FİLOZOF HAYYAM
Hayyam’m felsefesi hiçbir zaman güncelliğini yitirmeyecektir. Çünkü küçük gibi görünen ama içi özlü bu terâneler muhtelif devirlerde insanı derbeder eden önemli ve karanlık felsefî problemleri, cebren insana yüklenen sorunları, çözülmeden kalan sırları ele alır. Hayyam bu ruhî işkencelerin tercümanı olmuştur. Onun feryatları milyonlarca insanın acılarının, ıstıraplarının, korkularının, umutlarının, elemlerinin yansımasıdır.
İnsanlar bunları düşünerek sürekli azap çekmiştir. Hayyam terânelerinde garip bir dil ve üslupla tüm bu zorlukları, muammaları, bilinmezlikleri açıkça, gizlisi saklısı olmadan çözmeye çalışır. Asabî ve ürpertici gülüşlerinin altında, dinî ve felsefî sorunları halledip, hissedilir ve akılcı bir çözüm yolu arayışına girer.
Kısacası, Hayyam’ın terâneleri, kayıtsız ve laubali de olsa,
kişinin düşüncelerinden ve kederlerinden bir bölümünü yansı
tan ayna gibidir. Bunu fark edince insan irkilmekten alamaz
kendini. Hayyam’ın rubailerinden bugün doğabilimcilerin de
dikkatini çeken bir felsefî ekol ortaya çıkmaktadır. Onun buruk
ve acı şarabı eskidikçe, kıymeti daha da artmaktadır. Zaten bu
yüzden terâneleri dünyanın her yerinde, türlü çevrelerde ve
ırklar arasında ilgi görmektedir.
Hayyam’ın her düşüncesini tek tek büyük şairlerde ve filozoflarda
bulmak mümkündür. Ancak bunların hiçbirini Hayyam’la
mukayese etmek mümkün değildir. Hayyam, üslubunda
çok ilerdedir onlardan. Ondaki sağlam yapı onu her şeyden
çok Lukretius, Epikür, Goethe, Shakespeare ve Schopenhaueı’le
başbaşa giden büyük bir filozof ve şair olarak karşımıza çıkarır.
Şimdi bu rubaileri söyleyenin düşünce tarzını ve felsefesini
tespit edebilmek için rubailerindeki düşünceleri ve felsefeyi çı
karmamız gerekir. Çünkü elimizde bunun dışında bir araç yoktur.
Dışardan görünen yaşamı ve kendi iç dünyası, bağlantılı olduğu
kişiler, çevresi, yaşam tarzı, etkilenişleri, izlediği felsefe,
bilimsel ve felsefî eğitimi bizce meçhuldür.
Hayyam geriye birkaç bilimsel, felsefî ve edebî yapıt bırakmış
olsa da, bunların hiçbiri, bu araştırmada bize yol gösteremez.
Çünkü Hayyam’ın gizli düşüncelerini, kalbinde gizli kalan
şeyleri bize sadece rubailer gösterebilir. Oysa zamanın, ortamın
şartlarına göre ya da başkalarının siparişiyle yazılan kitapları
biraz dalkavukluk ve gösteriş kokar ve felsefesini tam
manasıyla ortaya çıkarmaz.
Hayyam’ın rubailerinde karşılaştığımız ilk fikir, şairin son
derece cüret ve pervasızlıkla, acımasız mantığıyla hiçbir gev
şekliği, çağdaşlarının düşüncelerindeki zavallılıkların hiçbirini
ve teorik ve dinsel felsefelerini kabul etmemesi, tüm iddiaları
ve sözleri elinin tersiyle itmesidir. Hicrî 646/m iladî 1248 yılında
yazılan Ahbâru’l-ulemâ bi ahbâri’l-hukemâ adlı kitapta Hayyam’ın
şiirleri hakkında şu satırlar yazılmıştır:
“Şiirlerinin içeriği şeriat için zehirli yılanlar ve dalalet zincirleri
mesabesindedir. Dini yüzünden halk tarafından kınanıp da içinde gizli
olan şeyler ortaya çıkarıldığında, öldürülmekten korktu, sustu, kalemini
yerine koydu ve hacca gitti, kirli sırlarını ortaya döktü. Kalbindeki
gizli şeyleri perde altından gösteren, içindeki durgunluğun maksadını
da kararttığı meşhur şiirleri vardır.”
Bu durumda Hayyam’ın evren hakkında kendine özgü bir
düşünce ve felsefî anlayışının olması gerekir. Şimdi onun dü
şünce tarzına bakalım: Bu rubaileri söyleyen kişi tüm dinî konulara
alayla yaklaştığı zaman, bilmedikleri şeyler hakkında
konuşan ulema ve fıkıhçılara hakaretler yağdırarak saldırdığı
zaman okuyucu hiç kuşkuya düşmez. Bu husus, aryâî bir ruhun
sâmî itikadlarına karşı gösterdiği bir başkaldırı ya da dü
şüncelerinden dolayı nefret ettiği seviyesiz ve mutaassıp bir
çevreden Hayyam’ın intikam alışıdır. Hayyam gibi özgür dü
şünceli ve kılı kırk yaran bir filozofun kendi zamanındaki fıkıh-
çıların uydurma, cebrî ve mantıksız tapınma hükümlerine kö-
rükörüne boyun eğmeyeceği, onların çürümüş masallarına
kanmayacağı ve bayağı tuzaklarına düşmeyeceği aşikârdır.
Çünkü din herkesin kayıtsız şartsız itaat etmesi gereken, temel
ilkelerinden asla şüphe duyulamayan cebrî hükümler ve görevlerden
ibarettir ve bir grup muhafız bu hükümlerden yararlanarak
avamı piyon olarak kullanır. Fakat Hayyam, uyulması
gereken tüm bu dinsel konuları alaycı ve itikatsız bir üslupla
ele alır; davranış ve sebeplerden yola çıkarak olan biteni ve
bunların nedenlerini anlamak ister. Ölüm ve yaşam meselelerini
pozitif bir yaklaşımla, mantığa, hissedilenlere, gözlemlere,
yaşamın maddî akışına dayayarak çözmeye çalışır. Bu yüzden
dünyadaki olayları tarafsızca izleyen biri olarak kalır.
Hayyam o zamanki bilim adamlarının çoğunda olduğu gibi
kalbiyle ve duygularıyla yetinmez, dört dörtlük bir âlim gibi
gözlemleriyle, mantığıyla elde ettiklerini söyler. Bilindiği gibi,
birisi dinsel efsanelerin batıl olduğunu kanıtlarsa, o kadar da
önemli bir iş yapmış sayılmaz. Çünkü bilimlerin sayesinde zaten
kendiliğinden batıl olmuştur. Fakat Hayyam’ın zamanını ve
mutaassıp çevresini göz önünde bulundurursak, onun çalışmaları,
makamını çok yükseklere çıkarır.
Hayyam, zamanındaki devlet büyüklerinin emir ve ricası
üzerine yazdığı bilimsel ve felsefî kitaplarında gizlilik ve takıyyeyi
elden bırakmamış ve görünüşte tarafsız bir tavır takınmış
sa da, eserlerinde kaleminden kaçan bazı bilimsel konular gö
rülebilir. Örneğin Novruzname’nin dördüncü sayfasında şöyle
der: “Yüce Tanrının emriyle dünyanın halleri değişti ve mesela dünyaya
ve onun dönüşüne uygun olacak şekilde yepyeni şeyler ortaya
çıktı.” Acaba bu son cümleden meşhur Adaptation du milieu formülü
çıkmıyor mu? Çünkü o, Tanrı’nın mevcudatı ayrı ayn yarattığını
inkâr eder ve bunların âlemin dönüşüne uygun olacak
şekilde ortama uyum sağladığına inanır. Avrupa’da büyük yankılar
yaratan bu bilimsel kuralı acaba Hayyam 800 yıl önce ferasetiyle
anlayıp tahmin etmemiş midir?
Aynı kitabın üçüncü sayfasında “Yüce Tanrı güneşi nurdan
yarattı; gökleri ve yerleri onunla besledi” yazılıdır. Bu da, filozof ve
şairin yanı sıra bir de tabiî bilimler âlimiyle karşı karşıya oldu
ğumuzu gösteriyor bize.
Fakat Hayyam, terânelerinde bu gizlilik ve takıyyeyi bir
kenara bırakmıştır. Çünkü ruhunun yarası olan bu teranelerde,
yaşadığı ortamın çürük ilke ve yasalarını kabullenmez, aksine
onların düşüncelerindeki bütün maskaralıkları mantığıyla ortaya
çıkarır. Hayyam’ın, yaşadığı çevredeki hurafelerle ve mevhumlarla
mücadelesi terânelerinin tümünde açıkça görülebilir.
Zahitlerin, fıkıhçıların ve ilahiyatçıların hallerine acı acı güler
ve benzeri görülmemiş bir biçimde, olanca ustalığı ve mahareti
ile burunlarını sürter.
Hayyam ölüm ötesi konulara alaycı, kuşkucu bir eda ve
“derler ki, diyorlar ki” sözünü naklederek başlar:
Gûyend: Behişt u hûr-i ayn hâhed bûd… (88)
Derler ki: Cennet ile huriaynlar olacak.
Gûyend merâ: Behişt-i aden bâ hûr hoş e s t… (90)
Derler ki: Aden cenneti, hurilerle hoştur…
Gûyend ki: Dûzehî buved âşık u mest… (87)
Derler ki: Cehennemlik olacak âşık ile sarhoş
Bir zamanlar insanı İlahî cemalin aynası ve yaradılışın amacı
olarak tasavvur ederlerdi. İnsanlığın bütün efsaneleri onun
çerçevesinde oluşturulmuştu. Gökteki yıldızlar ona yazgısını
göstermek için yaratılmış, yeryüzü, zaman, cennet, cehennem
onun hatırı için var edilmişti. İnsan küçük dünyaydı ve büyük
dünyanın bir örneği ve temsilcisiydi. Nitekim Baba Efzal şöyle
der:
Eflâk u enâsir u nebât u heyvân
Aksî zi vucûd-i rûşen-i kâmil-i mâst
Felekler, dört unsur, bitkiler ve hayvanlar
Bizim mükemmel ve aydınlık varlığımızın bir aksidir.
Hayyam maddeci ve bilimsel bakış mantığıyla insana
“câm-ı cem” der. Onun var olması ve ölümü bir sineğin var
olup ölmesi kadar önemsizdir.
Âmed şoden-i to enderin âlem çîst?
Âmed megesî pedîd o nâpeydâ şod! (41)
Senin bu âleme gelip gitmenin anlamı ne?
Bir sinek var olmuş, sonra yok olmuş. İşte o kadar!
Şimdi de fıkıhçıların ve ulemanın akidelerini alaylı alaylı
inkâr etmesi karşısında, doğa ötesi konulara nasıl bir çözüm
yolu bulduğunu görelim. Hayyam yaptığı gözlemlerin ve araş
tırmaların sonunda insanoğlunun kavrama kapasitesinin sınırlı
olduğu problemiyle karşılaşır. Nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz?
Kimse bilmiyor. Haklıymış gibi görünüp bu meseleler
hakkında konuşanlar zırvalamaktan başka bir şey yapmıyor;
hem kendilerini hem başkalarını aldatıyorlar. Hiç kimse ezelin
sırlarını anlamamış ve anlamayacak. Ya da asla sır diye bir şey
yok. Olsa bile, hayatımızı etkilemiyor. Örneğin dünya, yeni var
olmuş veya eskiden varmış; ne işimize yarayacak acaba?
Çon men reftem; cihân mohdes çi kadîm
Tâ key zi hadîs-i penc o çâr ey sâkî!? (93)
Dünya yeniymiş, eskiymiş; ne değişir? Ben gittikten sonra!
Ne zamana kadar beşten, dörtten dem vuracaksın be sâkî?
Vaktimizi beş duyu ve dört unsurla tartışarak geçirsek ne
olacak yani? Bize ne? Öyleyse mevhum umutlara ve korkulara
kapılarak, saçma sapan tartışmalarla vaktimizi öldürmeyelim.
Söyledikleri, uydurdukları şeyler sırf masal! Bilimle olsun, dinin
yardımıyla olsun, asla çözülmeyecek evrenin muamması ve
hiçbir gerçeğe ulaşamayacağız. Üstünde yaşadığımız şu yeryü
zünün ötesinde ne bir saadet var ne bir ceza. Geçmiş ile gelecek;
iki yokluk. Ve biz iki dünyanın sınırı olan bu iki yokluk
arasında yaşayacağımız kısacık bir ânı idrak etmeliyiz. Bundan
yararlanmalı; yararlanırken de acele etmeliyiz.
Hayyam’a göre, yemyeşil tarlaların kenarı, erguvan rengi
şarap kadehine binlerce gölge aksettiren mehtap, çengin gönül
alıcı ahengi, ay yüzlü sâkîler, yeni açmış çiçekler yaşamın korkunç
bir kâbus gibi gelip geçen tek gerçeği. Bugünü yaşamaya,
mutlu olmaya bakalım. Çünkü yarını kimse görmemiştir. İşte
bu, tek yaşam arzusudur.
Hâlî hoş bâş zanki maksûd înest. (134)
Bugün mutlu olmaya bak. Çünkü amaç bu.
Hayyam hissedilen ve maddî gerçeklerin karşısında bir bü
yük gerçeğe daha inanır. Bu da, hayır ve mutluluğa baskın çı
kan şer ve kötülüktür. Muhtemelen Hayyam’daki bu cebrî dü
şünce daha çok astronomi ve maddeci felsefenin sonucunda
oluşmuştur. Aldığı bilimsel eğitimin onun felsefî gelişimi üzerindeki
etkisi tüm açıklığıyla görülür. Hayyam’a göre tabiat kö-
rükörüne dönüşünü sürdürür. Gökyüzü bomboştur ve kimsenin
imdadına koşmaz.
Bâ çerh mekon hevâle kender reh-i akl
Çerh ez to hezâr bâr bîçâter est! (34)
Feleğe havale ederim deme işini. Akıl yolunda zira
Felek bin beter zavallı senden!
Felek güçsüz ve iradesizdir. Gücü olsa, kendi dönüşünü
durdururdu.
Der gerdiş-i hod eger merâ dest budî,
Hod râ berehandemî zi sergerdânî. (33)
Yetseydi gücüm kendi dönüşüme,
Kurtarırdım kendimi avarelikten!
O zamanki astronomi görüşleri doğrultusunda Hayyam feleği
mahkûm eder ve hareket halindeki gök cisimlerinin değiş
mez yasalarını tüm benliğiyle algılayarak canlandırır. Yıldızlar
ve onların düzenli yasaları hakkında dakik incelemeler yaptıktan
sonra hayatımızın, feleklerin dönüşündeki haşin kanunların
etkisi altında kaldığını kabul eder ama dinsel anlamda kaza
ve kadere inanmaz. Çünkü yazgıya isyan eder; bu yüzden kö
tümserliğe kapılır zaten. O, Tann’dan değil, daha ziyade fele
ğin dönüşünden şikâyet eder. Sonunda tüm yıldızların uğursuz
olduğuna, uğurlu bir yıldız bulunmadığına inanır.
Eflâk ki coz gam nefzâyend diğer. (28)
Felekler gamdan başka bir şeyi arttırmazlar.
Novruzname’nin kırkıncı sayfasında nakilde bulunarak şöyle
der: “Denildiğine göre, her iyilik ve kötülük gezegenlerin etkisiyle
ve Yüce Tanrı’mn takdir ve iradesiyle yeryüzüne iner ve bir şahsa
çarparak, acımasızca deler geçer.”
Nizâmî-yi Arûzî, Hayyam hakkında naklettiği bir hikâyede,
Melikşah’ın ava çıkmak için havanın uygun olup olmadığı konusunda
Hayyam’dan tahminde bulunmasını istediği, onun da meteoroloji
ilmine dayanarak doğru tahminde bulunduğunu söyleyerek1
şöyle devam eder: “Huccetu’l-Hak Ömer’in kararını gördüm.
Ama onun astronomi hükümlerine asla inanmadığını anladım.”
Bir başka rubaisinde varoluşun nedenini dört unsur ve yedi
gezegenin etkisinde bulur:
Ey anki netîce-yi çehâr o heftî;
Vez heft o çehâr dâyim ender teftî.” (29)
Ey dört ile yedinin neticesi olan!
Yedi ile dördün yüzünden sürekli telaştasın.
Yukarıda da geçtiği gibi Hayyam’m kötümserliği gençlik
yıllarına kadar uzanır (numara 16). Bu kötümserlik hiçbir zaman
bırakmamıştır yakasını. Sürekli gam, keder, yokluk ve ölü
me bulanmışlık Hayyam’m düşüncesindeki özelliklerden biri-
1 Bu bilim dalı ile ilgili Levâzimıı’l-emkine adlı bir kitap Hayyam’a nisbet edilir.
dir. Mutluluğa, sevince davet ederken, mutluluk sözcüğü bo
ğazında kalır, tıkanır. Çünkü tam bu sırada ölümün gövdesi,
kefen, mezarlık ve yokluk binlerce işaretle, keyif ve işret meclisinden
çok daha kuvvetli olarak insanın gözünde canlanır ve
bir anlık mutluluğu berbat eder.
Doğa özen göstermeden, hoyratça yapacağını yapar. Yavrularını
besledikten sonra soğukkanlılıkla, olgunlaşsın veya olgunlaşmasın,
başakları biçen, hunhar, divane bir dadıdır. Hiç
gelmeseydik dünyaya keşke! Madem ki geldik, ne kadar erken
gidersek, o kadar mutlu oluruz.
Nâ-âmedegân eger bedânend ki mâ
Ez dehr çi mîkeşîm; nâyend diğer. (28)
Gelmeyenler bir bilseler neler çektiğimizi felekten, gelmezler
asla.
Horremdil anki zin cihân zûd bereft;
Vâsûde kesîki hod nezâd ez mâder. (23)
Mutludur bir an evvel giden bu dünyadan;
Ya da anasından hiç doğmayan!
Hayyam’ın terânelerinde tekrarlanan bu yokluk arzusu
acaba Buda’nın Nirvana’sıyla benzerlik göstermiyor mu? Buda
felsefesinde dünya, görünüşteki değişikliklerin bir bulut, bir
yansıma veya hayalî resimlerle dolu bir rüya olduğu, birbirine
bağlanmış olayların tümünden ibaret değil midir?
Ehvâl-i cihân u asl-i in omr ki hest
Hâbî yu hiyâlî yu ferîbî yu demîst. (109)
Şu dünyanın halleri ve ömrümüzün aslı bir rüya, bir hayal,
bir aldatmaca ve bir andır.
Novruzname, s.9: “Dünya kimsenin gönlünde şirin olmasın!”; aynı eser, s. 69: “İnsanlar
ölümü doğurmuşlardır.”
Pehlevî diliyle yazılan “Yâdgâr-i zerîrân” romanında vezir Gâmasp şöyle der:
“Mutlu olan biri varsa, o da anasından doğmayandır. Çünkü doğdu mu, ölür.”
İran şairlerinin çoğu kötümserdir. Ama kötümserlikleri,
aşırı ve doyumsuz şehvet hisleriyle doğrudan ilgilidir. Oysa
Hayyam’da kötümserliğin yüce ve felsefî bir tarafı vardır. Ay
yüzlü güzelleri işret meclisini tamamlayan tek unsur olarak gö
rür ve genellikle şarap, kadına nisbetle daha da önemlidir. Kadının
ve sâkînin varlığı bir nevi estetik keyif ve lezzet kaynağı
dır. Hiçbirini göklere çıkarmaz; hiçbirinin ayrı bir makamı yoktur.
Bütün bu güzel ve hoş görünen şeylerle bir anlık zevk arayışında
olmuştur. Bu bakımdan Hayyam güzelliği taparcasına
önemsemiş, güzel tadı, hoş ahengi ve güzel manzarayı seçmiş
tir. Novruzname’nin bir faslını güzel yüze tahsis etmiş ve bölü
mü şöyle noktalamıştır: “Bu kitap uğur olsun diye güzel yüz hakkındaki
bölümle bitirildi.” Şu halde Hayyam, hayatında başına
gelen tatsız olaylar karşısında, diğer şairlerin yaptığı gibi, örne
ğin sevgilinin küsmesi veya parasızlık gibi nedenlerle sızlanmaz.
Onun derdi, felsefî bir dert ve duygularıyla yaradılışın temeline
yağdırdığı bir lanettir. Bu başkaldırış onun acı dolu felsefesinin
ve gözlemlerinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu kö-
tümserlik onu dehrîliğe yani materyalizme sürüklemiş, irade,
düşünce, hareket ve her şey gözüne saçma sapan gelmiştir.
Ey bîhaberân, cism-i mocessem hîçest,
Vin târem-i noh sipihr-i erkam hîçest. (101)
Be hey habersiz! Şu gördüğün şekil bir hiçtir.
Şu nakışlı, süslü dokuz kubbe de bir hiçtir.
Görünüşe bakılırsa, Schopenhauer kendi kötümserlik felsefesinden
Hayyam’ın vardığı sonuca ulaşır: “Kendi iradesini hiçe
sayacak dereceye gelen biri için bize gerçekmiş gibi görünen bu dünya,
bütün güneşler ve samanyolları nedir? Bir hiç!”
Hayyam insanlardan uzak durup, nefret etmiştir. Onların
düşüncelerini, âdetlerini en sert ifadelerle mahkûm etmiş ve
toplumun telkinlerini kabule asla yanaşmamıştır. Arapça şiirlerinde
ve bazı kitaplarında Hayyam’ın insanlara karşı duyduğu
kin, öfke ve güvensizlik açıkça görülebilir.
Cebr ve Mukabele adlı kitabının girişinde şöyle der: “Biz
ilim erbabının yok olduğuna ve sayıları az, azapları çok olan birtakım
kişilere münhasır kaldığına şahittik. Parmakla sayılabilecek kadar
az olan ilim erbabının güç yaşamları boyunca bütün himmetleri
bilimsel araştırmalar ve keşifler yapmakla geçti. Ama bilginlerimizin
çoğu hakkı batıla satıyor, gösteriş ve tezvirin dışında bir şey yapmı
yorlar. Sahip oldukları bilgiyi maddî ve aşağılık amaçları yolunda
kullanıyorlar. Doğruyu arayan ve doğruyu saçan, batılı inkâr etmeye
çalışan ve tezviri terkeden birini görecek olurlarsa, alaya alıp küçümsüyorlar.”
Galiba her devirde ikiyüzlü, sahtekâr ve işi gücü çanak yalamak
ve dalkavukluk etmek olan kişiler var olmuştur!
Ünlü Diyojen bir gün Atina’da elinde yanan fenerle bir insan
aradıysa da bulamadı. Ama Hayyam vaktini boşa araştırmakla
telef etmemiş ve kendinden emin olarak şöyle demiştir:
Gâvîst ber âsmân, karîn-i pervîn
Gâvîst diğer, ber zebereş comle zemîn
Ger bînâ’î, çeşm-i hakikat bogşâ
Zîr u zeber-i do gâv moştî her bîn (15)
Gökte var bir öküz, Ülker’in benzeri
Var bir öküz daha, onun üstüdür dünyanın yeri
Değilsen kör, aç hakikat gözünü
Gör iki öküzün arasında bir avuç eşeği.
Halkın seviyesiz düşüncelerinin baskısı altında kalan
Hayyam’ın bu durumda asla sevgi, aşk, ahlak, insanlık ve tasavvuf
taraftarı olmayacağı aşikârdır. Zaten yazarların ve şairlerin
çoğu bu düşüncelere şahsen inanmasalar da, avamı aldatmak
için böyle bir propaganda yapmayı üstlerine vazife saymışlardır.
Garip olan bir şey varsa, o da Hayyam’da İran’ın
geçmişine duyduğu meyil, rağbet, sempati ve üzüntüdür. Tarihteki
birçok ihtilaf dolayısıyla, Nizamülmülk’ün Hayyam ve
Haşan Sabbah’la sınıf arkadaşı olduğuna dair meşhur hikâyeye
inanamasak da, Hayyam’ın Hasan Sabbah’la irtibat halinde
olması hiç de uzak görünmemektedir. Çünkü çocuklukları aynı
devirde geçmiş ve ikisi de hemen hemen 517-518/1123-1124
yılında ölmüştür. İkisinin de güçlü İslam ülkesinin kalplerinde
yarattığı düşünce inkilabı bu tahmini doğrulamaktadır. Belki
de bu münasebetle onları suç ortağı olarak görmüşlerdir. Ha
şan yeni bir mezhep icat edip o zamanki toplumu temelinden
sarsarak ulusal bir İran ayaklanması meydana getirdi. Hayyam
hissî, felsefî, aklî ve maddî mezhep getirerek kendi teranelerinde
onun amacını gerçekleştirdi. Daha çok siyaset ve kı
lıca dayandığı için bir süre sonra Hasan’ın etkisi kayboldu. Fakat
Hayyam’ın, temeli akıl ve mantık üzerine kurulu maddeci
fikirleri kalıcı oldu.
Hiçbir İslam şairinde ve yazarında, Hayyam’da olduğu gibi
açık bir ifade ile Tanrı’yı nefyetmek ve Sâmî dininin efsanelerini
temelden yıkmak görülmez. Belki de Hayyam’ı İbni Mukaffa,
Bihâferîd, Ebû Müslim, Bâbek ve benzerleri gibi Arap
karşıtı İranlılardan biri olarak kabul edebiliriz. Hayyam üzgün
bir eda ile eski İran padişahlarına işaret eder. Bunda Firdevsi’nin
Şahname’sini okumasının etkisi olabilir. Hayyam teranelerinde
hâk ile yeksan olan, harabe kasırlarında tilkilerin yuva
yaptığı, baykuşların tünediği eski İran’ın sürekli ayaklar altına
alınan görkemini, büyüklüğünü hatırlatır. Asabî kahkahalarından,
eski İran’a göndermelerinden ve kinayelerinden de açıkça
görülebileceği gibi Arap yolkesenlerinden ve onların seviyesiz
düşüncelerinden nefret eder. Bu yetmiş başlı ejderhanın ağzına
gömülen, titreyerek çırpınan İran’a sempati duyar.
Daha ileri gitmeyelim; Hayyam’ın Sâsânîlerin eski görkemli
günlerini hatırlatmaktan amacı uygarlıkların sebatsızlığını,
küçüklüğünü, insan hayatının kısalığını ispat etmek ve sadece
mecazî ve kinayeli bir tasvir yapmaktan başka bir şey değil midir
acaba? Fakat ifadelerindeki hararetle en küçük bir kuşkuya
mahal bırakmaz. Örneğin mehtaplı gecede Tîsfun (Medayin)
harabesinde öten kumrunun sesi rubaiyi okuyanın tüylerini diken
diken eder.
An kasr ki ber çerh hemîzed pehlû,
Ber dergeh-i û şehân nihâdendî rû,
Dîdîm ki ber kongre’eş fâhte’î
Benşeste hemîgoft ki “kû, kû, kû, kû?” (56)
O kasır ki feleğe dayamıştı yanını
Eşiğine şahlar sürerdi alnını;
Gördük ki burcunda bir kumru
Konmuş, derdi :”ku, ku, nerde, hani?”
An kasr ki Behrâm der û câm girift,
Ahû beçe kerd u şîr ârâm girift,
Behrâm ki gûr mîgiriftî heme omr
Dîdî ki çegûne gûr Behram girift. (54)
O kasır ki Behram onda kadeh tuttu;
Ceylan yavruladı, arslan teskin oldu.
O Behram ki ömür boyu hep yaban eşeği tuttu,
Gördün mü, mezar onu nasıl da tuttu!
Yukarıda geçtiği gibi, Hayyam evrenin dışında bir tanrı tanımaz
ve Sâmî dinlerin tasavvur ettiği tanrıyı inkâr eder. Fakat
daha sonra ciddî bir tavır takınarak doğa ötesi sorunlara ilişkin
bilimsel ve mantığa dayalı çözüm yolu arar. Bir akıl yolu bulamayınca,
yaratanı testiciye ve insanı testiye benzeterek şu şairane
sözlerle yetinir:
İn kû^eger-i dehr çonin câm-i latîf
Mâsâzed u bâz ber zemîn mîzenedeş! (43)
Felek denilen şu testici latif bir kadeh yapar;
Yapar da yaptığını sonra yine yere çalar!
Meselenin aslıyla bizim bir işimiz yok ama işi gücü sanat
eserleri yaratmak ve yaptığı testileri cinnet hali içinde kırmak
olan, ahmak ve hunhar görünümlü bu divane testicinin meclisini
sadece Derviş Nakkaş Bey’in fırçası tuvale yansıtabilmiştir.
Hayyam cenneti ve cehennemi kişilerin yaradılışında görmüştür.
Dûzeh şererî zi renc-i bîhûde-yi mâst
Firdovs demî zi vakt-i âsûde-yi mâst. (142)
Cehennem dediğin bir kıvücım, boşuna zahmetimizden
Cennet dediğin bir an, huzur dolu vaktimizden.
Gülen çiçekler, inleyen bülbüller, yemyeşil tarlalar, sabah
meltemi, mehtap ve onun gibi parlak bir yüz, peri gibi güzeller,
çengin nağmeleri, gül rengi şarap; işte bunlardır bizim cennetimiz.
Şu acı ve zecir dolu sebatsız dünyada karşı karşıya kaldı
ğımız gerçekler varken, yeryüzünde yararlanabileceğimiz iyi
bir şey yok bunların dışında. İnsanların umutlandırılarak aldatıldığı
mev’ûd cennet işte bu cennet. Neden mevhum bir umut
uğruna huzurumuza göz yumalım?
Kes huld u cehîm râ nedîde est, ey dil.
Gû’î ki ez an cihan resîde est? Ey dil. (91)
Cenneti, cehennemi kimse görmedi, gönül.
Söyle haydi; kim geldi öte dünyadan, gönül?
Garip bir oyuncak odası ya da tiyatro gibidir dünya. Bir
kukla ya da satranç oyunu gibidir, satranç tahtasının üstünde de
tüm evren var sanki. Ama bir çocuğa aitmiş gibi, görülmeyen
bir el bir süre eğlenir, oyalanır bizimle; oraya buraya götürür bizi;
yerimizi değiştirir. Sonra canı sıkıldı mı, tekrar bu kuklaları,
bu satranç taşlarını unutulmuşluk ve yokluk sandığına atar.
Mâ lo’betegânîm u felek lo’betbâz.
Ez rûy-i hakikati, ne ez rûy-i mecâz. (50)
Biz kuklayız, kuklacı ise felek.
Değildir bu mecaz, gerçektir gerçek.
Hayyam bu maskara, alçak, üzüntü veren, komik dünyayı
yıkıp, bu yıkıntıların üstünde daha mantıklı bir dünya kurmak
ister.
Ger ber felekem dest budî çon yezdân,
Berdâştemî men in felek râ zi miyân. (25)
Yetseydi giiciim Tanrı misali feleğe,
Yok ederdim, vermezdim aman feleğe.
Hayyam’ın felsefesinin onu izleyenler tarafından ne kadar
ilgi ile karşılanıp taklit edildiğini anlamak için şu hususu belirtmemiz
gerekir: Debistân-i mezâhib kitabının müellifi birkaç yerde
Hayyam’ın rubailerini örnek olarak verirken, bir yerde de
ona garip bir rubai isnad eder.
“Semrâd’ın sözcük anlamı ‘vehim ve zan’ demektir. Fer İrec’in
öğrencisi Ferehmend şöyle demiştir: Var olan biri, unsurların, feleklerin,
yıldızların, akılların ve nefislerin hak olduğunu bilir. Vâcibülvü-
cud’un varlığa bürünmediğini söyler. Biz de vehim yoluyla onun var
olduğunu sanırız. Ve kuşkusuz o da yoktur. Hakîm Ömer Hayyam’dan
bir örnek:
Sâni’ be cihân-i köhne hemçon zarfîst
Âbîst bema’nî yu bezâhir berfıst
Bâzîçe-yi kufr u dîn be tiflân bespâr
Bogzer zi makâmî ki hodâ hem harfîst.
Yaratan şu köhne dünyada bir kaba benzer. Anlamca bir su
ve görünüşte ise bir kardır. Küfr ve din oyuncağını çocuklara
ver. Geç şu makamdan. Çünkü tanrı da bir söz sadece.
(s.63)
Bir başka yerde (s. 159) çârvâk akidesi hakkında şöyle
der:
“… Aklı başında olanın tüm lezzetlerden yararlanması ve arzuladığı
şeylerden kaçınmaması gerekir. Çünkü toprağa girildi mi, geri
dönüş yoktur.
Yok geri dönüşün; gittin mi, tam gittin!
Daha açıkça ifade edecek olursak, onlara göre çârvâk akidesi şudur:
Yaradan ortada olmadığına ve insanın idraki onu kavrayamayacağına
göre, neden zan ve vehme dayalı bir şeye, hatta yok olan bir şeye
kulluk edelim? Neden cennet ve oradaki rahatlık müjdesi uğruna
büyük bir hırsla ve eblehlik içinde nimetlerden ve rahatlıktan el çekelim?
Aklı olan, peşini veresiyeye değişmez… Görünürde olmayan
bir şeye inanmamak gerekir. Bedenin terkibi dört unsurdan oluşur.
Bunlar tabiatın gerektirdiği gibi bir süre bir arada bulunur… Ama
terkip dağıldı mı, unsur, kendisi dışında bir şeye dönemez. Beden kasrı
tahrip olduktan sonra vatan cennetine, naza, nimete yükselmek veya
ateşe ve cehenneme düşüş olmayacaktır.”
Acaba bu satırlardan Hayyam’ın düşüncelerinin tahlilini
çıkarmıyor muyuz? Heron Ailen, Elfinstin’in telif ettiği ve 1815
yılında basılan Sergozeşt-i saltanat-i Kâbol [Kâbil saltanatının serüveni]
adlı kitaptan naklen Hayyam’ın rubailerine gönderme
yaparak şöyle der: [s.291) “Melazki adıyla meşhur olmuş dehrî ve
dinsiz bir fırka vardır. Görünüşe bakılırsa, düşünceleri hayli eskilere
gider ve eski İran şairi Hayyam’ın eserlerinde hiçbir dilde görülmemiş
şekilde dinsizlik örnekleri vardır… Bu fırkaya mensup olanlar düşüncelerini
gizliden gizliye açıklarlardı. Bilindiği gibi, onların akideleri
Şah Mahmud’un sarayındaki rint soyluların arasında yayılmıştı.”
Hayyam’ın felsefesinde gözlenen bir başka husus da, ölüm
konusunda gösterdiği hassasiyettir. Hayyam ölümü, ilahiyatçı
ların felsefesi ve ruhun kaynakları yoluyla değil, cisimlerdeki
zerrelerde görülen cereyan, değişim ile maddenin parçalanması
yoluyla ele alır; şairane ve hüzün verici tasvirlerle canlandırır.
Hayyam’a göre maddenin ötesinde bir şey yoktur. Dünya
zerrelerin bir araya gelmesi sonucu var olmuştur ve bu zerreler
hep birlikte işlevlerini sürdürürler. Bu, sürekli ve ebedî bir cereyandır.
Zerreler peyderpey şekillere bürünürler ve bu şekilleri
değiştirirler. Bu yüzden insanın korkuya düşeceği veya umutlanacağı
bir şey söz konusu olamaz. İnsan zerrelerle dört unsurun
terkibi ve yedi yıldızın etkisi sonucunda var olmuştur. Ruhu da
bedeni gibi maddîdir ve ölümden sonra aynı halde kalmaz.
Bâz âmedenet nîst; ço reftî, reftî. (29)
Yok geri dönüşün; gittin mi, tam gittin!
Çon âkibet-i kâr-i cihan nîstîst, (140)
Madem ki yokluk var şu dünyanın sonunda,
Her lâle-yi pejmorde nehâhed beşkoft. (47)
Solan her lale açmayacak bir daha.
Hayyam bununla da yetinmez; bedenin bütün zerrelerini
ilk çıkış noktalarına kadar izler ve onların geri dönüşünü açıklar.
Ruhun kalıcılığı konusunda, bedendeki zerrelerin ölümden
sonra geri dönüş ve değişimine inanır. Çünkü hissedilen ve
ayırdedilen bir şey varsa, o da bedendeki zerrelerdir. Bunlar
başka cisimlerle tekrar hayat bulurlar ve dolaşımlarını sürdü
rürler. Ama ölümden ayrı bir yaşamı olan bağımsız ruh yoktur.
Eğer biz mutlu olursak, bedenimizdeki zerreler şarap küpü olacaklar,
sürekli sarhoş kalacaklar, gizemli ve iradesizce bir ya
şam sürdüreceklerdir. Bu zerreler felsefesi Hayyam’ın derdinin
ve gam dolu düşüncelerinin kaynağıdır. Testi toprağında, çimenlikte,
lalede, çengin ahengine uyarak ritmik hareketlerle
dans eden sevgilide, eğlence meclislerinde ve her yerde sebatsız
zerreleri ve doğanın aldırış etmeyen hoyrat cereyanını gö
zünün önünde bulur. Şarap testisinde ay yüzlü dilberlerin toprak
olmuş bedenlerinin zerrelerini görür. Ancak bu zerrelerin
garip bir yaşamı vardır. Çünkü onlarda badenin latif ruhu kaynamaktadır.
Burada onun şarabı, terânelerinde kullandığı bütün şairane
kinayeler ve benzetmelerle derin ve gizemli bir biçime bürü
nür. Şarap sarhoşluk ve unutkanlığı doğururken, testi de adeta
bedendeki ruh hükmündedir. Acaba testinin bütün bölümleri
insan bedenindeki organların küçültülmüş bir hali değil midir;
adları aynı değil midir? Ağız, kenar, boyun, kulp, karın… ve
testideki şarap da onun keyif dolu ruhu değil midir? Bu testi
bir zamanlar bir ay yüzlü dilberdi! Bu kaynayan ruh, testinin
mazideki dertli yaşamını hatırlatır. Böylece testi müstakil bir
hayat kazanır; şarap da onun ruhu mesabesindedir.
Dudağımı testinin dudağına dayadım hırsla.
İn deste ki ber gerden-i û mîbînî,
Destîst ki ber gerden-i yâri bûdest. (72)
Onun boynunda gördüğün şu kulp,
Bir yarin boynundaki eldi vaktiyle.
Yukarıda ele alınan konulardan, Hayyam’ın yaşamın değeri
ve mahiyeti hakkında önemli bir düşünce ve felsefe sahibi olduğu
anlaşılıyor. Acaba o bu felsefe ve bunca talihsizlik karşı
sında ne gibi bir yol izler?
Varlıkların niteliği kavranılamaz. Nereden gelip nereye gittiğimizi
kimse bilmemiştir; bilmeyecek de. Başkalarının bu konuda
söyledikleri bir sürü deli saçması. Oysa doğa sakin sakin
ve hiçbir şeyi umursamadan kendi görevini yapıyor. Onun kar
şısında bütün çabalarımız boşuna; felsefî araştırmalar yapmak
da mümkün değil. Doğanın nezdinde kederimiz de, sevincimiz
de bir. Yurt tuttuğumuz şu dünya sürekli acılarla, kötülüklerle
dolu. Korkunç hayatımız bir dizi düş, hayal, aldatmaca ve
mevhumlardan ibaret. Birçok haşmetli padişah gelip geçmiş ve
yokluk toprağıyla sarmaş dolaş olmuş. Kara toprağın bağrına
giren peri kadar güzel ama mutsuz dilberlerin bedenlerinin her
zerresi mezarın daracık mekânında çözünüp ayrışıyor, bitkilerde
ve başka varlıklarda elem dolu bir hayata devam ediyor. Bü
tün bunlar dilsizlik diliyle yeryüzündeki varlıkların zayıflığını
ve kırılganlığını göstermiyor mu acaba? Mazi, karmakarışık bir
anıdan ve düşten öte bir şey değil; gelecek ise meçhul. Öyleyse
yaşadığımız şu ânı, bir göz açıp kapayana kadar geçip maziye
gömülecek olan şu ânı idrak edip mutlu olalım. Bu an geçti mi,
elimizde bir şey kalmayacak artık. Ama bu ânı nasıl geçireceğimizi
bilmemiz gerek. Yaşamın amacı keyif ve zevktir. Elimizden
geldikçe gamı, kederi uzaklaştıralım başımızdan; bilineni
bilinmeyene satmayalım; peşini veresiyeye feda etmeyelim.
Pençesinde ezilmeden önce alalım intikamımızı hayattan.
Leb ber leb-i kûze bordem ez gâyet-i âz (139)
Borbây nasîb-i hîş ket borbâyend. (45)
Almaya bak nasibini; alınacaksın çünkü.
Şunu da bilmek gerekir ki; Hayyam her ne kadar yürekten
sevinç ve mutluluğa inansa da, onun sevinci daima yokluk dü
şüncesi ile iç içedir. Hayyam’m felsefesindeki manalar görünüşte
hep hoşça vakit geçirmeye bir davet olsa da, aslında gül, bülbül,
şarap kadehleri, yemyeşil çayırlar, şehvet dolu tasvirler, intihar
etmek isteyip de ölmeden önce odasını süsleyen biri gibi süsten
öteye gitmez. Bu yüzden onun mutluluğu daha ziyade üzüntü
verici bir mutluluktur. Mutlu olalım ve unutalım ki kanı, binlerce
yaramızdan akmakta olan şu yaşam sıvısını görmeyelim!
Hayyam gençliğinden beri karamsar ve kuşkucu olduğu
için, keyif ve mutluluk felsefesini yaşlılığında seçmiştir. Zaten bu
nedenle onun mutluluğu üzüntü doludur, hayıflanma doludur.
Peymâne-yi omr-i men be heftâd resîd,
İn dem nekonem neşât, key hâhem kerd? (141)
Yaşım geldi dayandı yetmişe;
Şimdi bulmazsam, ne zaman bulurum neşe?
Bu terâne görünüşte, her şeyden bıkıp usanmış, hayata tapan
ve lanetler yağdıran, feleğin çemberinden geçmiş bir rindin
ifadesidir. Aslında yetmiş yaşındaki bu acele ve içki içme rağbeti
bu rubaiyi onun karamsar rubailerinden de gam dolu göstermekte
ve salt yokluk karşısında ömrünün son dakikalarını idrak etmek
isteyen maddeci bir filozofun düşüncesini sergilemektedir.
Hayyam’m terânelerinde galiz bir şarabın kokuları ağırlığı
nı hissettirir ve kilitlenmiş dişlerinin arasından “Mutlu olalım!”
der ölüm.
Şarap konusunun Hayyam’m rubaileri arasında ayrı bir yeri
vardır. Hayyam, şarap içmekte İbni Sina gibi ileri gitmezse
de, şarabı överken bir ölçüde abartıya kaçar. Belki buradaki
amacı daha çok dinsel yasaklara övgüdür. Fakat Novruznanıe’de
şarabın yararlarına ilişkin bir bölüm vardır ve yazar başkaları
nın tecrübelerine ve kendi deneylerine dayanarak şarabın yararlarını
açıklar; bu arada İbni Sina ve Muhammed Zekeriya-yı
Râzî’den söz ederek der ki:
“İnsan vücudu için şaraptan yararlı bir şey yoktur; hele hele acı
ve saf iiziim şarabı. Bu şarabın özelliği üzüntüyü silip, yüreği ferahlatmasıdır.”
(s.60)
“Bütün bilim adamları şaraptan daha iyi ve yüce bir nimet olmadığı
hususunda fikir birliğine vardılar.” (s.70)
” ve cennette birçok nimet vardır ve şarap cennetteki nimetlerin
en iyisidir.” (s.61)
Yazarın bu cümleyi imanla yazdığına inanabilir miyiz? Oysa
alaylı alaylı şöyle der:
Gûyend: Behişt u hovz-i kevser bâşed! (89)
Derler ki: cennet ve kevser havuzu varmış!
Rubailerde şarap, yaşam üzüntüsünü unutmak için vardır.
Hayyam şarap kadehine sığınarak erguvan renkli meyle düşünce
huzurunu ve unutmayı sağlamak ister. Mutlu olalım, keyfedelim,
bu anlamsız yaşamı unutalım. Özellikle unutalım. Çünkü
eğlence meclislerimizde korkunç bir gölge dolaşır. Bu gölge
ölümdür. Şarap testisi dudağını bizim dudağımıza dayayınca
yavaşça kulağımıza fısıldar: “Ben de bir zamanlar senin gibiydim.
Öyleyse yaşamı unutmak için badenin latif ruhunu iç!”
İçelim, mutlu olalım. Ne keder dolu bir maskaralık! Keyif
mi? Kadın, gelip geçici bir maşuk. Çalıp söyleyelim, içelim ki
unutalım şu korkunç gölge kemikli elleriyle ümüğümüzü sıkmadan
önce. Başkalarının bedenlerinin zerreleri arasında keyif
alalım. Çünkü bedenimizdeki zerrelere sesleniyorlar, yokluğa
çağırıyorlar. Ölüm o ürpertici gülüşleriyle gülmekte bize.
Yaşam dediğimiz şey bir an. Unutalım o bir ânı!
Mîhor ki çenin omr ki gam der pey-i üst,
An bih ki behâb ya be mestî gozered! (143)
İçmeye bak. Peşinde gam olan şu ömür
İyisi mi geçsin uykuyla ya da sarhoşlukla!
Sadık Hidayet
Hayyam’ın Teraneleri
Çevirmen: Mehmet Kanar
Yayınevi : Yapı Kredi Yayınları