Yugoslavya’nın bölünmesine yol açan savaşı ve NATO’nun Sırbistan’a olan saldırısını, barıştan yana tutumunu göstermek amacıyla 1974 yılında aldığı George Bueckner Edebiyat Ödülü’nü iade eden *”romanları, tiyatro oyunları, deneysellikten hoşlanan usta kalemi “sıra dışı bir aydın olarak tanınan Peter Handke, Çocuğun Öyküsü’nde (Kindergeschichte) tüm güzelliği ayrıntılarında gizli olan bir konuya, çocuk ve yetişkin arasındaki iletişime odaklanıyor.
Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi ve Solak Kadın romanlarında, konu sıkıntısı çekmediğini daha kitapların adlarından belli eden ve Hiçkimse Koyu’nda Bir Yıl adlı romanında da ‘ne yazmalı?’ sorusuna yanıt arayarak yine ilginç bir konu seçen Handke, Çocuğun Öyküsü’nde de farklı bir anlatıyla okur karşısına çıkıyor. Öncelikle, çocuklar hakkındaki eserlerde sıklıkla görüldüğü üzere, çocuk ne bir felakete uğruyor, ne de annesi ve babası onun için büyük fedakârlıklara katlanıyor… 1942 Avusturya doğumlu Handke, otobiyografik özellikler taşıyan kitabında, içten içe doğru olmadığını bildiği bir evlilikte çocuk sahibi oluyor ve çocuk doğduğunda ona ‘can, ciğer, biricik evlat’ muamelesi yapmıyor, çünkü zaten böyle hissetmiyor. En azından başlarda… Çocuğun Öyküsü, aslında büyük ölçüde yetişkinin, çocuğun babasının öyküsü…

Bir ‘an’da yaşananlar
Handke’nin sinemaya uyarlanan romanları, Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi ve Solak Kadın, okurun zihninde bir süreklilik oluştururken, kitap, fotoğraf karelerini andıran anlık tasvirlerle dolu: “Bir başka kış akşamı evde televizyon açılmış; televizyonun önünde, çevresinde dolaşan ve sonunda bitkin düşerek, üzerinde uyuyakalan çocukla birlikte adam; karnının üzerindeki küçük, ılık ağırlıkla birlikte televizyon seyretmek, birdenbire zevk oluveriyor.” (s. 13)
Karakterlerin hiçbirine özel ad vermemesi, bunun yerine ‘yetişkin’, ‘çocuk’, ‘adam’ ve ‘kadın’ gibi genel adlar kullanması, Handke’nin bu öyküde kahraman yaratma peşinde olmadığını ortaya koyuyor. Belli bir olaylar zincirine de sahip olmayan anlatıda, zaman dilimleri bir ay, bir yıl gibi, bir paragraftan diğerine hızla akıp giden uzun süreleri kapsıyor. Mesleklerin ve yaşanılan kentlerin adlarını koymamış olması da, Handke’nin kitaptaki karakterleri anlatmaktan çok, kentte yaşayan yalnız insanları tarif ettiğini hissettiriyor.
Öte yandan, kitabın en önemli temalarından biri olarak sık sık eleştirdiği ‘modern zamanlar’ ve bu zamanların insanları hakkında, “Kendini beğenmiş bu küçük peygambercikleri, modern zamanların döküntüleri olarak lanetliyor, önlerinde başını dik tutuyor ve onlarla asla uzlaşmayacağına yemin ediyordu. Hak ettikleri ilenci, antik bir oyun yazarında bulmuştu: “Tüm insanların ruhudur oysa çocuklar. Gerçi daha az acı çeker bunu yaşamayan, ama rahatlığı, kaçırılmış bir mutluluktur.” (s. 29) yorumunda bulunan Handke, ‘yetişkin’ karakterinin ardına saklanarak, anlatısının en başından itibaren çocuğun kendisi için bir ‘evlat’ anlamına gelmediğini ve çocuğun hayatına kattığı mutluluğun çok sonra farkına vardığını belli ediyor.
‘Tüm insanların ruhudur oysa çocuklar’ gibi, öykünün başlarında içine sindirmeden yazdığı belli olan cümleleri daha sonra terk edip, çocuğuyla arasında özellikle eşinden ayrıldıktan sonra kurulan sihirli bağın farkına ve tadına varmaya başlayan ‘yetişkin’, bu arada klasik ‘ebeveyn hataları’nı da bir bir işliyor: Sabırsızlık, tahammülsüzlük, yabancılaşma ve hatta hem kendini hem de okuru kahreden bir ‘dayak’… Yetişkinin de çocukla birlikte değiştiğini ve çocuk sayesinde yeni duygularla tanıştığını da gösteriyor kitap: “Yetişkin, çocuğu bir ilkbahar akşamı orada,-imgeleminde: “orada yukarıda”-kum havuzunun kenarında görüyor. Tıpkı kendisi gibi henüz yürüyemeyen, yaklaşık aynı yaştaki çocuklardan oluşan bir kalabalığın içinde kendi kendine oynuyor. Biraz da çocukların üzerindeki yapraklardan gelen bir alacakaranlık duygusu -ılık ve açık bir hava, eller ve yüzler özellikle aydınlık. Yetişkin kırmızı elbiseli biçime doğru eğiliyor. Biçim onu tanıyor ve gülümsemediği halde, bir aydınlık yayılıyor yüzünden. Ötekilerin arasında olmaktan hoşnutsuzluk duymasa da, yetişkine ait o ve ne zamandır yetişkini bekliyordu. Bebeksi hatların ardından o aydınlanmış bilge yüz, yetişkine doğumdakinden de daha güçlü bir biçimde, bir kez daha görünüyor şimdi ve yetişkin, belli bir yaşı olmayan, sakin gözlerden yönelen dostça bakışı kısacık bir an ve sonsuza dek duyumsuyor; bir kenara çekilip ağlanacak bir şey bu.” (s. 20)

Düşünen adam
Bir yetişkinin yapabileceği hataları yapan babanın, kızı için en iyisini düşünmekten geri kalmadığı da açık. Çocuk nasıl bir evde büyümeli, nasıl bir kentte yaşamalı, hangi okula gitmeli, arkadaşları kim olmalı gibi birçok konuda düşünen yetişkin, çocukla arasındaki mesafeli ilişkiyi de ister istemez gittikçe daha yakın ve daha sıcak bir hâle getiriyor. Çocukla yürüyüşe çıkıyor, parka gidiyor, yaşıtlarıyla bir araya gelmesini sağlıyor. Bu sayede kendisi de çocukla birlikte hayatı yeniden öğreniyor ve düşünceleri olgunlaşıyor. Bir öğretmenin çocukların hayatında ne derece önemli rol oynadığını keşfediyor, çocuğunu evde bırakıp başka bir işte çalışan yetişkinleri kınarken zamanla bunun bir gereksinim olduğunu kendisi de hissediyor ve hayatta bir denge kurabilmek için çözüm aramanın çok da zor olmadığını görüyor…
En önemli keşiflerinden biri de, sürekli eleştirdiği ‘modern zamanlar’ hakkında oluyor. İlerleyen sayfalarda yetişkin, modern zamanlara dair öylesine basit bir çözümlemeye varıyor ki, çocuklar üzerinde düşünerek vardığı bu sonuç, okura da gelmiş geçmiş kabulleri üzerinde yeniden düşünme cesareti veriyor. Peter Handke’nin dil üzerine düşünüp taşınma sevdası da, kitapta kullandığı dilden öte, çocuğun öyküsünde önemli bir konu olarak ortaya çıkıyor. Çocuk, farklı dillerin konuşulduğu kentlere taşındıklarında yabancı dili babasından daha kısa zamanda öğreniyor, ancak bu dili kabullenmiyor ve tepkiyle konuşuyor. Sonunda, farklı bir ana dilin farklı bir kültür anlamına geldiğini gören yetişkin, ilkokul çağındaki kızıyla birlikte Almanca konuşulan topraklara geri dönüyor.
Yine ‘yetişkin’ maskesinin ardında, bazen kendisini ve toplumu eleştiren, bazen de hoşgörüye sığınan Handke, en güzel saptamaları da yine çocuklar hakkında yapıyor: “Yetişkin, bir akşamüzeri çocuğu kentte tek başına dolaşırken görüyor, tıpkı masaldaki halife gibi, kimse tarafından tanınmadan ve her şeyi gözleyerek, ve ardından, gizliliğin benzersiz hazzıyla, onun gibi gezinen başka çocukların da farkına varıyor, sanki tüm pazarların, sokakların ve geçitlerin gizli efendileri onlar.” (s. 87-88)
Yetişkin, çocukları genelde sadakatsiz ve yararsız, toplum ruhu taşımayan ‘yabancı bir halk’ olarak görse de ve kendi çocuğunu da bu görüşün dışında tutmadığını söylese de, zaman içinde yaşadığı olaylar, çocuklara bakışını değiştiriyor ve Çocuğun Öyküsü’nün, onun ve onunkiyle birlikte hepimizin hayatındaki gerçek yerini bulmasını sağlıyor.
*Beril Yalçın, ?Öykülerin en güzeli…?, Radikal Kitap Eki, 8 Temmuz 2005

Açılış bölümü, s. 9-16
İleride bir çocukla birlikte yaşamak, yeniyetme için bir gelecek düşüydü. Sessizce sürdürülen birliktelik, bir an süren bakışmalar, onun yanına çömelmek, saçlardaki düzensiz bir yiv ve mutlu bir uyumun yakınlık ve enginliğine ilişkin hayalleri de, bu düşün parçasıydılar. Hep dönüp geri gelen bu tablonun ışığı karanlıktı; yağmurun başlamasından hemen önce, otlardan bir halenin sarmaladığı, kaba bir kumla kaplı boş bir avlunun ortasında, hiç açık seçik görülmeyen, hep sırtında, ardında hissedilen bir evin önü, yüksek, geniş, yer yer uğuldayan ağaçların, sık örgülü yaprakların altı. Çocuk düşüncesi de, geleceğe yönelik belirleyici olduklarına inandığı diğer iki büyük beklentisi gibi, alabildiğine doğaldı; kendisi için yaratıldığına inandığı ve baştan beri bilmediği çevrelerde hep ona doğru yönelen bir kadının ve ona insanca bir özgürlük sözü veren bir mesleğin varlığıyla ilgili diğer iki beklentisi gibi; oysa tabii ki bu üç özlem, bir kez olsun tek bir tabloda, bir arada görünmemişlerdi ona.
Arzulanan çocuğun doğduğu gün, yetişkin kliniğin yakınlarındaki bir spor sahasının kenarında duruyordu. İlkbaharda, açık, güneşli bir pazar gününün öğlen öncesiydi; kale önündeki su birikintileri, maç boyunca çiğnene çiğnene, içinden dumanlar yükselen bir balçığa dönüşmüşlerdi. Kliniğe geldiğinde çok geç kaldığını öğrendi; çocuk gelmişti bile. (Belki doğum olayına şahit olmaktan da çekinmişti biraz.) Karısı, tekerlekli yatakta, koridor boyunca önünden geçirildi, ağzı kuruyup bembeyaz olmuştu. Bir önceki geceyi, kendisinden başka hiçbir şey bulunmayan bir acil durum odasında, çok yüksek bir tekerlekli yatağın üzerinde bekleyerek geçirmişti kadın; adam onun evde unuttuğu bir şeyi oraya götürdüğünde, ikisinin arasında, elindeki plastik torbayla kapıda duran adam ve çıplak odanın ortasındaki yüksek metal yatakta yatan kadın arasında, bir an için derin bir sevecenlik doğmuştu. Oda oldukça büyük. Aralarında alışmadıkları bir uzaklık var. Kapıdan yatağa uzanan hat üzerinde, çıplak muşamba döşeme, çiğ ve cızırdayan bir neon ışığıyla parlıyor. Elektrik düğmesine basılınca titreyerek yanan ışıkta kadının yüzü, bir şaşkınlık ya da korku ifadesi göstermeksizin, içeri girene çevrilmişti. İçeriye giren adamın ardında, binanın gölgeli, geniş koridorları ve merdivenleri, geceyarısından çok sonra kentin boş sokaklarında da süren, hiçbir şeyin bozamayacağı eşsiz bir barış halesi içinde uzuyorlardı.
Çocuk, camlı bölmenin ardından gösterildiğinde, yetişkin yeni doğmuş bir bebek değil, eksiksiz bir insan gördü orada. (Alışılmış bebek yüzü, yalnızca daha sonraki fotoğraflarda görülüyordu.) Bir kız çocuğu olmasını hemen benimsedi; ancak tersi de olsaydı ?bunu ileride anladı? aynı sevinci duyacaktı. Camın ardından ona gösterilen şey, “kızı”, hatta “evladı” değil, bir çocuktu. Şöyle düşündü adam: Çocuk hoşnut. Dünyada olmaktan hoşlanıyor. Çocuğun farklı özelliklerinden bağımsız olarak, salt çocuk olgusu neşe saçıyor ?masumiyet ruhun bir biçimiydi!? ve sanki bir hırsız gibi, gizlice dışarıya çıkarak adama da bulaşıyordu; öyle ki orada, bir daha hiç dağılmayacak gizli bir çete kurdular ikisi. Güneş salona vuruyor ve bir tepenin üzerindeler. Adamın çocuğa bakarken duyduğu yalnızca sorumluluk değildi; tersine onu koruma hevesi ve bir yabansılıktı: orada iki ayağının üzerinde durabildiği ve ansızın güçlendiği duyumu.
Yetişkin evde, henüz ıssız olan, fakat her şeyin yeni doğmuş çocuğun gelişine göre düzenlendiği dairede, her zamankinden daha uzun süren bir banyo aldı, sanki yaşamının tüm eziyetlerini biraz önce geride bırakmış gibi. Gerçekten de o sıralarda, amaçladığı şeyi, yani doğal, sıradan, ancak bir yasaya da uygun olanı yakaladığına inandığı bir çalışmayı henüz tamamlamıştı. Yeni doğmuş çocuk; başarıyla sona erdirilmiş iş; kadınla geceyarısı yaşadıkları o beklenmedik uyum anı: Orada, buharlaşan sıcak suyun içinde uzanmış insan, kendisini ilk kez küçük, belki gösterişsiz ama kendine uygun bir yetkinlik içinde görüyor. Bu duygu onu dışarıya, caddelerin, şimdi bir kereliğine yurtsadığı bir metropolün yollarına dönüştükleri, açık havaya çekiyor; böyle bir günde, o yollarda bir-başına-yürümek bir şenlik. Kim olduğumu hiç kimsenin bilmemesi de bunun bir parçası.
Bu, uzun bir süre için, gerçekleşen son uyum oldu. Çocuk eve geldikten sonra, yetişkin de, çoğunlukla daha küçük kardeşlerinin bakıcısı olarak geçirdiği, boğucu gençliğine geri dönmüş gibi oldu. Geçmiş yıllarda açık yollar, sinemalar ve bunlarla gelen göçebelik duygusu kanına işlemişti; varoluşun serüven dolu ve sözü edilmeye değer bir şey olarak göründüğü gündüz düşlerine, diye düşünüyordu, hiç yer kalmazdı yoksa. Ama başına buyruk olduğu tüm bu zaman boyunca, “yaşamını değiştirmek zorundasın”, hep yakıcı bir cümle gibi etkisi altına almamış mıydı onu? Şimdi yaşam, zorunlu olarak, kökten değişmişti ve başta olsa olsa birkaç küçük değişikliği göze almış olan yetişkin, kendini eve kapatılmış gibi görüyor ve geceleri, ağlayan çocuğu, evin içinde saatler süren daireler çizerek dolaştırırken, tükenmiş imgelemiyle, artık yaşamın uzun bir zaman için bittiğini düşünüyordu.
Bundan önceki yıllarda da karısıyla sık sık anlaşmazlığa düşmüştü. İşini yerine getirirken, kadının gösterdiği titizlik ve coşkuya saygı duyuyordu gerçi ?işini yerine getirmekten çok, bir büyü yapar gibiydi, öyle ki dışarıdan bakan biri için, işin tüm zahmeti gizli kalıyordu? ve kendini kadından tümüyle sorumlu tutuyordu; ancak yine de içten içe birbirlerine uygun olmadıklarını bildiğine, ortak yaşamlarının bir yalan, bir zamanlar kendisiyle birlikte olacak kadın için kurduğu düşle karşılaştırıldığında, bir saçmalık olduğuna inanıyordu. Bazen bu evliliğe yaşamının yanlışı olarak lanet okuyordu hatta. Ama bu dönemsel uyumsuzluk, asıl çocukla birlikte kesinkes bir bölünmeye dönüştü. Hiçbir zaman doğru dürüst karı koca olamadıkları gibi, baştan beri bir ana baba da olamamışlardı. Geceleri, huzursuzlanan çocuğun yanına gitmek adam için apaçık bir gereklilik iken, kadın böyle yapılmaması gerektiğine inanıyordu ve yalnızca bu bile, kadının hain bir suskunluk, neredeyse düşmanlık içine girmesine neden oluyordu. Her ne kadar deneyimlerin sonucu olsalar da, adamın bir bütün olarak küçümsediği, uzmanların kitaplarıyla davranış kurallarına bağlıydı kadın. Bu kitaplar ve kurallar, adamı, çocukla arasındaki sırlara izinsiz ve küstah bir biçimde karışılıyormuşçasına öfkelendiriyorlardı hatta. Daha ilk görüntü bile ?yeni doğmuş çocuğun camın ardındaki, kendi tırnaklarıyla çizilmiş, ama yine de alabildiğine dingin yüzü? dünyayı yerinden oynatabilecek kadar gerçek değil miydi; öyle ki bu yüzü bir kez gören herkes yapılacak şeyin ne olduğunu mutlaka bilirdi. Ama şimdi, tam da bundan ötürü durmadan yakınıyordu kadın: Klinikte onu o ilk yol gösterici bakıştan yoksun bırakmışlardı. Yüzeysel şeylerle uğraştırıldığı için doğum anını kaçırmış, böylece bir şeyleri sonsuza dek yitirmişti. Çocuk sahici gelmiyordu ona; yanlış bir şey yapmak korkusu ve yabancı kurallara uyması bundandı. Adam onu anlamıyordu: Çocuk doğar doğmaz, deyim yerindeyse kadının kucağına verilmemiş miydi? Üstelik kadının çocuğa, kendisine oranla hem daha ustaca, hem de daha sabırlı davrandığını da görüyordu. Kadının ilgisi sürekli ve canlı değil miydi? Oysa adam okşayan eliyle, hasta ya da uykusuz olan öteki yaratığa, aradaki sınırları ortadan kaldıracak tek bir nabız atışı üzerinden içini tam bir yaşam ve huzur efsunu gibi aktarabilmişçesine, o kısacık mutluluğu yakalar yakalamaz tüm enerjisini yitiriyor ve ardından, artık yalnızca can sıkıntısı içinde, kendini açık havaya atabilmek için apaçık bir hırs duyarak çocuğun yanında çilesini dolduruyordu.
Üstelik böyle bir durumda, dış dünyadan gelen şeylerin neredeyse yalnızca düşman güçler olması, sanki bir kural gereği gibiydi. Sözgelimi, çocuk eve gelir gelmez, caddenin karşı yakasında bir “Büyük Proje”nin inşaatına başlanıyor ve ortalık gece gündüz buharlı şahmerdanların gürültüsüyle inliyor; bunun sonucunda yetişkinin o sıralardaki temel uğraşı müteahhite mektuplar yazmak oluyor; neden sonra tepkisini sadece bir şaşkınlık biçiminde gösteriyor müteahhit: zira “ilk kez vaki oluyordu ki”, vs., vs.
Buna karşın bu aksilikler de, insana acı veren kasvet ve tutukluklar da, geçip gittikten sonra yalnızca istekle hatırlanırlar. Geriye kalan ve geçerli olan, belleğin yüceltmeyi amaçlamadan, “Bu benim yaşamım” deme kararlılığı içinde, sanki kalıcı bir zafer kazanmış gibi hep yeniden döndüğü bir imgeydi; bu anı kırıntıları, olaylara bakılacak olsa, aslında bir donup kalma dönemi sayılması gereken o dönemde bile sürüp giden, insanı ileriye götüren bir varoluş enerjisini ortaya çıkarıyordu. ?Kadın kısa bir süre sonra yeniden işine başladı, adamsa çocuğu kentte uzun gezintilere çıkarıyordu. Artık alıştığı, kalabalık bulvarın karşı yönünde görülen o eski, kasvetli, birörnek mahallelerin arasından yeryüzü çeşit çeşit renklerle parlıyor ve daha önceleri bu kentin hiçbir yerinde görülmemiş bir biçimde, gökyüzünün dokusuna işliyordu. Bu kent, işte asıl bu görüntüyle, ve kaldırımla sokak arasında inilip çıkılırken ileri geri çekilen çocuk arabasının kenarındaki manivelayla, çocuğun doğduğu kent oluyor. Yaprakların gölgeleri, yağmur birikintileri ve kar ayazı, şimdiye dek hiç bu denli belirgin algılanmamış mevsimleri imliyor. Paydos saatinde genişleyen alanlarda, tipi altında bir koşturmanın ardından, gerekli ilacın bulunduğu o “nöbetçi eczane” de kendine özgü, farklı bir yer duygusu oluşturuyor. Bir başka kış akşamı evde televizyon açılmış; televizyonun önünde, çevresinde dolaşan ve sonunda bitkin düşerek, üzerinde uyuyakalan çocukla birlikte adam; karnının üzerindeki küçük, ılık ağırlıkla birlikte televizyon seyretmek, birdenbire zevk oluveriyor. Oldukça uzaktaki banliyö treni istasyonundan akılda (o sıralarda gerçekten de yaklaşmakta olan) bir noel akşamı duygusu kalıyor hatta: Yetişkin, peronda yalnız olduğu halde, orada boş gezen bir meraklı ya da eskiden olduğu gibi, yalnız birisi değil, kendisine emanet edilmiş çocuğa ev arayan bir haberci gibi duruyor (yoksa evlerini değiştirmeleri gerçekten söz konusu değil miydi?). Yadırgatacak kadar boş, bir kristal berraklığıyla beliren bekleme salonu; kapalı, ama zengin büfe; bir yay çizen rayların, uzak ışıklar gibi parladığı aşağıdaki tren yolu kanalında kar ayazı; tüm bunlar, yetişkinin yanı sıra eve götüreceği iyi haberler.
Zaten bu ilk yılın tüm yaşam izlenimleri çocukla ilgili ?öte yandan çocuğun kendisi hiçbirinde yer almıyor. Geçmiş rasgele düşünülürken bile soruluyor: Sahi, o anda çocuk neredeydi? Ama eğer hatıra bir sıcaklık ve hatırlanan da, kemerli bir avlu gibi zaman içinde uzayıp giden, koyu bir renk duygusuysa, o zaman şu kesin: Çocuk yakınlarda bir yerde, emin ellerde ve güvende. Beton bir kapı aralığından sızıp giriyor o zaman bakış, parlak ışığın mevsime karşın ?tüm izleyici sıralarında beyaz nefes dumanları? taze bir yeşile büründürdüğü ve ünlü bir yabancı takımın az sonra bir dostluk maçına çıkacağı dev bir stadyumun çok aşağılarına, henüz boş çimlerine yöneliyor; ya da bir belediye otobüsünün üst katında, yağmurla ıslanmış ön camdan, yol boyunca çeşitlenen kent renklerine; birbirine geçen o renklerde, her zaman alabildiğine karışık olan o sokak kalabalığı nihayet konuksever bir kenti eleveriyor. Kadınla adamın yalnız yaşadıkları dönem, bellekte, çocuktan önceki zamana dönüşüyor hatta: Ressamın, deniz kıyısında duran genç bir insanı çizdiği bir tabloyu andırıyor kadınla adamın imgeleri; tablodaki genç, başını eğmiş, ellerini bir şey bekliyormuş gibi beline dayamış, ardında parlak bir gökyüzünden başka hiçbir şey yok, ama gökyüzü bükülmüş kolların çevresinde, bir izleyicinin kanatlanmış ruhlara benzettiği belirgin anaforlar ve ışınlarla resmedilmiş; daha eski bir zamanın sanatında, ana figürleri çevreleyen kanatlanmış ruhlar gibi: ?Ve ileride adam, bir keresinde, karısıyla birlikte görüldüğü bir fotoğrafa da böyle bakacaktı, aralarındaki boşluk, sanki henüz doğmamış çocuğun ruhuyla kanatlanmış gibiydi…

“İleride bir zaman, bir çocukla birlikte yaşamanın” düşünü kuran bir adamın öyküsü…
“Çocuk, camlı bölmenin ardında gösterildiğinde, yetişkin yeni doğmuş bir bebek değil, eksik bir insan gördü orada…”
Peter Handke’nin bu anlatısı da tıpkı Solak Kadın gibi, yaşama denen akışın ortasında durup yeni bir deneyime açılmayı isteyen birinin, bir “baba”nın başından geçenler. Çocukla birlikte hayatı yeniden tanımlayan, gören, dinleyen ve değişen birinin öyküsü; başka bir deyişle, “çocuğun öyküsü” ile tamamlanan bir “babanın öyküsü”; gene başka bir deyişle, “ileride bir zaman bir çocukla birlikte yaşama” düşünü gerçekleştirmenin güncesi…” Tanıtım Yazısı

Çocuğun Öyküsü (Kindergeschichte) / Peter Handke
Metis Yayınları, Çeviren: Cemal Ener,
92 sayfa, Baskı Tarihi: 2005

Peter Handke ‘nin Hayatı
1942, Avusturya doğumlu. İlk romanı Die Hornissen (Eşekarıları) 1966’da yayımlandı. İlk oyunu Kaspar ise bundan iki yıl sonra, 1968’de sahnelendi ve Handke’yi savaş sonrası kuşağın en önemli genç yazarlarından biri konumuna getirdi. Max Frisch’in önem açısından Beckett’in Godot’yu Beklerken’iyle eşdeğer bularak övdüğü Kaspar’ı, Publikumsbeschimpfigung (Seyirciye Hakaret), Der Ritt Über den Bodensee (Konstanz Gölünün Üzerinden Geçiş) gibi oyunlar izledi. Handke, bundan sonraki dönemde art arda romanlar ve denemeler yayımlayarak kuşağının en verimli yazarlarından biri olduğunu kanıtladı. Denemelerini topladığı kitaplar arasında en çok ilgi çeken Ich bin ein Bewohner des Elfenbeinturms (Ben Fildişi Kulede Oturuyorum) oldu. Romanları arasında ise Wim Wenders tarafından sinemaya aktarılan Die Angst des Tormanns beim Elfmeter (Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, Ayrıntı, 1995), Der Kurze Brief zum langen Abschied (Uzun Ayrılık, Kısa Mektup), Die Stunde der Wahren Empfindung (Gerçek Duygunun Saati), Kindergeschichte (Çocuğun Öyküsü), Der Chinese des Schmerzes (Acıların Çinlisi), Die Lehre der St. Victoire (St. Victoire’ın Verdiği Ders), Wunschloses Unglück (Mutsuzluğa Doyum, Ada Yayınları), Langsame Heimkehr (Yavaş Yavaş Eve Dönüş) sayılabilir. Handke aynı zamanda kuşağının öteki üyeleri gibi sinemayla da yakından ilgilendi; Wenders’in Falsche Bewegung (Yanlış Hareket) filminin senaryosunu yazdı, Solak Kadın’ı da kendisi sinemaya aktardı. Bütün eserleri için 1979 Franz Kafka ödülüne layık görülen yazar Avusturya’nın Salzburg kentinde yaşamaktadır.

Previous Story

Bana Göre Hayatın Anlamı – Jack London

Next Story

Augusto Boal’ı sonsuzluğa uğurladık. ‘Hepimiz birer aktör, yani aktif oyuncuyuz: vatandaşlık toplumun içinde yaşamak değil, onu değiştirmektir.’

Latest from Romanlar

Sarsılmak – Zafer Köse

Sarsılmak, derin ve katmanlı bir roman. Gündelik dilin nüanslarını yansıtan akıcı bir dille yazılmış olması da önemli.Zafer Köse sadece bir depremi değil, toplumsal ve
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ