denemelerMontaigne tarafından kaleme alınan ‘Denemeler’ (Essays), özellikle eğitim ve felsefe konularında Ortaçağ dogmatizmini yıkan bir aydınlanma kitabı. Montaigne, 1571’de yazmaya başladığı ‘Denemeler’in 1. ve 2. kitaplarının ilk baskılarını 1580’de yayımlatmış, 1585 yılında son cildini yayımlatarak çalışmasını tamamlamıştır.
Montaigne’nin ‘Denemeleri’ geniş bir öz anlatımdır aslında. Kendi türünde yazılmış eşsiz bir yapıttır. Montaigne zamanın akış çizgisini izlemez, hangi olgunun hangisinden geldiğini söylemez, kendisini zamansız bir çerçeve içinde ortaya sermektedir amacı. Montaigne zoru dener ve bölük pörçük alıntılarla insanın özünü oluşturmaya çalışır, değişmez bir varlık olarak görmez insanı doğadan süregelen değişimi insana yansıtır, çevresinde gelişen olaylar değil kendi benliğidir önemli olan. Montaigne yeni bir yöntem denemektedir ve bunu da pek çok kez tekrarlamıştır. Dostlarına ve yakınlarına bir anı bırakmak istemiştir. Kendi profilini çizmek için bir sınama yapar, yeni bir terim kazanır edebiyat dünyası: Deneme… Böylece çeşitli konular ve durumlar karşısında tepkilerini ölçecektir insanların. Eğitim ve arkadaşlığı deşer, yargılarımızın belirsizliği gözler önüne serilir, öğretmenler ve yamyamlık üzerine de bütün olarak başına buyruk görünen düşünceler geliştirir. Aslında kendisinin ve kendi düşüncelerinin sınanmasını yapar bir anlamda. Hangi düşüncelerinin kalıcı hangilerinin geçici olduğunu görmek ister. Kendine özgü bilgelik tarzıyla yaşamının ve çağının kendine özgü profili çıkar ortaya; dinsel çekişmeler, acımasız iç savaşlar…

Metin Celâl’in Denemeler üzerine yorumu
Michel de Montaigne, 1533’de Fransa’da doğmuş. Latince öğrenmiş. Bordeaux’da edebiyat fakültesinde felsefe okumuş. Daha sonra hukuk okuluna gitmiş. 1559’da Montaigne’nin en çok sevdiği ve en çok okuduğu kitap olan Plutarkhos’un Hayatlar’ı Fransızcaya çevrilmiş ki bu kitap birçok denemesine kaynaklık etmiş, esin vermiş. 1571’de, 38 yaşında, meclisteki koltuğunu ve memuriyeti bırakarak çiftliğine çekilmiş ve günlerini kitapları arasında sükûn içinde geçirmeye karar vermiş. Denemelerini yazmaya başlamış. 1580’de, 426 yıl önce, Denemeler’i ilk kez bastırmış. 1592’de ölene kadar Denemeler’in yeni baskıları, eklemelerle çıkmaya devam etmiş. Yani o dönemde de çok okunan bir yazar olmuş. Denemeler, Montaigne ölene dek beş kez basılmış.
Montaigne’nin farkı ilk kez bir yazarın “Ben, kendim diye konuşuyor” olması. Yazılarında sadece kendinden söz ediyor. Dünyaya kendince bakıyor. Sorunlarından, sıkıntılarından söz ediyor, paylaşıyor. Onun bakışı öylesine insani ki, hepimiz, her okuru onun düşüncelerini paylaşıyor, kendi düşüncelerimizin, hissettiklerimizin onun tarafından denemelere yansıtıldığını düşünüyoruz.
“Hayata karışan felsefe”. Daha doğru söyleyişle hayatın felsefesi. İnsan düşüncesinin özgürleşmesini istiyor. “Sade, doğal, sıradan bir insanın” düşüncelerinin yansıması onunkiler. “Kitabımın konusu benim” diyor. İnsanların ortak duygularını, noktalarını yansıtıyor. Zaten başka türlü de eserinin bu denli kalıcı olması olanaksızdır.
Montaigne, deneme türünün kurucusu, isim babası. “Kendisiyle konuşur gibi yazar, kesin bir sonuca varmaz, varsa bile bu sonuç kendincedir.” İçtenliktir önemli olan. İçten olmayan denemeci olamaz. Günümüzde deneme bağımsız bir edebiyat türü olarak kabul görüyor ama aynı zamanda, bence, felsefecinin kendini ifade etmesinin de en samimi yolu. Bir çok felsefeci, filozof düşüncelerini denemeler yoluyla iletirler okuyucuya. Montaigne’nin de denemeleri felsefi nitelikte. Onun yaşam felsefesinin ileticisidir. Ama güçlü bir edebi yapı da kendisini hissettiriyor. Tatlı bir dili, güzel, sade bir anlatımı var.
Montaigne’i tanıtan, ilk çevirileri yapan Sabahattin Eyüboğlu, 1940’lardan itibaren, Montaigne’den çeşitli parçalar çevirmiş, kitaplaştırmış. Tıpkı Montaigne’nin denemelerinin kitaplaşması gibi Eyüboğlu’nun çevirileri de yıllar içinde çoğalmış, artmış. Her yeni baskıda kitap kalınlaşmış.
Sabahattin Eyüboğlu, 1940 tarihli ilk baskıya yazdığı önsözde “Denemeler, çeviriye en az elverişli kitaplardan biridir” diyor. Bu nedenle kendince, “gelişigüzel” bir seçme yaptığını söylüyor ve “Bunlar, Denemeler’in ötesinden berisinden koparılmış düşüncelerdir” diyor. (İş Kültür yay. 2006)
1950 tarihli “Önsöz II”de “Denemeler’i tam olarak çevirebileceğimi sanmıyorum. Bunu daha sabırlı ve daha yetkili bir çevirici er geç yapacaktır. Ben sadece derlemeler yapmak ve bundan sonra bir cilt daha vermek niyetindeyim” diyor.
1970’de yazdığı son önsözde “Montaigne çevirileri yıllar yılı, zor olduğu kadar da tatlı bir uğraş oldu benim için. Çevirdikçe sevdim, sevdikçe çevirdim onu. Güzelim dilini hâlâ rahatça anlar duruma gelmiş değilim. Ona söylemediğini söyletmek korkusuyla çevirmediğim, çevirip bastırmadığım parçalar, çevirdiklerimden daha fazladır. Biz daha dün yaşayan yazarlarımızı, Ahmet Haşim’I bile, yeni Türkçeye çevirirken, Fransızlar Montaigne’in dört yüz yıl önceki dilini yeni Fransızcaya çevirmeğe kıyamıyor, cesaret edemiyorlar. Montaigne’in uydurduğu kelimeler bir yana, anlamları çok değişmiş ya da hiç kullanılmamış deyimler bir hayli şaşırtıp oyalıyor insanı. Ama öyle sıcak bir içtenliği var ki bu dilin seve seve uğraşıyorsunuz özüne varmaya” diyor.
Sabahattin Eyüboğlu’nun Montaigne çeviriieri öylesine belirleyiciydi ki onlarca yıl boyunca ana metin olarak kabul edildi ve bu “derleme”den yeni yeni çeviriler üretildi. Yani çevirinin çevirisi yapıldı. Hiçbir çevirmen esas metine başvurup yeni derlemeler yapmaya yeltenmedi. Oysa, Eyüboğlu, alıntıladığım cümlelerinden de görülebileceği gibi kendince bir derleme yaptığını sürekli vurguluyor. Ve karşılaştırdığınızda Eyüboğlu çevirisinin orijinalinin altıda biri kadar (272 sayfa) olduğunu görüyorsunuz. Daha da ilginci Eyüboğlu, yine kendi açıkladığı gibi, belli bir sıra da izlemiyor. Kendi sıralamasını yapıyor. Bir ikinci kitaptan, bir üçüncü kitaptan sonra birinci ve ardından üçüncü kitaptan denemeler alıyor, çeviriyor. Üstelik denemelerin bütününü de almıyor. Onlardan kendince parçalar seçiyor. Bu denemenin başından da oluyor, ortasından da, sonundan da. Montaigne’in orijinalinde beş sayfa olan bir denemesinden sadece bir paragraf alındığını bile görüyorsunuz. Hatta tek tek cümleler alıp çevirdiği de olmuş. Bu nedenle ben Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirilerinin Montaigne-Eyüboğlu eseri olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Eyüboğlu’nun hümanist bakışı ile Montaigne’den yapılmış bir seçme, kendi deyimiyle “derleme”. Gerçekten de bize hayat kılavuzu olmuş bir kitap. Nesillerdir okunuyor, okunacak.
Eyüboğlu’nun anlattığı çeviri zorlukları nedeniyle olsa gerek Montaigne’nin Denemeleri’ni tam olarak Türkçede okumak için 426 yıl beklememiz gerekti. Fransızcadan yaptığı çevirilerle tanıdığımız deneyimli çevirmen Hüsen Portakal, Denemeler’in tamamını çevirmiş. “Montaigne Denemeler, Bütün Denemeler” (Cem yay.) toplam dört cilt ve 1564 sayfa. Hüsen Portakal, çeviriyi yayına hazırlarken, eserin daha iyi anlaşılması amacıyla açıklayıcı dip notlar da koymuş. Denemeler’de sözü edilen bir çoğunu bilmediğimiz, tanımadığımız kişileri kısaca tanıtmış, gönderme yapılan eserleri göstermiş. Dördüncü cildin sonunda da bir “Özel Adlar Dizini” oluşturmuş. Gerçekten de büyük emek verildiğini düşündüren bir çalışma.
Çevirinin niteliği hakkında bir şey söyleyebilecek konumda değilim. Fransızca bilmiyorum. Çeviri eleştirisi yapanlar, Fransız edebiyatı ve dili üzerine çalışanlar bu konuda eleştirilerini yapar umarım. Çünkü ciddi bir eserin, önemli bir çevirisi ile karşı karşıyayız Her yapıcı eleştiri gelecek baskılar için katkı sağlayacaktır. Bir okur olarak Hüsen Portakal’ın çevirilerinin de keyif verdiğini söylemeliyim. Deneme’nin büyük ustası Montaigne’ni tam olarak okuyup keyfine varmak isteyenler için bire bir…?
Sabahattin Eyüboğlu?nun eserin yazdığı Önsöz 4
Cem Yayınevi’ne hazırladığım bu son baskı için Montaigne’in bahçesinde bir hayli dolaştım yeniden. Neden derlemediğime şaştığım ne yapraklar buldum ve bir kez daha anladım ki insan gibi tükenmez bir maden bu Denemeler. Okuyup bir köşeye bıraktığınız kitaba Montaigne gizlice gelip bir şeyler daha ekliyor sanki zaman zaman. Bir tek insan bütün insanlık serüvenini taşıyor bu kitapta. Bir tek insan hep kendisi kalarak, en değişik, kendinden en uzak insan hallerine girip çıkıyor; insanların yarattığı tanrıların hiçbirini küçümsemeden, ama hiçbirine bağlanmadan bütün inançları süzüyor merakla. Kitaplığının penceresinden hiç alay ederek değil, ama hep gülümseyerek seyrediyor alaca bulaca dünyamızı, solukları tükenen, sorunları tükenmeyen insanları. Kaşlarını çatarak baktığı kişiler yalnız kendi inançları ve çıkarları için başkalarını asıp kesenler, bir de kendilerini bilmeden bilgin geçinenler, ders almasını bilmeden ders verenler. Yalnız onlardan sözederken tutamıyor öfkesini, hoşgörürlüğünü onlardan esirgiyor yalnız.
Düşünce derinliği, bilgi zenginliği, anlama gücü ne kadar büyük olursa olsun Montaigne’e ne bilgin denebilir, ne de filozof. Kendisinin de hiç istediği yok zaten öyle denilmesini. Eğitmek, öğretmek, sorunları çözmek, yol göstermek değil, olsa olsa uyarmak onun istediği: Ona göre kimse kimseyi değil, herkes kendi kendisini adam eder, etmelidir. Adam olmaksa kendini bilmekle başlar zaten onun için ve kendi gözüyle dünyadan görebildiği kadarını insanlara duyurmakla biter.

Montaigne çevirileri yıllar yılı, zor olduğu kadar da tatlı bir uğraş oldu benim için. Çevirdikçe sevdim, sevdikçe çevirdim onu. Güzelim dilini hala rahatça anlar duruma gelmiş değilim. Ona söylemediğini söyletmek korkusuyla çevirmediğim, çevirip bastırmadığım parçalar, çevirdiklerimden daha fazladır. Biz daha dün yaşayan yazarlarımızı, Ahmet Haşim’i bile, yeni Türkçe’ye çevirirken, Fransızlar Montaigne’in dörtyüz yıl önceki dilini yeni Fransız’caya çevirmeye kıyamıyor, ya da cesaret edemiyorlar. Montaigne’in uydurduğu sözcükler bir yana, anlamları çok değişmiş ya da hiç kullanılmaz olmuş deyimler bir hayli şaşırtıp oyalıyor insanı. Ama öyle sıcak bir içtenliği var ki bu dilin seve seve uğraşıyorsunuz özüne varmaya. Çok yerde Montaigne’i kendi çağında İngilizce’ye çeviren Floriot’ya başvurduğum oldu. Ama o da çok kez Montaigne’in sözcüklerine kıyamayıp olduğu gibi almış kendi diline. (1970)
Montaigne ülkemizde pek tanınmış olmamakla birlikte bu çevirileri uzun bir önsözle vermeye cesaret edemedim, bunu gerekli görmedim. Çünkü Montaigne eserini zaten kendisini tanıtmak için yazmış. Onunla okuyucu arasına girecek olan herkes boş sözler söylemek tehlikesine düşer. Üstelik de Montaigne’in Türk okurlarına hiç de yabancı gelmeyeceğini sanıyorum: Çünkü yeni Avrupa’nın ana kaynaklarından biri olan bu büyük düşünce kaynağının bize Avrupa’dan gelen her kitapta biraz payı vardır. Yeni düşünce, insan bilincinin insanı ve doğayı serbestçe tanımak çabası ise, Montaigne bu çabanın ilk büyük hamlesidir. Bugün bizim de kavuştuğumuz serbest düşünceye o, dört yüzyıl önce ve bizim uyanış devremize birçok bakımlardan benzeyen coşkun bir dönemde kavuşmuştur. Bugünkü Türkçe gibi değişen kıvrak ve başıboş bir dille; şimdi anlamları çok değişmiş taze Fransızca sözcüklerle, halk deyimleriyle yazılmış olan Denemeler, çeviriye en az elverişli kitaplardan biridir. Bu çevirileri iddialı birer örnek olarak değil, birer deneme olarak veriyorum. Parçaların seçilmesi de daha çok gelişigüzeldir. Montaigne’den yapılacak her seçme, ister istemez, keyfi ve eksik olacaktır. Bunlar,
Denemeler’in ötesinden berisinden koparılmış düşüncelerdir. Montaigne’in bahçesinden her geçişte insan çok değişik demetler yapabilir. (1940)

Cem Yayınları’nın sahibi Ali Uğur, ?Denemeler?in tamamının Türkçe?ye çevrilmesiyle ilgili süreci şöyle anlatır:
Denemeler, 1970?li yıllarda ilk defa Sabahattin Eyüboğlu tarafından çevrildi. Bizde de daha önce ?Montaigne – Denemeler? olarak çıktı. Aslında seçmelerdi o kitap. Doğrusunu isterseniz hiç kimse uzun süre tekrar ?Denemeler?i gündemine almadı. Bir kesim kendini tamamını okumuş sayıyorlardı, bir kesimi de cesaret edemedi. Belki de tümü çevrildiğinde okunulamayacağı düşünülüyordu. Ne bir çevirmen ne de bir yayıncı böyle bir çalışma işine girmedi. Ben de tereddüt ettim; yapar mıyız yapamaz mıyız diye. Hem eski Fransızca olduğu için zor, bir de ikinci bir yabancı dil; İngilizce veya Almanca bilmek gerekiyordu karşılaştırma yapabilmek için. Çevirmen Hüsen Portakal ile böyle bir çalışmaya giriştik. Çevirisi üç yıl sürdü.?

Eren Arcan?ın yorumuyla Denemeler : “Aklın Kendisi ile Diyaloğu”

Eğer Montaigne?in denemelerinin ortak bir paydası varsa, kütüphanesinin duvarına yazılı olan Sextus Empiricus ?a ait olan: ?Her akılcı görüşe eşdeğer bir akılcı görüşle karşı çıkılabilir.? düsturudur.
Dört evladını bebekken kaybeden ve amansız böbrek sacıları yüzünden 1571 yılında 38 yaşındayken şatosunun duvarları arasına çekilen Montaigne yirmi yıl süresince, binden fazla sayfalık ?Denemeler? adlı eserini kaleme almıştır. ?Denemeler? in yazılması XVI ıncı yüzyılın başlarında Lüter?in Papa?ya başkaldırışı ile başlayan ve Hristiyanlığın bölünmesi ile sonuçlanan isyan döneminin bunalımlı devrine rastlamaktadır.
Kendi deneyimlerini kaleme aldığı makalelerine ?essay? ?deneme? adını veren Montaigne; bir eleştirmenin ?Aklın kendi kendisi ile diyaloğu? olarak tanımladığı bu türün, edebiyatta yerini almasını sağlayan yazardır. ?Essay? girişim ? teşebbüs ? deneme anlamına gelmektedir. Montaigne yazılarında kendini merkeze oturtmuş ve amacının? insanlık? hakkında değil yalnızca kendi deneyimleri hakkında yazmak olduğunu anlatmıştır. Bunu yaparken de büyük bir alçakgönüllülükle kendi yetersizliğinden, yarın öbür gün düşüncelerinin değişebileceğinden, bize ders verme niyetinde olmadığından sözetmiştir. Kendini tanımaktan yola çıktığını; dünyadaki en büyük şeyin nasıl kendin olabileceğini bilmek olduğunu söyler.
Kitabın girişinde ?Kısacası, okuyucu, kitabımın özü ?benim?: Boş vakitlerini bu sudan ve anlamsız konuya harcaman akıl karı olmaz. Haydi uğurlar olsun.? der
Ama buna karşın denemelerinin çoğu kişisel olarak başlamakta ama daha sonra insanlığı işleyen temalara uzanmaktadır. Aslında Montaigne yalnızca kendisi hakkında söz etmek istediğini söylerken bizleri daha genel anlamda. ?insanı? anlamaya davet etmektedir. “Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.”
Deneyimler :

Montaigne bizlere gündelik hayatımızı, deneyimlerimizden yararlararak; duygularımızı, yeteneklerimizi göz önünde bulundurarak; onur, şan, şöhret peşinde koşmadan; dogmaya saplanmadan; bize bahşedilen hayatı doğanın öngördüğü biçimde yaşamamızı önerir. Bize hayatın tadını çıkararak yaşamamızı söyler. Hayata mesafeli bakarak, seyirci olmayı.

Onun yaşadığı dönemdeki sosyal ve politik çalkantıları göz önünde bulundurursak onun bize, kendi kabuğumuza çekilip hayatın bir seyircisi olma davetini belki de yadırgamamız gerekiyor.

Herşeyin durmadan değiştiği bir dünyada inaçlarımızın temelini kesinlik oluşturamıyacağına göre; deneyimlerimizin temelinde kuşkuculuğun yer alması gerektiğini, söylemektedir Montaigne. İnanç sistemlerinin değişkenliğine işaret ederek insanın bu değişkenlik nedeniyle, zaten kaybedeceği bir oyun için özgürlüğünden vazgeçmemesini önerir.
Ancak bu yaklaşımlar yalnızca dış dünya için geçerli değil, durmadan değişen, belirsiz, kalıptan kalıba giren iç dünyamız için de geçerlidir. Bu sürekli değişim yüzünden ruhumuzu daha iyi anlayabilme ya da geliştirebilme imkansız hale gelir. Yapabileceğimiz tek şey o an neler hissettiğimizi anlamak, bunun da kısa zaman içinde değişeceğini göz önünde bulundurmaktır
Montaigne?in savına göre mümkün olduğunca özgür ve bağımsız; politik ve dini problemlerden uzak, insanın nasıl olduğu veya nasıl olması gerektiği gibi doktriner iddiaları gözardı ederek; bize mutluluk veren cinsellik, yemek ve kitaplar gibi konulara öncelik vererek yaşamak gerekiyor.

Montaigne bu tutumu ile bireysel alanı toplumsal alanın üzerinde tutar. Bize sükun önerir. Tutkulu bir biçimde şan, şeref peşinde koşmamayı. Olaylara seyirci olmayı, evin duvarları arasında mutluluğu bulmayı. Ancak geçim sıkıntısı olmayan bir aydın tipinin kendini halktan soyutlayıp evine kapanarak olaylara seyirci kalması, sonuçta, Fransa?da kanlı bir ihtilale neden olmuştur.
Montaigne?in Tarih ile Bağı
Montaigne?i okumaya başladığımızda ilk farkına varacağınız özellik yazarın Yunan ve Roma çağı yazarları ile özel ilişkisidir. Denemelerini klasik yazarlardan Latince alıntılarla bezemiştir. Rönesans hümanizminin dayandığı yazarların en iyi örneklerinden biri olarak kabul edillen Montaigne klasik yazarlardan elde ettiği bilgiyi büyük bir rahatlık içinde kullanmaktadır.

Yol göstericilerinin putperestler olduğunu söyler. Hiç bir zaman hristiyan söylemi içinde değildir. Eski Yunan?a göre din, insanın ana kaygısı değildi. Bu yüzden Yunan kültürüne odaklanmak Aydınlanmanın insan geçmişini dini değil, laik bir temele oturduğunu kabul etmek demekti. iki yüzyıl sonra gerçekleşecek olan olan Aydınlanmanın temel taşlarından biri Montaigne olmuştur. Hayatta olduğu sürece bu söylemleri onun başına dert açmamız ancak aradan bir yüzyıl geçtikten sonra kitabı yasaklanan kitaplar arasına girmiştir.
Bu klasik yazarların Montaigne?i büyüleyen yanı, onların şan şeref peşinde koşmadan, doğanın ve aklın tabiatına uygun yaşamayı ölçüt olarak alınmasını, savunmalarıdır. Ancak Montaigne?in Sokrates?e övgüler düzmesi kendi öngördüğü hayata ?seyirci? olma olgusu ile ters düşmektedir. Sokrates inançlarını sonuna kadar savunan bir kişi olarak tarihte yerini almıştır. Montaigne Sokrates?ı klasisimin tahtına oturturken örtük olarak onu onaylamaktadır da.
Sonuç olarak
İnsan, kendisine mutluluk verecek ya da vermeyecek alanlarda gereksiz sınırlamalar koymamalıdır. Özel hayatı, kamusal alana tercih etmelidir. Bizi önyargılardan uzak durmaya, kuşkuculuğa ve kültürel farklılıkların ayrımına varmaya; insan olarak hayatı zenginleştirme olanaklarına sahip olduğumuz halde bunları hırslı planlarla ya da gereksiz sınırlamalarla tehlikeye atmamaya davet etmektedir.
Daha sonraki yıllarda Descartes (1596?1650) Montaigne?in dağınık düşüncelerini ünlü “Cogito; ergo sum” ?Düşünüyorum, öyleyse varım? sonucuna bağlamıştır.

Yücel Nural?ın Denemeler üzerine yorumu;
?Rönesans düşünce tarzı ve tamamen yeni ve çağdaş metotla yetiştirilen Montaigne zengin bir Bordo?lu ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası soylu ,ve kentin belediye başkanı idi. Seçkin bir eğitim alan Montaigne özenle yetiştirildikten sonra sarayda danışmanlık, parlamento azalığı, yargıçlık gibi yüksek mevkilerde görev yaptı. Bir ara politikaya girmek istese de hayal kırıklığına uğradı. Erken ölümü ile Montaign?e ölüm gerçeğini, arkadaş sevgisini ve Stoacılığı öğreten sevgili dostu Etien la Boétie?yi 1558?de parlamento?da tanıdı ve yaşam boyu anısını sakladı.
1572?de Montaigne kendi adıyla anılan topraklarına ve şatosuna çekilerek kendisini etüd ve düşünceye vererek Denemeler?ini yazmaya başladı. Eser 1580? de ilk kez yayınlandı. Yetkin bir diplomat olan Montaigne Avrupanın her tarafını dolaştı, derin gözlem yetisi ile incelemeler yaptı.1558?de, kentte veba salgını çıkınca ailesiyle birlikte topraklarını terk edip bölgeden kaçtı. Bir süre sonra geri dönerek eserini yazmaya devam etti. Ölüm onu 1592 yılında Denemeler?ini yazarken buldu.
Yaşamının zenginliği ve çeşitliliği, tecrübelerinin derinliği ve genişliği, üstlendiği rollerin önemi, onun ruhsal gözlemlerine ve ahlaki fikirlerine özel bir değer katmaktadır. Hep kendi tecrübelerini anlatsa da asıl sergilemek istediği insanların ortak yönleri ve ?derin benlik?tir. Bunu yaparken kendi gözlemlerini büyük filozofların özdeyişleriyle de pekiştirmektedir. Kendisini çok alıntı yapmakla eleştirenler olmuş, Montaigne onlara:?Ben alıntılarımı saymam, ama tartarım? yanıtını vermiştir.
Denemeler, bize bütün karmaşıklığı ve çelişkileri ile bir insanın portresini çizmektedir. Gerçekten de Montaigne, fiziğinin ağırlığına karşın az rastlanan bir zekâ inceliğine sahipti. Bir köylü sağduyusu ile aşırı cüretkâr düşünceyi ve keskin bir eleştiri bilincini harmanlayabilıyordu. Kendisi büyük bir yüreklilikle acılara dayansa da işkenceye şiddetle karşı çıkardı.Montaigne?nin orijinalliği her insanda bulunan bu çelişkilerin bilincine varmış olmasıydı. Zengin ve farklı olan kişiliğini sözcüklerle betimlemek zordur.. Tutkulu ve mistik yönlerı olmasa da Montaigne?in kişiliği bir bütünlük gösterir. Onun iki tutkusu vardı: gerçeklik ve özgürlük… Gerçeklik ve özgürlük insanlık onurunun idealiydi.
Denemeler, onun doğal eğilimlerinin bir denemesidir: ?Burada çiziktirdiğim bütün bu yahniler benim yaşamımın deneyimlerinin, tecrübelerinin bir kaydından başka bir şey değildir? , diyor yazar.
Montaigne bizlere dersler dayatmak değil, bizi kendisiyle beraber, girişimlerini, gözlemlerini ve düşüncelerini birlikte yaşamaya davet etmek istiyor. Denemeler, bilgelik araştırması yapan bir adamın günlüğüdür.
Montaigne tumturaklı sözlerden ve pırıltılı gösterişlerden uzak durur. Ona göre yazarın stili, biçemi, bilgi ile kişiliğinin gelişmesiyle oluşur. Montaigne birçok açıdan klasik doktrinin sözcüsü gibidir: biçem düşünceye hizmet eder, onu yönetmez. Montaigne hiçbir sevecenlik göstermeden, zaman zaman , Denemeler?inin biçemini aşırı bir sertlikle yargılar:?Ulaşılmak istenen hedef çok yüksektedir, o halde kendinden çok şey talep etmek gerek?
Fakat yazıları kendi mizacına uygundur, doğallıktan ayrılmaz, bir anektod diğerini çağırır, ölçü düzen bilgiçlik taslamak yoktur. Bu gelgeç tavır, Denemeler?e yaşamın çekiciliğini ve şiirselliğini verir.
Montaigne purist (arılaştırıcı) değildir, hocası Sokrat gibi zanaatkâr diliyle konuşmaktan çekinmez. Fransızcanın yetmediği yerde Gascon dilini yardıma çağırır. Kesin ve çarpıcı betimlemelerle yazımına tat katar. Tanıdık karşılaştırmalar, şiirsel imgelemler, canlı metaforlarla; doğal yeti ile bilinçli sanatın ayırt edilemediği yazını okuyucuya renkler ve tatlar sunar.
Montaigne genç yaşta kaybettiği en değerli dostu Etienne la Boétie?den Stoa?cılığı öğrenmiştir: yaşamda ılımlı olmak, sadakat, hoşgörü, cesaret ve dayançlı olmak esastır. Tevazu şarttır: ?Dünyanın en yüksek tahtına da otursak, oturduğumuz yer sadece popomuzdur ?,der.
1555 yıllarında Gutenberg ilk matbaayı kurdu. Ayni yıllarda ateşli silahlar yaygınlaştı. Rönesans hümanistleri Grekçeyi keşfettiler. Platon sayesinde, dinden bağımsız, sadece insanlığa ait bir bilgelik olduğunu fark ettiler. O zamana kadar Avrupa felsefesine Aristocular hakimdi. St. Thomas, St. Augustine gibi hristiyan filosoflar:?Tanrıdan başka kimse yaratıcı olamaz!? diyorlardı. Rönesans, sanatçıya özgürce ve her istediğini yaratabilme hakkını tanıdı. Plâtoncular Aristoculara galip geldi. Plâtoncu olan Montaigne bu çağın optimizmini ve hümanizmasını yazımında yansıtmaktadır.
1492?de Kristof Kolomb Amerikayı keşfemişti. Thomas More, Leonardo da Vinci , Michel Ange, Albert Dürer, Copernic, Martin Luther, ve daha nice çağdaşları Montaigne?in kültür dağarcığını zenginleştirdiler.?Kızıl Ağaçlar Ülkesi? romanından anımsayacağımız Villegagnon olayını Montaigne incelemiş ve ?bon sauvage?:?iyi vahşi?nin savunuculığunu üstlenmiştir ki bu düşünce sonradan 18.ci yy. filosofları tarafından da benimsenmiştir.(Rouseau ve Shakespeare)
Kanlı din savaşları,milyonlarca insanı yok eden salgın hastalıklar, Sevgili arkadaşı la Boétie?nin genç ölümü, Sokrat?ın içine sindiremediği yok edilişi,Montaigne?e ölümün en kaçınılmaz gerçek olduğunu kanıtlamıştı. Fakat o ahiret inancı beslemez, genelde Epikürcüdür. Dinin insanlara,yaşamı aşağılama inancı aşıladığına inanır.Bütün yaşamı boyunca kilisenin yolsuzluklarını eleştirmiştir.

1676?da Roma Kilisesi Denemeler?i mahkûm eder.
Görünen o ki, Montaignin 16.yy?da yazdığı eser 21.yy?da güncelliğini koruduğu gibi gelecekte de insan tabiatını betimlemeyi sürdürecek.?
Kaynaklar:
AUTOUR DE MONTAİGNE,Roger Stephane,Stock,1986
16éme SİECLE,Lagarde &Michard ,Bordas

Nurhan Kürkan Denemeler üzerine yorumu;
?Montaigne yalnız Denemeler?ini yazmak için yaşamış gibidir. Bundan başka kitabı olmadığı gibi hayatının da bu kitaptan başka serüveni yoktur. ?Ben kitabımı yaptığım kadar da kitabım beni yaptı? der.
Babası kendisine Latinceyi ana dilinden önce öğrettiği için Montaigne eski Yunan ve Latin yazarlarını yakından tanımış ve eserinde bu yazarlara sık sık göndermeler yapmıştır.
Hiçbir konuda Montaigne ?Ben sizin yerinize düşündüm, düğümü çözdüm; siz artık düşünmeyin sadece benim dediğime uyun,? demez. Hep: ?Bakın düşündükçe neler çıkıyor ortaya; siz de bir düşünün, çevrenize bakın, ipucu isterseniz işte benimki, işte Sokrates?inki, işte falan köylününki,? der gibidir. Ona göre herkes kendi kendini adam eder, etmelidir. Bu uğraşsa kendini bilmekle başlar.
Michel Eyquem de Montaigne (28 Şubat, 1533 ? 13 Eylül, 1592) Fransız Rönesans yazarı.
28 Şubat 1533 tarihinde Périgord’da doğdu, 13 Eylül 1592 tarihinde aynı kentte öldü. Katolik inançlarına bağlı varlıklı ve soylu bir ailenin çocuğudur. Babasının etkisiyle çok küçük yaşta öğrenim görmeye başladı. 1546 yılında Collége de Guinne’yi bitirdi. Toulouse Üniversitesi’nde hukuk okudu. Bir süre Bordeaux parlamentosunda danışmanlık, sonra belediye başkanlığı, Etat Généraux’da milletvekilliği yaptı. Almanya ve İtalya’yı gezdi. Daha sonra şatosuna çekilerek kendini bütünüyle felsefe ve edebiyata verdi. Felsefede us ilkelerine dayalı kuşkucu bir yöntemi benimsedi. Montaigne başlıca yapıtı denemeler (Essais) için “ben kitabımı yaptığım kadar da kitabım beni yaptı” der
Deneme türünün yaratıcısı olarak kabul edilir. En önemli eseri Denemeler’de, insanı, özellikle de kendini büyük bir açıksözlülükle inceler. Bu denemelerin bir bölümü Sabahattin Eyüboğlu tarafından Türkçeye çevrilmiştir.?

Montaıgne Üzerine Düşünceler
?Montaigne Avrupa?ya serbest düşünmeyi öğreten adamdır, demek fazla büyük söylemektir, ama böyle bir söz olsa olsa Montaigne için söylenebilir.? (Sabahattin Eyüboğlu)
?Yazarların çoğunda yazan adamı görüyorum, Montaigne?de ise düşünen adamı.?
(Montesquieu)
– Denemeler’de gördüğüm her şeyi Montaigne’de değil kendimde buluyorum. (Pascal)

– Bir kitap buldum burada. Montaigne’in kitabı; yanıma almadım sanıyordum. Aman ne hoş adam. Ne zevk onunla birlikte olmak.
(Mme. de Sevigne)

– Montaigne, o hoşsohbet insan, Bazen derin, bazen sudan Kuşku duymasını bilmiş Burnu bile kanamadan. Kerli ferli softalarla Alay etmiş sakınmadan. (Voltaire)

– Eminim, alışacaksınız Montaigne’e. İsanoğlu ne düşündüyse onda var ve bu kadar güçlü biçem zor bulunur. Bir şey öğretmiyor, çünkü hiçbir şeyi kestirip atmıyor. Doğmacılığın tam tersi. Mağrur adam, ama kim mağrur değil ki? Alçakgönüllü görülenler büsbütün mağrur değiller mi? Her satırında Ben, Kendim diye konuşuyor, ama Ben, Kendim demeden hangi bilgiye varılabilir? Haydi, bırakın Allah aşkına hocam, filozofun, metafizikçinin bundan iyisi görülmemiş.
(Mme. du Deffand)

– Montaigne, o tanrı gibi adam, 16. yüzyılın karanlıktan içinde tek başına diri ve tertemiz bir ışık saçmış; dehası ancak zamanımızda, gerçek ve felsefi düşünce boşinançların, geriliklerin yerini alınca anlaşıldı. (Grimm)

– Montaine’in düşünceleri yanlış, ama güzel. (Malebranche)

– Yazarların çoğunda, yazan adamı görüyorum, Montaigne’de ise düşünen adamı. (Montesquku)

– Çocukken babamın kitaplığından bana Dememeler çevirisinin perişan bir cildi kalmıştı. Yıllar sonra, kolejden çıkışımda bir cildi okudum ve ötekilerini arayıp buldum. Bu kitapla ne büyük haz ve hayranlık saatleri geçirdiğimi hatırlıyorum. Bu kitabı, yaşadığım başka bir hayatta yazmışım gibi geliyor o kadar candan bana, benim düşüncemi, benim hayat deneyimimi söylüyordu. (Emerson)

– Montaigne amma da düşünce çalmış benden! (Beranger)

– Montaigne ölüyor: Kitabını tabutunun üstüne koyuyorlar; cenazesinde yakını olarak din bilgini Charron ve manevi kızı Mademoiselle de Goumay var Resmen septik olarak Bayle ve Naude onlara katılıyor. Sonra Montaigne’e az çok bağlananlar, bir an için ondan zevk almış olanlar, bir an için yalnızlık sıkıntısından kurtardığı, kuşku duydurmak sayesinde düşündürdüğü kimseler; akraba ve komşu olarak Madame de Sevigne, La Fontaine; onun yaptığını yapmaya özenip onu taklit etmeyi onur bilenler: La Bruyere, Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau; ortada tek başına Voltaire; daha az önemli kimseler, karmakarışık: Saint-Evremond, Chaulieu, Garat… Daha arkada çağdaşlarımız ve belki hepimiz. Ne büyük bir cenaze alayı. Bir insanın Ben’i için bundan daha fazla umulabilir mi? Peki ama, ne yapıyorlar bu cenaze alayında? Tören gereğince hüngür hüngür ağlayan Mademoiselle de Gournay den başka herkes konuşuyor: Ölenden, onun sevimli taraflarından, hayata bu kadar karışan felsefesinden sözediyorlar. Herkes kendi kendinden sözediyor. Onunla herkesin ortak olduğu taraflar ortaya konuyor. Kimse ona olan borcunu unutmuyor; her düşünce onun bir yankısı gibi… Korkarım bu alayda dua eden tek adam Pascaldır. (Sainte-Beuve)

– Montaigne’i sevmek kendini sevmek, kendini her şeye tercih etmektir. Montaigne’i sevmek yalnız gerçeği değil, doğruluğu ve ödev duygusunu da yalnız kendinden yana çekmektir. Montaigne’i sevmek, hayatımızda hazlara, zavallı yaradılışımızın kaldıramayacağı kadar yer vermektir… (Brunetiere)

– Montaigne Fransız Rönesansını bitirip Klasik çağı haber veriyor.
(Lanson)

– Pilatus’un, devirler boyunca yankısı çınlayan korkunç sorusu karşısında Montaigne, daha insanca, daha din dışı, başka bir anlamda İsa’nın tanrıca cevabını vermiş oluyor:
«Gerçek nedir?»
«Gerçek benim!,»
Yani Montaigne gerçek olarak sahiden tanıyabileceği tek şeyin kendisi olduğuna inanıyor. Onu kendinden sözetmeye götüren budur çünkü kendini bilmeyi ayrıca her şeyden daha önemli sayıyor. İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi kaldırmalı, diyor. Maskesini atmak için kendini anlatıyor. Maske insanın kendinden çok ülkesine ve devrine ait olduğu için de insanlar maske yüzünden birbirinden ayrılıyor. Böylece, maskesini gerçekten atan insanda hemen kendi benzerimizi buluyoruz. (Andre Gide)


Kitaptan özdeyişler

Olgun bir okuyucu çok kez başkasının yazdıklarında yazarın düşünmediği güzellikler bulur, okuduklarına daha zengin anlamlar ve renkler kazandırır.

Kendimi olduğundan az göstermek, alçakgönüllülük değil, budalalıktır; kendine değerinden az paha biçmek korkaklıktır, pısırıklıktır.

Aristoteles’e göre, hiçbir iyilik sahtelikle bir arada gitmez; doğru hiçbir zaman yanlışa yer vermez. Kendini olduğundan fazla göstermek de, çoğu kez gururdan değil budalalıktandır.

?Bütün insanları hemşerim sayıyorum. Bir Polonyalıyı tıpkı bir Fransız gibi kucaklıyorum. Dünya ile akrabalığımı kendi milletimle akrabalığımdan üstün tutuyorum.?
?Her insanda bütün insan halleri vardır.?
Plinius?un dediği gibi ?Herkes kendisi için bir derstir; elverir ki insan kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir; başkasına değil kendime ders veriyorum.?
?Erdemli olmayı göze al; bu yola gir;
İyi yaşamayı sonraya bırakan; yolunda bir ırmağa
Rastlayıp da geçmesini bekleyen köylüye benzer;
Irmak hiç durmadan akıp gidecektir.?
?Benim mesleğim, sanatım yaşamaktır.?
?Kendini kuru sözle değil işle ve eserle anlat.”
?Doğanın sonsuz gücü karşısında daha saygılı olmamız bilgisizliğimizi, yetersizliğimizi bilmemiz gerekir. ?
?Öfke kendi kendinden hoşlanan, kendi kendini şişiren bir hırstır.?
?Dünyada insanlılığını bilmekten, insanca yaşamaktan daha güzel, daha doğru bir iş yoktur.?
?Kanunlardan daha çok, daha ağır, daha geniş haksızlıklara yol açan ne vardır??
?Korunmak saldırana hem istek veriyor hem de hak kazandırıyor. Her korunma savaşçı bir kılığa girer ister istemez. ?
?Karı koca arasındaki sevginin, arada bir ayrılmakla gevşeyeceğini sanırlar.?
?Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır sanıyorum; o da daha başıboş daha rahat yaşamak.?
?İnsan önce içindeki sıkıntıyı dağıtmazsa yer değiştirmek daha fazla bunaltır onu.?
?İçimizdeki kalabalık hallerimizden kurtulmamız, kendimizi kendimizden koparmamamız gerek.?

İçi arınmamışsa, neler bekler insan
Kendi kendisiyle ne savaşlar eder boşuna,
Tutkular içinde ne kemirici kaygılar,
Ne korkular içinde kıvranır insan!
Ne çöküntüler yapar bizde gurur, şehvet
Öfke, gevşeklik ve tembellik !?

?Ben kendimi olduğum gibi gösteriyorum.?
?Gurur insanın düşüncesindedir, söze dökülen onun pek küçük bir parçasıdır. ?
?Bilgeliğin en açık görüntüsü sürekli bir sevinçtir.?
?Gerçek erdem zengin, kudretli ve bilgili olmasını, mis kokulu yataklarda yatmasını bilir. ?
?Eflatun der ki, çocuklara babalarının yeteneklerine göre değil, kendi yeteneklerine göre meslek bulmak gerekir. ?
?Bize yaşamayı hayat geçtikten sonra öğretiyorlar.?
?Felsefenin insanlara, yaşamaya başlarken de, ölüme doğru giderken de söyleyecekleri vardır.?
?Kanunlar doğru oldukları için değil kanun oldukları için yürürlükte kalırlar.?

DENEMELERİN KONUSU

Başkaları insanoğlunu yetiştiredursun ben onu anlatıyorum ve kendimde, pek kötü yetişmiş bir örneğine gösteriyorum. Bu örneği yeniden biçim vermek elimde olsaydı onu elbet olduğundan çok başka türlü yapardım. Bir kez yapılmış artık. Şunu söyleyeyim ki, kendimi anlatırken söylediklerim değişik ve değişken olmakla beraber hiç gerçeğe aykırı değildir. Dünya durmayan bir salıncaktır: Orada her şey toprak, Kafkas’ın kayalıkları, Mısır’ın piramitleri, hem çevresiyle birlikte, hem de kendi kendine sallanır. Durmanın kendisi bile daha ağır bir sallantıdan başka bir şey değildir. Konumu (kendimi) hep aynı
halde bulundurmak elimde değil. Doğal bir sarhoşlukla, salına serpile yürüyüp gidiyor. Onu belli bir noktada, canımın istediği bir andaki haliyle alıyorum. Duruşu değil, geçişi anlatıyorum: Fakat yaştan yaşa, yahut halkın dediği gibi «yedi yıldan yedi yıla» geçişi değil, günden güne, dakikadan dakikaya geçişi. Hikayemi saati saatine yazmam
gerekiyor. Az sonra değişebilirim. Yalnız halim değil, amacım da değişebilir. Benim yaptığım, değişen ve birbirine benzemeyen olaylar, kararsız ve bazen çelişmeli düşünceleri yazıya dökmektir. Acaba benliğim mi değişiyor, yoksa aynı konulan ayrı koşullara ve ayrı bakımlara göre mi ele alıyorum? Her ne hal ise, kendi kendimden
ayrıldığım oluyor. Fakat Demades’in dediği gibi, doğrudan hiç ayrılmıyorum. Ruhum bir yerde durabilseydi, kendimi denemekle kalmaz, bir karara varırdım: Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde. Anlattığım hayat basit ve gösterişsiz; zararı yok. Bütün ahlak felsefesi sıradan ve kendi halinde bir hayata da girebilir, daha zengin, gösterişli
bir hayata da: Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.
(Kitap 3, bölüm 2)

Olgun bir okuyucu çok kez başkasının yazdıklarında yazarın düşünmediği güzellikler bulur, okuduklarına daha zengin anlamlar ve renkler kazandırır. (Kitap 1, bölüm 26)

Başkalarının bilgisiyle bilgin olabilsek bile, ancak kendi aklımızla akıllı olabiliriz. (Kitap 1, bölüm 24)

KİTAPLIK VE OKUMA
Evde bulunduğum zaman hayatım daha çok kitaplığımda geçer; oradan ev işlerini yönetmek imkanını da bulurum. Giriş kapısının hemen üstündeyim; hem bahçeyi, kümesi, avluyu görürüm, hem de evimin öteki bölümleri içinde sayılırım. Hiçbir düzene uymadan, hiçbir amaç gütmeden bir bu kitabı, bir şu kitabı karıştırırım; zaman olur hayal kurarım, zaman olur kurduğum hayalleri ya kendim yazarım ya da bir aşağı bir yukarı dolaşarak başkasına yazdırırım.

Kitaplığım bir kulenin üçüncü katındadır; birinci katta tapınak, ikinci katta da yalnız kalayım diye sık sık yattığım bir oda ile eklentileri, kitaplığın üstünde ise büyük bir sandık odası vardır. Eskiden kitaplık, evimin lüzumsuz yeriymiş. Bense hayatımın çoğu günlerini, günlerimin de çoğu saatlerini burada geçiriyorum.

Kitaplığım yusyuvarlak bir oda; masamla sandalyemi alacak kadar yer var; bir bakışta kitaplarımın tümünü birden görebileceğim şekilde düzenlenmiş beş raflı dolaplar çember halinde duvarları kaplar. Odanın, on altı adım çapında boşluğa bakan çok geniş ve çok güzel manzaralı üç penceresi var. Kışın daha az bulunurum bu odada; çünkü adından da anlaşılacağı gibi evim bir tepenin üstündedir; hiçbir odası da bu oda kadar yer almaz; bir gayret sarfetmemi gerektirdiği, ıssız bir yerde olduğu için hoşuma gider; böylece, hem çalışmamın verimli olmasını sağlar, hem de topluluktan beni uzak tutar. Oturduğum yer, böyle bir yer işte; orada tam bir egemenlik kurmaya, yalnız orasını karımdan da çocuklarımdan da, toplum hayatının geleneklerinden de uzak tutmaya çalışırım. Başka nerde olursa olsun egemenliğim sözde kalır: aslında zaten şüpheli bir egemenliktir bu. Evinde kendi kendisiyle başbaşa kalacak, kendi kendine övgüler söyleyecek, şundan bundan kaçıp gizlenecek bir yeri olmayan kişi benim gözümde zavallının biridir. Gösterişe düştün olanların bu huyları çok pahalıya oturur onlara; Pazar yerlerindeki heykellere benzerler de ondan: “Büyük başın derdi büyük olur”.

Gençken gösteriş olsun diye okurdum; sonradan, biraz da kendimi yetiştirmek için okumaya incelemeye başladım; şimdi ise vakit geçirmek, oyalanmak için yapıyorum bu işi; çıkarımı sağlamak aklımdan bile geçmedi. Kitaba karşı içimde, beni paradan çıkartan aşırı bir sevgi vardı; yalnız kendi ihtiyacımı karşılamak için değil, üç adım uzaktaki çevremi doldurmak, süslemek içindi bu sevgi; bir hayli oluyor, onu da bıraktım.

Seçmesini bilen için kitabın çok hoş meziyetleri vardır; ama her nimet bir zahmet karşılığıdır; bu zevk de ötekiler gibi belli ve arık değildir; kendisine öz, çok ağır yükleri vardır; okudukça ruh gelişir, ama kalıp, benim hiçbir zaman yüzüstü bırakmadığım kalıp, hareketsiz kalır, yıkılır, ezilir büzülür. İhtiyarlığa yöneldiğim şu anda fazla okumak kadar zararlı, kaçınılması bunun kadar gerekli bir şey bilmiyorum ben.


TARTIŞMALAR
Azgın tartışmacılar da keşke, diğer söz suçluları gibi ceza görselerdi. Hep öfkenin alıp götürdüğü bu fikir çarpışmalarında, insanın etmediği kötülük kalmaz. İlkin fikirlere çatarız, sonra da insanlara…

Tartışmada esas, karşımızdakinin düşüncesini çürütmek olduğu, herkes çürütüp çürütüldüğü için, tartışmanın sonunda olan şey, gerçekten büsbütün uzaklaşmaktadır. Onun için Platon, Devlet’inde akılca ve ruhça zayıf olanlara tartışmayı yasak etmiştir. Doğru dürüst adım atıp yürümesini bilmeyen bir insanla gerçeği aramaya çıkmanın anlamı var mı? Aradığımız şeyi bırakıp onu nasıl bir yoldan arayacağımızı düşünürsek ondan hiç de uzaklaşmış olmayız.

Tartışma ile neye varılabilir? Biri doğuya gider, biri batıya; yolda rastladıkları ayrıntılara saplanır ve konudan ayrılırlar. Bir saat cenkleştikten sonra, neyi aradıklarını bilemez olurlar: Kimi konunun üstüne çıkmış, kimi altına inmiş, kimi de kenarında kalmıştır. Kimi bir kelimeye, bir benzerliğe takılır; kimi söylenene kulak bile vermeden bir şeyi tutturur ve yalnız kendi söylediklerini dinler. Başka biri de kendine güvenmediği için her şeyden kaçınır, hiçbir fikri kabul etmez; ta başından her şeyi karıştırır, yahut da söz kızışınca, büsbütün susar ve bir daha ağzını açmaz; bilgisizliğini küskünlüğünün altında saklar; mağrur bir küçümseme ya da budalaca bir alçak gönüllülükle tartışmadan kaçar. Bazısı yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir. Bazısı da yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir. Bazısı da yalnız sesinin ve ciğerinin gücüne dayanır. Bakarsınız birisi tutar kendine karşı dönüverir; başka biri kalkar ön sözler, yersiz hikayelerle kafa şişirir. Kimi vardır, sıkıştığını görünce karşısındakini susturup kaçırmak için düpedüz sövüp saymaya başlar ve Alman kavgası çıkarmaya çalışır. Başka bir türlüsü de vardır, konuya hiç bakmadan sizi bir sürü mantık çemberiyle, diyalektik oyunlarıyla kuşatıp boğmaya savaşır.

Bütün toptancı hükümler çürük ve tehlikelidir.

AŞK ÜSTÜNE
Kitapları bir yana bırakır da dobra dobra konuşursak, aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir, gibi geliyor bana. Venüs’ün bize verdiği şey sonunda bir boşalma hazzı değil mi? Tıpkı doğanın başka taraflarımızın boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük yahut hayasızlık yüzünden kötülük haline geliyor. Sokrates’e göre aşk, güzelliğin aracılığıyla çoğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzın insana verdiği o acayip gıdıklama, Zenon’u, Kratippos’u düşürdüğü o delice, budalaca, saçma sapan haller, bizi sürüklediği o uygunsuz azgınlık, aşkın en tatlı anında o alev saçan, kudurmuş, zalim surat, sonra nedir o birden kabarıp böbürlenme, bu kadar çılgınca bir işin içinde o ciddileşip kendinden geçme? Hem ne diye hazlarımızla pisliklerimizi sarmaş dolaş edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzın son kertesinde acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara bakınca, Platon’un dediği gibi, tanrıların insanı kendilerine oyuncak diye yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların bu en bulanık, en karışık işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir, diyorum. Böylelikle bizi denkleştirmek, akıllılarla delileri, insanlarla hayvanları birleştirmek istemiş. İnsanların en ağırbaşlısını o bilinen hal içinde bir düşündüm mü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır.

Oyun arasında ciddi düşüncelere yer vermeyenler, bir aziz heykelinin karşısında, önü açık diye, dua etmekten çekinenler gibidir. Biz de pekala hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama bunlar ruhumuzun göreceği işlere engel olmaz, bu işte hayvanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz. İşte gelgelelim öteki iş bütün düşünceleri, Platon’un bütün felsefesini ve ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve, insanlığımızdan çıkartıp hayvanlaştırır. Başka her yerde az çok nazik olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli düşünülemez bile. Bir arayın da bulun bakalım bu iş bilgece ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir? Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de uyumada anladığını söylermiş. Uyku ruhun kötü güçlerini sarıp yokeder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın eder. Onu sadece mayamızdaki bozukluğun değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir belirtisi sayabiliriz kuşkusuz.
Doğa bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü işlerin en soylusunu, en yararlısını, en güzelini de ona bağlamıştır bir yandan da bizi bırakır, onu kötüleriz, ondan ayıp, günah diye utanır kaçarız, perhizi sevap sayarız. Bizi yaratan işi hayvanlık saymaktan daha büyük hayvanlık mı olur? Türlü ulusların dinlerinde vardıkları, kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel arzunun kötülenmesidir. Onun bir cezalanması demek olan sünnet bir yana, bütün kanılar bu konuda birleşir. Hoş, bir bakıma insan denilen bu budala varlığı yaratma işini ayıplamakta, bu işe yarayan taraflarımızdan utanmakta pek de haksız değiliz ya… İnsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, gelmiş meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır. Aristoteles ülkesinin bir deyimine göre birini iyileştirmenin öldürmek anlamına geldiğini söyler.
Bazı uluslar yemek yerken başlarını bir örtüyle kaparlarmış. Bir bayan tanırım, hem de en büyüklerden bir bayan, o da aynı kafada: Çiğnemek hiç güzel bir hareket değilmiş, kadının zerafetine, güzelliğine çok zarar verirmiş. Bu bayan iştahı olduğu zaman herkesten kaçarmış. Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek yerken görmeye, ne de başkalarının kendini yerken görmesine katlanamaz. Karnını doldurmak, içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir iştir. Türk padişahının ülkesinde birçok insanlar varmış ki başkalarından üstün sayılmak için kendilerini yemek yerken göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini gözlerini param parça ederlermiş, kimselerle de konuşmazlarmış. Bu softalar demek doğayı bozdukça değerlendireceklerini, yaratılışlarını hor görmekle yükseleceklerini, ne kadar kötüleşirlerse, o kadar iyileşeceklerini sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hayvan ki, kendi kendinden bu kadar iğreniyor, kendi zevklerini başının belası sayıyor. Hayatlarını gizleyen, başkalarının gözüne görünmekten kaçan insanlar da var. Sağlık, sevinç içinde olmak onlar için en zararlı, en belalı hallerdir. Değil yalnız birçok tarikatlar, birçok uluslar var ki doğuşlarına lanet eder, ölümlerine şükrederler. Güneşe lanet edip karanlıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemeye gösterdiğimiz zekayı hiçbir yerde gösteremeyiz. Kafamızın, o her şeyi bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kastettiği av kendi kendimizdir.
O miseri! quorum guadia crimen habent. (Gallus)
Ah zavallılar, sevinçlerini suç sayanlar.
Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Doğanın seni zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut, doğanın şaşmaz, hiçbir yerde değişmez yasalarını hor görür, sonra o senin yaptığın, bir taraflı acayip, uygunsuz yasalara uymaya çabala. Üstelik bu yasalar ne kadar özel, dar, dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa çabaların da o ölçüde arıtıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı sıkıya bağlanırsın; tanrının, doğanın emirleri umurunda değildir. Bak, bir düşün bunlar üzerinde: Bütün yaşamın böyle geçiyor. (Kitap 3, bölüm 5)

DOSTLUK

Dost ve dostluk dediğimiz, çokluk ruhlarımızın beraber olmasını sağlayan bir raslantı ya da zorunlulukla edindiğimiz ilintiler, yakınlıklardır. Benim anlattığım dostlukta ruhlar o kadar derinden uyuşmuş, karışmış kaynaşmıştır ki onları birleştiren dikişi silip süpürmüş ve artık bulamaz olmuşlardır. Onu (Etienne de la Boetie: Montaigne’in en iyi dostu. İyi yürekliliği ve bazı şiirleriyle tanınmıştır.) niçin sevdiğimi bana söyletmek isterlerse bunu ancak şöyle anlatabilirim sanıyorum: Çünkü o, o idi; ben de bendim.
Ruhlarımız o kadar sıkı bir birliktelikle yürüdü, birbirini o kadar coşkun bir sevgiyle seyretti ve en gizli yanlarına kadar birbirine öyle açıldılar ki ben onun ruhunu benimki kadar tanımakla kalmıyor, kendimden çok ona güvenecek hale geliyordum.
Öteki sıradan dostlukları buna benzetmeye kalkışmayın: Onları, hem de en iyilerini ben de herkes kadar bilirim. O dostluklarda insanın, eli dizginde yürümesi gerekir: Aradaki bağ, güvensizliğe hiç yer vermeyecek kadar düğümlenmiş değildir. Chilon (Eski Yunanistan’ın ünlü bilgelerinden biri.) dermiş ki: «Onu (dostunuzu), bir gün kendisinden nefret edecekmiş gibi sevin; ondan, bir gün kendisini sevecekmiş gibi nefret edin.» Benim anlattığım yüksek ve yalın dostluk için hiç yerinde olmayan bu davranış, öteki dostluklara uyabilir. Bunlar için, Aristoteles’in sık sık tekrarladığı şu sözü de kullanabiliriz: «Ey dostlarım, dünyada dost yoktur…»
Onsuz yorgun ve bezgin sürüklenip gidiyorum: Tattığım zevkler bile, beni avutacak yerde ölümünün acısını daha fazla artırıyor. Biz her şeyde birbirimizin yarısı idik; şimdi ben onun payını çalar gibi oluyorum:

Nec fas esse ulla me voluptate hic frui
Decrevi, tantisper dum ille abest meus particeps (Terentius)
Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden yoksun kalınca,
Hiçbir zevki tatmamaya karar verdim.

Her işte onun yarısı, ikinci yarısı olmaya o kadar alışmıştım ki şimdi artık yarım bir varlık gibiyim.

Illam meae si partem animae tulit
Maturior vis, quid moror altera,
Nec chanıs aeque, nec superstes
Integer? Ille dies utramque
Duxit ruinam (Horatius)

Mademki zamansız bir ölüm seni, ruhumun yarısı olan seni alıp götürdü, yeryüzünde varlığımın yarısından, en aziz parçasından yoksun yaşamakta ne anlam var? O gün ikimiz birden öldük.
Ne yapsam, ne düşünsem onun eksikliğini duyuyorum. O da benim için elbette aynı şeyi duyardı. Çünkü o, diğer bütün değerlerinde olduğu gibi dostluk duygusunda da benden kat kat üstündü. (Kitap 1, bölüm 28)

DOSTLUK BAĞLARI

Karı koca arasındaki sevginin, arada bir ayrılmakla gevşeyeceğini sanırlar. Bence hiç de gevşemez. Tersine, fazla sürekli bir beraberlik bu sevgiyi soğutur, bozar. Uzaktan her kadın insana hoş gelir. Herkes kendi hayatından bilir ki, her gün birbirini görmenin tadı başka, ayrılıp kavuşmanın tadı başkadır. Ayrılıklar benim yakınlarıma sevgimi tazeler, ev hayatımın tadını artırır. Değişiklik, arzularımı bir o yana, bir bu yana sürtüp kızıştırır. Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan bir ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur. Hele karı koca dostluğunda, uzun bir iş ortaklığı dolayısıyla bizi birbirimize çekecek, hatırlatacak nice bağlar vardır.
Gerçek dostluğun ne olduğunu bilirim; bildiğim için de dostumu kendime çekmekten çok, kendimi ona veririm. Ona iyilik etmeyi onun bana iyilik etmesinden daha çok istemekle kalmam; kendine her edeceği iyiliğin bana da iyilik olmasını isterim. Bana en büyük iyiliği kendine iyilik ettiği zaman etmiş olur. Bir yere gitmek ona hoş geliyor, yahut bir işine yarıyorsa, uzakta olması bana yanımda olmasından daha tatlı gelir. Kaldı ki haberleşmek olanağı varsa insan ayrı düşmüş de sayılmaz. Ben vaktiyle dostumdan ayrılmada yarar bile buldum. Birbirimizden uzaklaşmakla hayatımızı daha fazla doldurmuş, olanaklarımızı genişletmiş oluyorduk. Başka başka yerlerde, o benim için yaşıyor, keyfediyordu, ben de onun için.
Hayatın tadını bir aradaymışız gibi çıkarıyorduk. Hatta bir aradayken birimizden biri işsiz kalıyordu. O kadar kaynaşmıştık ki ayrı ayrı yerlerde olmakla anamızdaki gönül birliği bir kat daha zenginleşiyordu. (Kitap 3, bölüm 9)

YALNIZLIK

Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır sanıyorum; o da daha başıboş, daha rahat yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı pek bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini bıraktığını sanır; oysaki bu işlerin yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aileyi yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay değildir. Ruh nerde bunalırsa bunalsın, hep aynı ruhtur; ev işlerinin az önemli olmaları, daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Bundan başka, saraydan ve pazardan el çekmekle hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş olmuyoruz.

Ratio et prudentia curas,
Non locus effusi late maris arbiter, aufert. (Horatlus)
Dertlerimizi avutan akıl ve hikmettir,
O engin denizlerin ötesindeki yerler değil

Ülke değiştirmekle kıskançlık, cimrilik, kararsızlık, korku, tutku bizi bırakmaz.

Et post equitem sade atra cura. (Horatius)
Ve keder, atımızın terkisine binip gelir.

Onlar manastırlarda, medreselerde bile peşimizi bırakmazlar. Bizi onlardan ne çöller kurtarabilir, ne mağaralar, ne de bedenimize ettiğimiz işkenceler

Haeret lateri letalis arundo. (Virgilius)

Öldürücü yara bağrımızda kalır.

Sokrates’e birisi için, seyahat onu hiç değiştirmedi, demişler. O da: Çok doğal, çünkü kendisini de beraber götürmüştür, demiş.

Quid terras alio calentes
Sole mutamus? patria quis exul
Se quoque fugit? (Horatius)

Niçin başka güneş başka toprak ararsın?
Yurdundan kaçmakla kendinden kaçar mısın?

İnsan önce içindeki sıkıntıyı dağıtmazsa yer değiştirmek daha fazla bunaltır onu: Nasıl ki yerine oturmuş yükler daha az engel olur geminin gidişine. Bir hastaya iyilikten çok kötülük edersiniz yerini değiştirmekle. Hastalığı azdırırsınız kımıldatmakla, nasıl ki kazıklar daha derine gidip sağlamlaşır sarsıp sallamakla. Onun için kalabalıktan kaçmak yetmez, bir yerden başka bir yere gitmekle iş bitmez: İçimizdeki kalabalık hallerimizden kurtulmamız, kendimizi kendimizden koparmamız gerek

Rupi jam vincula dicas;
Nam luctata canis nodum arripit; attemen illi,
Cum fugit, a collo trahitur pars longa catenae. (Persius)

Kırdım diyorsun zincirlerini;
Evet, köpek de çeker koparır zincirini,
Kaçar o da, ama halkaları boynunda taşıyarak

Zincirlerimizi götürürüz kendimizle birlikte; tam bir özgürlük değildir kavuştuğumuz; döner döner bakarız bırakıp gittiğimize; onunla dolu kalır düşlerimiz.

Nisi purgatum est pectus, quae prelia nobis
Atque pericula tonc ingratis insinuandum?
Quantae conscindunt hominem cuppedinis acres
Sollicitum curae, quantique perinde timores?
Quidve superbia spurcita, ac petulantia, quantas
Efficiunt clades? Quid luxus desidiesque? (Lucretius)

İçi arınmamışsa, neler bekler insanı,
Kendi kendisiyle ne savaşlar eder boşuna!
Tutkuları içinde ne kemirici kaygılar.
Ne korkular içinde kıvranır insan!
Ne çöküntüler yapar bizde gurur, şehvet,
Öfke, gevşeklik ve tembellik!

Kötülüğümüz içimizde bizim; içimizse kurtulamıyor kendi kendisinden.

In culpa est animus qui se non efiugit unquam. (Horatius)

Ruhun derdi içinde ve kaçamaz kendi kendinden.

İnsanın, olanak varsa karısı, çocuğu, parası ve hele sağlığı olmalı, ama mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkanın arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir köşe ayırıp orada gerçek özgürlüğümüzü, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada, yabancı hiçbir konuğa yer vermeksizin kendi kendimizle her gün başbaşa verip dertleşmeliyiz; karımız, çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş gibi konuşup gülmeliyiz. Öyle ki, hepsini yitirmek felaketine uğrayınca onlarsız yaşamak bizim için yeni bir şey olmasın. Kendi içine çevrilebilen bir ruhumuz var; kendi kendine yoldaş olabilir; kendi kendisiyle, çekiş dövüş, alışveriş edebilir. Yalnız kalınca sıkılır, ne yapacağımızı bilmez oluruz diye korkmamalıyız.

In solis sis tibi turba locis (Tibulhıs)

Issız yerlerde kendin için bir evren ol

Erdem, der Antishenes, kendi kendisiyle yetinir; ne kurallara baş vurur, ne laflara, ne gösterişlere.
Yapmaya alıştırıldığımız işlerden binde biri bile kendimizle doğrudan doğruya ilgili değil. Bakarsınız bir adam canını dişine takmış, kurşun yağmuru altında, yıkık bir kale duvarına tırmanıyor bütün hıncıyla; bir başkası, karşı tarafta, kan revan içinde, aç susuz savunuyor o kaleyi ölesiye: Kendileri için mi gösteriyorlar bu yararlığı? Uğrunda ölecekleri ve hiç görmedikleri insan belki o sırada kılım kıpırdatmadan keyif sürmektedir. Bakarsınız bir başkası, bitkin, perişan, saçı sakalı birbirine karışmış kitaplıktan çıkıyor gece yansından sonra: Bunca kitabı daha iyi, daha akıllı bir insan olmak için mi karıştırdı sanırsınız? Yok canım sen de! Ya ölecek o kitaplıkta ya öğretecek yarınki kuşaklara Platus’un dizelerini hangi düzenle kurduğunu ve falan Latince sözcüğün nasıl yazılması gerektiğini. Kim seve seve feda etmiyor sağlığını, canını şan şeref için? Oysa kalp bir paradan başka nedir ki şan şeref? Kendi ölümümüzden korkmakla yetinemeyiz; karılarımızın, çocuklarımızın, adamlarımızın ölümünden de korkmak zorundayız. Kendi işlerimizden çektiğimiz sıkıntı yetmiyormuş gibi komşularımızın, dostlarımızın işleriyle de dertlere sokar, bunaltırız kendimizi.

Vah! quemquamne hominem in animum instituere, aut
Parare, quod sit charius quam ipse est sibi? (Terentius)

Vah, vah! Nasıl olur da insan bir şeyi
Kendinden daha çok sevmeye kalkar? (Kitap 1. bölüm 39)

FİLOZOFLAR ve TANRILAR

Thales’e göre tanrı her şeyi sudan yaratmış bir güçtü. Anaximandros’a göre tanrılar değişik mevsimlerde doğup ölüyorlardı ve sayıları sonsuz dünyalardı bunlar. Anaximenes’e göreyse hava tanrıydı, yaratılmış, uçsuz bucaksız ve hep hareket durumundaydı. Anaxagoras, ilk kez, her şeyin düzen ve davranışını sonsuz bir ruhun gücü ve aklı yönetimini ileri sürdü. Alkmeon tanrılığı güneşe, aya, yıldızlara ve ruha veriyordu. Pythagoras’ın tanrısı bütün nesnelerin yaratılışına dağılan bir ruh oluyor, bizim ruhlarımız da ondan kopuyordu. Parmenides tanrıyı, göğü çevreleyen ve dünyayı ışığın kızgınlığıyla ayakta tutan bir çember haline getiriyordu. Empedokles’e göre tanrılar dört unsurdu ve her şeyi bunlar yapıyordu. Protagoras tanrıların varlığı, yokluğu ve nitelikleri üstüne bir diyeceği olmadığını söylüyordu. Demokritos’a göre tanrı olan kimi zaman imgeler ve çevrintileridir, kimi zaman bu imgeleri çıkaran doğa ve sonunda bilgimiz ve zekamızdır. Platon, inancını değişik yönlere dağıtır: Timaios’da dünyayı yaratanın adı olmayacağını söyler; Yasalar’da tanrı varlığının araştırılmasını ister; aynı kitapların başka yerlerinde dünyayı, göğü, yıldızlan, toprağı ve ruhlarımızı tanrılaştırır, ayrıca her devletin eski düzeninde benimsenmiş olan tanrıları da benimser Xenophanes Sokrates’i aynı karışık öğretiler içinde gösterir: Kimi zaman tanrı’nın biçimi araştırılmamalıdır, kimi zaman tanrı güneştir, kimi zaman ruhtur hem bir tektir hem de bir sürüdür. Platon’un yeğeni Speusippos tanrıyı, her şeyi yöneten, bir çeşit hayvansı güç olarak düşünür. Aristoteles’e göre tanrı kah evren, kah ruhtur; kimi zaman evrene başka bir baş bulur, kimi zaman da tanrıyı göğün ateşliliği olarak görür. Zenokrates’te sekiz olur tanrı: Beşi gezegenlerin beşlisi, altıncısı duran yıldızların tümü, yedinci ve sekizinci de ayla güneştir. Herakleitos değişik görüşler arasında gider gelir, sonra tanrıyı duygudan yoksun eder biçimden biçime geçiştirir ve sonunda yerle gök olduğunu söyler. Theophrastes aynı kararsızlık içinde türlü fantazyalardan geçer, dünyanın yönetimini kah zekaya, kah yıldızlara bağlar. Strato’ya sorarsanız tanrı üretme, çoğaltma ve azaltma gücü olan doğadır biçimi ve duygusu yoktur. Zenon’un tanrısı iyiyi buyurup kötüyü yasaklayan doğal yasadır; yaratıklara o can verir; Zeus, Hera, Vesta gibi geleneksel tanrılaraysa yer vermez Zenon. Diogenes Apolloniates’in tanrısı havadır. Xenophanes’in tanrısı yuvarlaktır, görür, işitir, ama soluk almaz; insan yaratılışıyla hiçbir ortak yanı yoktur. Ariston tanrının biçimce hiçbir şeye benzetilemeyeceğini, duyarlığı olmadığını söyler, canlı mı, nedir, ne değildir bilinmez. Kleanthes’e göre tanrı bazen akıl, bazen evren, bazen doğanın ruhu, bazen de her şeyi kuşatıp saran yüksek bir sıcaklıktır. Zenon’un çağdaşı Perseus’a göreyse insanlığa önemli bir hizmette bulunmuş ya da yararlı şeyler bulmuş olanlara tanrı adı verilmiştir. Khrysippos yukarıda söylenenlerin hepsini karmakarışık bir araya getiriyor ve yarattığı bin bir çeşit tanrı arasına ölümsüzlüğe ulaşmış insanları da katıyordu. Diagoras ve Theodonıs tanrı adına ne varsa hepsini yadsıyorlardı. Epikuros’da tanrılar ışıklı ve saydamdırlar; içlerinden hava geçebilir iki kale arasındaymış gibi iki dünya arasında otururlar; kaza bela semtlerine uğramaz; yüzleri insan yüzü, uzuvları insan uzuvlarıdır, ama hiçbir işte kullanılmaz bu uzuvlar.

Ego deum genus esse semper dexi, et dicam caelitum;
Sed eos non curare opinor, quid agat humanum genus. (Emnius)

Tanrılar vardır dedim ve diyeceğim her zaman
Ama insan işleriyle uğraştıklarına inanmam.

Bunca filozof beyninin curcunasını gördükten sonra gelin de güvenin felsefenize; buldum diye övünün çörekteki baklayı!..
Tanrılaşmaya en elverişli olan en az bildiğimiz şeylerdir; öyleyken eskilerin biz insanları tanrılaştırmış olmaları aklın almayacağı bir şeydir. Ben olsam yılana, köpeğe, öküze tapınanları daha haklı bulurdum; çünkü bu yaratıkların niteliğini, iç varlığını daha az biliyoruz; hayal gücümüzü onlar için daha keyfimizce işletebilir, olağanüstü güçler görebiliriz onlarda. Ama tanrıları, kusurlarını bilmemiz gereken kendi yaratılışımıza benzetmek, onları arzu, öfke, öcalma, evlenme, akrabalık, aşk ve kıskançlıklarımızla, bizim organlarımız, coşkunluklarımız, keyiflerimiz, ölümlerimiz, mezarlarımızla düşünmek için insan kafasının olmayacak bir sarhoşluk geçirmiş olması gerekir… (Kitap 2, bölüm 12)

ÖLÜM

Mademki ölümün ününe geçilemez, ne zaman gelirse gelsin. Sokrates’e: Otuz Zalimler seni ölüme mahkum ettiler, dedikleri zaman: Doğa da onları! demiş.
Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacak. Öyle ise, yüz yıl daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz yıl önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik; bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.
Başımıza bir kez gelen şey büyük bir dert sayılamaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm uzun ömürle kısa ömür arasındaki ayrımı kaldırır çünkü yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşayan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın beşinde ölen yaşlı ölmüş sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimize gülünç gelmez? Ama, sonsuzluğun yanında, dağların, ırmakların, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür… Doğa bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: «Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının koşullarından biridir.

Inter se mortales mutua viviunt
Et quasi oursores vitae lampada tradunt. (Lucretius)

İnsanlar yaşatarak yaşar birbirini
Ve hayat meşalesini, birbirine devreder koşucular gibi.

Hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu yitirmekten ne korkuyorsunuz? Daha yaşayıp da ne yapacaksınız?
Sizin hatırınız için evrenin bu güzel düzenini değiştirecek değilim ya? Ölmek, yaratılışınızın koşuludur ölüm sizin mayanızdadır: Ondan kaçmak, kendi kendinizden kaçmaktır. Sizin bu tadını çıkardığınız varlıkta hayat kadar ölümün de yeri vardır. Dünyaya geldiğiniz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarsınız.

Prima, Quae vkam dedit, hora carpsit. (Seneka)

Bize verdiği hayatı kemirmeye başlar ilk saatimiz.

Nascentes morimur, finisque ab origine pendet. (Manllius)

Doğumla ölüm başlar son günümüz ilkinin sonucudur:
Yaşadığımız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm evini kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz; çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Ya da şöyle diyelim, isterseniz: Hayattan sonra ölümdesiniz; ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.
Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.

Cur non ut plenus vitae conviva recedis?
Cur amplius addere quaeris
Rursum quod pereat male, et ingratum occidat omne. (Lucretius)

Niçin hayat sofrasında, karnı doymuş bir çağrılı gibi kalkıp gidemiyorsun?
Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak; yine boşuna geçip gidecek başka günler katmak istiyorsun?

Hayat kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür: Ona iyiliği, kötülüğü katan sizsiniz.
Bir gün yaşadıysanız, her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yok ki. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.

Non alium videre patres:
Aliumve nepotes Aspicient. (Lucretius)

Babalarınız başka türlüsünü görmedi.
Torunlarınız başka türlüsünü görmeyecek.

Benim komedyam, bütün perdeleri ve sahneleriyle, nihayet bir yılda oynanır, biter. Dört mevsiminin nasıl geçtiğine bir bakarsanız, dünyanın çocukluğunu, gençliğini, olgunluğunu ve yaşlılığını onlarda görürsünüz. Dünyanın oyunu bu kadardır. Mevsimler bitti mi, yeniden başlamaktan başka bir marifet gösteremez. Bu hep böyle gelmiş, böyle gidecek.

Versamur ibidem atque insumus usque. (Lucretius)

İnsan kendini saran çemberin içinde döner durur.

Atque in se sua per vestigia volvitur annus. (Virgilius)

Yıl hep kendi izleri üstünde dolanır.

Dünyayı size bırakıp gidenler gibi, siz de başkalarına bırakıp gidin. Hep eşit oluşunuz benim adaletimin esasıdır. Herkesin bağlı olduğu koşullara bağlı olmaktan kim yerinebilir? Hem sonra, ne kadar yaşarsanız yaşayın, ölümde geçireceğiniz zamanı değiştiremezsiniz: Ölümden ötesi hep birdir. Beşikte iken ölseydiniz, o korktuğunuz mezarın içinde yine o kadar zaman kalacaktınız.

Licet, quod vis vivendo vincere secla,
Mors aeterna tamen nihlominus illa manebit. (Lucretius)

Kaç yüzyıl yaşarsanız yaşayın,
Ölüm yine sonsuz olacaktır.

Zaten ben sizi öyle bir hale koyacağım ki, artık hiçbir acı duymayacaksınız.

In vera nescis nullum fore morto alium te.
Qui possit vivus tibi te i;agere peremptum, stansque jacentem. (Lucretius)

Bilmiyor musunuz ki; öldükten sonra başka bir benliğiniz sağ kalıp sizin ölümünüze yanmayacak, ölünüzün başucunda durup ağlamayacak?

Bu doymadığınız hayatı artık aramaz olacaksınız:

Nec sibi enim quisquam tum se vitamque requirit.
Nec desiderium nostri nos afficit ullum. (Lucretius)

O zaman ne hayatı ararız; ne de kendimizi;
Varlığımızdan hiçbir şeye özlemimiz kalmaz.

Hiçten daha az bir şey olsaydı, ölüm hiçten daha az korkulacak bir şeydir denebilirdi:

Mufto mortem minus ad nos esse putandum
Si minus esse potest quam quod nihil esse videmus. (Lucretius)

Ölüm size ne sağken kötülük eder, ne ölüyken; sağken etmez, çünkü hayattasınız; ölüyken etmez, çünkü hayatta değilsiniz.

Hiç kimse yaşamından önce ölmüş sayılmaz; çünkü sizden arta kalan zaman da, sizden önceki zaman gibi sizin değildir: Ondan da bir şey yitirmiş olmuyorsunuz.

Respice enim quam nil ad nos ante acta vetutas
Temporis aeterni fuerit. (Lucretius)

Bizden önce geçmiş zamanları düşün
Bizim için onlar yokmuş gibidir.

Hayatınız nerede biterse, orada tamam olmuştur. Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır: Öyle uzun yaşamışlar var ki, pek az yaşamışlardır. Şunu anlamakta geç kalmayın: Doya doya yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin gücünüze bağlıdır. Her gün gittiğiniz yere hiçbir gün varmayacağınızı mı sanıyorsunuz? Avunabilmek için eş dost istiyorsanız, herkes de sizin gittiğiniz yere gitmiyor mu?

Omnia te vita perfuncta sequentur. (Lucretius)

Ömrün bitince, her şey de seninle yok olacak.

Herkes aynı akışın içinde sürüklenmiyor mu? Sizinle birlikte yaşlanmayan bir şey var mı? Sizin öldüğünüz anda binlerce insan, binlerce hayvan, binlerce başka varlık daha ölmüyor mu?
Madem geri dönemezsiniz, niçin kaçınıyorsunuz? Birçok insanların ölmekle, dertlerinden kurtulduğunu görmüşsünüzdür ama kimsenin ölmekle daha kötü olduğunu gördünüz mü? Kendi görmediğiniz, başkasından da duymadığınız bir şeye kötü demek ne büyük saflık! Niçin benden ve kaderken yakınıyorsunuz? Size kötülük mü ediyorum ben? Siz mi beni yöneteceksiniz, ben mi sizi? Öldüğünüz zaman yaşınızı doldurmamış da olsanız, hayatınızı doldurmuş oluyorsunuz. İnsanın küçüğü de büyüğü gibi bir insandır. İnsanların ne kendileri ne de hayatları arşınla ölçülemez. Khiron, babası Saturnus’tan, zaman ve süre tanrısından, ölümsüzlüğün koşullarını öğrenince ölümsüz olmak istememiş. Sonsuz bir hayatın ne çekilmez olacağını bir düşünün.
Ölüm olmasaydı sizi ondan yoksun ettim diye bana lanet edecektiniz. Hayatınıza, mahsus biraz acılık kattım; ne hayattan ne de ölümden kaçmaksızın benim istediğim bir ölçüyle yaşayabilmeniz için hayata ve ölüme tatlı ile acı arasında bir kıvam verdim.
İlk bilgeniz olan Thales’e, yaşamakla ölmenin bir olduğunu öğrettim. Birisi ona: Madem yaşamak boş niçin ölmüyorsun? diye sormuş, o da: İkisi bir de onun için, diye cevap vermiş.
Su, hava, toprak, ateş ve benim bu yapımın diğer bütün öğeleri hem yaşamanıza hem ölmenize yol açarlar. Son gününüzden niçin bu kadar korkuyorsunuz? O gün, sizi öldürmede öteki günlerinizden daha fazla bir iş görmüyor ki! Yorgunluğu yapan son adım değildir son adımda yorgunluk yalnızca ortaya çıkar. Bütün günler ölüme gider son gün varır.»
İşte doğa anamızın bize verdiği güzel öğütler… Çok kez düşünmüşümdür: Acaba niçin savaşlarda kendi ölümümüz de, başkalarının ölümü de bize evlerimizdeki ölümden çok daha az korkunç gelir? Öyle olmasaydı ordu hekimlerle, ağlayıp sızlayanlarla dolardı. Acaba niçin ölüm her yerde aynı olduğu halde köylüler ve yoksul insanlar ona çok daha metin bir ruhla katlanırlar? Ben öyle sanıyorum ki bizi korkutan ölümden çok bizim, cenaze alaylarıyla, asık suratlarla ölüme verdiğimiz korkunç durumdur… Çocuklar sevdiklerini bile maske takmış görünce, korkarlar. Biz de öyle. İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi çıkarıp atmalıyız. (Kitap 1, bölüm XX)

RUH VE BEDEN

Güzellik, insanlar arasında, çok tutulan bir şeydir. Aramızda ilk anlaşma onunla başlar. İnsan ne kadar vahşi, ne kadar kötü yaratılışlı olursa olsun onun büyüsüne kapılmaktan kendini alamaz. Bedenin varlığımızdaki payı ve değeri büyüktür. Bu bakımdan onun yapısına ve düzenine verilen önem pek yerindedir. İki temel taşımızı (ruh ve bedeni) birbirinden ayırmak, koparmak isteyenler yanılıyorlar tam tersine onları çiftleştirmek, birleştirmek gerek. Ruhtan istenecek şey bir köşeye çekilmek, kendi kendine düşünmek, bedeni hor görüp kendi başına bırakmak değil (Hoş, bunu ancak sahte bir çeşit maymunlukla yapabilir ya), ona bağlanmak, onu kucaklamak, sevmek, ona arkadaşlık ve kılavuzluk etmek, öğüt vermek, yanlış yola saptığı zaman geri çevirmek, kısacası onunla evlenmek, ona gerçekten bir koca olmaktır. Ta ki ikisinin hareketleri arasında başkalık ve karşıtlık değil, uygunluk ve benzerlik olsun.

İNSAN VE ÖTESİ

Kendini beğenmek insanın özünde, yaratılışında olan bir hastalıktır. İnsan yaratıkların en zavallısı, en cılızıdır öyleyken en mağruru da odur. Şurada, dünyanın çamuru ve pisliği içinde oturduğunu, evrenin en kötü, en ölü, en aşağı katında, göklerin kubbesinden en uzakta, üç cinsten yaratıkların en kötü haldekileriyle birlikte, dünya evinin en alt katına bağlı ve çakılı olduğunu bilir, görür ve yine hayaliyle, aydan yukarılara çıkıp gökleri ayaklarımın altına indirmek sevdasıyla yaşar. Aynı hayal gücüyle kendini tanrıyla bir görür; kendisine tanrısal özellikler verir; kendini öteki yaratıklar sürüsünden ayırıp kenara çeker, arkadaşları, yoldaşı olan varlıklara yukardan bakar; her birine uygun gördüğü ölçüde güçler ve yetenekler dağıtır.

Biz insanlar öteki yaratıkların ne üstünde ne altındayız. Bilge der ki, göklerin altındaki her şey, aynı yasanın ve aynı yazgının buyruğundadır.

Indupedita suis fatalibus omnia vinclis. (Lucretius)

Her şey, kırılmaz zincirleriyle bağlı yazgının.

Bazı ayrılıklar, düzeyler ve dereceler vardır; ama her şeyde aynı doğanın yüzü görülür.

Res quoeque suo ritu procedit, et ommes

Foedere naturae certo discrimina servant (Lucretius)

Her şey kendine göre gelişir ve hepsi

Sürdürür doğa düzeninin ayrılıklarını. (Kitap 11, bölüm 12)

YAŞAMAK VE ÇALIŞMAK

Doğa bir ana gibi davranmış bize: İstemiş ki ihtiyaçlarımızı gidermek zevkli bir iş de olsun üstelik: Aklımızın istediği şey, iştahımızın da aradığı şey olsun: Onun kurallarını bozmaya hakkımız yok.

Caesar’ın ve İskender’in, en büyük işleri başarırken, doğal ve budan ötürü gerekli ve akla uygun zevkleri bol bol tattıklarını görünce, buna ruhu gevşemek demem; tersine, o zor işleri ve yorucu düşünceleri dinç bir yürekle günlük hayatın bir parçası haline sokmak, ruhu sağlamlaştırmaktır derim. Zevklerin gündelik zaferlerini olağanüstü iş saymışlarsa bilge adamlarmış. Biz pek şaşkın varlıklarız: Filanca hayatını işsiz güçsüz geçirdi, deriz; bugün hiçbir şey yapmadım, deriz -Bir şey yapmadım ne demek? Yaşadınız ya! Bu sizin yalnız başlıca işiniz değil, en parlak, en onurlu işinizdir: Bana büyük işler çevirmek
olanağını verselerdi, neler yapmaya gücüm olduğunu gösterirdim, deriz. Önce siz kendi hayatınızı düşünmeyi, çevirmeyi bildiniz mi? Bildinizse bütün işlerin en büyüğünü görmek için büyük fırsatlara ihtiyaç yoktur hangi mevkide olursa olsun, perde arkasında da, perde
önünde de insan kendini gösterir. Bizim işimiz kitap doldurmak değil, ahlakımızı yapmaktır; savaşmak ülke kazanmak değil, yaşayışımıza dirlik düzenlik getirmektir; En büyük en onurlu eserimiz doğru dürüst yaşamaktır. Geri kalan her şey, başa geçmek, para yapmak, binalar kurmak, nihayet ufak tefek eklentiler, yollardır. Bir komutanın, az
sonra hücum edecek olduğu bir kalenin eteğinde dostlarıyla tümüyle serbest ve rahatça, kaygısızca sohbete dalması, Brutus’un herkesin kendisine ve Roma’nın özgürlüğüne karşı pusu kurduğu bir sırada gece dolaşmalarından birkaç saat çalarak tam bir sessizlik içinde
Polybius’u okuyup notlar yazması ne güzel bir şey! Düşündükçe içim açılır. Ancak küçük ruhlar işlerin ağırlığı altında ezilir; onlardan sıyrılmayı, bir yerde durup yeniden başlamayı bilmezler.

O fortes pejoraque passi

Mecum saepe viri, nunc vino pellite curas;

Cras ingens iterabimus aequor. (Horatius)

Ey benimle bunca çetin işler görmüş yiğitler,

Bugün, dertlerinizi şarapla giderin

Yarın engin denize açılacağız. (Kitap 3, bölüm 13)

NASIL YAZMALI

Yazarken kitapları bir yana bırakır, aklımdan çıkarırım; kendi gidişimi aksatırlar diye. Gerçekten de iyi yazarlar üstüme fena abanır, yüreksiz ederler beni. Hani bir ressam varmış, kötü horoz resimleri yapar ve uşaklarına, dükkana hiç canlı horoz sokmamalarını sıkı sıkı tembih edermiş, ben de öyle. Hatta çalgıcı Antigenides’in bulduğu çare benim daha işime gelirdi: Bir şey çalacağı zaman, kendinden önce ve sonra halka doyasıya kötü şarkılar dinletirmiş. Böyle derim de Plutarkhos’tan kolay kolay ayrılamam. O kadar dünyayı içine almış ki bu adam, ne yapsanız, hangi olmayacak konuyu ele alsanız bir taraftan gelir işinize karışır ve size türlü zenginlikler, güzelliklerle dolu cömert bir el uzatır. Kendini her gelene bu kadar kolayca yağma ettirmesi bayağı gücüme gidiyor. Şöyle biraz tuttunuz mu, kolu kanadı elinizde kalıyor.

Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum. Kimsenin bana el uzatamayacağı, söz edemeyeceği yabancı bir ülkede oturuyorum. Öyle bir yer ki tanıdığım hiç kimse okuduğu duanın Latince’sini bilmez, hele Fransızca’sını hiç anlamaz. Başka yerde yazsam daha iyi yazardım, ama yazdığım şey daha az benim olurdu. Oysaki benim yazımda asıl aradığım tam anlamıyla kendimin olmasıdır. Ben yazarken rastgele gittiğim için bol bol hatalara düşerim. Bunları pekala düzeltebilirdim. Ama o zaman, benim adetim, malım olmuş kusurları düzeltmekle kendi kendimi yanlış tanıtmış olurdum. Bana dediler mi, yahut ben kendi kendime dedim mi ki: «Sen kaba kaba benzetmeler yapıyorsun; bu sözcük Gaskonya kokuyor; bu sözün tehlikeli (Ben Fransa sokaklarında söylenen hiçbir sözden kaçmam; gramer adına kullanılan dile çatanlar benimle alay ederler); bak şu cahilce söze; akla aykırı laf ediyorsun; fazla ileri gidiyorsun; sen boyuna kendinle oynuyorsun, sahiden söylediğini de herkes yalancıktan sanacak.» «- Doğru, derim; ama ben dikkatsizlikten gelen hatalarımı düzeltsem bile, bende adet haline gelmiş olanları düzeltemem. Ben hep böyle konuşmuyor muyum? Her yerde böyle çiğ çiğ göstermiyor muyum kendimi? Sorun yok. Yazarken aradığım da bu zaten. Herkes kitabımda beni, bende kitabımı görsün.»
(Kitap 3, bölüm V)

Odysseus’un dertlerini inceleyip kendi dertlerini bilmeyen dil bilginleriyle, çalgılarını akort etmesini bilip de yaşayışlarını akort etmesini bilmeyen müzikçilerle, adaletten sözetmeyi öğrenip adaleti uygulamayanlarla alay edermiş kral Dionysius. (Kitap 1, bölüm 25)

KENDİMİZİ TANIMAK

Plinius’un dediği gibi, herkes kendisi için bir derstir elverir ki insan kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir; başkasına değil kendime ders veriyorum. Ama bunları başkalarına da anlatmakla kötü bir iş yapmıyorum: Bana yararı olan bu işin belki başkasına da yararı olabilir. Zaten benim bir şeye dokunduğum yok. Yalnız kendimle uğraşıyorum; delilik ediyorum, bundan zarar görecek başkası değil, benim; çünkü bu öyle bir delilik ki bende başlayıp bende bitiyor, hiçbir kötülüğe yol açmıyor. Eskilerden yalnız iki üçünün bu işi denediğini söylerler; ama onların, yalnız adlarını bildiğimiz için benim yaptığımın tıpkısını yapıp yapmadıklarını söyleyemeyiz. Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gözlemek, onun karanlık derinliklerine kadar inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri ayırdedip yazmak sanıldığından çok daha zahmetli bir iştir. Sonra bir taraftan bu işin o kadar başka, o kadar garip bir zevki de var ki insanı dünya işlerinden, hem de en değerli dünya işlerinden çekip alıyor. Birkaç yıldır düşüncelerimin kendimden başka amacı yok; yalnız kendimi sorguya çekiyor ve inceliyorum.

Başka bir şeyi incelediğim de oluyor ama, onu da hemen kendime çekiyor, daha doğrusu, kendime mal ediyorum; daha az yararı olan öteki bilimlerde olduğu gibi, bu bilimde öğrendiklerimi başkalarına bildiriyorsam, bunda hiçbir kötülük görmüyorum. Şunu da söyleyeyim ki öğrendiklerimle hiç de yetinmiyorum. İnsanın kendini anlatmasından daha zor ve daha yararlı hiçbir şey yoktur. Üstelik, meydana çıkmak için insanın süslenmesi, kendine çekidüzen vermesi gerekiyor. Ben durmadan kendimi düzenliyorum, çünkü durmadan anlatıyorum.

Kendinden sözetmeyi kötü görmek, yasak etmek adet olmuştur çünkü kendinden sözetmek her zaman kendini övmek gibi görünür kendini övmekse herkesin zıddına gider. Ama kendinden sözetmeyi yasak etmek, çocuğun burnunu silecek yerde, burnunu koparmak olur.

İn vitium ducit culpae fuga (Horatius)

Kusur korkusuyla suç işliyoruz.

Bu tedbirde ben kardan çok zarar görüyorum, hatta kendimden sözetmek mutlaka övünmek olsa bile ben asıl amacıma bağlı kalmak için, kendimdeki bu hastalığı ortaya koyacak bir işten kaçınmamalıyım; işlediğim, hem de edindiğim bu kusuru gizlememeliyim. Ama, bana sorarsanız, birçokları içip sarhoş oluyor diye, şarabı yasak etmek yanlıştır fazla kaçırılan şeyler hep iyi şeylerdir. Kendinden sözetmenin kötü sayılması bence yalnız, halkın düşeceği kaba hatalardan ötürüdür. Bu türlü kurallar budalalara vurulan dizginlerdir: Ne azizler -ki kendilerinden pekala sözederler-, ne filozoflar, ne bilginler bu kuralları dinler; onlara hiç benzememekle birlikte ben de bu kuralları dinlemiyorum. Onların ereği kendilerini anlatmak değildir, ama sırası gelince de kendilerini uluorta göstermekten çekinmezler. Sokrates kendinden sözettiği kadar neden sözeder? Hep müritlerini de kendilerinden sözetmeye, kitaplardan öğrendiklerini değil içlerinde olup bitenleri anlatmaya dürtüklemez mi? Tanrıya ve rahibe kendimizden sözetmiyor muyuz? Protestan komşularımız bunu halkın gözü önünde yapıyorlar. Diyeceksiniz ki, onlara yalnız kötü taraflarımızı anlatırız. Ama bu, her şeyi söylüyoruz demektir; çünkü iyi tarafımız da bütün günahlardan arınmış değildir.

Benim mesleğim, sanatım yaşamaktır. Bana hayatımı duyduğum, gördüğüm ve yaşadığım gibi anlatmamı yasak edenler mimara da desinler ki, sen binalardan kendine göre değil başkasına göre, kendi bilginle değil başkasının bilgisiyle sözedeceksin. Kimse sormadan kendi değerlerini ortaya koymak bir övünme ise niçin Cicero Hortentius’un, Hortentius Cicero’nun söz güzelliğini öne sürüyor? Bana diyebilirler ki: Kendini kuru sözle değil işle ve eserle anlat. Ben her şeyden önce düşüncelerimi anlatıyorum, bunlarsa ün ve eser haline gelemeyecek kadar belirsiz şeyler: Onları söz haline getirmekte bile güçlük çekiyorum. Birçok olgun ve değerli insanlar herhangi bir iş görmekten kaçınmışlardır. Yaptığımız işler kendimizden çok rastlantıların eseridir: Bu işler kendi özlerini belli ederler; beni ise ancak şöyle böyle, belli belirsiz, parça parça gösterebilirler. Ben kendimi olduğum gibi gösteriyorum: Öyle bir beden yapısı koyuyorum ki ortaya bir bakışta damarları, kasları, her şeyi yerli yerinde görüyorsunuz.

Öksürük, sararma, yahut yürek çarpması yalnız bedenin bir kısmını, onu da şöyle böyle, gösterebilir. Ben yaptıklarımı değil, kendimi, öz benliğimi anlatıyorum.

Bence insan ne olduğunu bilmekte dikkatli olmalı; iyi tarafını da, kötü tarafını da aynı titizlikle ortaya çıkarmalıdır. Eğer ben kendimi iyi ve olgun görseydim, bunu bağıra bağıra söylerdim. Kendimi olduğumdan az göstermek, alçakgönüllülük değil, budalalıktır; kendine değerinden az paha biçmek korkaklıktır, pısırıklıktır. Aristoteles’e göre, hiçbir iyilik sahtelikle bir arada gitmez; doğru hiçbir zaman yanlışa yer vermez. Kendini olduğundan fazla göstermek de, çoğu kez gururdan değil budalalıktandır. Bence bu kendini
beğenme illetinin esası, kendinden pek fazla hoşlanmak, kendi kendine hayasızca aşık olmaktır. Bunun en iyi çaresi, kendinden sözetmeyi yasaklayan ve böylece bizi kendimiz üzerinde düşünmekten büsbütün alıkoyanların dediklerinin tam tersini yapmaktır. Gurur
insanın düşüncesidir; söze dökülen onun pek küçük bir parçasıdır. Bu adamlar öyle sanıyorlar ki insanın kendi üzerinde durması, kendinden hoşlanması, hep kendisiyle uğraşması kendine fazla düşkün olması demektir. Oysaki aşırı benciller kendilerini pek üstünkörü bilenler, kendilerinden önce işlerine bakanlardır. Onlara göre kendi kendisiyle başbaşa kalmak, sırtüstü yatıp vakit öldürmektir; ruhunu zenginleştirmeye, kendini adam etmeye çalışmak boş hayaller kurmaktır. Sanki kendimiz bizden ayrı, bize yabancı birisiymiş gibi. Kendinden aşağıya bakıp da kendi kafasına hayran olan adam, kendinden yukarıya, geçmiş yüzyıllara gözlerini kaldırsın; o zaman yüzlerce devin ayakları altında kalacak ve burnu kırılacaktır. Kendi mertliğiyle övünüp böbürleniyorsa, onu çok geride bırakan Scipion’un, Epaminondas’ın, bunca orduların ve ulusların hayatlarını hatırlasın. İnsan kendindeki eksik ve cılız değerleri, üstelik insan hayatının hiçliğini hesaba katarak düşünecek olursa, hiçbir değeriyle övünmeye kalkışmaz. Yalnız Sokrates, tanrısının dediğine uyup kendini gerçekten tanımasını ve küçük görmesini bildiği için Bilge adını almaya hak kazanmıştır. Kendini böylesine tanıyan adam istediği kadar kendinden sözetsin. (Kitap 2, bölüm 6)

DÜŞÜNCE GELENEKLERİ

İnsanların düşüncelerinin çoğu, dinler ve yasa gibi, eskiden beri süregelen inanışlara dayanır. Herkesin konuştuğu gibi konuşmayı öğreniriz, herkesin düşündüğü gibi düşünmeyi de tanıtma örgüsü ile birlikte benimseriz; içimize yerleşen bu sağlam örgüyü artık sarsamayız, doğruluğundan kuşku duyamayız. Tersine herkes bu dışardan gelme inanışı elinden geldiği kadar berkitmeye çabalar.
(Kitap 1, bölüm 2)

Hiçbir iyi insan yoktur ki, bütün yaptıkları ve düşündükleri yasalara vurulursa hayatında on kez idamlık suç işlememiş olsun, hem de ceza görmeleri ve yitirilmeleri çok yazık ve çok haksız da olsa. Öyle insan da vardır ki yasalara uymayan hiçbir şey yapmamış da olsa iyi insan diye övülmeyi haketmez ve filozof onu haklı olarak kırbaçlar. (Kitap 3, bölüm 9)

Michel Eyquem de Montaigne?nin Yaşam Öyküsü
? 1533 Michel de Montaigne doğuyor ve Papessus köyünde bir sütnineye gönderiliyor.
? 1535 Michel, Fransızca bilmeyen Horstanus adlı bir Alman eğitmenine veriliyor. Bu eğitmen Michet’in babasının İtalyada gördüğü yeni bir yöntemle çocuğu hep Latince konuşarak yetiştiriyor.
? 1539 Michel, altı yaşında; Fransa’nın en iyi kolejlerinden birine, Guyenne Kolejine giriyor. Burada yedi yıl okuyor. Latin şiirinin tadına varıyor ve biraz da Yunanca öğreniyor.
? 1546 Bordeaux da; Edebiyat Fakültesinde felsefe okuyor.
? 1548 Bordeaux da isyan: Michel, Toulouse da hukuk okuluna gidiyor.
? 1554 Montaigne in babası Bordeaux Belediye Başkanı oluyor.
? 1555 Montaigne babasıyla Paris’e gidip geliyor.
? 1557 Bordeaux Belediye Meclisine giriyor.
? 1558 Montaigne’le La Boetie arasındaki büyük dostluk başlıyor.
? 1559 Bordeaux da mezhep kavgaları. Bir tüccar diri diri yakılıyor: Amyot, Plutarkhos’un Hayatlar’ını Fransızcaya çeviriyor. Montaigne’in en çok seveceği, okuyacağı kitap bu olacak.
? 1561 Bordeaux Belediye Medisi Montaigne’i önemli bir görevle saraya gönderiyor. La Boetie siyasal hayata giriyor:
? 1562 Protestanlara karşı şiddet hareketleri başlıyor. Montaigne, Rouen şehrini Protestanlardan almaya giden kral ordusuna katılıyor:
? 1563 Montaigne, Bordeaux’ya dönüyor: La Boetie ölüyor.
? 1565-9. Charles, Bordeaux’ya gelip bir süre kalıyor. Montaigne, Françoise de la Chassagne’la evleniyor.
? 1568 Babası ölüyor. Miras beş erkek, üç kız kardeş arasında bölünüyor. Michel, Montaigne çiftliğinin sahibi oluyor.
? 1569 Montaigne; babasının isteğiyle yaptığı Raimond Sebond’un thelogia üzerine bir eserinin çevirisini bastırıyor.
? 1570 Montaigne, Bordeaux Belediye Meclisindeki görevinden istifa ederek Paris’e gidiyor. La Boetie nin Latince şiirleriyle çevirilerini bastırıyor. Montaigne’in ilk kızı doğup iki ay sonra ölüyor.
? 1571 Montaigne, çiftliğine çekiliyor ve kütüphanesine şu Latince kitabeyi yazıyor:
«1571 yılı: Michel de Montaigne, otuz sekiz yaşında. Doğum yıldönümünden bir gün önce; meclisteki kulluğundan ve memuriyetinden bıkmış; fakat sapasağlam olarak kitapları arasına dönüyor ve geri kalan günlerini orada, sessizlik içinde geçirmeye karar veriyor.»
? 1572 Saint-Barthelemy kırımı. Montaigne Denemeleri’ni yazmaya başlıyor. Plutarkhos’un Ahlaki Eserleri’nin çevirisi çıkıyor ve Montaigne in elinden düşmüyor:
? 1573 İç savaş. Montaigne kralın ordusuna katılıyor; görevle Bordeaux’ya gönderiliyor.
? 1574 Montaigne’in dördüncü kızı doğup üç ay sonra ölüyor.
? 1575 Montaigne Paris’e gidiyor.
? 1576 Montaigne, Pyrrhon felsefesiyle yakından ilgileniyor: Raimond Sebond üstüne babasına söz verdiği eseri yazmaya başlıyor.
? 1577 Montaigne’in beşinci kızı doğup bir ay sonra ölüyor. Henri de Navarre, Montaigne’e yüksek bir rütbe veriyor. Montaigne ilk kez kum sancılarına tutuluyor. Denemeler’ine devam ediyor.
? 1578 Montaigne küçük bir orman satın alıyor.
? 1579 Montaigne kendini en çok anlattığı Denemelerini yazıyor.
? 1580 Denemeler ilk kez, iki cilt halinde basılıyor. Montaigne İsviçre’ye, İtalya’ya gidiyor. Paris’e dönüp kitabını krala sunuyor. Kral beğeniyor.
? 1581 Montaigne evine dönüyor.
? 1582 Montaigne, Bordeaux Belediye Başkanı oluyor, Denemeler’i birçok eklemelerle yeniden bastırıyor…
? 1583 Montaigne in altıncı kızı doğuyor ve birkaç gün yaşıyor.
? 1584 Navarre Kralı (Sonraki V. Henri) Montaigne’in çiftliğine gelip iki gün kalıyor.
? 1585 Montaigne Mareşal Matignon’la mektuplaşıyor. İç savaşta önemli roller oynuyor. Bordeaux’da veba çıkıyor. Montaigne görevi başına gelemiyor. Başkanlığı bitinceye kadar yakın bir kasabada kaldıktan sonra, ailesini alıp veba bölgesi dışına çıkıyor.
? 1586 Montaigne tarihçileri okuyor.
? 1587 Henri de Navarre tekrar Montaigne’in çiftliğine geliyor.
? 1588 Montaigne, Denemeler’in dördüncü baskısı için Paris’e gidiyor: Yolda Ligciler tarafından soyuluyor. Paris’te, Denemeler’in hayranlarından Mademoiselle de Gournay’le tanışıyor. İç savaş şiddetleniyor; Montaigne Kralla birlikte Rouen’e gidiyor. Tekrar Paris’e dönüşünde bir gün için Bastille’e atılıyor.
? 1589 Montaigne evine çekilip kitap okuyor. Denemeler’in yeni bir baskısını hazırlıyor: Birçok eklemeler yapıyor. Kitap en olgun şeklini buluyor.
? 1590 Montaigne’in kızı evleniyor: Yeni kral 4. Henri, Montaigne’e mektup yazıyor, yanına çağırıyor. Montaigne gidemiyor.
? 1591 Montaigne’in kızının bir kızı doğuyor.
? 1592 Montaigne ölüyor.
Albert Thibaudet?den özetlenmiştir.


1 Comment

  1. Montaigne’nin zamanımızdan çok öncesinde yazdığı ve günümüzde “yaşamın felsefesi” olarak isimlendirilen denemelerinde dikkat edilecek nokta, bu gün hala konu edilenlerin geçerliliğini devam ettirmesidir. İki zaman arasındaki farklılığın felsefenin değişmesi, insan davranışlarında değişiklik yaratması olgularında ne kadar etkisiz kalabildiğinin bir kanıtıdır. Gerek teknoloji ve gerekse değişen herşeye rağmen felsefenin doğru tayin edildiğinde değişmediğinin en güzel göstergelerinden biri bu yazıt.
    Siteye Teşekkür ediyorum
    Deli Mavi.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Franz Kafka’nın günlüklerinden uyarlama kısa bir film

Next Story

Bir Delinin Haykırışı – Andrei Tarkovsky (video)

Latest from Denemeler

Orwellvari Bir Cehennem – Ulus Baker

Çağımız, kitleler karşısında duyulan bir korku içinde. Bu korku bir taraftan devletçi bir mutlakçılığın imgelerini, öte yandan kamu vicdanının elektronik bir denetimini de birleştirmekten

İnsan ve Dans – Sevcan Atak

İnsan kendi bilincine vardıktan sonra kendini var etme ve öz savunma mekanizması olarak toplumsallığını oluşturmuştur. Bir yandan doğadan, doğanın bağrından geldiği için onu taklit
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ