ESKİÇAĞ’DA ŞİFALI BİTKİLER, KİMYASAL İLAÇLAR, ZEHİRLER

ESKİÇAĞ’DA ŞİFALI BİTKİLER, KİMYASAL İLAÇLAR, ZEHİRLER

Bilinen en eski tıbbî bitkiler listesi, Shen-Nung’un (İÖ 2700’ler) Ben Cao Jing (Şifalı Bitkiler Kitabı) adlı eseri olup olasılıkla çok daha eski sözel gelenekten derlenmiş bir Çin tıbbî bitkiler metnidir.

Sümerlerde hayvansal (süt, yılan derisi, kaplumbağa kabuğu vb.), bitkisel (çin tarçını, mersin ağacı, şeytantersi otu, nane, çeşitli ağaçların kök, dal ve kabukları vb.) ve mineral (adi tuz, idrar dolu çukurların duvarlarında kristalleşen güherçile, “Salicornia” türü bitkilerin külünde bulunan soda vb.) maddelerden hazırlanmış ilaç reçetelerini içeren çiviyazılı kil tabletler bulunmuştur.1

Asurluların ilaç reçetelerinde yer alan 120 çeşit mineral madde arasında beyaz ve siyah kükürt, demir sülfat, arsenik, sarı arsenik sülfür, “kara güherçile”, antimon, demir oksit, manyetik demirtaşı, demir sülfür, pirit, bakır tozu, bakır çalığı [bazik bakır asetat / Cu(CH3COO)2.CuO.6H2O], civa, şap, zift, nafta, kireçtaşı gibi anorganik kimyasallar ve bir dizi tanımlanamayan taşlar yer almaktaydı.2

Mısırlılar ödağacı (“Aquilaria agallocha”), balmumu, hintyağı, keten tohumu, zeytinyağı, afyon (< Çince “O-Fu-Yung” > Lat. “opium”) ve kükürtten çoğu fiziksel yöntemlerle hazırlanan ilaçlar kullanıyorlardı. Uygulanan fiziksel ilaç hazırlama işlemleri ince toz haline getirme, demlendirme, kaynatarak özsuyunu elde etme, kaynatarak yumuşatma, çalkalama, yıkayarak arıtma vb. idi. Kimi ilaçlar fizikokimyasal etkilerine uygun olarak kullanılıyordu. Örneğin kan durdurucu özelliği bilinen şap burun kanamasında, yağ içine batırılarak bekletilmiş olan banotu (“Hyoscyamus niger”) ise diş ağrılarında çürük yerlere konarak kullanılıyordu.

Mısırlıların sabun kullanıp kullanmadıkları konusu tartışmalıdır. Mısırlılar çok temiz bir halktı. Rahipler başlarını her gün, tüm bedenlerini ise üç günde bir yıkarlardı. Sabunun kullanıldığı kabul edilirse, bunu saponin içeren bitkilerden sağladıkları ya da acı göllerden elde ettikleri sodyum karbonat ile bitkisel ya da hayvansal yağları kaynatarak ürettikleri düşünülebilir.

Eski Mısırlı kadınlar (ve belki de erkekler) göz çevresindeki bölgeyi “mesdemet” (sürme) dedikleri ve hayvansal yağla akıcılaştırdıkları rastıktaşı (antimon trisülfür bileşimli) ile siyaha boyuyorlardı. Bu sözcük Arapça’ya “ithmid”, Yunanca’ya “stimmi” şekillerinde geçmiş ve Latince’de antimon elementinin adı olarak “stibium” şeklinde yer almıştır. Aynı anlamda, kökeni Akkadca “guhl” (kurşun sülfür, galenit) sözcüğü olan Arapça “el-kuhl” ya da Almanca “Kohl” sözcüğü, “ince toz” anlamına gelmekte ve Arapça “gözleri boyamak” anlamına gelen “kahala” sözcüğünün de bundan türediği sanılmaktadır. Yeşil boya maddesinin malakit [(< Yun. “malhe”: çimen / çimen yeşili); CuCO3.Cu(OH)2], gri-siyahın ise toz haldeki kurşun sülfür (galenit, PbS) ya da antimon trisülfür (stibnit, Sb2S3) olduğu sanılmaktadır. Benzer amaçla bakır oksit ve mangan dioksit mineralleri de kullanılmaktaydı. Dövülmüş minerallerin su, reçine ya da bitkisel yağ içinde ezilmesiyle merheme benzer karışımlar hazırlanmıştır. Yeşil renkli bakır hidroksi-karbonat bileşiği olan malakitten bu yolla hazırlanan karışım, kozmetik malzeme olarak göz kapaklarına sürülerek kullanılmıştır. Antikçağda makyaj malzemesi olarak ince toz haline getirilmiş yeşil renkli malakit, siyah renkli kurşun parlağı (kurşun siyahı / galenit / PbS), siyah mangan dioksit (pirolüzit, MnO2), mavi okr, kurşun beyazı [üstübeç / serüz / serüzit / bazik kurşun karbonat / 2PbCO3.Pb(OH)2], kırmızı hematit (Fe2O3), siyah bakır oksit, sarı antimon oksit ve yeşil bakır bileşikleri, ayrıca da kına gibi organik malzemeler kullanılmıştır. Renk verici bu pigmentler, reçine ve tuz eşliğinde, zeytin, fındık ve bademin preslenmesiyle elde edilen sıvı yağlarla karıştırılarak kullanılıyordu.3

Eski Mısırlı kadınlar kurşun parlağı, serüzit, pirolüzit, manganit [MnO(OH)] vb. güçlü renklerdeki mineralleri içeren çeşitli kozmetik malzemeler yanında bitki özsularından elde edilen güzel kokular da kullanmışlardır. En belirgin uygulamalardan biri, yüzlerini bir bazik kurşun karbonat bileşiği olan serüzit (İng. “cerussite”) tozuyla pudralayarak beyazlatmalarıydı. Bu uygulamaya 18. yüzyıl Fransız erkeklerinde de rastlanmaktadır.

Babil-Asur tedavi yöntemlerinde kullanılan bitkisel kökenli ilaçlar arasında çam terementisi (terebentin, neftyağı), aselbent (akgünlük, “Styrax officinalis”), şeytantersi (“Ferula assa-foetida”), kasnı (“Gummiresina galbanum”), çöpleme (“Hellebore”), mür (“Myrrha”, mürrüsâfi, sarısakız; Doğu Afrika ve Ortadoğu kökenli bir ağaçtan elde edilen yapışkan bir madde, bir tür Yemen zamkı), çadıruşağı otu, hintkamışı, mentol, haşhaş (“Papaver somniferum”), adamotu (“Mandragora”), kenevir/kendir (“Cannabis sativa”), safran (“Crocus sativus”) vb. yer almaktadır. Tıp tarihçisi Prof. Dr. Arslan Terzioğlu’na (doğ. 1939) göre, Asur sarayında veliaht prens için hazırlanan bir ilaç, kralın emriyle, önce köleler üzerinde denendikten sonra veliaht prensin içmesine izin verilmekteydi.

Yemen, kokular ülkesiydi. Saba Melikesi Belkıs, Kral Hz. Süleyman’a (~İÖ 1000-937) Yemen’den olağanüstü bitki özleri göndermişti. O dönemde Yemen ülkesi baharat, ecza, kozmetik ve koku ticaretinin canlı bir merkezi idi. Halikarnassos’lu (Bodrumlu) Herodotos (Herodot) (~İÖ 484-426), “Tüm Arabistan’dan eşsiz bir koku, tanrısal bir hoşluk yükselir, … dünyanın en hoş kokuları oradadır: Myrrha (mür), günlük, tarçın, ledanon…” der, ama miski, amberi, sandal ağacını, yasemini ve gülü saymayı unutur. Bedevîlerin İÖ 1900’lerde Mısırlılara gönderdikleri kozmetik malzemeleri, Mısır’ın parfümeri ürünleri ile değiş tokuş ettikleri anlaşılmıştır.

Alman Mısırbilimci Georg Maurice Ebers’in (1837-1898) 1872/1873’te Luksor’da bir Mısırlıdan satın aldığı Ebers Papirüsü, yaklaşık olarak İÖ 1550’lerde yazılmış olup 700 dolayında ilaç ve reçete içermektedir. Uzunluğu 20 metreyi aşan bu papirüste bitkisel ilaç olarak akasya, keneotu tohumu, pelin, hurma, rezene, incir, sarmısak ve haşhaş tohumundan söz edilmektedir. Ebers Papirüsü, bir insan öldüğünde beyninin çıkarılıp iki parçaya bölünmesini ve göz hastalıklarının tedavisinde kullanılmasını öğütlemektedir. Yarısı balla karıştırılarak merhem şeklinde her sabah uygulanmalı, diğer yarısı ise kurutulup toz haline getirildikten sonra akşamları uygulanmalıdır. İnsan beyninin damıtılmasıyla elde edilen ve “altın su” adı altında satılan malzeme, sara hastalığına karşı kullanılıyordu. Sara hastalığı için, sıcak içilen insan kanı da kullanılıyordu ve bu uygulama Romalılarda da vardı.4

Eski Roma’da tâ Yaşlı Plinius’un (Gaius Plinius Secundus) (23-79) yaşadığı zamanlarda göz ardı edilemeyecek denli çok olan ilaçların üretimi için ateş düşürücü, yatıştırıcı, uyarıcı, ağrı dindirici ve de zehirli maddelerin bilgisinin yanı sıra kimyasal yöntemler de temel olarak biliniyordu. Göztaşı [kristal bakır sülfat (CuSO4.5H2O)] kusturucu ilaç olarak, şap çözeltileri sargılarda ve gargara yapmak için, haşhaş özü (afyon) uyku ilacı olarak ve baldıran özü de zehirleyerek öldürmede kullanılıyordu.

Eski Yunan’da İskenderiye çevresinde ve Eski Roma’da aktarlara karşılık gelecek şekilde kökçü ya da kök sökücüler (“rhizotomoi” ya da “herbarii”), droglardan ilaç hazırlayanlar (“pharmacopoles”), merhemciler (“unguentarii”), baharatçılar (“seplasiarii”), güzel koku maddeleri satıcıları (“aromatopoles”) ve boyarmadde / drog satıcıları (“pigmentarii”) gibi esnaf grupları bulunurdu. “Pharmacopoles”lerden dükkân sahibi olanlara “sellularii”, gezgin ilaç satıcılarına ise “circulatores” denirdi. “Farmasi” sözcüğünün kökeni, genelde Yunanca “pharmakon” (hem ilaç hem de zehir anlamına gelir ve ilaçla zehir arasındaki ince sınırı işaret eder) sözcüğüne yakıştırılır. Aynı konuda Eski Mısır terimi “phar-maki”, hekimlerin koruyucu tanrısı Thoth’un onayını kapsayacak şekilde, teknesini yöneten bir denizciye “güven bağışlama” anlamına gelmektedir. Miletos’lu Thales’in (İÖ 624-545) yaşadığı dönemlerde Yunanlı filozoflar, çeşitli görüngüleri açıklamak için mitlere dayanmaktan çok, fiziksel dünya hakkında mantıksal spekülasyonlarda (örneğin hava, su, toprak, ateşi kapsayan “dört öğe kuramı”) bulunmuşlardır. 5

En iyi Yunan ve Roma farmakopeleri olan Dioskorides, Celsus ve Galenos’un eserlerindeki birçok ilaç, bugün halen kullanılmakta olanlara kimyasal açıdan benzemektedir. Örneğin Celsus’un yaraları temizlemek için önerdiği “auripigment” (orpiment / orpigment), hafif antiseptik özelliği olan arsenik trisülfürden (AS2S3) oluşuyordu. Yine Celsus’un söz ettiği “thymum”, bir antiseptik olan “thymol“ idi. Buna çok benzer bir antiseptik olan su içinde yüzde 5’lik karbolik asit (fenol) çözeltisi ve sulandırılmış asit fenik, Joseph Lister (1827-1912) tarafından 1869’da kullanılmıştır. Zift ve neftyağının antiseptik etkileri biliniyordu, ama en büyük eksiklik, yine de güçlü antiseptiklerin olmayışıydı.6

Zift siyah ya da yanık kahverengi, zamk gibi yapışkan bir nesne olup soğukken sert, ısıtıldığında yumuşak bir hal alır. Kaynatılmış odun katranının tortusundan elde edildiği gibi terementinin damıtılmasından da elde edilir. Bu amaçla kuru damıtmaya uğratılacak odun olarak kırçam, katran ağacı ve köknar ağacı kullanılır. Kuru damıtma işleminde ele geçen katı bileşene “zift”, sıvı bileşene “reçine”, yoğunlaştırılarak toplanan uçucu bileşene ise “neftyağı” denir.7

Kos’lu (İstanköylü) Hippokrates (İÖ 460-377) döneminden beri hekimlere, durumu umutsuz görünen hastaları tedavi etmeye kalkışmamaları yönünde önerilerde bulunulmuştur. Bunun nedeni, hasta yakınlarının, hastanın ölümünden hekimi sorumlu tutma eğilimleriydi. Roma’da imparatorluğun ilk dönemlerinde cerrahlık, saygın bir konumdaydı. Daha ileri dönemlerde ise bu meslek, düşük sosyal tabakalara ait bir zanaat ve tıp mesleğinin üvey evladı olarak görülmeye başlanmıştır.6

Roma döneminde ilaç piyasasının kâr getiren sonuçlarından biri, “sulandırılmış” ya da katkılı sahte maddelerdi. Claudios Galenos (129-199) gibi seçkin hekimler, konumlarını koruyabilmek için aracıları ortadan kaldırıp doğrudan ilk kaynaktan hammadde alma yoluna gitmişlerdi. Zamanla çeşitli türden suların ve mineral suyu (maden suyu) kaynaklarının tedavi edici etkileri öğrenildi. Karbon monoksit özgün bir gaz olarak tanınmıyordu ama odun kömürünün yakılmasında taze hava gönderimi kısıtlanırsa, garip bir “dumanın” oluştuğu ve bunun da insanları ve hayvanları öldürdüğü biliniyordu.

Zehirleme işlemi, egemen sınıflar arasında iktidar savaşımının bir aracı idi. Kraliçelerin, kralların ve prenslerin yalnızca sâkileri değil, ayrıca çeşnicibaşıları da vardı. Sokrates (İÖ 470-399), Atina mahkemesinin ölüm yargısını bizzat kendisi yerine getirmek üzere, baldıran özü dolu çanağı içerek yaşamını sonlamıştır. Ünlü Mısır Kraliçesi VII. Kleopatra (İÖ 69-30), kendisini sokan kobra yılanının zehriyle ölmüştür. Agrippina (16-59), kocası İmparator I. Claudius’u (İÖ 10-İS 54), olasılıkla bir tür düğünçiçeği bitkisinin yapraklarında bulunan akonitin ile zehirlemişti (ŞEKİL 1). Akonitin maddesi, boğanotu/kaplanboğan, kurtboğan, panterboğan (“Pardalianches”) ya da bıldırcınotu adlı bitkilerden elde edilen son derece zehirli bir alkaloittir. Romalı hiciv ustası Decinus İunius İuvenalis (Juvenalis) (60-140), bu konudaki halk söylemini Satirae (Taşlamalar/Yergiler) adlı eserinde şöyle aktarmaktadır: “Akonita (zehirler) toprak testilerde sunulmaz, onları mücevherlerle süslü kadehlerden ağızlarına götürenler korksunlar”. Benzer bir söz, bizde Cenap Şahabettin’in (1870-1934) Tiryaki Sözleri’nde yer alır.8 İsviçreli Rönesans tarihçisi Jacob Burckhardt (1818-1897), herhangi bir tabağın ya da kadehin içindeki şeylere karıştırıldığında tadı fark edilmeyen bir tozdan söz eder. Bu madde büyük olasılıkla, 1000 yıldan daha uzun zaman önce ünlü Arap simyacı Câbir ibn Hayyan (720-813) tarafından bulunan beyaz arsenikti (sıçanotu, akzırnık, arsenik oksit, As2O3). Bu madde tatsız ve kokusuz olup öldürücü dozu fazla yer kaplamaz, yüzük kaşı yuvasında bile kolayca taşınabilirdi.9 Zehirlenerek ölen ünlü tarihsel kişilikler arasında Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah (1052-1092), Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad (yön. 1219-1237), Fatih Sultan Mehmed ve şarabına konulan arsenikle öldürüldüğü söylenen Fransa İmparatoru Napoléon Bonaparte da bulunmaktadır. Osmanlıda zehirleme amacıyla kullanılan en yaygın iki zehir türü, aksülümen ve beyaz arsenik (sıçanotu) idi.

Roma döneminde içecek kapları kimi zaman ılgın ağacı (“Tamarix gallica”) odunundan oyularak hazırlanıyordu ve bunun içinde bekletilen içeceğin melankoliye iyi geleceği düşünülüyordu. 16. ve 17. yüzyıllarda buna benzer bir uygulama “Lignum nephriticum” (böbrek odunu) denilen bir ağaç odunundan yapılan içecek kapları ile yeniden canlanmıştır. Bu odun, suya parlak bir mavi fluoresans özellik kazandıran bir bileşen salıyor ve bunun, böbrek hastalıklarının özgül bir ilacı olduğu düşünülüyordu.

Kartaca Generali Hannibal’in (İÖ 247-183) savaşçılarının Bergama Kralı II. Eumenes’e (yön. İÖ 197-159) karşı yaptıkları bir deniz saldırısında olduğu gibi, toprak kaplar içine hapsedilmiş olan ve düşman ordugâhlarına ve gemilerine mancınıklarla atılan zehirli yılanlar, savaşın yönlendirilmesinde etkili olmuştur. Kimyasal bir madde olarak hidrosiyanik asit (HCN) tanınmıyordu ama içinde yer aldığı acıbadem ve şeftali çekirdeğinin zehirli bir madde içerdiği biliniyordu.

Çeşitli maddeler, zararlı böceklerle savaşımda da kullanılıyordu. Örneğin içlerinde şarabın hazırlandığı ve korunduğu kaplar, önceden kükürtle tütsüleniyordu. Üzüm bağlarındaki kelebek zararlısının önüne sıvı yağ, kükürt ve ziftten oluşturulan tütsü ile geçiliyordu. Çin’de İÖ 200’lerde böceklerle savaşımda arsenik kullanılıyordu.

İnsan salyasının zehirli böcek sokmasına, yılan ve vahşi köpek ısırmasına, göz iltihabına karşı ve siğil giderimi için etkili olduğu düşünülmüş ve kimi zaman ilgili yerler yalanarak uygulanmıştır.4

Ampirik çağda “striknin” (kargabüken özü) ya da baldıran otundan (“Conium maculatum”) elde edilen “koniin” (ağılı baldıran ruhu) gibi alkaloitler tanınmıyordu. Onlar ve çoğu ötekiler ancak 19. yüzyılda keşfedilmiş ve saf olarak elde edilmişlerdir. Zamanla daha çok sayıda zehirleyici, sarhoş edici, ateş düşürücü ya da hazmı kolaylaştırıcı maddelerin etkisi tanınmış ve kullanılmıştır.

Putataparlık döneminde Gallia’da (Roma İmparatorluğu’nda Fransa, Belçika ve Kuzey İtalya’yı içine alan bölge) genelde din işleriyle görevlendirilmiş Kelt keşişlerine ya da büyücü-rahiplere “druid” adı veriliyordu. İÖ 3. yüzyıldan beri görülen druidler, rahipliğin yanı sıra öğretmenlik ve yargıçlık gibi işlevler de üstlenmişlerdi. Druidler sihir ve büyü işlerinden başka, şifalı otlar toplayarak bunlardan ilaç hazırlamada da etkili idiler. Hıristiyanlığın yayılmasından sonra druid inançlarını tümüyle ortadan kaldırmak isteyen Hıristiyanlar, druidleri halkın gözünde cadılara dönüştürerek halkı onlara düşman etmeyi başarmışlardır. Kelt dilinde “Druid”, “meşe ağacını bulan / bilen” anlamına gelir. Druidler meşe ormanlarında yaşıyor, bu ağacın üstünde büyüyen ve kendileri için kutsal değer taşıyan ökseotunu (“Viscum album”), ayinler eşliğinde altın bir orakla meşe ağacının gövdesinden topluyor ve bundan her derde deva olduğuna inandıkları bir ilaç hazırlıyorlardı. Bizzat zehirli bir madde olan bu ilacın zehirlenmeye karşı iyi geldiği söyleniyor, ayrıca özellikle doğurganlık kazandırmak üzere kısır hayvanlara bunun özsuyunu içiriyorlardı.11 Ökseotu, sarhoşluk duygusu veren bir bitki olup bir Kuzey Avrupa söylencesine göre, tanrı Loki, baştanrı Odin’in oğlu Balder’i öldürmek için ökseotu kullanmıştır.

Günümüzde Antikçağ eczacılığı ve kimyasına ilişkin olarak az sayıda belge bulunmaktadır. Belgelerin çoğunun yangın, yağma ya da savaş nedeniyle kayıplara karıştığı kabul edilmelidir. Ayrıca Antikçağ eczacıları, gizli kalması düşüncesiyle, yöntem ve reçetelerini ender durumlarda not etmişler ve bilgi aktarımı ağızdan ağza olmuştur. Bilgileri gizli tutma tutumuna aykırı davrananlar yasaya aykırı davranmış sayılarak ölümle cezalandırılmış ve bu uygulama tüm ampirik çağ için belirleyici olmuştur. Bu tutum, günümüzde tekellerin bir aracı olarak “patent” olgusu şeklinde karşımıza çıkmaktadır.8

Cinsel haz ve gücü artırıcı niteliğe sahip olduğuna inanılan maddelere, tanrıça Aphrodite’in adından, “afrodizyak” adı verilir. Mıknatısın demiri çekmesinden esinlenilerek Eskiçağ’da Doğu’da afrodizyak olarak demir tozu ya da yongası yutulduğundan söz edilmektedir. Müslüman gezgin İbn Battûta (1304-1369), afrodizyak olarak demir yongası yutan bir Hint prensinin öldüğünden söz eder. Adamotundan başka “ginseng”in de Uzakdoğu’da afrodizyak olarak kullanıldığı bilinmektedir. Marco Polo (1254-1324), 13. yüzyılda Çin’de, “ginseng”in afrodizyak olarak çok yaygın bir şekilde kullanıldığını belirtmiştir. Günümüzde birçok Avrupa ülkesinin farmakopelerinde kayıtlı olan “ginseng”, genel olarak kansızlığa, şeker hastalığına, uykusuzluğa karşı, bedeni gençleştirici ve cinsel gücü artırıcı olarak kullanılmaktadır. Adamotu zehirli bir bitki olmasına karşılık uygun bir dozda kullanıldığında “cinsel trafiği” olumlu yönde etkilediği bilinmekteydi. Afyon da aynı amaçla kullanılmıştır. Ortaçağ İslâm dünyasında afyon kullanımının çok yaygın olduğu bilinmektedir.

Kimi bölgelerde klitorisin kesilip alınması yoluyla kadınlar da sünnet ediliyordu. Böyle kadınların, cinsel uyarım kaybını telâfi etmeye çalışarak fazla miktarda afyon kullandıkları saptanmıştır. İlkel kabilelerin cinsel birleşme sırasında süründüğü kokulardan, çeşitli kocakarı ilaçlarına kadar afrodizyak olarak kullanılan maddeler çok sayıdadır. Afrika’dan Çin’e yapılan kaçak gergedan boynuzu ticareti de buna yöneliktir.12 Afrodizyak olarak en başarılı reçetenin, Hindistan’da İS 250 yılı dolayında Vatsayana tarafından yazılmış olan Kama Sutra adlı ünlü eserde yer aldığı görülmektedir. Bu reçetede, toz haline getirilmiş beyaz tatula (şeytan otu), “uzun biber” (dâr-ı fülfül, “Piper longum”), karabiber ve bal bulunmaktaydı. Cinsel eylemden önce bu karışım, penise sürülüyor ve böylece “kadın, erkeğe itaatkâr kılınıyordu”. Temas sırasında bu karışım, cinsel organların mukozası tarafından hızla emildiğinden, her iki cinsi de etkiliyordu. Çok düşük dozda biber özütü penise sürüldüğünde kan dolaşımını hızlandırdığından, peniste bir kırmızılaşmanın yanı sıra dikelmeye de yardımcı oluyordu. Karışımda yer alan bal, kayganlaştırıcılığı ve beyaz tatulanın uyarıcı etkinliğini artırıyordu. Akılcı temellere göre eksiksiz olan bu reçetenin, uygulamada da hedeflenen başarıyı sağlayacağı düşünülebilir. Tatula, kenevir gibi uyuşturucu etkiye sahip bir bitki idi. Aynı zamanda zehirli olan tatula Ortaçağ’da cadı ayinlerinde büyücülerin sarhoş olmasında ve büyü ve kehanet işlerinde aracı olarak kullanılırdı. Agave bitkisinden ise Amerikan yerlileri sarhoş edici bir şarap hazırlıyorlardı.13

İlaç ve Parfümün
Sihirli Dünyası
Prof. Dr. Zeki Tez
Haykitap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir