Güvensizliği kabul etmeyen saf yürekli bir insan tanıdım. Barışçıydı, özgürlükçüydü, tüm insanlığı ve hayvanları aynı sevgiyle seviyordu. Seçkin bir ruh, evet, bu kesin. Avrupa’da, son din savaşları sırasında köye çekilmişti. Evinin eşiğine şöyle yazmıştı:“Nereden gelirseniz gelin, hoş geldiniz, buyurun içeri.” Sizce kim yanıt verir bu güzel davete? Milis askerleri! İçeri girerler evlerine girer gibi ve bağırsaklarını deşerler adamın.
Albert Camus
TANITIM BÜLTENİ
Albert Camus çağdaş düşün ve yazın dünyasındaki saygın yerini yalnızca oyunlarıyla da, yalnızca “Sisifos Söyleni” ve “Başkaldıran İnsan”la da alırdı belki. Ama Camus’yü Camus yapan öncelikle anlatı yapıtlarıdır. “Yabancı” (1942), “Veba” (1947) ve “Düşüş”se (1956) bu yapıtlar arasında üç büyük doruktur. Ancak, kimi yazınseverler bu üç başyapıt arasında daha çok “Düşüş”ü yeğlerler. Bu kitap, herhangi bir düşünce ya da savı özellikle öne çıkarmaya çalışmadan, yalın bir anlatım ve özgün bir kurgu içinde, zengin bir düşünce duygu yüküyle, çağdaş dünyayı ve insanlarını derinlemesine sorgulayıp yargılar, çirkinliklerini ve düşkünlüklerini sergiler. Ama, aynı zamanda, bu dünyada yaşayan, dolayısıyla şu ya da bu biçimde, şu ya da bu ölçüde onun sorumluluğunu taşıyan bireyler olarak tek tek her birimize bir ayna tutar, eski avukat Jean-Baptiste Clamence’ın öyküsü aracılığıyla, bize kendini tehlikeye atmadan yaşayanların, yani hepimizin ve her birimizin benzersiz öyküsünü anlatır. “Düşüş”ün yayımlanmasından bir yıl sonra Camus’nün Nobel Ödülünü kazanması bir rastlantı olmasa gerek
KİTAPTAN BİR BÖLÜM
Size hizmetlerimi sunabilir miyim, bayım, canınızı
sıkmadan? Korkarım ki bu kuruluşun kaderini elinde tutan
saygıdeğer gorille anlaşmayı bilmiyorsunuz. Gerçekten
de Hollanda dilinden başka dil bilmez o. Siz davanızı
savunmak için bana izin vermedikçe, sizin ardıç rakısı
istediğinizi anlamayacaktır. İşte bakın, umarım ki, beni
anladı; başını böyle sallayışı onun benim kanıtlarıma boyun
eğdiğini gösteriyor olmalı. Gerçekten de davranıyor
o, acele ediyor, akıllı bir yavaşlıkla. Şanslısınız, homur
danmadı. Hizmet etmek istemediği zaman, bir homurtu
yeter ona: Kimse üstelemez. Keyfinin kralı olmak, koca
hayvanların ayrıcalığıdır. Ama ben gidiyorum, bayım, size
hizmet ettiğim için mutlu olarak. Teşekkür ederim
size, eğer can sıkıcı bir kimse rolü oynamayacağımdan
emin olsaydım, kabul ederdim. Fazla iyisiniz. Bu yüzden
bardağımı sizinkinin yanına koyacağım.
Haklısınız, suskunluğu sağır edici onun. İlkel or-
manların sessizliğidir bu, ağzına kadar yüklü olan. Bizim
o suskun dostumuzun uygar dillere surat asmakta inat
etmesine şaşıyorum zaman zaman. Onun işi gücü, nedense
Mexico-City adını taktığı bu Amsterdam barına
her ulustan denizcileri kabul etmek. Böylesi görevlerle,
onun bilgisizliğinin rahatsız edici olmasından korkmaz
mısınız? Cro-Magnon insanının Babil Kulesi’nde oturduğunu
düşünün! En azından yurt özlemiyle kahrolurdu
orada. Ama öyle değil işte, bizimkisi sürgünlüğünün
acısını duymuyor, yolunda yürüyor yine, hiçbir şey tedirgin
etmiyor onu. Onun ağzından işittiğim nadir tümcelerden
biri ya seçmek, ya seçmemek gerektiğini bildiriyordu.
Neyi seçmek ya da seçmemek gerekliydi? Kuşkusuz
kendisini. İtiraf ederim, bu açık yürekli yaratıklar
çeker beni. Meslek ya da eğilim gereği, insan üzerinde
çok düşündüğümüz zaman, primat maymunlara özlem
duyduğumuz olur. Art düşünceleri yoktur onların.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bizim konuğumuzun
birkaç art düşüncesi var, her ne kadar bunları bulanık
biçimde içinde besliyorsa da. Yanında söylenenleri
anlamaya anlamaya, sonunda kuşkucu bir karakter kazandı.
Bu alıngan ciddiyet havası bundan ileri geliyor;
sanki insanlar arasında bir şeyin aksadığından kuşkulanırmış
gibi, en azından. Bu durum, kendi işini ilgilendirmeyen
tartışmaları daha güç kılıyor. Örneğin, başının
üstündeki, dip duvarda duran, yerinden indirilmiş bir
tablonun izini belli eden şu boş dörtgene bakın. Gerçekten
de orada bir tablo, işin en ilginç yanı, gerçek bir baş
yapıt vardı. Evet, oradaki görevli onu aldığı ve bıraktığı
zaman ben oradaydım. Her iki durumda da aynı güvensizlik
içinde oldu bu, haftalarca kafasında evirip çevirdikten
sonra. Bu noktada toplum, kabul etmek gerekir
ki, kendi doğasının içten yalınlığını bir ölçüde bozdu.
Şunu dikkate alın ki, onu yargıladığım falan yok benim.
Onun haklı güvensizliğini değerlendiriyorum ve
bunu onunla seve seve paylaşırdım, eğer benim iletişimci
doğam, gördüğünüz gibi, buna karşı gelmeseydi.Yazık
ki gevezeyim ve kolayca bağlanıyorum. Uygun mesafeleri
korumasını bilsem de, her türlü fırsat elverişli geliyor
bana. Fransa’da yaşarken, akıllı bir adamla karşılaştığım
zaman hemen arkadaşlık kurmadan edemezdim. Ah!
Görüyorum ki, şart kipindeki bu deyişte duraksıyorsunuz.
Bu kipe karşı ve genellikle güzel dile karşı duydu
ğum zaafı itiraf ederim. Bu zaafımdan dolayı suçluyorum
kendimi, inanın. İyi bilirim ki, nitelikli çamaşır zevki
insanın ayaklarının ille de kirli olmasını gerektirmez.
Biçem de, poplin kumaş gibi, mayasılı gizler çoğu zaman.
Eninde sonunda kem küm edenler de temiz değildir
diyerek avutuyorum kendimi. Elbette, ardıç rakısı
içelim yine.
Amsterdam’da uzun zaman kalacak mısınız? Güzel
kent, değil mi? Çok mu çekici? İşte uzun zamandır duymadığım
bir sıfat. Yıllardır, Paris’ten ayrıldığım günden
beri. Ama yüreğin belleği vardır ve ben bizim o güzel
başkentimizin hiçbir yerini unutmadım, rıhtımlarını da.
Paris gerçek bir göz cümbüşüdür, dört milyon siluetin
oturduğu görkemli bir dekordur. Son sayımda beş milyon
mu? Desenize, yavrulamışlar. Şaşmam buna. Bana
hep öyle gelmiştir ki, hemşerilerimizin iki tutkusu var:
fikirler ve zina. Rasgele, sanki. Onları suçlamaktan da
kaçınalım hani; yalnız onlar değil, tüm Avrupa bu durumda.
Gelecekteki tarihçilerin bizim için ne diyeceklerini
düşünüyorum bazen. Günümüz insanı konusunda
bir tümce söylemek yetecektir onlara: Zina ediyordu ve
gazete okuyordu. Bu güçlü tanımdan sonra konu biter,
diyebilirim.
Hollandalılar mı, a hayır, onlar çok daha az modernler!
Zamanları var, bakın onlara. Ne yapıyorlar? Peki öyleyse,
bu baylar şu bayanların emeğiyle geçiniyor. Kaldı
ki bunlar, erkek olsun, dişi olsun, her zamanki gibi, yalan
düşkünlüğü ya da ahmaklıkla buraya gelmiş pek kentsoylu
yaratıklardır. Kısacası, düşgücü fazlalığı ya da eksikliğiyle.
Zaman zaman bu baylar bıçak ya da tabanca
kullanırlar, ama bunu gönülden istediklerini sanmayın.
Rol gereğidir bu, o kadar; son kurşunlarını atarken korkudan
ölürler. Öyle ama, ben onları ötekilerden daha ahlaklı
buluyorum, aile içinde, yavaş yavaş yıpratarak öldü
renlerden daha ahlaklı. Toplumumuzun bu tür bir yok
etme için örgütlenmiş olduğuna dikkat etmediniz mi?
Brezilya ırmaklarındaki o küçücük balıklardan söz edildiğini
herhalde işitmişsinizdir, hani binlercesi ihtiyatsız
yüzücüye saldıran, birkaç saniyede onu küçük lokmalarla
yiyip bitiriveren ve ortada tertemiz bir iskeletten baş
ka bir şey bırakmayan balıklardan? İşte böyledir onların
örgütlenmesi. “Temiz bir yaşama razı mısınız? Herkes
gibi?” Evet diyorsunuz doğal olarak. Nasıl hayır diyebilir
insan? “Tamam. Sizi temizlerler. Bir iş, bir aile, örgütlenmiş
boş zaman işte budur.” Ve küçük dişler tene saldırır,
kemiklere kadar yer.Ama yanlış söyledim. Onların örgü
tü dememeli. Bizim örgütümüz bu, eninde sonunda:
Kim kimi temizleyecek!
Sonunda ardıç rakımız geldi işte. Sağlığınıza. Evet,
goril ağzını açıp bana doktor, dedi. Bu ülkede herkes
doktor ya da profesördür. Saygı göstermesini sever onlar,
iyiliklerinden ve alçakgönüllülüklerinden ötürü. Onlarda,
hiç değilse, kötülük ulusal bir kurum değildir. Aslında
hekim değilim ben. Doğrusunu bilmek isterseniz,
avukattım buraya gelmeden önce. Şimdiyse cezaevi yargıcıyım.
Ama kendimi tanıtmama izin verin: Jean-Baptiste
Clamence, kulunuz. Sizi tanıdığıma sevindim. Herhalde
işadamısınız?.. Aşağı yukarı mı? Harika yanıt! Aynı zamanda
akıllıca; hepimiz her şeyde aşağı yukarıyız. Şimdi
biraz dedektifik oynamama izin verin. Aşağı yukarı benim
yaşımdasınız, aşağı yukarı her yeri gezip görmüş
kırk yaşında adamların deneyimli gözü var sizde, aşağı
yukarı iyi giyimlisiniz, yani bizde olduğu gibi giyinmişsiniz
ve düzgün elleriniz var. Demek ki bir kentsoylusu-
nuz aşağı yukarı! Ama incelmiş bir kentsoylu! Gerçekten
de, şart kipindeki fiillerde duraksamak kültürünüzü
iki kez kanıtlıyor, çünkü önce bu fiilleri tanıyorsunuz,
sonra da bunlar sinirlendiriyor sizi. Son olarak da, sizi
eğlendiriyorum ben, bu ise, övünmek gibi olmasın ama,
sizde belli bir fikir açıklığı bulunduğunu gösteriyor. Öyleyse
siz aşağı yukarı… Ama ne önemi var? Meslekler
mezheplerden daha az ilgilendiriyor beni. İzin verirseniz,
size iki soru sorayım, ama yersiz bulmazsanız yanıt
verin bunlara. Varlıklı mısınız? Biraz mı? Güzel.Yoksullarla
paylaştınız mı bunu? Paylaşmadınız. Öyleyse siz
benim Saduki dediğim kişilerdensiniz. Kutsal Kitabın
dediklerini yerine getirmediyseniz, bu size pek bir yarar
sağlamaz derim. Sağlıyor mu? Demek Kutsal Kitabı biliyorsunuz?
Doğrusu, ilgimi çekiyorsunuz benim.
Bana gelince… Kendiniz karar verin, bakalım. Boyumla,
omuzlarımla ve çoğu zaman yırtıcı olduğu söylenen
şu yüzümle daha çok bir rugby oyuncusuna benziyorum,
değil mi? Ama konuşmama bakılırsa, biraz ince
olduğumu kabul etmek gerekir. Paltomun tüyünü sağlamış
olan deve herhalde uyuzmuş. Buna karşılık tırnaklarım
bakımlı. Ben de okumuş yazmış bir insanım, yine de,
yalnızca yüzünüze bakarak içimi döküyorum size. Son
olarak, iyi tavırlarıma ve güzel dilime karşın. Zeedijk gemici
barlarının bir gediklisiyim ben. Pekâlâ, merakınız
bitsin artık. Benim mesleğim çifte yüzlü, o kadar, tıpkı
yaratılış gibi. Söylemiştim, cezaevi yargıcıyım ben. Bir
tek şey açık benim durumumda, hiçbir varlığım yok.
Evet, zamanında zengindim, hayır, başkalarıyla hiçbir şeyi
paylaşmadım. Neyi kanıtlar bu? Benim de bir Saduki
olduğumu… Limandaki canavar düdüklerini duyuyor
musunuz? Bu gece sis var Zuyderzee’nin üzerinde.
Gidiyor musunuz hemen? Sizi alıkoymuşsam bağış
layın beni. İzin verirseniz, ben ödeyeyim hesabı. Mexico-
City’de evimde sayılırsınız, sizi burada ağırlamaktan son
derece mutlu oldum. Yarın kesin olarak burada olaca
ğım, her akşamki gibi ve davetinizi minnetle kabul edeceğim.
Yolunuz… Pekâlâ… Limana kadar size eşlik etmemde
sakınca var mı, böylesi daha kolay olurdu da?
Oradan, Yahudi mahallesinin çevresini dolaşarak, çiçek
ve gümbürtülü müziklerle dolu tramvayların geçtiği o
güzel caddeleri bulursunuz. Oteliniz bu caddelerden birinde,
Damrak’ta. Lütfen, siz önden buyurun. Ben Yahudi
mahallesinde oturuyorum, hani Hitlerci kardeşlerimizce
meydan haline getirilmeden önceki adıyla Yahudi
mahallesinde. Ne temizlik! Yetmiş beş bin Yahudi sürü-
lüyor ya da öldürülüyor, havasız bırakılarak yapılan bir
temizlik bu. Ben bu uygulamaya, bu yöntemli sabra hayranım!
İnsanın karakteri olmadı mı, bir yöntem bulması
gerek. Burada bu yöntem harikalar yarattı doğrusu, ben
de tarihin en büyük suçlarından birinin işlendiği bir yerde
oturuyorum. Belki de benim gorili ve onun güvensizliğini
anlamama yardım eden şey budur. Böylece ben,
dayanılmaz bir biçimde beni sempatiye götüren bu doğa
eğilimine karşı koyabiliyorum. Yeni bir yüz gördüğüm
zaman, bende biri bir alarm zili çalıyor.“Yavaş olun.Tehlike
var!” Sempatinin en güçlü olduğu zamanlar bile, tetikteyim.
Biliyor musunuz, bizim küçük köyde, bir misilleme
eylemi sırasında bir Alman subayı ihtiyar bir kadından,
iki oğlundan rehin olarak kurşuna dizilecek birini seç-
mesini nazikçe rica etmişti. Seçmesini, tasarlayabiliyor
musunuz bunu? Şunu mu? Hayır, şunu. Ve onun alıp
götürüldüğünü görmesini. Üzerinde durmayalım, ama
inanın bana bayım, her türlü sürpriz mümkün. Güvensizliği
kabul etmeyen saf yürekli bir insan tanıdım. Barış
çıydı, özgürlükçüydü, tüm insanlığı ve hayvanları aynı
sevgiyle seviyordu. Seçkin bir ruh, evet, bu kesin. Avru-
pa’da, son din savaşları sırasında köye çekilmişti. Evinin
eşiğine şöyle yazmıştı:“Nereden gelirseniz gelin, hoş geldiniz,
buyurun içeri.” Sizce kim yanıt verir bu güzel davete?
Milis askerleri! İçeri girerler evlerine girer gibi ve
bağırsaklarını deşerler adamın.
Ah! Bağışlayın bayan! Zaten bir şey anlamadı kadın.
Nasıl da kalabalık, öyle değil mi, bu kadar geç bir vakitte
ve günlerdir dinmeyen bu yağmura karşın! Çok şükür ki
ardıç rakısı var, bu karanlıklarda tek ışık. Onun size verdiği
altınsı, bakırsı ışığı duyuyor musunuz? Ben kentin
içinde, akşamları, ardıç rakısının sıcaklığında yürümeyi
seviyorum. Geceler boyunca yürüyorum, düş kuruyorum
ya da ha bire konuşuyorum kendi kendime. Evet,
bu akşamki gibi, biraz başınızı şişirmekten de korkuyorum,
teşekkürler, çok naziksiniz. Ama çok sarhoşum; ağ-
zımı açtım mı, tümceler akıyor. Bu ülke esin veriyor bana
zaten. Bu halkı seviyorum ben, kaldırımlarda cıvıl
cıvıl cıvıldayan, küçücük evler ve sular arasında sıkışmış,
sisler, soğuk topraklar ve çamaşır gibi dumanı tüten denizle
sarmalanmış bu halkı. Seviyorum, çünkü çift yönlüdür
o. Burada ve başka yerdedir.
Elbette! Kaygan kaldırımda onların ağır aksak adımlarını
duyduğunuz için, altın renkli çirozlarla ve ölü yaprak
rengindeki mücevherlerle dolu dükkânları arasından
hantal hantal geçtiklerini gördüğünüz için, kuşkusuz onların
bu akşam ortada olduklarını sanıyorsunuz. Herkes
gibisiniz siz de, bu namuslu insanları bir çıkar ortağı ve
satıcı topluluğu olarak görüyorsunuz, paralarını sonsuz
yaşam şanslarıyla birlikte hesap eden ve tek coşkuları,
başlarında geniş şapkalarla bazen anatomi dersleri almak
olan kişiler olarak, öyle değil mi? Aldanıyorsunuz. Onlar
yanımızda yürürler, doğru, yine de, bakın kafaları nerededir:
Kırmızı ve yeşil dükkân tabelalarından dökülen o
neondan, ardıç rakısından ve naneden oluşmuş siste.
Hollanda bir düştür, bayım, gündüz daha dumanlı, gece
daha yaldızlı bir altın ve duman düşüdür ve gece gündüz
bu düş Lohengrin’le doludur, tıpkı, bütün ülkede denizlerin
çevresinde, kanallar boyunca durmadan dönüp duran,
gömütlük kuğularını andıran, yüksek gidonlu bisikletleri
üzerinde hülyalı hülyalı kayıp giden kimseler gibi.
Onlar, başları bakır rengi bulutları içinde, düş görürler,
döne döne giderler, sisin altınsı tütsüsü içinde uyurgezercesine
dua edenler, artık orada değillerdir. Binlerce
kilometre öteye, uzak Cava Adası’na doğru uçup gitmiş
lerdir. Onlar, tüm vitrinlerini süsledikleri o yüzünü buruşturan
Endonezya tanrılarına dua ederler, o tanrılar ki
şu anda üzerimizde gezmektedirler, görkemli maymunlar
gibi, dükkân tabelalarına ve merdiven biçimindeki
çatılara asılmadan önce, Hollanda’nın yalnız satıcılar Avrupası
olmayıp deniz olduğunu, Cipango’ya1 ve insanların
çılgın ve mutlu olarak öldükleri o adalara götüren
deniz olduğunu bu özlem dolu sömürgelilere anımsatmak
için.
Ama kapıp koyverdim kendimi, savunmaya giriş
tim! Bağışlayın. Alışkanlık, bayım, eğilim, üstelik bu
kenti ve nesnelerin özünü size anlatmak isteği! Çünkü
nesnelerin özündeyiz. Dikkat ettiniz mi, Amsterdam’ın
ortak merkezli kanalları cehennemin dairelerine benzer?
Elbette kötü düşlerle dolu kentsoylu cehennemi. Dışarı
dan geldiğiniz zaman, bu daireleri geçtiğiniz ölçüde, ya
şam ve dolayısıyla ondaki suçlar daha yoğun, daha karanlık
olur. Burada biz son dairedeyiz, şey dairesi… Oo!
Biliyorsunuz demek? Hay Allah,sizi sınıfandırmak daha
zorlaşıyor.Ama, neden nesnelerin merkezinin burada olduğunu
söyleyebileceğimi anlıyorsunuz demek; kıtanın
1. Japonya. (Y.N.)
bir ucunda olsak bile. Duyarlı bir insan anlar bu tuhafıkları.
Öyle ya da böyle, gazete okuyanlar ve zina edenler
daha ileri gidemezler. Onlar, Avrupa’nın her yanından
gelir ve iç denizin çevresinde, renksiz kumsalda duraklar.
Canavar düdüklerini dinlerler, gemilerin siluetlerini sis
içinde boşuna ararlar, sonra yeniden kanalları geçerler ve
yağmur altında geri dönerler. Soğuktan donmuş durumda
Mexico-City’ye ardıç rakısı istemeye gelirler, her dilde.
Ben orada onları beklerim.
Haydi yarına kadar hoşça kalın, bayım ve sevgili
hemşerim. Hayır, şimdi yolunuzu bulursunuz; bu köprünün
yanında bırakıyorum sizi. Geceleri bir köprüden
hiç geçmem ben. Kendi kendime ahdetmişim de ondan.
Birinin kendini suya attığını varsayın. İki şeyden biri, ya
onu kurtarmak için arkasından suya atlayacaksınız ve so-
ğuk mevsimde sağlığınızı tehlikeye atacaksınız ya da bı-
rakacaksınız gitsin, o zaman da suya dalmaktan kaçınmanız
bazen tuhaf kırıklıklar bırakacak sizde. İyi geceler!
Nasıl? Şu vitrinlerin arkasındaki bayanlar mı? Düş, bayım,
ucuza düş! Hindistan’a yolculuk! Bu kişiler baharat
kokusu sürünürler. İçeri girersiniz, perdeleri çekerler ve
uçuş başlar. Tanrılar çıplak bedenlerin üzerine iner ve
adalar, rüzgâr altında kabarmış palmiyeden bir saçla taç
lanmış olarak çılgınlar gibi sapıtırlar. Deneyin.
KİTABIN KÜNYESİ
Düşüş
Orjinal isim: La Chute
Albert Camus
Can Yayınları / Çağdaş Dünya Yazarları Dizisi
Türkçe (Orijinal Dili:Fransızca)
99 s. — 3. Hamur– Ciltsiz — 13 x 20 cm
İstanbul, 2000
ISBN : 9789750725036
Çeviri : Hüseyin Demirhan