“Bu maden ocağı, dünyayı yemek üzere çökmüş, doymak bilmez bir yırtıcı hayvana benziyordu” Emile Zola

germinalKara bir mürekkep kadar yoğun ve karanlık gecede, düz ovada, Marchiennes’le Montsou’yu birleştiren ve pancar tarlaları arasında ip gibi uzanan yolda, bir adam tek başına yürüyordu. Bastığı yeri bile göremiyor, engebesiz vadinin uçsuz bucaksızlığını da, ancak denizi döven sağanağı andıran, çırılçıplak tarlaları ve bataklıkları yalayıp gelirken buz kesen mart rüzgârından sezebiliyordu. Göğün tekdüze karanlığını bozan tek bir ağaç gölgesi yoktu, taş döşeli yol karanlık sağanağı içinde bir dalgakıran düzlüğüyle uzayıp gidiyordu.

Adam saat ikiye doğru çıkmıştı Marchiennes’den. Havı dökülmüş pamuklu ceketiyle kadife pantolonu içinde çivi keserek, uzun adımlarla yürüyordu. Çizgili bir mendile sardığı öteberisi epey canını sıkıyordu; bu küçük çıkını kimi zaman sağ, kimi zaman sol koltuğuna sıkıştırıyor, karayelin kamçılaya kamçılaya kanattığı iri ellerini ceplerine sokuyordu. İşsiz güçsüz, yersiz yurtsuz bir işçiydi, kafasında tek bir düşünce, gün ağarınca bu keskin soğuğun yumuşayacağı umudu vardı yalnız. Bir saattir yoldaydı; ansızın solda, Montsou?ya iki kilometre kala birtakım kızıl parıltılar, havada bir yere asılıymış gibi duran üç maltız gördü. Önce yanaşmaya çekindi; ama sonra ince bir sızı halinde yüreğine oturan ellerini ısıtma gereksinmesine dayanamadı.

Patika gittikçe çukurlaşıyordu. Az sonra hiçbir şey göremez oldu. Adamın sağında bir şarampol, kaba tahtalardan yapılmış, demiryolunu gizleyen bir perde vardı; solundaysa, otlar, bunların ardında da, birbirini tutmayan alçacık damlı köy evlerine benzeyen, üçgen biçiminde birtakım karışık karaltılar. Şöyle böyle iki yüz adım yürüdü. Derken, bir köşeyi dönünce maltızlar burnunun dibinde bitiverdi; ama neden böyle tutuşmuş birer ay parçası gibi, kıpırtısız gökyüzünde yandıklarını hâlâ anlayamamıştı. Yalnız aşağıda, yerde, başka bir şey ilişti gözüne. Bir sürü yapının üst üste yığıldığı, ağır bir kütleydi gördüğü, ortasından da bir fabrika bacası yükseliyordu; tozlu ve yağlı pencerelerin kimisinden ışık sızıyordu, dışarıda, karanlıkta pek seçilemeyen upuzun sopalara da beş altı kederli fener asılmıştı; bu karanlık, dumanlı, masalsı görünüm içinde tek bir ses, bir buhar makinesinin nerden geldiği belli olmayan derin ve uzun soluğu duyuluyordu yalnız.

Adam o zaman gördüğü şeyin bir maden ocağı olduğunu anladı. Yine bir eziklik kapladı yüreğini: Gidip sormanın ne yararı vardı? Burada da iş yoktu mutlaka. Yapılara doğru gidecek yerde, çalışanlara ısı ve ışık vermek üzere dökme kazanlarda yakılan üç kömür ateşinin bulunduğu tepeye tırmanmaya karar verdi sonunda. Tesviyeciler geç vakitlere dek çalışmış olmalıydılar, hâlâ cüruf çıkarılıyordu. Şimdi artık kırıcıların asma köprüler üstünde iterek sürdükleri vagonların sesini duyuyor, tepede yanan her kazanın yanında vagonları devirip içindeki taşı toprağı boşaltan canlı gölgeler görüyordu.

” Merhaba, dedi dökme kazanlardan birine yaklaşarak.

Mor bir kazakla tavşan derisi bir kasket giymiş yaşlıca bir adam olan katarcı, sırtını kazana vermiş dikiliyordu; iriyarı sarı beygiriyse, sanki taşlanmış gibi hiç kıpırdamadan, getirdiği altı vagonun boşaltılmasını bekliyordu. Vagonları boşaltacak işçi, kızıl saçlı, çelimsiz delikanlı da hiç acele etmiyor, devirme kolu üstündeki eli mışıl mışıl uyuyordu. Ve tepede esen rüzgâr, buz gibi karayel hızını gittikçe artırıyor, düzenli solukları bir tırpan gibi işliyordu.

– Merhaba, diye karşılık verdi ihtiyar.

Sonra bir sessizlik oldu. Kuşkulu bakışlarla süzüldüğünü hisseden genç adam hemen adını söyledi.

– Adım Etienne Lantier, makineciyim… Buralarda bir iş bulabilir miyim acaba?

Alevlerin şavkı yüzüne vuruyordu, yirmi bir yaşında vardı herhalde, ince ama sağlam yapılı, koyu esmer tenli, yakışıklı bir oğlandı.

Kuşkusu dağılan katarcı başını sallıyordu.

–Makineci için iş mi? Ne gezer… Dün de iki kişi gelmişti. Hiç iş yok.

Kasırganın uğultusu sözünü yarıda kesti. Az sonra Etienne cüruf yığınının dibindeki yapı karaltılarını göstererek sordu:

– Maden ocağı mı bu?

İhtiyar hemen karşılık veremedi. Yaman bir öksürük nöbeti sesini soluğunu kesmişti. En sonunda gırtlağını temizleyip tükürdü, tükürüğü kapkara tozlu toprakta kara bir iz bıraktı.

– Evet, maden ocağı burası, Voreux… İşte, işçi mahallesi de şuracıkta.

Bu sefer de o kolunu uzatmış, karanlıklar içinde, genç adamın az önce çatılarını sezinlediği köyü gösteriyordu. Altı kömür vagonu boşalmıştı, ihtiyar katarın ardına düşmüş, kamçı falan kullanmadan, romatizmadan kaskatı kesilmiş bacaklarını sürüyerek vagonları izliyordu; sarı kadana başını almış gidiyor, tüylerini havaya kaldıran delişmen rüzgâr altında, vagonları demiryolunda ağır ağır çekiyordu.

Voreux, şu anda daldığı uykudan uyanmaktaydı. Kömür kazanı önünde, çatır çatır çatlamış ellerini ısıtayım derken kendinden geçmiş olan Etienne çevresine bakıyor, maden ocağının her parçasını seçebiliyordu artık: Katranla sıvanmış ayıklama odası, kuyunun üstüne yerleştirilmiş kalın direkli çatma, kömür çıkarma işinde kullanılan makinenin yerleştirildiği geniş oda, su tulumbasının bulunduğu kare biçimindeki kule. Tuğladan yapılmış bodur yapılarıyla bir çukurun içine gömülmüş, öldürücü bir gergedan boynuzuna benzeyen bacasını havalara dikmiş olan bu ocak, dünyayı yemek üzere çökmüş, doymak bilmez bir yırtıcı hayvana benziyordu. Bir yandan maden ocağına bakıyor, bir yandan da kendini ve iş aramak için harcadığı sekiz günün sefil yaşamını düşünüyordu; demiryolu işliği geliyordu gözünün önüne, ustasını tokatlayışını, Lille’den kovuluşunu, gittiği her yerden yüz geri edilişini anımsıyordu; cumartesi günü Marchiennes’e gelmiş, burada, demirocaklarında iş var demişlerdi kendisine; oysa ne demirocaklarında, ne Sonneville’de iş bulabilmiş, pazarı bir arabacı dükkânında, kerestelerin altında geçirmiş, sonra bekçi gelmiş, gecenin ikisinde onu oradan atmıştı. Hiçbir şeyi yoktu artık, ne bir kuruş parası, ne de bir lokma ekmeği kalmıştı: Böyle yersiz yurtsuz, karayelden korunacak bir kovuk bile bulamadan, yollarda ne edecekti acaba? Evet, maden ocağıydı burası, orada burada yanan fenerler pencereleri aydınlatıyor, ansızın açılan bir kapı, göz kamaştıran bir aydınlıkta elektrik üreteçlerini gösteriyordu ona. Aralıksız devam eden ve canavarın hırıltılı, derin ve uzun soluğunu andıran buhar makinesinin sesine varana dek her şey yerli yerindeydi.

Vagonları boşaltmakla görevli işçi, omuzlarını kısmış, dönüp Etienne’e bakmamıştı bile; Etienne tam yere düşmüş olan çıkınını almak için eğildiği sırada, bir öksürük nöbeti katarcı ihtiyarın geri geldiğini haber verdi, ihtiyar ağır ağır karanlıktan sıyrıldı, cüruf yüklü yeni altı vagonu çekmekte olan sarı kadana da ardından.

– Montsou’da fabrika var mı? diye sordu genç adam.

İhtiyar yine kara bir tükürük savurdu, sonra rüzgârın uğultusu içinde karşılık verdi:

– Ooo! Fabrikadan çok ne var? Ama sen asıl üç dört yıl öncesini görecektin! Makine gürültüsünden geçilmiyordu, fabrikalara adam yetişmiyordu, hiçbir vakit o zamanki kadar kazanamadık… Ama sonra kemerleri sıkmak zorunda kaldık tabii. Koca memleket acınacak hale geldi, herkese yol verilmeye başlandı, işlikler birbiri ardından kapandı… İmparatorun hiç kusuru yok elbet bunda; ama neden kalkar ta Amerika’ya savaşa gider bilmem ki? Ayrıca insanlarla birlikte, koleradan kırılan onca hayvan da cabası…

Sonra iki adam kısa cümlelerle, solukları kesilerek yakınmaya devam ettiler. Etienne bir haftadır boşu boşuna sağa sola koşuşturmasını anlatıyordu; açlıktan ölsünler miydi yani? Yollar çok geçmeden dilenciyle dolacaktı herhalde. Haklısın, diyordu ihtiyar, bu işin sonu kötüye varacaktı, onca Hıristiyan’ı aç susuz sokak ortasında bırakmak Tanrıdan reva değildi canım.

– Et yüzü gördüğümüz yok.

– Etten geçtik, ekmek bulabilsek bin şükür!

– Doğru, bari ekmek bulabilsek!

Sesleri işitilmez oluyor, kasırga insanın tüylerini ürperten bir uluyuşla sözlerini ağızlarından alıp götürüyordu.

– Bak! diye devam etti ihtiyar katarcı yüzünü güneye dönüp avazı çıktığınca bağırarak, Montsou nah şurada işte…

Elini uzatmış, birtakım adlar sayıyor, karanlıklar içindeki birtakım noktaları gösteriyordu. Şurada Montsou?daki Fauvelle şeker fabrikası hâlâ çalışıyordu, ama Hoton fabrikası işçilerini azaltmıştı; yalnız Dutilleul un fabrikasıyla maden ocakları için halat yapan Bleuze fabrikası sarsıntıya uğramamıştı. Sonra eliyle geniş bir eğri çizdi, kuzeydeki kocaman ufuk parçasını gösterdi: Sonneville?deki yapı işlikleri eskiye oranla üçte iki az sipariş alıyordu; Marchiennes?deki üç Demirhane?den ancak ikisinin bacası tütüyordu ve nihayet, Gagebois cam fabrikasındaki işçilerin greve gitmesinden korkuluyordu, çünkü ücretlerin düşeceğine ilişkin söylentiler dolaşmaktaydı ortalarda.

– Biliyorum, biliyorum, diyordu genç adam her nokta gösterildikçe. Ben de oradan geliyorum zaten.

– Bizim işler şimdilik yolunda, diye ekledi ihtiyar. Yalnız kömür çıkarma işi yavaşlatıldı. Bak, tam karşında Victoire var, kok fırınlarından yalnız ikisi yanıyor.

Yine tükürdü, uyuklayan beygiri boş kömür vagonlarının önüne koştuktan sonra, ardına düşüp yola çıktı.

Etienne, o anda bütün ovayı görebilecek bir yerdeydi. Karanlık yine öyle kopkoyuydu, ama ihtiyarın ileri uzanan eli bu karanlık denizini, genç adamın bilmeden varlığını hissettiği uçsuz bucaksız boşluğu korkunç dertlerle doldurmuştu sanki. Mart rüzgârının önüne katıp cascavlak ovada tekerlek gibi yuvarladığı şey bir açlık iniltisi değil miydi? Kasırga iyiden iyiye azıtmış, pek çok insanın canına kıyacak bir işsizlik ve açlık getiriyordu adeta. Ve Etienne, bütün bunları hem görmek isteyerek, hem de görürüm diye ödü koparak çevresine bakıyor, karanlıkları yırtmaya çalışıyordu.

Her şey karanlık gecelerin gizi içinde eriyip gitmişti,
Etienne, ta ötelerdeki yüksek fırınlarla kok fırınlarının karaltısını görebiliyordu ancak. Kok fırınları, göğe doğru ip gibi uzayan bacalarından, ufka, kızıl bir çizgi çekiyorlardı; daha solda kalan iki yüksek fırınsa, dev gibi iki meşale halinde, mavi bir alevle yanmaktaydı. İnsan onların karşısında bir yangını seyreder gibi hüzün duyuyordu; bin bir tehlike saklayan ufukta demir kömür fabrikalarının gökyüzüne saldığı kıvılcımlardan başka yıldız yoktu.

– Belçikalısın galiba? diye devam etti geri gelmiş olan ihtiyar.

Bu kez yalnız üç vagon getirmişti. Bunlar da rahat rahat boşaltılabilirdi: Kafesli asansörde bir bozukluk olmuş, somunlardan biri fırlamıştı, en az yarım saat aksayacaktı iş. Cüruf yığınının dibindeki sesler kesilmiş, kömür kırıcılar uzun direkler üstünde duran asma köprülü demiryolunu aralıksız bir tekerlek gürültüsüyle sarsmaz olmuşlardı.

? Hayır, Güneyliyim, diye karşılık verdi delikanlı.

Vagon boşaltan işçi kazaya sevinmiş, üç vagonu devirdikten sonra bir köşeye çökmüştü; ama yine o yabansı suskunluğu devam ediyordu, yalnız bunca laftan canı sıkılmışçasına, iri, donuk gözlerini ihtiyara çevirmişti. Aslında ihtiyar da her zaman böyle çok konuşmazdı. Hem karşısındaki yabancının suratını beğenmiş, hem de yaşlıları zaman zaman kendi kendilerine konuşmaya zorlayan o dayanılmaz iç dökme nöbetlerinden birine tutulmuştu herhalde.

– Ben Montsouluyum, dedi, adım Bonnemort.

– Takma bir ad bu galiba? diyerek şaşkınlığını belirtti Etienne.

İhtiyar gevrek gevrek güldü, sonra Voreux?yü göstererek:

– Evet, öyle, dedi… Tam üç kez ölümün elinden kurtardılar beni, birinde tavuk gibi kızarmıştım, ikincide gırtlağıma dek toprağa batmıştım, üçüncüde karnım davul gibi şişmiş, kurbağa karnına benzemişti yuttuğum sulardan… O zaman, baktılar ki can vermeye niyetim yok, eğlenmek için Bonnemort[1] adını taktılar bana.

Yağsız bir makara gıcırtısına benzeyen kahkahası iyice arttı, sonunda korkunç bir öksürük nöbetine dönüştü. Kazanın şavkı yüzüne vuruyor, ak ve seyrek saçlarla kaplı kocaman kafasını, mavimsi lekelerle dolu, beti benzi uçuk suratını aydınlatıyordu. Kısa boyluydu, boynu kalın, baldırları ve topukları alabildiğine fırlaktı, upuzun kollarının ucunda sallanan köşeli elleri dizlerini dövüyordu. Esen rüzgâra aldırmadan olduğu yerde dikilen at gibi taştandı sanki, ne kulaklarının dibinde vınlayan kasırganın, ne de soğuğun farkındaydı. Öksürmesi bitince, büyük bir gürültüyle gırtlağını temizledi, çıkan balgamı kazanın dibine tükürdü, toprak biraz daha karalaştı.

Etienne bir ihtiyara, bir de tükürüp lekelediği toprağa bakıyordu.

– Uzun süreden beri mi çalışıyorsunuz kömür ocağında? diye sordu.

Bonnemort kollarını iki yana kaldırdı.

– Uzun süreden beri mi? Ohoo!.. Madene, hem de nah şu Voreux?ye indiğimde sekizime bile gelmemiştim, şimdiyse elli sekizindeyim. Var hesapla artık… Her işte çalıştım, önce tumbacı çıraklığı, sonra vagon itecek kadar büyüyünce tumbacılık yaptım; sonra tam on sekiz yıl kazmacılık yaptım. Ondan sonracığıma, şu kör olası bacaklarım yüzünden tesviyeciliğe, toprak doldurup taban düzeltme işine verdiler beni, derken madenden çıkarmak zorunda kaldılar, çünkü doktor, böyle giderse, bir daha çıkamayacağımı söylüyordu. Ve sonra, efendiciğime söyleyim, bundan beş yıl önce katarcı yaptılar… Ee, bakalım! Kırk beşi aşağıda olmak üzere, elli yıl madende çalışmak kolay mı, ha?

O konuşurken, kazandan sıçrayan yanmış kömür parçalarının ışığı kan kırmızısına boyuyordu solgun yüzünü.

– Çekil artık evine diyorlar, diye devam etti. Ama aptal mıyım ben, hiç aldırmıyorum!.. İki yıl daha dişimi sıkıp altmışıma dek çalışacağım, yüz seksen franklık emekli aylığını koparacağım. Şimdi tamam desem, hemen yüz elli frank aylık bağlayacaklar. Hinoğluhin herifler!.. Hem sapasağlam adamım daha, tek derdim şu kör olası bacaklar. Madende o kadar çok ıslandık ki, anlıyorsun ya, su iliğime kemiğime işledi. Gün oluyor, bacağımı nah şöyle oynatırken danalar gibi böğürüyorum.

Yeni bir öksürük nöbeti sözünü yarım bıraktırdı.

– Üstelik öksürük de yapıyor galiba? dedi Etienne.

İhtiyar, başıyla hayır anlamına gelen sert bir hareket yaptı. Sonra konuşacak duruma gelince:

– Yok canım, geçen ay nezle oldum da, diye karşılık verdi. Eskiden hiç öksürmezdim, ama şimdi bir türlü kurtulamıyorum meretten… Asıl garibi, bir tükürüyorum, bir tükürüyorum ki sorma gitsin…

Müthiş bir gürültüyle gırtlağını temizledi, kapkara bir gülle tükürdü yine.

– Kan mı bu? diye sordu Etienne bütün cesaretini toplayarak.

Bonnemort elinin tersiyle yavaş yavaş ağzını siliyordu.

– Hayır, kömür tozu… İçimde ölene dek beni ısıtacak kömür var. Oysa beş yıldır aşağı inmedim. Farkına varmadan içimde biriktirmişim herhalde. Neyse, aldırma canım! Koruyor insanı!

Bir an sustular, ta ötelerde bir çekiç düzenli aralıklarla inip kalkıyor, rüzgâr gecenin derinliklerinden kopan bir açlık ve yorgunluk iniltisine benzeyen uğultusuyla kulaklarının dibinden geçip gidiyordu. İhtiyar, kasırgadan ürküp büzüşen alevler karşısında eski anıları yeniden yaşayarak, daha alçak sesle anlatmaya devam ediyordu. Ah, ah! O ve yakınları daha dün başlamamışlardı madende kazma sallamaya! Bütün aile, kurulduğu günden beri Mantsou Kömür İşletmeleri?ndeydi ve bu iş ta gerilere, yüz altı yıl öncesine uzanıyordu. Dedesi Guillaume Maheu, daha on beş yaşında bir veletken, Réquillart?da işletmenin ana damarlarından birini bulmuştu; Fauvelle Şeker Fabrikası yakınlarına düşen bu eski ocak şimdi artık işletilmiyordu. Bütün dünya biliyordu ki, bu ilk damara dedesinin adı, yani Guillaume adı verilmişti. Kendisi dedesini anımsamıyordu, dediklerine göre, iriyarı, güçlü kuvvetli bir adammış, altmış yaşında eceliyle ölmüş. Sonra babası, kızıl saçlı Nicolas Maheu daha kırkına varmadan, o sıralarda yeni işletmeye açılan Voreux?de can vermişti: Bir göçük sonunda tuzla buz olmuş, izi bile kalmamıştı. Daha sonra amcalarından ikisiyle üç erkek kardeşi de madenin kurbanı olmuştu. Kendisi, yani Vincent Maheu, tutuları bacaklarından başka bir zarara uğramadan postu kurtardığı için, şeytanın ortağı sayılıyordu. İşte böyle! Her şeye karşın çalışmak gerekiyordu. Herhangi bir uğraş gibi, babadan oğula aynı işi sürdürüyorlardı. Şimdi de oğlu Toussaint Maheu, torunları, sözün kısası, nah şuradaki işçi mahallesinde oturan bütün yakınları madende ömür tüketmekteydi. Yüz altı yıldır, dededen toruna, hep aynı işveren için kazma sallamak: Kentsoylulardan kaçı böylesine açık seçik anlatabilirdi soyunu sopunu, ha?

– Hiç değilse yiyecek bir lokma ekmek buluyorsunuz! diye mırıldandı Etienne.

– Haklısın, insan yiyecek bir lokma ekmek buldu mu, haline şükredip yaşıyor.

Bonnemort, ışıkları teker teker yanmakta olan işçi mahallesine çevirdi gözlerini ve sustu.

Montsou kilisesinin çanı dördü vuruyor, soğuk gittikçe artıyordu.

– Sizin işletme epey zengindir herhalde, öyle değil mi? diye sordu Etienne.

İhtiyar omuz silkti, sonra, bir altın yağmuru altında kalmışçasına kollarını aşağı sarkıttı.

– Hem de nasıl! Hem de nasıl!.. Hemen yanımızdaki Anzin İşletmesi kadar değilse de, birkaç milyonu vardır herhalde. Saymakla bitiremezsin… Tam on dokuz ocak, Voreux, Victoire, Crèvecoeur, Mirou, Saint-Thomas, Madeline,
Feutry-Cantel ve daha birkaçından kömür çıkarılıyor; Réquillart falan gibi altı eski ocak da su boşaltma ve havalandırma işinde kullanılıyor… On bin işçi, altmış yedi bucağı içine alan işletme alanı, günde beş bin tonluk üretim, bütün ocakları birbirine bağlayan bir demiryolu, ayrıca işlikler, fabrikalar!.. Ah, ah; para dediğin tonla adamlarda!

Asma köprü üstündeki raylardan gelen bir tekerlek gürültüsüyle sarı kadana kulaklarını dikti. Aşağıda kafesin onarımı bitmişti herhalde, kırıcılar yeniden işe koyulmuştu. Atı alıp vagonların önüne koşan katarcı hayvana söyleniyordu:

– Seni gidi tembel seni, gevezeliği bırak da yürü bakalım! Bay Hennebeau neyle vakit geçirdiğini bir bilse!

Etienne, dalgın dalgın karanlıklara bakıyordu. Sordu:

– Bay Hennebeau?nun demek bu maden?

– Yok canım, diye karşılık verdi ihtiyar, genel müdürdür Bay Hennebeau. Bizim gibi aylıkla çalışır.

Delikanlı eliyle uçsuz bucaksız karanlığı gösterdi.

– Ee, kimin öyleyse bütün bunlar?

Bu sırada Bonnemort, değil karşılık vermek, soluk almasına bile engel olan yaman bir öksürük nöbetine tutulmuştu. En sonunda tükürdü, dudaklarındaki kara köpüğü sildi, gittikçe şiddetlenen rüzgârın uğultusu içinde:

– Kimin mi? dedi… Ne bileyim ben! Birilerinin işte.

Bunu derken, eliyle gecenin karanlığında belirsiz bir noktayı, bilinmeyen uzak bir yeri, Maheulerin yüz yılı aşan bir süreden beri boğaz tokluğuna keselerini doldurdukları kişilerin yaşadığı yeri gösteriyordu.

Canlarına varana dek her şeylerini verdikleri, ama yüzünü görmedikleri, karnı tok, sırtı pek bir Tanrının çöreklendiği, insanların giremeyeceği kutsal bir tapınaktan söz ediyormuşçasına, bir çeşit dinsel korku belirmişti sesinde.

Konuyla doğrudan doğruya bir ilgisi bulunmadığı halde, Etienne üçüncü kez:

– Buna karşılık insanın karnı doysa bari, diye tekrarladı.

– Ya, ya! Her gün kamımız doysa, yine bin şükredeceğiz!

Beygir yola koyulmuştu bile, ihtiyar da savaştan sakat çıkmış insanlar gibi ayaklarını sürüye sürüye katarın ardına düştü, karanlığa dalıp gitti. Vagon deviricinin başındaki işçi yerinden bile kıpırdamamış, tortop olup oturmuş, çenesini dizlerinin arasına gömmüş, iri, donuk gözlerini boşluğa dikmişti.

Etienne çıkınını yerden aldı, ama hemen uzaklaşmadı oradan. Göğsü o kocaman ateşle kavrulurken, buz gibi esen yelin sırtını dondurduğunu hissediyordu. Her şeye karşın gidip madene başvurmalıydı: İhtiyar durumu pek iyi bilmiyordu belki; ayrıca çoktan burnu kırılmıştı, ne iş olursa olsun kabul edecekti. İşsizliğin kasıp kavurduğu şu koca ülkede nereye gidebilir, ne yapabilirdi ki? Gidip bir duvar dibinde köpek gibi gebersin miydi yani? Bununla birlikte, yine de bir kararsızlık, zifiri karanlık gecenin örttüğü dümdüz ovanın ortasında Voreux?nün verdiği bir korku vardı içinde. Ufuk gittikçe genişliyormuşçasına, rüzgâr, her esişte daha bir azgınlaşıyordu. Tanın izi bile yoktu ölü gökyüzünde, yalnız kok fırınlarıyla yüksek fırınların bacası tütüyor, karanlığın içindeki gizi ortaya çıkarmamakla birlikte, ufkun o parçasını kızıla boyuyordu. Ve Voreux, yırtıcı bir hayvan gibi, içinde bulunduğu çukura çökmüş, midesine indirdiği insanları sindirmeye uğraşıyor, gittikçe daha derin, daha uzun soluyordu.

Germinal, Emile Zola
1.Bölüm

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir