Bugünlerde, romanlardan uyarlanan diziler -Yaprak Dökümü, Aşk-ı Memnu, Dudaktan Kalbe ve Hanımın Çiftliği- konuşuluyor. ?Konuşuluyor?dan kastım dizilerin güzel kadınları, yakışıklı erkekleri, onların birbirleriyle ilişkileri ve en çok da cinsellik sahneleri. Yazarlardan, romanlarından, romanlarda tartışılan meselelerden, romanların edebi değerlerinden söz eden pek yok. Edebiyat klasikleri popüler kültüre transfer edilirken, geriye, anlatılan hikâyelerinden başka bir şey kalmıyor. Öyleyse bu sürece edebiyat ve kültürel açısından kazanımlar olarak bakmanın anlamı da kalmamış demektir. Artık ?kazanmak? sözcüğünün en çıplak halini tartışıyoruz; ticari kazanımı, diziye uyarlanan romanların satış rakamlarındaki artışı.
Edebi metinlerle sinema arasındaki ilişki sinema tarihinin başlangıcına kadar uzanır. Elbette tartışmaları da beraberinde getirerek. Senaryo metne bağlı kalmalı mı, roman uyarlamaları edebiyatın aleyhine bir durum yaratıyor mu, yazarın eserinin uyarlanmasına itiraz etme hakkı olabilir mi, gibisinden pek çok soru var. Sanatsal niteliği daha ön plana çıktığı zamanlarda bile sinemayı sıkıştıran bu sorular, bütünüyle popüler kültür alanına giren TV dizilerine yöneldiğinde kolayca yanıtlanabilir. Öncelikle üstbaşlık anlamına gelecek bir yanıt vermek gerekir; TV?ye uyarlanan edebiyat metinlerinin özgün metinlerle hiçbir ilişkisi kurulamaz, kurulmamalıdır. Söylemek istediğim, bu dizilerin eserleri yansıtmada başarılı olup olmadığını tartışmanın anlamsızlığı. Hele ki belli tarihsel dönemlere ilişkin romanların dekor ve kostüm kısıtlamalarından kurtulabilmek için günümüze uyarlanmış halleriyle Reşat Nuri Güntekin?in, Halit Ziya Uşaklıgil?in romanlarıyla kıyaslamak yazarlara yapılacak en büyük haksızlıktır.
Aslında iyi bir senaryo çalışmasıyla eski eserlerden esinlenilerek yeni eserler dünyaya getirilmesine itirazım yok. Bir kez yazıldıktan sonra bütün insanlığa mal olmuş eserler üzerinde tekel kurulamaz. Yeniden yorumlama, uyarlama, adapte etme hakkı herkese açıktır. Ancak sonuçlarını tartışabilir, aslıyla yapılanlar arasındaki farkları ortaya koyabilir, kendi değerlerimizi savunabiliriz. Edebiyat tarafını gözetenlerin beklentisi o eserleri yaratanların meselelerine vakıf, onların anlattığı hikâyelerin özüne inebilecek ve böylelikle uyarlanabileceklerle uyarlanamayacaklar arasında bir ayrım yapabilecek yaratıcıların ortaya çıkmasıdır. Bu durumda bile kıstas artık eski eser değildir. Tartışılan basit taklitler, içi boşaltılmış renkleri solmuş kopyalar değil özgün yaratımlar olmalıdır.
Şu anda yaşanan sürece baktığımızda romanlardan dizilere açılan kanalın beklentimi karşıladığını düşünmüyorum. Dizilerde öne çıkan sahnelerle romanların meseleleri arasında hiçbir ilişki kuramadım. Romanlardaki hikâyelerin uzun bir diziye tek başına kaynaklık etmesi mümkün olamayacağından asıl hikâyeler yan hikâyeciklerle genişletilmiş. Genel bir hikâye akışı ve ana karakterler dışında benzerlik aramak zaten anlamlı gelmiyor bana. Güçlü bir dramatik çatısı, sağlam bir olay örgüsü ve yan hikâye zenginliği olan her roman dizi mantığı içinde ele alınabilir. Sorun eklemelerin o çatıyı ve olay örgüsünü dağıtıp dağıtmayacağı. Ne yazık ki dizilerde ne çatı kalıyor ne örgü.
İçi boşaltılmış bir nostalji
Bir de roman kişileri var. Klasik roman geleneğine bağlı kalınarak kaleme alınan bu romanlarda tip kavramının önemi büyüktür. Çağının ve toplumunun genel insani özelliklerini barındıran tipleri yaratmak yazarların edebi gücünü ve toplumu kavrama yeteneğini gösterir. Aslına tamamiyle sadık kalınmak istense bile romanlardaki tipleri dizilerde canlandırabilmek büyük oyunculuk yeteneği gerektirir. Oysa TV dizilerinin en zayıf halkası tam da budur; yani oyunculuk. Seyirci ilgisini çekmesi için yakışıklı veya güzel olmaktan gayri hiçbir özelliği olmayan sterotiplerden derlenen oyuncu kadrosuyla bu dizilerin romanlara yaklaşması elbette düşünülemez.
Bunlara ilaveten romanlarda anlatılan tarihsel dönemler bugüne kaydırıldığında romanların atmosferi, büyüsü bütünüyle kayboluyor. Tarihsel dönemin korunduğu örneklerde ise bugün geçmişe gönderilmiş, geçmiş bugünün değerleriyle yeniden kurgulanmış.
İçi boşaltılmış bir nostaljiyle geçmişin romantik imgesini yakalamaya çalışmanın beyhudeliğini ele alalım. Yani bir dönemin toplumsal hayatından kaynaklanan sevme biçimlerinin, fedakarlığın, namus kavramının, ar ve haya duygularının bambaşka bir toplumsal hayatın sürdürüldüğü günümüze yamanmasına. Mesela aşk kavramına… Aşkın evrensel bir duygu olduğu söylenegelir. Oysaki aşkın ritüelleri çağdan çağa, coğrafyadan coğrafyaya büyük bir değişim göstermiştir. Türkiye toplumunun 19. yüzyıl sonlarından 20. yüzyılın başlarına kadar geçen sürede ortaya çıkan aşklarının, sevme biçimlerinin anlatıldığı söz konusu romanların kılık kıyafet değiştirilerek 21. yüzyıl Türkiye?sine taşınması elbette gerçeklik duygularını zorluyor, romanların mantıksal yapısını, kahramanların iç dünyasını ve kurguyu paramparça ediyor.
Aşk-ı Memnu?da Bihter, Behlül ve diğerleri üzerinden Halit Ziya?nın ortaya koymak istediği yeni yaşam tarzının bireyler üzerindeki etkileriydi. İnsan psikolojisine ağırlık verdiği anlatımıyla yasak bir aşkın bireylerde yarattığı etkilere eğilmiş, o dönemin toplumsal koşullarının sınırlılığı içinde Bihter ve Behlül ilişkisini bir zorunluluk halinde ortaya koymuştu. Şimdi çoktan aşılmış bir durumu güncelleyen dizide ne Bihter?i ne Behlül?ü psikolojik derinlikleri içinde göremiyoruz. Bunun yerini dizinin cüretkâr sahneleri alıyor. Başka bir dönemi yozlaşmış ilişkileriyle sergileyen Yaprak Dökümü?nde de öyle.
Hanımın Çiftliği?nde tarihsel dönem korunmuş olmasına rağmen Orhan Kemal?in dert ettiği meseleler silinmiş, yerine Güllü ve Muzaffer Bey öne çıkarılmış, Hanımın Çiftliği dizisinin web sitesindeki başlıktan anlaşılacağı gibi romanın hikâyesi ?Eskimeyen Zamanlardan, Eskimeyen Bir Aşk Hikâyesi?ne indirgenmiş. Oysa Orhan Kemal, Vukuat Var (1958), Hanımın Çiftliği (1961) ve Kaçak (1970) romanlarıyla tamamlanan üçlüsünde Adana çevresindeki zengin-yoksul çelişkisini siyasi iktidarla, iktidarların sınıfsal yapısıyla ilişkilendirerek işlemişti. Muzaffer Bey?in parasıyla gözü dönen Güllü?nün komik modernleşme girişimleri, zenginlere yaranmaya çalışan ve o yılların yükselen değerlerine sarılan taşra politikacıları, lumpenlerin hırsı, köylülerin boyun eğmişliği gibi bir çok meseleye değinen romandaki yegane insan gibi insan, Muzaffer Bey?e direnebilen Habip?ti. Ne Kuyucaklı Yusuf ne de İnce Memed?ti Habip. O, kendi hakkını, ekip biçeceği, yeni doğan bebesini besleyebileceği toprağını isteyen bilinçli bir köylüydü. Habib üzerinden Orhan Kemal?in işaret ettiği ise sivil bir isyanın meşruluğuydu.
Dizilerle romanlar arasında düşünsel anlamda bir bağ kurulamayacağı çok açık. Aşklar, yaşanma biçimleri ve cinsel arzular ise ancak çok kuşbakışı bir özette birbirine yaklaşıyor. Bu dizilerin en büyük özgünlüğü, edebiyat klasiklerimizle Amerikan dizilerini melezleme maharetleri!.. Öyle ki, hangisini ele alırsanız alın, her dizi bir Dallas versiyonuna, her dizi erkeği bir Jr., her dizi kadını bir Sue Ellen türevine dönüştürülüyor.
Şaşırmamak gerekir. Çünkü bu diziler izleyici kitle düşünülerek üretilirler. Popüler edebiyatta okuyucu, TV dizilerinde seyirci belirler içeriği. Yazar ya da senaryo yazarının yaptığı teleplere, rayting rakamlarına boyun eğmektir. Bir dönem kara giysili, kara gözlüklü mafyöz tiplerdi boy gösteren. Bugünlerde güzel kadınlar, güçlü erkekler, aşklar ve erotik sahneler arzulanıyor, diziler arzulara cevap veriyor. Romanlar bunun bahanesi, yaldızlı ambalajları. Dikkat etmişsinizdir; romanlardaki sonlar bile tartışmaya açıldı. Uyarlamaların ?mutlu bir sona mı bağlanacağı, yoksa bir düzine kahramanın ardarda ölmesi mi gerekeceği? muhtemelen izleyici eğilimine göre belirlenecek. Olumlu yanıt geldikçe (ya da başka dizilerin gördüğü ilgiye özenilerek) cinsellik içeren sahneler arttırılacak, şiddet tırmanacak, ?derin denilen konulara el atılsa bile, bunların yığının anlama ve beğeni olanakları çerçevesinde geliştirilecek?…
Peki ya ?çizgi?ler…
Çizgi roman dizilerinin reklamlarında ?okumayan kalmasın? sloganından yola çıkarak şu şoruyu sorabiliriz; Dizileri ya da çizgilerini izleyerek yazarlar ve romanları hakkında kanaat sahibi olunabilir mi? ?Hayır? yanıtını vermek gerekir. ?Ne gerek var yüzlerce sayfalık romanları, ağır cümleleri, sıkıcı tasvirleri okumaya; filmini, dizisini izler ya da çizgilerine göz atarsınız olur biter? anlayışı belki hız çağına uygun, ama okuma zevkini geliştirmek, o yazarları ve romanlarını tanımak/kavramak için olamaz. Çünkü bir romana edebi değerini veren şey hikâyesinin ne anlattığı değil, o hikâyenin yan temalarla nasıl zenginleştiği, karakterlerin ete kemiğe nasıl büründüğü, toplumsal hayatın bu karakterleri ve olayların gelişimini nasıl etkilediği, nasıl bir atmosfer yaratıldığı ve yazarın bütün bunları nasıl bir dil ve üslupla aktardığı soruları etrafında cevaplanabilir. Edebi bir metin kelimeler, cümleler, anlam birlikleri, temalar, kişiler, mekanlar, olaylar, olaylara bakış açısı gibi, aslında bir dolu heterojen tabakadan müteşekkildir ve edebi değer, bu tabakaların birbirleriyle ilişkilendirilmesiyle çıkar ortaya.
Popüler kültürün kitap satışlarını artırdığı iddası ve savunusuna gelince. Geçici bir durum diyeceğim. Üstelik hiç de vaatkar değil. Dizisi yapılan romanların sattığı iddasını kabul etsek bile, kaç roman dizi olma şansı bulabilir sorusu gelmiyor mu aklımıza? Bundan böyle yazarlar diziye çekilmesi ümidiyle mi yazmalı romanlarını?
Alıntı: A. Ömer Türkeş, 30/10/2009 Tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki