Derviş Aydın Akkoç: Ölüm, kapitalizm ve reel siyaset pratikleri tarafından siyasallaşmıştır.

dervis-aydin-akkocRus yazar Vasili Rozanov’un sözü insanı sakinleştiriyor: “Bütün dinler gelir geçer, sonunda bir iskemleye oturup uzaklara bakmak kalır.” Ölümden korkmak için hiçbir sebep yok. Ama ölümden korkmak da, Nâzım’ın dediği gibi “ayıp” değil. Mevzu ölümden ziyade hiçliktir aslında. Kadim dinler, insandaki hiçlik duygusunu (“boşluk duygusu” mu demeli yoksa) teskin etmek üzere kurulmuşlardır.

Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz, neyi bekliyoruz, neden hareket ediyoruz gibi temel metafizik sorular, varlık problemine olduğuna kadar hiçlik problemine de aittir. Ölüm hiçliktir. Varlığın gayesi yok olmamak, hayatı muhafaza etmektir. Çoğalmak bundan sonra gelir. Fakat yine de ölüm oradadır: Ölüm varlığın sonudur.

Rozanov, zamansal olarak, işte bu kaçınılmaz yok oluşun bir an öncesinde durmaktadır sanki. Zamanın akışı az sonra kesintiye uğrayacaktır. Kaygılar toplanmış, eski günahlar hatırlanmış, pişmanlıklar, kırgınlıklar dağılmıştır belki. Aşina olunmayan bir deneyim olarak ölüm, varlığa temas edecek, onu çekip alacaktır dünyadan. Heidegger, ölüm varlıkta “ürperti”ye neden olur; bu ürperti yoğunlaştıkça “korku”ya dönüşür derken, haklı olabilir. Demek varoluşun kalbine kazınan başlıca duygudur korku.

Neyse ki “iskemle,” sükûnete davet eder insanı. Hiçliğin dehşeti yatışır, korku seyrelir. Uzaklar vardır, ufuk çizgisinde gökyüzü parıldıyor; akşamın alacası dünyayı renklere bürüyordur. Hayat değerlidir. Emsalsizdir. Ve tarifsizce güzeldir. Bu hazineyi kaybetmek gurur inciticidir, hele de kazanacak daha kıymetli bir hazine yoksa karşılığında.

Ölüm söz konusu olduğunda Heidegger’de kaygı ve korku, Rozanov’da sükûnet belirleyicidir. Gelgelelim, bunlar konforlu duygulardır. Sükûnetin ve korkunun yanı sıra, varoluşun bir başka veçhesi daha vardır: Huzursuzluk. Huzursuzluk ölüm bilincine de, dinsel duygulanımlara da galebe çalar. Kurtarıcı iskemle anlamını yitirir. Huzursuzluk oturmaya değil, harekete kışkırtır.

Orhan Koçak, Rozanov’un iskemlesine Beckett’i oturturken, varoluşa damgasını vuran huzursuzluğa değinir:

“Beckett orada olsaydı başını sallar ve şunları eklerdi: İskemle gevşemiş, gıcırdıyor. Gözlerim de iyi görmüyor zaten. Eh, ben kalkıp gideyim artık…” (Defter, Aralık-Ocak 1987, s. 98).

Beckett, Rozanov’un “temiz ölümüne” pek yanaşmaz. Fazla idealdir çünkü: Uzaklara bakıp ölümü kabullenmek, temiz döşeklerde ve ağrısız bir şekilde göçüp gitmeyi arzulamak. Ölümün burjuvaca imgesidir bu. “Korku” da burjuva bir niteliğe sahiptir, bedeni ihmal ettiği, sadece ölüm bilincine odaklandığı için. Beckett acılar içinde çözülüp dağılacak bedene işaret eder, işi gaddarlığa vardırarak hem de:

“Bir gün kör olacaksın. Benim gibi. Bir köşede oturuyor olacaksın, boşlukta kaybolmuş küçük bir leke. Karanlıkta kalacaksın sonsuza dek. Benim gibi. Bir gün, yoruldum, oturayım deyip bir kenara oturacaksın. Sonra, acıktım, diyeceksin, kalkıp yemek hazırlayayım. Ama ayağa kalkamayacaksın. Oturmakla hata ettim, diyeceksin. Ama madem ki oturdum, biraz daha oturayım, sonra kalkıp bir şeyler yerim, diyeceksin. Ama hiç kalkamayacaksın, bir şey de yiyemeyeceksin. Biraz duvara bakacaksın. Sonra, gözlerimi kapayayım, diyeceksin, belki biraz uyusam daha iyi olur diyeceksin ve kapayacaksın. Açtığın zaman artık duvar olmayacak. Boşluğun sonsuzluğu çevreni saracak. Bütün çağların yeniden dirilen bütün ölüleri dolduramayacak o boşluğu. Bozkırın ortasında ufak bir çakıl taşı olacaksın. Evet, bir gün neyin ne olduğunu anlayacaksın. Benim gibi olacaksın. Yalnız senin kimsen olmayacak, çünkü sen kimseye acımamış olacaksın ve zaten acınacak kimse de kalmamış olacak.” (Oyun Sonu, çev. Genco Erkal, Mitos Boyut, s. 43.)

Beckett’in tasvir ettiği trajik “son”a galiba içinden geçtiğimiz şu dönemde ulaştık. Hastanelerin, tımarhanelerin, hapishanelerin, huzurevlerinin, bakımevlerinin, fabrikaların ve hatta ofislerin duvarlarına bakarak ölümü bekleyen, beklerken korkunç acılar çeken, eklemleri tutmayan, gözlerinin feri sönen, omuzları sızlayan, bel ağrılarından kıvranan insanların sancılı ve yavaş ölümü. Müşterek kaderimiz: Temiz değil, kirli ölümdür.

Ölüm, kapitalizm ve reel siyaset pratikleri tarafından hiç olmadığı kadar çok siyasallaşmıştır. Ölüme ayarlı hayatlarımızı yaşarken içimizde taşıdığımız o boşluk duygusu, hiçbir surette ve hiçbir şeyle doldurulamayacaktır. Ne din, ne Tanrı, ne de başka bir meşgale. Sonsuz bozkırdaki çakıl taşlarıyız! “Yaşam hakkını” savunmaya, ölüm hakkını savunarak mı varmalı acaba? Sahi, ölüm nedir?

Derviş Aydın Akkoç
http://www.birikimdergisi.com/ 30 Kasım 2014

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir