Freud, Travma Teorisinden Neden Vazgeçti?

Freud 1925’te özyaşamöyküsünde, “bir süreliğine kapıldığım ve pekala bütün çalışmamda ölümcül sonuçlar yaratabilecek bir hatadan söz etmeliyim” diye yazmıştı.

Freud’un “küçük yanlış”ı 1890’ların başlarında ateşli bir biçimde inandığı “travma teorisi”ydi. Teorinin adı yanıltıcıydı çünkü daha çok çocuklarda cinsel taciz ile ilgiliydi. Freud bir dizi nevrotik sendrom yaşayan on sekiz hastasını tedavi ederken “travma teorisini” formüle etmişti.

Freud çok sayıda hastadaki sendromların köklerini bulduğu için çok heyecanlıydı. 1896 Nisanında Viyana Psikiyatri ve Nöroloji Derneği’nde sunduğu bir tebliğde, Freud kendi buluşlarıyla Nil’in kaynağının keşfini karşılaştırmıştı. Özel olarak, dostu ve doktor arkadaşı Wilhelm Fliess’e, travma teorisinin kendisine hem ün hem servet kazandırmasını umduğunu yazmıştı.

Bununla birlikte, 1897 Eylülünde, Freud büyük bir iç çelişki yaşamaya başladı. Fliess’e başka bir mektubunda “son birkaç aydır yavaş yavaş anlamaya başladığım büyük sırrı sana hemen vermeliyim” diye yazmıştı. “Artık travma teorime inanmıyorum.” Teorinin bir sorununu, hastalarının hiçbirinde çocukluktaki cinsel taciz belirtilerinin başarıyla tedavi edilmediğini itiraf etmişti. Hastalar aynı semptomları yaşamaya devam ediyorlardı.

Ama teorinin en büyük kusuru bu semptomların çok yaygın olmasıydı. Eğer bu semptomları yaşayan herkes çocukluğunda cinsel tacize uğramışsa, bu Freud şimdi anlamıştı bütün Viyana toplumunda çocuklarda cinsel tacizin yaygın olduğu anlamına gelecekti. Aslında bu semptomları Freud da yaşadığından, eğer travma teorisi doğruysa, kendisi de çocukken tacize uğramış olacaktı.

Bunların etkisiyle, Freud travma teorisinden vazgeçti. Ama hastalarının ona anlattığı öykülerin bir şeyi gizlediğine inanmaya devam etti. 1905’te ‘Cinsellik Üzerine Üç Deneme’sinde, Freud yeni ve hatta daha devrimci bir teori ilan etti. Freud şimdi de hastalarının gerçekte cinsel tacize uğramadığını savunuyordu. Daha doğrusu, bastırdıkları ve bastırmaya devam ettikleri şey. kendi çocukluk fantezileriydi. Hastalan cinsel ilişkiye girmemişler, kendileri cinsel ilişkiyi arzulamışlardı. Daha da özele indirgersek, hastalan çocukluklarında, (kızlarsa) babalarıyla ve (erkeklerse) anneleriyle yatmak istemişlerdi.

“Oedipus kompleksi” işte böyle doğdu. Bu teori Freud’un yeni psikanaliz biliminin iki temel direğini, çocuk cinselliği ve bilinçdışı zihni de beraberinde getirmişti.

Freud’un öğrencisi ve yaşamöyküsünü yazan Ernest Jones bunun Freud’un düşünce tarzında belirleyici bir dönüm noktası olduğuna katılıyordu. 1950’ler ve 1960’larda Freud tüm zamanların en büyük düşünürleri arasında sivriliyordu ve onun travma teorisinden vazgeçmesi, entelektüel cesaret ve dürüstlüğünün başlıca örneği olarak gösteriliyordu.

Ne var ki, 1970’lerde, Freud ile ilgili genel görüşte bir dağılma yaşandı. Onun, sözgelimi, kadın davranışının temel itici gücünün penis kıskançlığı olduğu gibi, bazı kadın düşmanı fikirlerinden rahatsız olan feministler saldırının başını çektiler. Başka bazı bilim insanları da Freud’ın kokain kullanmasından, psikanalizin yetersizliğine kadar değişik konularda eleştirileriyle fe inistleri izlediler. Ama Freud’un izleyicileri için en sarsıcı olanı, Freud’un büyük ilerleyişine yepyeni bir yorum getiren bir dizi araştırma oldu. Bu revizyonistlere göre, Oedipus kompleksi travma teorisinin kalıntılarından doğmamıştı. Bu öykü bir yalandı. Freud’u eleştirenler, daha da kötüsünün yalanlarının nedeni olduğunu söylemişlerdi. Freud öyle bir yalan uydurmuştu ki, onun travma teorisinden vazgeçmesinin gerçek ve aslında skandal yaratabilecek nedeni bir daha hiç öğrenilemeyecekti.

En büyük gürültü koparan eleştiri, Ortodoks Freudcuları umutsuzluğa itecek bir biçimde kendi saflarından geldi. Bu kişi 1980’e kadar Kongre Kütüphanesi’ne bağlı Freud Arşivi müdürünün varisi olan genç Amerikalı psikanalist Jeffrey Masson’dı.

Masson bu sırada Freud’un arkadaşı Fliess’e yazdığı mektupları incelemeye başladı. Freud’un kızı Anna’nın editörlüğünde 1950’de bir seçki yayınlanmış olmasına rağmen, Masson’ın arşiv araştırması Freud’un arkadaşı Fliess’e yazdığı bazı mektupların kayıp olduğunu ortaya çıkarmıştı. Daha yakından araştırıldığında, kaybolan malzemenin Freud’un travma teorisi hakkındaki görüşleriyle ilgili olduğu anlaşılıyordu. Masson bu mektupların Freud’un o teoriyi daha sonra söylediği kadar hızlı ve kesin bir biçimde terk etmediğini, tersine, aylarca ya da belki de yıllarca bunun doğru çıkacağı umudunu koruduğunu gösterdiğini anladı.

Masson, Anna Freud’a bu malzemeleri neden çıkardığını sordu. Anna babasının yaşadığı kuşkuları ortaya sererek, okurun kafasını karıştırmak istemediği cevabını verdi. Masson’a göre bu kuşkular tarihsel önemdeydi. Mektuplar sadece Freud’un hastalarının ona cinsel tacize uğradıkları konusunda doğru söylediklerine değil, aynı zamanda gerçekte travma teorisinin de doğru olduğuna inanmaya devam ettiğini gösteriyordu. Masson, Freud’un hastalarının cinsel tacize uğradıklarına inanmıştı.

Peki, öyleyse Freud neden kendi buluşlarını bir yana atıp başka bir yola girmişti? Masson’a göre, Freud’un erkek çalışma arkadaşları, bu teori ve teorinin içerdiği yaygın cinsel taciz suçlamaları karşısında dehşete düşmüşlerdi. Böylece, onların onayını alına umudu kalmayan Freud çark etmişti. Masson 1984’de yazdığı kitapta, “Freud’un travma hipotezinden cesaretsizlik nedeniyle vazgeçtiğini yavaş yavaş görmeye başladım” diyordu.

Masson, Freud’un Fliess’e mektuplarında Emma Eckstein adlı bir hasta karşısındaki tutumuna ilişkin ek kanıtlar bulmuştu. Eckstein ağrılı ve düzensiz adet görüyordu. Freud, kadına bir burun ameliyatı geçirmesi gerektiğini söyleyen Fliess’ten söz etmişti. Geçmişe dönersek, burnun bedenin temel organı ve Eckstein’nin adet sorunlarının kaynağı olduğuna inanan Fliess’in şarlatan olduğu görülüyor. Fliess’in yarada gazlı bez unutması üzerine ameliyatın başarısız geçmesi işleri daha da kötüleştirmişti. Eckstein ağır bir kanama geçirmiş ve Fliess’in yaptığı ameliyattan uzun süre sonra bile kanamaları devam etmişti.

Freud, ameliyattan sonra Fliess’e yazdığı bir mektupta, Eckstein’dekı sürekli kanamanın psikosomatik olduğunu söylüyordu. Bunun Eckstein’in Freud’a karşı duyduğu bastırılmış cinsel arzunun sonucu olduğunu eklemişti. Bu açıkça saçma bir tanı, Freudcu bastırılmış cinsellik ve aktarma kavramlarının neredeyse bir parodisiydi. Masson için bu tür gülünç bir tanı, Freud’un bir meslektaşına yaranmak için ne kadar ileri gidebileceğini ve bir hastanın semptomlarını gerçek bir travmatik olaydan çok, fantezilere ne kadar çabuk yükleyebildiğini de gördü. Travma teorisiyle benzeşim açıktı. Freud nasıl ki, çocukların cinsel tacizinin yaygın, travma teorisinin ise doğru olduğu gibi hoş olmayan gerçekler konusunda Viyanalı meslektaşlarıyla çelişkiye düşmekten çekindiyse, burun teorisinin yanlışlığı, ameliyatın başarısızlığı gibi acı gerçekler konusunda da Fliess ile çelişkiye düşmekten kaçınmıştı.

Masson’ın kitabı çok büyük bir tartışma başlattı. The New York Times bunu “ruhun Watergate’i” olarak adlandırdı ve kitap çocukların, özellikle Masson’ın kitabı çok büyük bir tartışma başlattı. The New York Times bunu “ruhun Watergate’i” olarak adlandırdı ve kitap çocukların, özellikle de kızların cinsel tacize uğramalarının küçümsendiğine ve öteden beri göz ardı edildiğine inanan birçok feminist ve başkaları tarafından baş tacı edildi. Freud Arşivleri’ndeki işinden kovulan Masson, çocuklarda cinsel tacize karşı hareketin kahramanı haline geldi.

Ne var ki, sadece Ortodoks Freudcuların değil, bilim çevrelerinin yanıtı da genelde olumsuzdu. Freud ve psikanalize sıcak bakmayan birçok kişi bile, Masson’ın tezlerini genelde inandırıcı bulmamıştı Eckstein vakasının, kanıt değil, bir benzetme olduğunu öne sürmüşlerdi. Sadece Freud’un Fliess ile ilişkilerindeki aşırı yumuşak başlılığı, hatta belki korkaklığı, Freud’un başka durumlarda da aynı şekilde hareket etmiş olduğu anlamına gelmiyordu.

Aslında birçok bilim insanı, travma teorisinin terk edilmesinin bir hayli cesaret gerektiren bir eylem olduğuna işaret etmişti; zira travmanın yerine konulan fikir çocukların ana babalarıyla cinsel ilişki kurma fantezileri hiç de Freud’u tıp kurumu karşısında şirin gösterecek bir fikir değildi, oedipus kompleksi, en azından çocuklarda cinsel taciz teorisi kadar radikaldi. Gerçekte daha da radikaldi, çünkü birçok doktor en azından bazı çocukların cinsel tacize uğradığını kabul etse de, hiç kimse Oedipus’u antik Yunan mitolojisinden başka bir şey olarak düşünebilmiş değildi.

Sadece bir noktada Masson haklı çıkmıştı. Freud’un yeni yayınlanan Fliess’e mektupları, birçok bilim insanını Freud’un Fliess’e Eylül 1897 tarihini taşıyan mektubunda çark ettikten uzun süre sonra travma teorisini kurtarabilme umudunu sürdürdüğüne inandırmıştı. Masson’dan sonra, Odip kompleksinin travma teorisinin terk edilmesinin doğrudan sonucu olduğunu öne sürmek zorlaşmıştı. Gerçekte, Freud sadece birini yavaş yavaş bırakıp, diğerine sarılmıştı. Ama travma teorisini bırakmasının nedenine gelince, Freud’un hastalarının gerçekte cinsel tacize uğradığından kuşkulanmaya başladığını öne süren geleneksebaçıklama Masson’dan gelen darbelere dayanmıştı.

Eğer sadık Freudcular, Masson belasını başlarından savar savmaz gevşeyebileceklerini sandılarsa, çok yanılmışlardı. Bu kez bilim insanı, filozof ve edebiyat eleştirmenlerinden oluşan bir gruptan gelen yeni ve çok daha etkili bir saldırı eşikteydi. Bunlardan, edebiyat eleştirmeni Frederick Crews’ın en çok tartışma açan kişi olması, kısmen yapıtının ilk kez uzun süredir Freudcuların kalesi gibi görünen New York Review of Books’da yayınlanmış olmasına bağlıydı.

1993 ve 1994’te yayınlanan denemelerde Crews, Freud’un travma teorisini terk etmesiyle ilgili neden yalan söylediği konusunda Masson ile aynı fikirdeydi. Buna rağmen, Freud’un hastalarının cinsel taciz öykülerini korkaklığı yüzünden geri çevirdiğine inanan Masson’ın tersine, Crews Freud’u temelde en başta bu öyküleri yaratmakla suçluyordu. Crews’a göre, Freud kendi travma teorisini kanıtlamaya o kadar hevesliydi ki, hastalarını çocukken cinsel tacize uğradıklarını anımsamaya özendiriyordu. Önce hiçbiri güvenilir olmayan ve doktoru hoşnut etmek isteyen hastalar, kendilerini aslında hiçbir zaman olmayan cinsel taciz öykülerini gerçekmiş gibi anlatmak zorunda hissetmişlerdi.

Kendi tezini kanıtlamak için Crews, Freud’un 1890’lardaki tebliğlerini inceledi. Analizlerden önce, Freud’un hastalarının çocukluklarında cinsel tacize uğramış olabilecekleri konusunda hiçbir fikre sahip olmadıklarını defalarca itiraf ettiğine rastladı. Freud 1896’da, “sadece tedavinin en güçlü zorlayıcı etkisi, onlarda cinsel taciz sahnelerinin yeniden canlandırılmasını sağlayabilir” diye yazmıştı. Crews, bunun Freud’un öyküleri bilinçli olarak uydurduğuna değil, hastalarının onun telkinlerine ne kadar açık olduklarını düşünemeden bunları küçümsediğine yorulabileceğini söylemişti.

Ne var ki, Freud dinlediği çocukluktaki cinsel taciz öykülerinin doğru olmadığını yavaş yavaş anladı. Ya belki, terapinin neden işe yaramadığını anladı ya da belki bazı hastalar öykülerden vazgeçtiler. Ama artık çok geçti; Freud çoktan travma teorisini meslektaşlarına sunmuş ve bulgularının ölümcül derecede kusurlu bir terapi biçiminin sonucu olduğunu itiraf etmek onu çok rahatsız etmişti. Freud kapana kısılmıştı. Eğer taciz öykülerinin doğru olduğunu savunmaya devam etseydi, düş kırıklığı yaşayan bazı hastalan, onu kamuoyu karşısında çelişkiye düşürebilirlerdi. Eğer hastalarının zihinlerine taciz sahneleri telkin ettiğini itiraf etseydi, bu kez de bir terapist olarak gözden düşerdi.

İşte o zaman zeki Freud açmazdan kurtulmanın bir yolunu buldu. Cinsel tacizin hiçbir zaman olmadığını kabul eden ama gene de öyküleri terapistlere değil, hastalara yükleyen bir teori yarattı. Freud öykülerin hastaların bilinçdışı ve bastırılmış arzularının ürünleri olduğunu açıkladı. Crews’a göre, Oedipus kompleksi bu şekilde yaratılmıştı.

Crews’un psikanalizin kökenleriyle ilgili yorumu Masson’ınkinden daha rahatsız ediciydi. Masson’ın korkağı, yerini tam bir şarlatana bırakmıştı. Freud özetle bir sahtekardı. Crews sonuçta hastaların ve başkalarının acı çekmeye devam ettiğini vurgulamıştı.

1980’ler ve 1990’larda “canlandırma [recovered memory] terapileri moda olduğu sırada, Crews’a yönelik ilginin belirgin bir biçimde arttığı görülüyordu. Freudcu bastırılmış cinsel anılar kavramının üzerine atlayan birçok psikolog, yetişkinleri çocukluktaki cinsel tacizi anımsamaya özendiriyor ve bu da çok sayıda tacizci hakkında dava açılmasına neden oluyordu.

Crews’un da aralarında bulunduğu, terapileri eleştirenler, bu taciz vakalarının büyük kısmının olmadığına ve canlandırmanın, Freud’ım hastalarının öyküleri gibi, terapistin telkinlerinin sonucu olduğuna inanıyorlardı.

Freud’u savunanlara göre, bu saldırı hem adil değildi hem de garip bir görünüm sergiliyordu. Bir yandan, en sonunda Freud’u çocukluklarında cinsel tacize uğrayan kurbanları yüz üstü bırakmakla suçlayan Masson’dan kurtulmuşlardı. Daha sonra, hastalan cinsel tacizin gerçekte olmadığını “anımsama”ya özendiren Freud’un fikirlerini suçlayan Crews piyasaya çıkmıştı. Freud hem cinsel tacizcilerin paçayı sıyırmasına yardımcı olmaktan hem de masum insanları cinsel tacizle suçlamaktan nasıl sorumlu olabilirdi? Bazı öfkeli Freudcular iki saldırının birbirini götürmesi gerektiğini söylemişlerdi.

Ne yazık ki, Freudcular için eleştiriler bu kadar kolayca savuşturulamadı. Freud’a karşı çeşitli saldırılar, psikanalizin hem saygınlığını zedeledi hem de işlerini bozdu. Eğer Freud’un psikanalizin kökenleri konusunda doğruyu söylediğine güvenilemezse, hastalar kendi ruhsal sağlıklarını güvenle nasıl onu izleyenlere terk edebilirlerdi ki?

Bununla birlikte, en ateşli eleştirmenleri yadsısa bile, Freud’un konumu tüm zamanların en önemli düşünürlerinden biri olarak sağlam kalmaya devam etti. Eleştirmenleri Freud’un büyük buluşuyla ilgili kendi yorumunun eksik olduğunu kanıtlamayı başarmış, travma teorisini terk edişinin iddia ettiği kadar çabuk ve tam olmadığını vurgulamışlardı. Ama çoğu düşünce tarihçisi Freud’u, Masson ya da Crews’un düşündüğü temelde yorumlama konusunda kararsız davranmıştır. Bazı akademisyenlerin gözünde Freud’un dramatik anlatı uğruna, aşırı basitleştirmeye ve evet, gerçeği çarpıtmaya yönelmiş olması da mümkün.

Ayrıca, Freud’un fikirlerinin kökenlerinden bağımsız olarak, hatta yarattığı olumluluk ve olumsuzluklardan bağımsız olarak, bunların bilim, felsefe, sanat, edebiyat ve özalgılarımız üzerinde etkisinin sürdüğü yadsınamaz. İster hoşlanalım ister hoşlanmayalım, Freud’dan sonra hiç kimse Oedipus hakkında bir şeyler bilmeden Sofokles’i okumamıştır.

Paul Aron

Tarihin Büyük Sırları
Çevirmen: Ali Çakıroğlu
Aykırı Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir