“Dostoyevski’ye ölüm cezası verilmiştir.” 22 Aralık 1849

dostoyevskiDarağacı
21 Aralık 1849, tutukluların kendilerine verilen cezadan henüz haberleri yoktur. Artık sorguya çekilmiyorlar. Her çeşit kesin bildiri yasaktır. Yakında bırakacaklar mı acaba?
22 Aralık, sabahın saat altısına doğru genç adamlar, gittik­çe yaklaşan bir uğultuyla uyandılar. Emirler. Ökçelerin şakırtıları.
Bir bacağa çarpan kılıç kınının çınlaması. Kilit içinde bir anahtar dönüyor. Kapı açılıyor. Bir jandarma subayıyla, cezaevi müfettişi hücreye giriyorlar, tutuklulara sivil giysilerini veriyorlar.
Sonra “Petraçevskiciler” birer birer çıkış kapısına doğ­ru götürülüyorlar.

Eşiği aşar aşmaz soğuk hava Dostoyevski’nin yüzüne çarpı­yor.
Titriyor. Sisli, özentisiz sabaha bakıyor. Avluda dizi dizi kiralık

arabalar beklemektedir. Jandarmaların atlan, koşum takımlarının,
nalların çıkardıkları gürültülerle eşiniyorlar. Mavi üniformalılar
sağa, sola koşuyorlar. Tutukluları arabalara tıkıyorlar.
“Her kupaya bir kişi!” diye bağıriyor bir ses. Her tutuklunun yanına
bir jandarma yerleşiyor kanepeye. Kalabalığın tümü arabalara
yerleştirilince, kısa bir emir ortalığı çınlatıyor. Kılıçları parlayan
süvarilerin eşliğinde alay yola çıkıyor. Nereye götürüyorlar
onları? Askeri mahkemenin kararım bildirecekler mi? Ama bir
türlü bitmeyen bu dolambaçlı yol da ne demek oluyor?

– Nereye gidiyoruz? diye soruyor Speşnev yanındaki jandarmaya.

– Onu söylemek yasak, diye yanıtlıyor öbürü.
lnce bir buz tabakası araba kapılarının camlarını donuklaştı­
rıyor. At nallarının dubalı bir köprünün tahta döşemeleri üzerinde
çıkardığı seslere bakılırsa, Neva’yı geçiyor olmalılar. Şimdi
de arabaların tekerlekleri altında ses veren yol Liteynaya Şosesi
değil midir? Speşnev camların beyaz buğusunu silmek istiyor.
Ama jandarma durduruyor:
“Hiçbir şey yapmayınız. Yoksa beni döverler.”
Kırk beş dakika süren bir yolculuktan sonra, arabalar duruyor,
kapılar açılıyor.
Sernenovski Alayı’nın geniş atış alanı. Geceleyin kar yağmış.
San kışlaların üstündeki çatılar bembeyaz ve yepyenidir, bacalar
ağır ağır tütüyor. Çevrede büyük bir kalabalık dizilmiştir:
Kürk yakalı, bıyıklı tüccarlar, atkılarını çenelerinin altında dü­
ğümlemiş kadınlar, kasketli üniversite öğrencileri, kokanlı memurlar,
topu, üç ya da dört bin kişi.
Ortada, bir parmaklıkla çevrili ak tahtalardan yapılmış bir seki.
Birlikler bu darağacı önünde kare biçiminde dizilmişler. Daha
ileride toprağa çakılmış üç kazık. Arabalar birer birer boşalıyorlar.
Dostoyevski, her vakitki gibi durgun, küçümseyen haliyle
Speşnev’i, korkudan hasta Grigoriyev’i, Petraçevski’yi gö­
rüyor. Onlara doğru koşuyor, hepsini öpüyor.
“Sıraya!” diye bağırıyor emredici bir ses. Elinde lncil’le haçı
taşıyan, karalar giymiş bir papaz alayın önüne geçiyor. Tutuklular
ona adım uyduruyorlar. Hepsi uyuşmuşlardır. Yumuşak
karda sendeliyorlar.
– Ne yapacaklar bizi? diye soruyor yavaş sesle içlerinden biri.
– Kararı okuyacaklar … Herkes küreğe …
– Peki bu kazıklar n’olacak?
– Bizi bağlayacaklar … Kurşuna dizecekler belki de …
– Öyle mi dersiniz!..
Yirmi genç, birliklerin önünden geçiyorlar ve darağacının zayıf
merdiveninden çıkıyorlar. Meydan subayı, tutukluların adlarını
okuyor ve onlan, garip bir emre göre ikiye ayırıyor; do-
kuzu kerevetin sağına, on biri soluna. Sekinin dibinde, renk
renk süslü generaller grubu, önemli tavırlar takınarak, alanda
salma salma geziniyorlar.
Dostoyevski Mombelli’nin yanındadır. Pek kaygılı değildir.
Bu büyük oyunun oynandığı dünyadan değilmiş gibi bir duyguya
kapılıyor. Bambaşka bir evrendedir. Ansızın, yanındakine,
cezaevinde tasarladığı bir öykünün konusunu anlatmak gereksinmesini
duyuyor.
Ama haykırmalar onun sözünü kesiyor:
– Hazırol!
– Şapkaları çıkar!
Kimse kımıldamıyor. Bozguncular kendilerine söylenildiğini
anlamıyorlar. Generaller grubundan sesler yükseliyor:
“Çıkarın şapkalarınızı! Karar okunacak.”
Sonunda söylenileni yapıyor “Petraçevskiciler”. Şakaklarını sı­
kan, gözlerinden yaşlar getirten soğuğun alunda başlan açıkur.
Gök duru ve kül rengindedir. Genç adamlann kaba kar üzerinde
iri, cıvık izleri kalıyor. Ayakkabılarının bumunda buz
parçalan parlıyor. Görevli jandarmanın sıcak soluğunu duyuyorlar
enselerinde.
Sekinin ortasında bir teğmen görünüyor, tekdüze, hızlı bir
sesle karar metnini okuyor. Her birini suçlu kılan eylemleri bir
bir sayıyor ve nedenlerin açıklamasını şu yalın sözcüklerle bitiriyorlar:
“Ölüm cezası verilmiştir.”
Petraçevski, Mombelli, Akşarumov … Aynı yargıyı dokuz kez
okuduktan sonra:
“Dostoyevski … ölüm cezası verilmiştir,” diye ekliyor.
Fedor Mihailoviç bir düşten uyanmışcasına ürperiyor. “Ölüm
cezası.” O anda güneş sisi delip geçiyor ve kar plakalannın asılı
kaldığı Semenovski Kilisesi’nin kubbesini ışıklandırıyor.
“Bizi kurşuna dizsinler! lmkan yok buna !” diye bağırıyor
Dostoyevski.
Ama Mombelli yanıtlayacak yerde üstü örtülü bir arabayı
göstermekle yetiniyor.
Örtü, tabutların biçimini aşağı yukarı belli etmektedir (Ger­
çekte bu giysiler yığınıydı.)

Dostoyevski hala bir şey anlamıyor. Mekanik olarak, bir jandarmanın
yanağındaki et benine, bakır bir düğmenin yansısı­
na bakıyor. Teğmenin, kağıdı kat yerlerine göre katlayıp cebine
sokuşuna, parmaklannın ucuyla kulağını çimdiklemesine, sekinin
basamaklannı ağır ağır inişine bakıyor. Yaşamı boyunca
anımsayacaktır bunları.
Teğmenin yerini bir papaz alıyor hemen. Heyecanlı bir sesle
Saint Paul metninden bir parça okuyor: “Günahın fidyesi ölümdür.
” Bu mutsuz adamlara hiçbir şeyin burada bitmediğini, piş­
man olmasını bilenleri, öbür dünyada sonsuz bir mutluluğun
beklediğini anlatıyor. Sonra öpmeleri için haçı veriyor onlara;
sadece, halktan bir adam olan Çepoşnikov günah çıkarmak istiyor.
Bununla birlikte, işin tuhafı şu ki, papazın yanında şaraplı
ekmek getirmediğini kimse önceden fark etmemişti.
Dostoyevski, gümüşten yapılmış, sert, soğuk, küçük haçı
öpüyor. Doğruluyor. Şimdi kuşkulanamaz artık. Papazın bulunması,
son umutlan da yok etmiştir: Kiliseyi bir oyuna karış­
tırmaya kim cesaret ederdi?
Ama suça göre ceza ölçüsüzdü. “Bunu hak etmedim ben.”
Kimse hak etmedi bunu. Alanın ortasında, tahtadan bir seki
üzerinde soğuktan titreşen bu zavallılan yersiz büyütüyor,
onlan din şehitleri aşamasına yüceltiyor. Onlar da sezinliyorlar
bunu ve kişisel çıkarları olmayan bir uğurda kurban gitmenin
tadını ta yüreklerinde duyuyorlar. Bir Yazann Günlü­
ğü’nde şunlan yazacak Dostoyevski: “Yargılanmamızın nedeni
olan dava, yüreğimize kök salan düşünceler, dilekler bizde hiç­
bir pişmanlık duygusu uyandırmıyordu; üstelik, bize öyle geliyordu
ki, katlandığımız işkence bizi antacak ve onun yüzünden
birçok günahımız bağışlanacak.” Evet, çalımlı, yerici, alaycı,
boş kunıntulan yanında yer alan, gelişigüzel tartıştıklan bu
dava onlara kutsal görünmektedir şimdi, çünkü onun için öleceklerdir.

Bu arada papaz sekiden inmiştir. lki adam hükümlülere yaklaşıyor:
Cellatlar. Renkli, geniş kaftanlar giymişler. Öldürücü,
kıllı, iri elleri var. Borazanlar ötüyor. Alanda trampetler çalı­
yor ve ölüm habercisi olan bu gürültü, kışlanın duvarlarında
yansıyor. Alçalıyor, yükseliyor, kulakları sağır eden, beyni gı­
cıklayan bu sesler bir türlü bitmek bilmiyordu … Bozgunculara
diz çöktürdüler. Erkten düşürüldüklerinin belirtisi olarak baş­
larının üstünde kılıç kırdı cellatlar. Sonra çuval bezinden yapılmış,
uzun kollu, başlıklı ak giysilerle gülünç kılığa soktular
gençleri.
llk üç kişi, Petraçevski, Mombelli, Grigoriyev, alçaklık kazıklarına
bağlandılar ve cellatlar başlıklarını gözlerine indirdiler.
Kısa bir emir. Üç manga sıradan ayrılıp hükümlülerin önü­
ne dizildiler.
Dostoyevski gözlerini kapıyor. infaz sırasında o altıncıdır.
Bunlardan sonra sıra ona gelecek. Beş dakika sonra aynı kazıklara
o bağlanacak. Beş dakika sonra var olmayacak artık. Korkunç
bir acı duyuyor. Bu beş dakikayı boş yere harcamamak
gerek. Özünü çıkarıp en iyi biçimde kullanmalı onu, karanlı­
ğa yuvarlanmadan önce gizli sevincin tadını tatmalı. Yaşayaca­
ğı süreyi üç bölüme ayırıyor. iki dakikası dostlarına veda etmek
için. iki dakikası düşünmek için. Bir dakikası sonuncu kez
dünyaya bakmak için.
Ama neyi düşünecek, neye bakacak? Yirmi yedi yaşındadır.
Gücünün, yeteneğinin tam bilincindedir. – Birden karşısına çı­
kıyor ölüm. Yaşıyor; canlıdır henüz – üç dakikaya dek hiçbir
şey olmayacak, ya da başka bir şey, başka birisi olacak. Hala katedralin
kubbesine bakmaktadır. Güneş ışığında altın gibi parıldayan
kubbeden ayıramıyor gözlerini bir türlü. Ona öyle geliyor
ki, birkaç saniyeye dek, bu ışıkla kendisinden başka bir
şey kalmayacak ortada. ikisi, tek bir varlık olacaklar. Bu aydınlığın,
bu sessizliğin kendisi olacak o. Bilinmeyenin içinde eriyecek.
Çırpınmalı bir korkuya kapılıyor. “Ya ölmezsem? Ya canı­
mı bağışlarlarsa? Ne sonsuzluk! .. Bütün bunlar benim olacak! ..
O vakit her dakikadan bir yüzyıl yapacağım, bir tekini bile yitirmeyeceğim.
Hiçbirini boşa harcamamak için tüm anlarımın
hesabını tutacağım!.. “
Bu sırada erler tüfeklerini doldurup omuzlarına götürüyorlar.
Sessizlik acı veriyor. Bir haykırış: “Ateş” ve üç vücut gülünç
bir yumuşaklıkla yere çökecekler. Yerlerini başka üç tanesi alacak.
Ama neden ateş etmiyorlar?
Petraçevski tam bir soğukkanlılıkla, ne olup bittiğini görmek
için başlığını kaldırıyor: Emir subaylarından biri bir mendil
sallamaktadır. Geri çekilme borusu çalınıyor. Cellatlar Petraçevski’yi,
Mombelli’yi, Grigoriyev’i çözüyorlar ve onlan sekinin
üzerine götürüyorlar.
Teğmen yeniden ilerliyor, af karanın sert bir tonla kekeleyerek
okuyor:
“Yasa yargılarınca ölüm cezasına çarptırılan suçlular, imparator
hazretlerinin sonsuz şefaatleri sayesinde bağışlanmış­
lardır … “
Zindan. Sürgün. Sevinç bir tokmak gibi düşüyor Dostoyevski’nin
üzerine. Kurtuldu! Gerisine boşver. Yirmi yıl sonra karısına,
“Bunun kadar mutlu bir gün anımsamıyorum,” diyecektir.

Buna karşılık, arkadaşlarından kimileri, heyecandan öylesine
güçlerini yitirmişler, bu gülünç oyunla öylesine yürekleri kalkmıştır
ki, ölmediklerine yeriniyorlar. Grigoriyev sapsandır. Titriyor.
Dişleri takırdıyor. Delirmiştir.
Bu tiksinç mizansenin imparatorun onamasıyla yapıldığından
kuşkulanılmamıştı ilkin. Aslında bu oyunu en küçük aynntılanna
dek imparator hazırlamıştı. lki gün süresince bü­
rolar arasında sıkı yazışmalar yapıldı: Kaç kazık dikmek gerekiyordu?
Çukurlar kazmalı mıydı? Tutukluları bağlamak
ve gözlerini kapatmak gerekli miydi? Birinci Nikola “genç
beyinsizlere”‘ koruyucu bir ders vermek istemişti. Gel gör
ki, ölçüyü kaçırmıştı. Pişmanlığı uyandırayım derken öldürmüştü.

Bu ölüm yargısının anısı, Dostoyevski’nin kitaplarında yeniden
yaşayacaktır. “Kimi insanlar vardır, acı çeksinler diye kendilerine
ölüm yargısı okunur ve sonra … Onlara ‘Haydi gidiniz,
bağışlıyorlar sizi’ derler.” Böyle yazıyor Dostoyevski Budala’ da.
Gene aynı kitapta Prens Mişkin, alanda olup bitenlere tıpatıp
benzer bir sahneyi anlatır. Bir Yazann Günlüğü’nde Fedor Mihailoviç
“Ölüm cezasının ne demek olduğunu biliyor musu-
nuz?” diye soruyor ve ekliyor hemen: “Ölümün yanından sıyrılıp
geçmeyenler anlayamazlar bunu.”
Hayır unutmayacak, hiçbir vakit unutmayacak. Cellatlar, hü­
kümlülerin ölüm giysilerini çıkarmışlardır. Onlara koyun kürkünden
ceketler, keçe ayakkabılar, kürklü şapkalar giydiriyorlar.
Demirciler ölüm sekisine çıkıp Petraçevski’ye yaklaşıyorlar.
Onu hemen Sibirya’ya göndereceklerdir. Birisi, bir zincir tomarını
sekinin üzerine fırlatıyor, büyük gürültülerle düşüyor yumak.
Demirciler onu Petraçevski’nin ayak bileklerine takıyorlar.
O da uslu uslu onlara yardım ediyor. Sonra felaket arkadaş­
larım kucaklıyor ve iki jandarmanın yardımıyla demir şangırtı­
sı içinde ayaklarım sürüyerek merdivenden iniyor … Bir arabaya
tıkıyorlar onu. Bir emir. Kırbaç şaklıyor. Araba kalabalığı yarıp
geçiyor, geçtiği yolda yeniden birikiveriyor halk.
Hükümlüler soğuktan donmuşlardır. “Burnunuzu ovuşturun,”
diyor birisi. “Donmuş yanağınızı ovuşturun,” diyor bir
başkası. Kaşkin ve Palın diz çöküp dua ediyorlar:
“İyi hükümdar!.. İmparatora uzun ömürler!” diye mırıldanıyor
Palın.
Daha sonra kiralık arabalar hükümlüleri Piyer-ve-Pol Kalesi’ne
götürüyor.
Cezaevine varır varmaz bir hekim, akıl yetilerinin aşın heyecandan
bozulup bozulmadığını anlamak için onları inceden
inceye muayene ediyor. Sonra hükümlüler yeniden karşılıklı
hücrelerine dağıtılıyorlar. Yalnız kalır kalmaz Dostoyevski kardeşi
Mişel’e bir mektup yazıyor:
“Kardeşim, sevgili dostum,
Karar verildi. Dört yıl kürek (Orenburg’da sanıyorum), dört
yıl da er olarak askerlik görevi için hüküm giydim. Az önce, dediklerine
bakılırsa, bugün yarın bizi gönderecekler. Seni görmek
istediğimi söyledim, imkansız dediler … Kardeşim yenilmedim,
cesaretimi yitirmedim. Yaşam her yerde yaşamdır. Ya­
şam içimizdedir, bizi çevreleyen dünyada değil. Yanımda insanlar
olacak. .. İnsanlar arasında bir insan olmak, sonuna dek
böyle kalmak, koşullar ne olursa olsun gücünü yitirmemek,
düşmemek, işte yaşam budur, işte yaşamın gerçek anlamı. Ben
onu anladım. Bu düşünce etime dek, kanıma dek işledi …
Belki gene görüşeceğiz kardeşim; kendine iyi bak, Tanrı aşkı­
na, gelecek buluşmamıza dek yaşamaya çalış. Belki bir gün gene
kucaklaşacağız ve geçmişteki güzel yaşamımızı, gençliğimizi,
gömmek için şu anda kanayan yüreğimden söküp çıkardı­
ğım umutlarımızı birlikte anacağız. Kalemi hiç elime alamayacak
mıyım dersin? Dört yıla kadar yazabileceğimi umuyorum.
Eğer yazmayı bana yasak ederlerse ölürüm. Kalemimi elimden
almasınlar tek, on beş yıl tutuklu kalmaya razıyım …
Eğer birisinde kötü bir anı bırakumsa, eğer birisiyle kavga ettimse,
eğer birisine karşı uygunsuz bir davranışım olduysa, kar­
şılaştığın vakit, söyle onlara unutsunlar bu yakınmaları. Yüre­
ğimde bir kötülük, bir kin yok. Şu dakikada arkadaşlarımdan
birini, hangisi olursa olsun önemi yok, öyle sevmek, öyle kucaklamak
isterdim ki. .. Geçmişe baktığım vakit, boşa harcadı­
ğım tüm anlan, yaşam hakkındaki bilgisizliğim yüzünden, yanılmalarla,
yanılgılarla, önemsiz işlerle yitirdiğim tüm anları
düşündükçe bir kan dalgası yüreğimi kaplıyor. En iyiye ulaş­
mak için değiştireceğim kendimi. Tüm umudum bundadır.
Ah! ne vakit, ne vakit göreceğim seni? Allahaısmarladık, her
şeyden, sevimli olan her şeyden koparıyorum kendimi! .. Bü­
tün bunlardan ayrılmak çok acı. Kendini ikiye bölmek, yüre­
ğini ikiye parçalamak çok acı. Allahaısmarladık! Allahaısmarladık!
.. Ama gene göreceğim seni, kuşkum yok bundan, umudumu
kesmedim.

Değişme, beni sev, anılarında sakla beni, senin sevdiğini dü­
şünmek yaşamımın en büyük sevinci olacak. Allahaısmarladık!
Bir kez daha Allahaısmarladık! .. Herkese Allahaısmarladık … “
24 Aralık, Noel gecesinde Dostoyevski Sibirya’ya gönderilecektir.
Kardeşi Mişel ile yazar Miliukov, Fedor Mihailoviç’i yola
çıkmadan önce görmek için, kale genel yönetmeninden izin
alıyorlar. Görüşme yönetmenin evinin alt katındaki çıplak bü­
yük odada yapılacaktır. Hemen hemen karanlık bastırmıştır.
Bir tek lamba odayı aydınlatıyordu.
Fedor Mihailoviç ile Durov içeri girdiklerinde, Mişel ile ar-
kadaşı geleli yarım saat olmuştu. Her iki hükümlü de yauşmış,
acılan dinmiş görünüyorlardı; güleryüzlüydüler. Sonradan Miliukov
şöyle yazacakur: “Dostoyevski kardeşlerin vedalaşmasını
gören, asıl acı çekenin, biraz sonra Sibirya’ya kürek cezası
çekmeye gidecek olanın değil, St. Petersburg’da kalanın oldu­
ğuna inanırdı. Büyük kardeşin bakışları gözyaşlarıyla buğulanı­
yor, dudakları sinirli sinirli titriyordu.”
Fedor Mihailoviç ise sakindi, kardeşini avutmaya çalışıyordu:
“Kes artık kardeşim, kes diyordu, beni tanırsın, kolay kolay
ölmem ben, cenaze törenime gelmiş değilsin. Zindanda hayvanlar
beklemiyor beni. Orada insanların, belki de benden daha
iyi insanların arasında yaşayacağım … Kürek cezasından kurtulunca
yeniden yazmaya başlayacağım. Şu son aylarda birçok
şey hissettim. Orada da birçok şey göreceğim, birçok şey duyacağım.
Yazacak çok şeyim olacak.”
Birkaç ay önce tam bir özgürlük içinde olan bu adam, kendinde
hastalıklar uyduruyor, geceleri can sıkıntısından patlı­
yordu; ortada bir neden yokken güceniyor, kendisiyle didişiyor,
çılgınlıklar yapıyordu; şimdiyse darağacı deneyimini, ayrılışı
gürültüsüz patırtısız bir yüreklilikle karşılıyordu. Bedence
ve ruhça dengesi bozulmuş bu adam dört yıllık yoksunluktan,
soğuktan, zorlu çalışmadan korkmuyor. Bu bizi şaşırtmamalı.
Dostoyevski aşın duyguların adamıdır. Olağanüstüde rahat
eder. Fırtınada soluk alır. “Bana gelince, sizlerin ancak yan
yarıya yürütmek yürekliliğini gösterdiğiniz şeyleri ben sonuna
dek götürmekten başka bir şey yapmadım yaşamımda” diye
yazacakur Yeraltından Notlar’da. Ve şunu ekleyecektir: “Şu halde,
ben sizden daha canlıyım belki de.”

Yarım saat sonra görevli subay tutukluları kazamatlanna gö­
türdü.
Tam gece yansı Dostoyevski’nin ayak bileklerine on libre
ağırlığında zincirler bağladılar.
Sonra Fedor Mihailoviç’i, Durov’u ve Yastrjembski’yi avluya
çıkardılar. Troykalar halinde koşulmuş üstü açık kızaklar onları
bekliyordu. En önde, Tobolsk’a dek kendisiyle birlikte gidecek
olan bakanlık postacısının üstü kapalı arabası duruyor-
du. Gece soğuk ve aydınlıku. Kül renkli bir buğu çıkıyordu atların
ağzından.
jandarmalar, hükümlüleri troykalara bindirdiler ve yanları­
na oturdular. Bakanlık postacısının bir emri üzerine alay, ezilen
buzların gıcırtısı içinde yola koyuldu.
Mişel Dostoyevski ile Miliukov cezaevinin kapısı önünde dikiliyorlardı.
.
“Yolunuz açık olsun!” diye bağırdılar yolculara.
“Allahaısmarladık,” dediler onlar da.
Troykalar urıs gidiyorlardı sessiz sokaklarda. Evlerin pencereleri
çok aydınlıktı. Camların ardında ışıklandırılmış çam dallan,
pırıl pırıl oyuncaklar vardı. Tül perdelerin saydamlığı içinde
dans eden gölgeler beliriyordu. Noel gecesiydi. Dostoyevski’nin
en çok sevdiği bayram. insanlar mutluydular, gülüyorlardı,
yiyip içiyorlardı, çocuklarını okşuyorlar, geleceği düşü­
nüyorlardı.

Şu anda kiralık troykalar içinde büzülmüş, donmuş, bitkin,
yitik üç adamın, Sibirya’nın ağır çalışma yerlerine gitmek üzere
St. Petersburg’dan aynldıklan kimsenin aklından geçmezdi.
1854’te şöyle yazacak Dostoyevski kardeşine:
“İçinden geçtiğimiz St. Petersburg’a ilgiyle bakmaya koyuldum.
Senin evin önünden geçtik. Krayevski’nin evi apaydınlıktı.
lşte orada ölecek derecede hüzünlendim. Bir Noel ağacı
bulunacağını ve Emili Fedorovna’nın da çocukları getireceğini
bizzat senden öğrenmiştim; onlara veda ediyormuşum gibime
geldi. Ne denli acı duyuyordum onlar için. Aradan çok yıllar
geçtiği halde, gözlerim yaşararak kaç kez anımsadım onları!..”
Yolculuk çetin oldu. Troykaların üstleri açıktı. Hükümlülerin
kürklü kısa ceketleri onları soğuktan korumaya yetmiyordu.
Posta atlarının değiştirildiği birkaç istasyondan sonra alay,
şafak sökerken, Şlisselburg’un bir ham önünde durdu.
Genç adamlar, zincirlerini sürüyerek, uyuşmuş parmakları­
na soluyarak birkaç bardak çay içmek için “traktir”in salonuna
yerleştiler. “Ben neşeliydim,” diye yazıyor Dostoyevski, “Durov
durmadan konuşuyordu. Yastıjembski’ye gelince, o, geleceği
karanlık görüyordu.”

“Çok görmüş geçirmiş, yiğit bir ihtiyar” olan bakanlık postacısı,
tutuklularına üstü kapalı kızaklar sağlamayı kabul etti. Üstelik
konaklama yerlerinde daha çok kalmaya izin verdi, harcamaların
yansını kesesinden ödemeyi de üstüne aldı.

Kafile gün ortasında yola çıktı yeniden. Bayram günü oldu­
ğundan, arabacılar kül renkli Alman kumaşından ceketler giymişler,
erguvan renginde kemerler takmışlardı. Köylerde kimsecikler
yoktu. Evlerin çatılan kar altında bel vermişlerdi. Ağaç
dallan donmuş suyun içinde kalmışlar gibi, yeşilimsi mavi gökte
hareketsiz duruyorlardı. Konaklamalar arasında on saat sü­
ren yolculuklar atların ve yolcuların gücünü tüketiyordu. So­
ğuk aman vermiyordu. Prem’de ısı -40 dereceyi buldu.
Urallar’ı geçiş bir yıkımdı. Kar fırtınasına tutuldular. Atlar
tökezliyordu. Kızaklar gömülüyor, kara saplanıyorlardı. Gecenin
ortasında yere inmek zorunda kaldılar. Arabaların patenlerini
sökmek, hayvanları yatıştırmak, önlerindeki yolu düzeltmek
gerekmişti. Rüzgarla savrulan kar, yüzü, elleri ısırıyordu.
Fenerin kötü ışığı, her saniye ölecekmiş gibi sallanıyordu.
“Çevremizde kar, fırtına,” diye yazıyor Dostoyevski… “Önü­
müzde Sibirya, ve geleceğimizin gizi; ardımızda tüm geçmişimiz.
Hüzün vericiydi bu. Ağladım.”
On sekiz gün süren bir yolculuktan sonra 11 Ocak 1850’de
sürgünler Tobolsk’a varabildiler.
O günlerde Tobolsk, hükümlülerin ağır işyerlerine dağıuldıklan
istasyondu. iner inmez üç genç adamı cezaevi yönetim bürolarına
götürdüler. Bu karanlık ve pis yerlere, kürek hükümlülerine
özgü üniformalar giydirilmiş katipler yerleştirilmişti; alınları­
na yüzkaralannm sembolü olan harfler damgalanmıştı; yıruk burun
delikleri, yara izleriyle çentilmiş yanaktan vardı. Bir öğrenci
alışkanlığıyla birtakım kütükler dolduruyorlardı.
– Zincire vurulmuşlar mı? diye sordu cezaevi müfettişi.
– Evet.
– Öyleyse üstlerini arayın.
Cep harçlıklarını, yolda satın aldıkları bir şişe şarabı çıkarıp
alıkoydular, sonra onları gene salona götürdüler.
“Burası, dar, karanlık, soğuk ve kirli bir odaydı.”
Saman doldurulmuş birkaç çuvalla örtülü üç tane kamp karyolası.
Bozulmuş et, soğuk pislik kokusu. Her yer alacakaranlık
içindeydi. Bağırmalar, küfürler, kahkahalar. Bu büyük gü­
rültü yatıştığı vakit de kapı ardındaki nöbetçinin ayak sesleri
işitiliyordu.
Durov’un elleriyle ayaklan soğuktan duyarlığını yitirmişti.
Yastrjembski’rıJn burnunun ucu donmuştu. Dostoyevski, ağ­
zındaki sıracalı iltihaplardan acı çekiyordu.
Bununla birlikte, odadakiler arasında ateşli bir kaynaşma gö­
ze çarpıyordu. Hükümlüler son yolculuk için hazırlanıyorlardı.
Zincirler onarılıyor, kafalar tıraş ediliyordu. Kollarına al­
çaklık damgaları vuruluyordu. Bu damgaların gizemli çeşit çe­
şit anlamlan vardı:
“KAT – zindan hükümlüsü … SK – sürgün … SB – zindan ka­
çağı.”
Kaçmaya kalkışmalannm her birinde, dirsekten başlayarak
yeni bir damga eklenirdi. Bu işler hükümlülerin bizzat kendileri
tarafından yaptmlırdı. Ciddi ve asık bir yüzle yerine getirirlerdi
ödevlerini.
Canlarına yetmişti. Yastrjembski yüksek sesle yakınıyor, intihardan
söz açıyordu. “Kız kardeşim beni buralarda görseydi
ne yapardı, onu düşünüyorum,” diye yazıyor. Dostoyevski yatıştmyor
onu.
Çok geçmeden biraz çay içmek ve cezaevi müfettişinin tefti­
şinden Dostoyevski’nin kaçırdığı sigaraları içmek iznini alıyorlar.
Fedor Mihailoviç ve arkadaşları Tobolsk’da altı gün kaldılar.
“Aralık Ayı lsyancılanndan” birkaçı kürek cezasından kurtulmuşlardı
ama sürgün cezalarını tamamlamak üzere bu kentte
oturuyorlardı: Muraviyev, Annenkov, Vonvizin … Kanlan yardım
işleriyle uğraşıyorlar ve belediye evlerinde birkaç gün için
konaklayan tutukluların mutsuzluklarını kendi olanakları öl­
çüsünde, ellerinden geldiğince hafifletiyorlardı.
Bu 1825 isyancıları, “özgürlük davasına” kendileri gibi inanan,
kendileri gibi savaşan ve onlar gibi üstün körü bir adaletin
yumruğu altında ezilenlerin kente geldiklerini öğrenir öğ-
enmez çok heyecanlandılar ve onlan desteklemeye koştular.
Kanları hükümlülere yiyecek ve şarap gönderdiler. Kadınlar
müfettişten, genç adamlarla, onun evinde görüşebilmeleri için
izin dilediler.
Bir Yazann Günlüğü’nde şöyle yazacak Dostoyevski: “Kocalarının
ardından kendi gönülleriyle Sibirya’ya gelen bu yüce çilekeşleri
gözlerimizle gördük. Hiç suçlan olmadığı halde, eşleriyle
birlikte aynı işkencelere yirmi beş uzun yıl süresince katlanmışlardı.”

Görüşme bir saat sürdü. Ayrılırlarken “Aralık Ayı tsyancı­
lannın” eşleri hükümlülere dua ettiler ve her birine, zindanda
okunmasına izin verilen tek kitap olan 1ncil’den birer tane
verdiler. Dostoyevski bu kutsal armağanı hiçbir vakit yanından
ayırmayacaktır.
Ziyaretçi kadınlar gittikleri vakit Dosytoyevski elindeki kitabı
gözden geçirdi. Kapağın iç yanı yarılmıştı ve içine 10 kağıt
ruble yerleştirilmişti gizlice.
16 Ocak’ta Dostoyevski’yle Durov Omsk’a gitmek için Tobolsk’dan
ayrılıyorlardı. Batı Sibirya valisinin emrinde ‘bunlara
amansız davranılacağı” özellikle belirtiliyordu.
Tobolsk’dan yedi verst ötede, bomboş kır ortasında kızak
durdu. Bayan Vizin ile Bayan Frantsev korudukları kişileri
uğurlamak hakkını kazanmak için jandarmalara para yedirmiş­
lerdi. Kara gömülmüş, küçük kara şekiller halinde bekleşiyorlardı.
Görüşme kısa sürdü. El sıkışmalar, avutucu sözler.
– Omsk’a yazdık; sizinle ilgilenecekler; mutsuzluğunuzu
azaltmaya çalışacaklar.
Birkaç adım ileride duran jandarmalar sabırsızlanıyorlar. Yola
çıkmak gerekiyor. tki kadın, hükümlülerin başlan üzerinde
haç çıkartıyorlar.
– Tanrı yardımcınız olsun.
Dostoyevski ile Durov yeniden kızaklara biniyorlar. Arabacı
dilini şaklatıyor ve kafile hafif çıngırak sesleri arasında, “Ölü­
ler Evi”ne giden, uzun, bembeyaz yol üzerinde harekete geçiyor
yeniden.

Henri Troyat
Dostoyevski
İletişim Yayınları

Previous Story

George Thomson: Yeniden yaratı­lacak şiir nasıl olmalı?

Next Story

Puşkin’i nasıl anlatmalı? – Ataol Behramoğlu

Latest from Anlatı

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ