetini yitirmiştir. “ilkin küçük saat yaşamımı hükümsüz kıldı” diye anlatır İrdal; “evvelâ etrafını temizlemek, kendi yaşam sahasını lâyıkıyla benimsemekle işe başladı. Hiç olmazsa onun gelişiyle o zamana kadar benim diyebileceğim ne varsa hepsi birdenbire ikinci plana geçti”. Ama asıl dönüş yaşlı bilge saat tamircisi Nuri Efendi’nin çırağı olmasıyla başlar. İrdal, Nuri Efendi’den birçok nükte öğrenir -“Ayarlama, saniyelerin izini bulmaktır!”- ki bunlar ilk tanışmalarında Halit Ayarcı’nın dikkatini ziyadesiyle çekmiştir. “bu kelimelerdeki imâyı bir düşün” der Ayarcı İrdal’a ve devam eder “Yaşamımızın yarısını ayarlanmamış saatler yüzünden kaybediyoruz. Eğer her insan bir saat içerisinde bir saniye kaybederse, o bir saatte toplamda 18 milyon saniye kaybetmiş oluruz. Şimdi hesapla bakalım. Bir hayat boyunca ne kadarlık zaman kayar gider? Şimdi Nuri Efendi’nin aklının, dehâsının ne kadar yoğun olduğunu görebiliyor musun? Ondan aldığımız ilham sayesinde kayıplarımızı telâfi edebileceğiz.” Öyle ki bir avuç özlü söz, sonrasında sloganlara dönüşür ve bunlar uydurma bir tarihî karakter olan “Ahmet Zamanî”ye atfedilir, nitekim “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün kurulması da bu durumdan kaynaklı olacaktır.
Şimdiye kadar okuduğum eserler içinde sivil toplum kuruluşları ya da kâr amacı gütmeyen kurumlarla ilgili yazılmış en kapsamlı hiciv olarak bitiyor olmasının dışında Tanpınar’ın “enstitüsü” hakkında kullandığı detaylı kinâyeler üzerinde fazla söze gerek yok (neredeyse anlattığım her şeyi ve daha fazlasını kitabın ilk 30 sayfasında bulabilirsiniz). Tanpınar’ın tek hedefi ayarlama ve bürokrasi değildir, aynı zamanda her bir karakterle kitap boyunca karşımıza çıkan bir diğer yüce inanç sistemi hicvedilmeye hazır durumdadır. Simya, spiritüalizm, psikanaliz, siyaset, akademik kuramsallaştırma, Hollywood romantizmi… Tanpınar’ın romanı zaman zaman insan deliliğinin bir ansiklopedisi gibi… Ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” sonunda kurulduğu zaman (kitapta yarısı tamamlanmış halinden fazla olarak) ilk çalışanlar olarak ahmaklarla dolu bu geminin yolcularının hiçbiri rastlantı sonucu bir arada değildir. Tanpınar’ın komedisi dilden çok karakterler üzerinden yürütülmüştür. İçinde ikiyüzlülüğün yattığı absürt durumların ötesinde kahkahayı geçin ve şaka bile çok fazla yoktur. Zaman zaman ikincil karakterler ve onların aşk ve hayal kırıklıklarının yer aldığı olay örgüsü ile anlatım bazen gevşeyebiliyor ve de çok canlı bir şekilde çevrilmiş olmasına rağmen Türkçe isimleri ve incelikli anlatım biçimini diri tutmak zor oluyor. Nihayetinde, bunların hepsi kitabın eğlenceli ve sağlam olmasının yanında zamanının sesi olduğu gerçeği içinde erir gider. Tarihi geçerliliği komik ruhunun ötesinde Tanpınar’ın yarım yüzyıl önce özenle yazdığı Türk kültürünün bu hem acı hem tatlı taklidi bizlere de oldukça net sesleniyor, hayatları planlar programlar ve vade sonları arasında sıkışan herkese ta uzaklardan dert ortağı oluyor –pek tabii okumak için zaman bulabilirseniz…

Martin Riker / NY Times
Türkçesi: Şule Aksoy

2 Comments

  1. Romanın önemli olayları şunlardır:
    Romanın baş kahramanı Hayri İrdal’dır.
    Şu işlerde çalışmıştır:
    Tiyatro oyunculuğu, posta idaresinde memurluk, psikanaliz cemiyetinde müdürlük, Saatleri Ayarlama Enstitüsünde müdür yardımcılığı, saat tamirciliği gibi işler yapmıştır.
    Hayri İrdal “Şeyh Zamani’nin Hayatı ve Eseri” adlı bir kitap yazmıştır.
    Hayri İrdal’ın dayısı ona sünnet düğününde bir saat hediye edince, Hayri İrdal’ın hayatı değişmiştir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Huzur – Ahmet Hamdi Tanpınar

Next Story

“Bu kitabı okuyan çocuklar daha iyi şiirler yazar”

Latest from Ahmet Hamdi Tanpınar

“Coğrafya kaderdir” sözü kime aittir?

Coğrafya kaderdir, yaşanılan coğrafi alanın ve iktisadi durumun insan refahı üzerine etkilerini betimleyen, genellikle olumsuz anlamda kullanılan bir söylemdir. Türk dilinde yaygın olarak kullanılırken
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ