Bozkırın orta yerinde, Avanos’ta, küçük bir oğlan çocuğu; Ercan… Gazozcu Mevlüt’ün oğlu… Bacağında annesinin, ağabeylerinin eskilerinden bozup uydurduğu bir pantolon. Pantolonunun belinde de kalınca bir ip; kendir…
Ha bir de yine annesinin çuvaldan yaptırdığı, arkası şeker fabrikası mühürlü iç çamaşırları giyiyor. Ve beden eğitimi derslerinde birkaç yıl tuvalette giyinip soyunuyor, biraz mahcup… Mahallede, açık hava sinemasında babasının Peri Gazozları’nı satıyor… Bozkırla var olan, orada boy atıp büyüyen bu çocuk, nice zaman sonra hekim oluyor. Ardından senarist, oyuncu ve yazar. Hepsinden öte vicdanlı, merhametli, yürekli, mücadeleci bir “insan” oluyor. Bunu Ercan Kesal’ın, seyredilen hikâyelerle örülmüş “Peri Gazozu” adını taşıyan kitabında açık ve net bir şekilde görebilmek mümkün. Kesal’ın, babası Gazozcu Mevlüt’ün aziz hatırasına ithaf ettiği bu kitap samimi, sahici bir sesle insanın ta içine işliyor…
Elif Şahin Hamidi: Bergman’ndan bir alıntıyla başlıyor kitap; sanatçının asalak gibi çocukluğundan beslendiğini dile getiren bir alıntı. “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk/Hiçbir yere gitmiyor” diyor Edip Cansever de. Siz de hiçbir yere gitmeyen çocukluğun derin kuyusuna, düne bir kova salmışsınız ve neler çıkmış yukarıya…
Ercan Kesal: O zaman Cahit Sıtkı Tarancı’yla devam edelim: “Affan Dede’ye para saydım, sattı bana çocukluğumu. Artık ne yaşım var ne adım, bilmiyorum kim olduğumu…” Cahit Sıtkı, çocukluğunun üzerinden yıllar geçip, yetişkin biri olduğunda, mahallelerindeki yaşlı oyuncakçı ve şekerci Affan Dede’ye para vererek “çocukluğunun vazgeçilmez nesneleri”ni satın alır. Geçmişini satın alır yani ve bugünü unutur. Çocukluğu insanın altın çağıdır. Tüm kaygılardan ve korkulardan azade, hayatı her seferinde yeniden ve ilk defa keşfettiğiniz bir dünyaya uyanmak ne kadar güzeldir. İlk heyecanlar, ilk coşkular, ilk kokular ve tatlar. Hepsi de ruhunuza derin izler bırakarak belleğinize yerleşirler. Yaşlandıkça tuhaf sorumluluklar, tekrarlar, beklenmedik hayal kırıklıkları ve kayıplar başlar. Kendinizce güç, kuvvet ve iktidar sahibi olmaya çalışırsınız. O çok önemsediğiniz egonuz ve “şimdi ne derler bana?” vesveseleri arasında gider gelirsiniz. Çok yıllar sonra, geriye dönüp baktığınızda ise, aslında hiçbir şeyin geçip gitmediğini, bir yün yumağı gibi sarılıp toplanarak bugüne gelip biriktiğini fark edersiniz. Şimdiki zamana yani. İçinde geleceğinize dair ipuçlarını da barındıran… Bu yüzden, sanatçının asalak gibi beslendiği çocukluğu esasında bugününden başka bir şey de değildir.
Elif Şahin Hamidi: İnsan ardına dönüp çocukluğuna doğru baktığında hep güzel günlerden geri kalanlar gözüne çarpıyor; sevinçli, renkli günler… Bir de annesini/babasını toprağın koynuna vermişse eğer insan, ona dair tamamlanmış, bitmiş bir öykü, belki de bir resim ortaya koymaya çalışır durur çoğu zaman. Peri Gazozu bu kayıp duygusuyla hesaplaşma meydanı bir anlamda, değil mi?
Ercan Kesal: Bunu, Peri Gazozu’ndaki hikâyeleri yazmaya başladıktan bir süre sonra fark ettim. Bilinçli ve iradi bir tavır değildi yani. Yazılardan kısa bir süre önce kaybettiğim babamla olan meselem örneğin. Onunla yaşadığım her şey, usulca sızıyordu sanki anlattıklarımın içine. Bu, genellikle kendiliğinden olan bir şey. Terapötik bir süreç gibi de yaşadım yani bu dönemi. Senaryo yazım süreçlerinde de buna benzer şeyler gelirdi başıma. Kenara çekilip, yabancı bir gözle bakarak hatırladığınız her anı, çıplak ve duru bir görüyle yeniden analiz ettiğiniz her olay, daha önce hiç fark etmediğiniz detayları da önünüze serer. Aradan geçen zaman ve şimdi taşıdığınız kimlik, yaşadıklarınıza şeffaf ve analitik bir gözle bakmanızı sağlamıştır. Bu, hem şaşırtıcı hem de öğreticidir. Bazen canınızı çok acıtsa da…
Elif Şahin Hamidi: Hangi yaşta olursa olsun insan omzuna yaslanacağı vakur bir baba ve dizine başını koyacağı şefkatli bir anneye ihtiyaç duyar hep. Tıpkı Ahmet Erhan’ın şiirindeki gibi “Anne ben geldim, ağdaki balık/Bardaktaki su kadar umarsızım/Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?/Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın” demek istiyor, değil mi?
Ercan Kesal: İnsan denen canlının yeryüzündeki ilerlemesinin, bununla birlikte, kaçınılmaz trajedisinin de sebebi; dünyayı kabullenmek yerine ona egemen olmaya çalışmasıdır. İnsan, doğa karşısında eninde sonunda yenileceği bir savaşı inatla ve inançla sürdüren tek canlı türüdür. Bu yüzden melankolisi bitmez. Varoluşsal sıkıntıdan hiçbir zaman kurtulamaz. Yarasının merhemi ise şefkat, sevgi ve güvendir. Bunların karşılıksız ve koşulsuzca sunulduğu yerler ise, senin de dediğin gibi, baba omuzudur, ana kucağıdır. Onlara ihtiyacımız hiç bitmez, bitmeyecek de.
Elif Şahin Hamidi: Fransız yazar Marcel Proust, “Bize yaşanmamış gibi gelen çocukluk yıllarımızda, çok sevdiğimiz bir kitapla geçirdiğimiz günler kadar dolu dolu yaşanmış başka bir zaman belki yoktur” diyor. Bozkırın orta yerinde çocukluğunuzun dolu dolu yaşanmış o zaman dilimlerine damgasını vuran kitaplar üzerine konuşabilir miyiz? Nobel Ödüllü Hırvat yazar İvo Andriç’in Drina Köprüsü ilk kitabınızmış örneğin…
Ercan Kesal: Babamın Kayseri’den, kitabı satan adamın “yazarı Nobel almış, bunu al” demesi üzerine aldığı bir kitaptır “Drina Köprüsü.” Yani biraz tesadüfî bir seçim aslında. Çocukluğumun kitaplarını seçme şansım hiç olmadı. Ama şimdi buradan baktığımda bu durumun daha sonraları çok işime yaradığını fark ettim. Avanos Halk Kütüphanesi’nde elime ne geçerse okuyordum. Jules Verne, Ömer Seyfettin, Nihal Atsız, Reşat Nuri Güntekin, Kerime Nadir, Victor Hugo… Ortaokulda Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Dostoyevski, Cengiz Aytmatov. Geniş ve farklı bir spektrumda okumam, kelime haznemi genişletti ve farklı üsluplara vakıf olmamı sağladı. Edebiyat kulvarlarında yan yana gelmeleri hayal bile edilemeyecek yazarlar, benim dağarcığımda kardeşçe hizalandılar. Birbirleriyle hemhal olup eriyip, karıştılar. Hepsi de koşulsuzca dilime, üslubuma, tarzıma katkı sundular. Sağolsunlar.
Elif Şahin Hamidi: Ece Temelkuran kitabınızdan “manzara noktası” diye bahsediyor; “her yeri aynı berraklıkla görebildiğin bir tepe noktası”. İşte bu noktadan yazılmış bir kitap diyor Peri Gazozu için. Çok da güzel tanımlamış bence. Okur da o tepe noktasından seyre dalıyor bir yaşamı, bir hikâyeyi. Gerçekten kelimeler ete kemiğe bürünüyor adeta ve neredeyse görüntüye dönüşüyor…
Ercan Kesal: Ece’nin yazısını çok sevdim. Bir kitaptan söz eden herhangi bir yazıdan öte çok sağlam ve sarsıcı bir metindi. “Gerçekten kelimeler ete kemiğe bürünüyor” diyorsun; evet, tam da istediğim buydu. Bir çeşit sine-öykü, sine-roman tarzında olsunlar istedim. Klasik edebiyatın, biraz üstenci, süslü ve tumturaklı edasına kapılmayan, doğal, yalın ve sahici metinler. Anlatan, dikte eden değil de gösteren bir tarz. Yazarın, aradan çekilerek metinle okuyucuyu baş başa bıraktığı sinemasal bir anlatım. Hayatın tam da ortasından ve gerçek diyaloglarla okuyucuyu içine alan, sinemadaki kurgu yöntemine benzer bir usulle biçimlendirilmiş yazılar yazmak istedim. Ancak o zaman, okunan değil de “seyredilen hikâyeler” ortaya çıkabiliyor.
Elif Şahin Hamidi: “Hadi, Önce Kendimizi Kurtaralım” başlıklı yazınız çok önemli bence: “Sonuna kadar tüketip, bitirmek yerine, ihtiyacımız kadarını alıp, geriye kalanını bizden sonrakilere bırakabileceğimiz bir hayat… Gerçekten, çok mu zor? Hadi, bir tutam tuz ve birkaç kibrit koyup cebimize, düşelim yollara. Hadi, kendimize ve dünyaya ağlayarak… Hadi, önce kendimizi kurtararak başlayalım bu işe” diyorsunuz. Gerçekten çok mu zor?
Ercan Kesal: Niye zor olsun? Ama işte görüyorsunuz, imkansız hale getirildi. Dünyanın sadece kendisi için kurulduğunu zanneden bireylerin kol gezdiği bir yeryüzünde yaşıyoruz. Kendisi için sonsuz bir yaşam hayal eden aptalların dünyası. Her şeyin paraya ve güce endekslendiği yalancı bir borsanın, zalim oyuncuları olduk. İçine ne koyarsan koy, dolmayan bir kuyu olmuş içimiz. Bakın, insanoğlu büyük bir iştahla kendi ruhunu ve yaşadığı gezegeni hızla tüketiyor. Hayatın tüm alanlarında bir arada yaşamanın imkânsız hale gelmesi için herkes elinden geleni yapıyor. Hepimizin üzerinde koşulsuzca anlaşabildiği tek değer var: “Sahip olmak.” Muktedirler, deniz suyu içmiş gibiler. İçtikçe içleri yanıyor, daha çok içiyorlar. Daha çok mal, daha çok güç, daha çok iktidar! “Sadece hükmetmek ve sahip olmak. Başka hiçbir şeyin kıymet-i harbiyesi yok” diyorlar. Yokuş aşağı giden, freni patlamış bir kamyona benziyor dünyanın hali. Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete…
Elif Şahin Hamidi: Yüreğimi paramparça eden, boğazıma koca bir yumru tıkayıp nefessiz bırakan, bağıra bağıra ağlamak istememe sebep olan öyküler vardı kitapta: Tecavüze uğrayıp hamile kalan 16 yaşındaki Naile, aile üyelerinin onayıyla abisi tarafından öldürülüyor. Kocası askerdeyken kayınpederi tarafından tecavüze uğrayan Reyhan da hamile kalıyor ve kendi eliyle kıyıyor canına; evin kilerindeki seren direğine asıyor kendini. Kuzeni tarafından hamile bırakılıp amcaları tarafından öldürülen 15 yaşındaki Hatice, plastik bir torbanın içinde hastanenin morguna terk ediliyor. “Ana karnındaki yumurtayla ilgilenen toplum, doğan çocukların yüzüne bile bakmaz. Bu evlerde çocukların iğrenç muamelelerle karşılaşmasına da aldırmaz” diyor Simone de Beauvoir. Durum aynen bu; bu gidişata son vermenin yolu nereden geçiyor sizce?
Ercan Kesal: Bir tarihte şunları yazmıştım: A. Tarkovski, sadece filmleri izlenecek bir yönetmen olmaktan öte, düşünceleri, sinema ve hayat üzerine yazıları mutlaka okunması gereken önemli bir felsefecidir de. “İnsanlık kokuşmuş durumda. Ya da insanlar yavaş yavaş birbirlerini çürütüyorlar. Bizi bundan sonra tek kurtarabilecek olan şey, ancak şu anki sefil ve barbar dünyanın tüm ideolojik kurumlarının düşüşünü sağlayacak yeni bir cadı avıdır” diyor Tarkovski. Çözüm yerini tutar mı bilmem ama belki Tarkovski’ nin şu önerisini bir kez daha dikkatlice okumak gerekir: “Modern insanın büyüklüğü, karşı çıkmasında yatar. Şimdi zaman olağanüstü bireysel cesaret, bireysel fedakârlık gösterme zamanı; veba illeti kol gezerken ziyafet verme zamanı yani. Ancak kendini kurtarabildiğinde diğerlerini de kurtarabilirsin…” Aynen katılıyorum.
Elif Şahin Hamidi: Bir söyleşinizde “Benim sinemaya giriş amacım tabii ki yönetmen olmaktı. Şunu gördüm; önce inanacağım, hiç kuşku duymayacağım bir hikâyem ve bunu nasıl çekeceğimle ilgili bir birikimim olmalı” diyorsunuz. John Berger’in şu sözlerini hatırlatıyor bana bu ifade: “En önemli mesele, bir hikâyeyi anlatabilmektir, sanıldığı gibi hikâye bulmak değil. Etrafımızı binlerce hikâye çevreliyor. Mesele, bunların arasından bir hikâyeyi seçip onu çok çarpıtmadan anlatacak sesi bulabilmekte”. O ses nasıl bulunur sizce?
Ercan Kesal: Sabahattin Ali’nin “Ses” öyküsü geldi aklıma. Hani, bozkırda çok içli ve etkileyici türküler söyleyen köylünün, Ankara’ya davet edilip sınava girmesini ve orada bir türlü doğru düzgün türkü söyleyememesini anlatan öykü. Adamcağızın sınavın sonunda, başarısızlığının nedeni olarak söylediği cümleyi hiç unutamam. “Beyim, ben bu odada sesimi bulamadım, o yüzden söyleyemedim.” Yani bizim sesimiz, aslında yaşadığımız coğrafyanın, kişisel ve toplumsal tarihimizin ve belleğimizin bize bağışladığı bir “tını”dır. Özeldir ve yerlidir. Kendimiz olursak, samimi ve sahici olursak, sesimizi buluruz diye düşünüyorum.
Elif Şahin Hamidi: Bu memlekette edebiyata, resme, müziğe kısacası sanata dair bir alanda yol almak çok zorlu bir mücadele. Ki daha ailede başlıyor engeller; önce mesleğini eline al, sonra yine gitar çal, kitap oku, resim yap vs. Çünkü karın doyurmuyor sanat! Dolayısıyla ekmek paranı kazanabileceğin garanti bir işin olacak ki sanatla da uğraşıp mutlu olabilesin. Siz de büyümüş doktor olmuşsunuz, ardından yazar, senarist, oyuncu… Neler söylemek istersiniz bu konuda; neden sanatla uğraşmak bu kadar zor, neden karın da doymasın sanatla?
Ercan Kesal: “Bütün sanatlar sanatların en büyüğü olan yaşama sanatına katkıda bulunurlar” demiş Marks. En güçlü ve sahici sanat zaten yaşamak sanatıdır. Ben hayatın tüm meşguliyet alanlarının eninde sonunda sanata hizmet ettiğine inananlardanım. Bu yüzden, kendi özelimde, örneğin, hekimliğimi oyunculuğumdan, yazarlığımı senaristliğimden, şairliğimi sinemacılığımdan hiç ayırmadım, hiç birbirinden kopuk yaşamadım. Hepsinin de birbirine hizmet ettiğini fark ettim çünkü. Psikoloji eğitimim senaryolarımı, antropolojiden öğrendiklerim hikâyelerimi, hekimliğim ise oyunculuğumu besledi ve büyüttü. Ama sanat ve para meselesi tamamen kapitalizmin sorunu ve sonucudur. Her şeyi alınır satılır hale getiren, insan ruhunu hasta eden bir düzendir kapitalizm. Sanatla ilişkisi, deterjanla ya da petrolle olan ilişkisinden hiç farklı değildir. Bu yüzden sadece, “sanat karın doyursun” zaviyesinden bakamıyorum. Yine Tarkovski’den ödünç alarak konuşursam, sanatçıların özel yeteneklerle donatılmış, farklı kişiler oldukları için, bu ayrıcalıklarının bedelini üreterek, hizmet ederek ödemek zorunda olan kişiler olduklarını düşünenlerdenim.
Elif Şahin Hamidi: Ve son olarak Gezi’ye dair de birkaç kelam edelim isterim. John Berger, “Her ciddi siyasi protesto mevcut olmayan adalete yapılan bir çağrı ve bu adaletin istikbalde gerçekleşeceğine dair bir umuttur; ancak protestoların birincil nedeni bu umut değildir. Karşı çıkmamak son derece onur kırıcı, küçültücü, ölümden de beter olacağı için protesto eder insan. Barikat kurarak, silahlanarak, açlık grevi başlatarak, omuz omuza haykırarak ya da yazarak karşı çıkar; çünkü gelecekte ne olacak olursa olsun, içinde bulunduğu ânı kurtarmaktır derdi. Protesto aslında başka, daha adil bir gelecek için göze alınmış bir fedakârlık değildir; içinde bulunulan zamanın kifayetsiz bir kurtarılışıdır. Mesele, kifayetsiz sıfatıyla tekrar tekrar nasıl yaşanabileceğidir. (…) Her an gibi geçici de olsa iz bırakır. Geçip gitse de belleklere kazınmıştır” diyor. Gezi süreci/direnişi de tam bu ifadelerin karşılığı gibi geliyor bana. Ne dersiniz?
Ercan Kesal: Tarih, zalimlerle mazlumların mücadeleleri tarihidir. Adil insan, itiraz eden, haksızlığa karşı çıkan, mazlumun yanında duran insandır. Bunun için kaybetmeyi göze alan, bedel ödemekten çekinmeyen insandır. Bu kavramların adı, şimdilerde pek para etmese de “haysiyet” ve “onur”dur. İnsanın vicdanı ise, başını koyacağı en yumuşak yastıktır. Gezi’de ya da hayatın herhangi bir yerinde direnen, mücadele eden, karşı çıkan insanlar, haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmak yerine, vicdanlarının rahat yastığında uyumayı tercih etmişlerdir.
NOT: Bu söyleşi, Remzi Kitap Gazetesi, Ekim 2013 sayısında yayımlanmıştır.