Freud ve Nietzsche’nin görüşleri arasındaki benzerlikler ve farklılıklar – Erol Göka

freud-nietzscheFreud ve Nietzsche “Postmodern durum”da psikanalizin ve psikiyatrinin geleceği için bazı sezgiler
Fransız düşünürü Althusser’in modernliğin yetiştirdiği belli başlı gayri meşru çocuklar olarak gördüğü Marx, Freud ve Nietzsche’nin düşünceleri arasında bazı bağlantılar bulmak, birçok kimse için vazgeçilemez bir heves olmuştur (Althusser vd., 1982: 108-129). Bu üçü arasındaki bağlantı noktalarından bugüne kadar üzerinde en az çalışılanı ve en az bilineni, Freud ve Nietzsche arasında olanıdır.

Birçok düşünür, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanılan zamanda modern denilen dönemin sona ererek yepyeni bir durumun ortaya çıkmasından söz etmektedir. Bu yeni dönemi niteleyen postmodern ve/veya postyapısalcı diye adlandırılan düşüncenin tanımlanmasında ve meşrulaştırımında anti-rasyonalist tutumların ve süreksizlik fikirlerinin peygamberi Nietzsche’nin adı, belirgin biçimde öne çıkmaktadır. (Habermas, 1995:131-152; Göka 1993a:52-54). Freudyen düşünce ise, bir süreden beri ‘nesne ilişkileri kuramı’ ve ‘kendilik psikolojisi’ gibi adlar adlar altında yeni bir açılım yapmaya, değişen dünyada kendisine yeniden saygın ve kullanışlı bir yer açmaya çalışmaktadır. Böyle belirsiz ve kaygan bir dönemde, psikanalizin (giderek psikoterapilerin ve psikiyatrinin) geleceği ile ilgili birtakım sezgisel çıkarımlar da bulunabilmek için Freud ve Nietzsche ilişkileri ve onların düşünceleri arasındaki bağlantı noktaları üzerinde kafa yormak, bize anlamlı gibi görünmektedir.

Teğet geçen yaşamlar
Freud, yapıtlarında Nietzsche’ye bazı göndermeler yapmaktadır. Örneğin ‘Psikanalitik Hareketin Tarihi’nde entellektüel gelişiminin kösteklenmesi tehlikesi nedeniyle, bile bile kendisini Nietzsche’nin yapıtlarını okumaktan mahrum bıraktığını söylemektedir. Yine örneğin 1925 tarihli otobiyografik çalışmasında Freud, Nietzsche’nin “önsezileri ve içgörüleri”nin genellikle kendisinin psikanalizde gösterdiği başarılara paralel olduğunu kabul etmektedir. Bundan dolayı Freud, Nietzsche ile aralarındaki ayrım noktalarını belirginleştirme gereği duymakta; kendi bilimini, çalışmalarını ve nesnelciliğini Nietzsche’nin sanatına, oyununa ve öznelliğine karşıt bir konuma yerleştirmektedir. Freud’un ayrıca, bırakın onun zamanını bugün bile kanıtlanmamış olan, Nietzsche’nin eşcinselliğini ve bir İtalyan genelevinde frengiye yakalanmış olduğunu ileri sürerek, bir biçimde onu zayıflatmaya çalışması da ilginçtir.

Freud ve Nietzsche arasında bunların haricinde yaşam olayları düzeyinde de birtakım bağlantılar bulunduğu bugün bilinmektedir. Örneğin Freud, 1873 ve 1877 yılları arasında Viyana Üniversitesi’nde bulunduğu sıralarda, Schopenhauer, Wagner ve Nietzsche’nin yapıtlarını dikkatle inceleyen Alman Öğrenciler Cemiyeti’nin bir üyesiydi. Freud’un yakın arkadaşı Joseph Paneth, Brentano’nun 1874’de verdiği derslerde Nietzsche’nin felsefesiyle ilgilenmişti. Kaldı ki Freud, 1990 Şubat’ında Fliess’e Nietzsche’den çok yararlandığını itiraf etmişti. Hepsinden önemlisi, Nietzsche ve Freud’un ortak bir dostları vardı: 1882 yılında Nietzsche’nin evlenme teklif ettiği Lou Andreas-Salome, bundan tam otuz yıl sonra 1912’de Freud’la çalışmak üzere Viyana’ya gelmiş ve onunla yakın dost olmuştu (Stauth, Turner, 1995:137-145)

Bütün bunlar, Freud’un Nietzsche’nin yapıtlarından haberdar olduğunu göstermekte, biraz sonra ileri süreceğimiz Freud ve Nietzsche arasındaki düşünsel bağlantıların temelini oluşturmaktadır. Eğer Freud’un düşüncesinin Nietzsche’deki temellerini gösterebilirsek, Freudyen düşüncenin muhtemel Nietzsche’ci yorumları üzerinde daha kolay ve sağlam bir şekilde akıl yürütebilecek; buradan kalkarak “postmodern durum”un psikiyatrisi hakkında bazı sezgilerimizi ortaya atmak için güç bulabileceğiz.

Freud’taki Nietzsche
Freud’un Nietzsche’den temellenen ya da Nietzsche’nin Freud’u öncelediği görüşleri, esasen ahlâk felsefesi (psikolojisi) alanındadır. Bunu ilk görenlerden birisinin hem Nietzsche’nin, hem Freud’un düşüncelerine dayanarak “postmodern durum”a uygun biçimde, her türden teleolojiyi ve insan doğası kuramını reddeden yeni pragmacılığın önde gelen isimlerinden Richard Porty olması da ilginç ve bu ilişkiyi bu denli önemsememizi oldukça açıklayıcı bir olgudur. Ancak Rorty, Freud’un yalnızca Nietzsche tarafından öncelenmediğini, fakat aynı zamanda Freud’un da Nietzsche’nin görüşlerinin ciddiye alınmasına yardımcı olduğu fikrindedir; Rorty’e göre, diğer başkalarının yanısıra Freud ve Nietzsche, insanlığın bundan böyle herhangi bir şeyi kutsal görmemesi ve hiçbir şeye tapınmaması için temel taşları koyan kimselerdir (Rorty, 1989).

Şimdi Freud ve Nietzsche’nin görüşleri arasındaki benzerlik ve farklılık noktalarına biraz daha yakından bakalım.

Freud, Nietzsche’nin kendi düşüncesine olan etkisini sistemli bir biçimde yadsımış olsa bile, her ikisinin kuramlarında da “bastırma” kavramı birincil önemdedir. Nietzsche, modernliğin güçlü içgüdülerin boşalmasını önlediğini; dolayısıyla modern toplumlarda zalimlik, intikam ve hınç duygularının bastırılıp içe çevrildiğini ve duyumsallığın ortadan kaldırıldığını savunmakta, ahlâkın soykütüğünü bu noktada aramaktadır. Ona göre Yunanlılar’ın Dionysos’u tarafından temsil edilen yaşam içdüsünün ve güç istencinin yadsınmasından dolayıdır ki, modernliğin iflah olmaz nihilistik ve nörotik sorunları ortaya çıkmıştır.

“Bastırma”ya bu bakışı nedeniyle Nietzsche, hemen tüm yapıtlarında, yöntem olarak, bastırma sonucu ortaya çıktıklarını düşündüğü ahlâkî değerlerin ve modern kurumların diyalektik bir eleştirisine yönelmiştir. O, bu değerlerin ve kurumların tarihlerini geriye doğru izleyerek, soykütüklerini çıkarmanın peşindedir; böylece bunların tesis edilmelerindeki orijinal amaç ve işlevi göstererek, zaman içinde nasıl çürüyüp parçalanıp gittiklerini (gideceklerini) ortaya koymaya çalışmaktadır.

Nietzsche, bastırma sonucunda ortaya çıkan modern dekadansı aynı zamanda bir hastalık hali olarak görmekte; kendisini modernliğin toplumsal virüsünü anlamaya çalışan bir kültür psikoloğu veya ahlâk fizyoloğu olarak tanımlamaktadır.O, Tanrı’nın öldüğünü söylemektedir ama aynı zamanda Tanrı’nın yerini tutacak başka bir şeye ihtiyaç duyulmayan bir durumdan yanadır. Oysa modern toplumda Tanrı’nın yerini “işçi sınıfı”, “cemaat” gibi yeni ahlâkî önkabuller hemen dolduruvermiştir. Nietzsche’nin istediği, Tanrı ihtiyacının tümüyle ortadan kalktığı, yaşamın olduğu gibi onaylandığı bir dünyadır. Böyle bir dünyayı ise, yaşam içgüdülerini bastırmanın yarattığı öfke ve hınçlarını, yanlış bir ahlâkın yıldızları arasında gizleyen; içgüdüsel yaşamları ile toplumsal talepler arasındaki çatışmayı çözemeyerek nörotik bir yola sapan zayıflar, hastalıklılar asla kuramayacaktır. Bu arzu inkârcıları, çektikleri vicdan azabı ve suçluluk duygusunun sonucunda ancak şimdi yaşanılan modern uygarlığı kurabilirler. Nietzsche, yeni dünyayı kurmanın üst-insanın omuzlarında olduğunu söylemektedir; üst-insanı zayıf ve hastalıklılardan ayırdedebilmek için bu bakışına uygun olarak bir kişilik tipolojisi geliştirmiştir (Göka, 1994:284-88).

Nietzsche’nin bu görüşlerinden birçoğu, Freud’un psikanalitik kuramının temellerini oluşturmaktadır. Örneğin Freud, hem ‘Totem ve Tabu’da hem ‘Bir Yanılsamanın Geleceği’nde Nietzsche’nin yöntemini benimsemiş, varolan inançlar ve kurumlar karşısında eleştirelliği elden bırakmayan bir kültür soykütüğü çıkarmaya çalışmıştır. Çünkü O da Nietzsche gibi modern toplumun yaslandığı gerçek temellerin geçmişin incelenmesi ile bulunacağına inanmakta ve uygarlığın kökenlerinde cinsellik, cinayet, ihanet ve çatışmanın yattığını düşünmektedir. Yine Freud, ‘Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’nda uygarlığın bedeli sorununa eğilmiş, Nietzsche’nin iktidar istenci nosyonu, O’nda yaşam ve yoketme içgüdüleri arasındaki çatışma biçimine dönüşmüştür. Her ikisinin de Helenizm konusunda çok bilgili oluşları, yakınlaşmalarını kolaylaştırıcı bir etmendir.

Bunlardan ayrı olarak Freud’un dine ve sanata bakışı da, büyük ölçüde Nietzsche’nin bakışının aynısıdır. O da Nietzsche gibi dini ve sanatı, genel olarak tutkulardan fergat etmenin, yaşamın yadsınmasının bir biçimi olarak görmektedir.

Yolların ayrıldığı nokta
Elbette Freud ve Nietzsche arasında benzerlikler olduğu kadar birçok farklılıklar da vardır. Bize göre, bu farklılıkları asıl olarak tek bir başlangıç noktasına indirgemek mümkündür: Nietzsche, yaşam dışında hiçbir gerçeklik tanımamakta; Tanrı’nın ölümünün yol açtığı boşluğu, bilim dahil hiçbir inancın doldurmasına izin verilmemesinin gerekliliğini savunmaktadır. Nietzsche için yaşam dışındaki tüm bu gerçeklik iddialarının nedeni, dilin metaforik niteliğinin anlaşılamamasından kaynaklanmaktadır. Onun dil kuramı uyarınca, bilimin iddialarını sorgulamaksızın kabul etmek, yeni bir dini benimsemekle eşdeğerdir; din gibi bilim de kültürün bir yüceltiminden ibarettir. Bu nedenle birçok kimse gibi Freud’un da modern gerçeklik karşısında tek hakikat diye bilimsel söyleme tutunması, bir yanılsamadır. Ama Nietzsche, sanılanın aksine bir bilim düşmanı değildir; onun karşı olduğu bilimsel söylemin mutlak hakikat olarak kabul edilmesi ve bilimcinin bilim uğruna yaşamı görmezden gelen tutumudur. Nietzsche, “yaşamın küçük şeyleri öğretisi”ne dayalı “şen bilim”i savunmaktadır. Ona göre, modern yanılsamalardan insanı kurtaracak olan, bilim değil; gerçekliği yadsımadan ve bastırmadan insanın yaratıcılığını ve yaşamla birlikteliğini yeniden yaşantılayabilmesine imkan sağlayan sanattır. Daha açık bir ifadeyle O’nun modernliğin nihilistik krizine önerdiği çözüm, trajik müzik yoluyla Helenik değerlerin yeniden canlandırılmasını amaçlayan estetik bir çözümdür.

Hemen görülecektir ki, dile ve hakikate bakıştaki bu temel ayrım noktası nedeniyle, Freud, Nietzsche’nin tezlerinden psikanaliz için temel olabilecekleri seçmiş, fakat onları nihaî içerimlerine kadar götürmeyerek, zamanına göre radikal sayılabilecek çıkışını muhafazakâr bir çizgide sonlandırmıştır. (Biz bu fikirde olsak bile Rorty (1989) ve Rieff (1961:36) gibi bunun tam tersini savunanlar da vardır. Onlara göre Freud, ahlâkı kutsaldan arındırma konusunda çok daha faydalı girişimler de bulunmuştur. Çünkü Nietzsche, insanlığın büyük çoğunluğunu, zayıf ve hastalıklıları adeta ölen hayvanlar derekesine indirirken, Freud, herkese yaratıcı bir bilinçdışı vererek dehayı demokratikleştirmiştir.) Yani Freud, bir yandan içgüdülere Nietzsche’ci bakışıyla radikal bir kalkış noktasına sahiptir ama bir yandan da insan doğasının değişmezliğini savunan muhafazakâr bir felsefî antropolojide karar kılmıştır. Bu da onun düşüncesini çelişkili ve belirsiz hale getirmektedir. Örneğin o, cinsel içgüdüyü hem toplumsal ilişkileri tahrip eden bir fenomen olarak görmekte, hem de enerji ve canlılığın kaynağı olarak değerlendirmektedir (Breger, 1981:79). Yine örneğin onun bu çelişkili ve belirsiz düşünce yapısı, bilime pozitivistik terapiye yorumbilgisel bakışında kendini göstermekte; bilgiye ve bilime katkısının ne olduğuyla ilgili olarak yıllardan beri bitmek bilmeyen tartışmalara kaynaklık etmektedir (Göka, 1993b:22-23).

Nietzsche’nin haklı çıktığı “postmodern durum”da psikanalizin geleceği
Bir süreden beri düşünürler, modern projenin sonunun gelip gelmediğini, Marx’a karşı Nietzsche’nin haklı çıkıp çıkmadığını tartışıyorlar. Bu tartışmada şimdilik modern projenin sona erdiğini, insanlığın yepyeni bir döneme girdiğini, Nietzsche’nin haklı çıktığını öne süren, kendilerine postyapısalcı ve/veya postmodern denilen düşünürler, oldukça öne geçmiş gibi görünüyorlar. Dilin metaforik niteliğinin anlaşılması yüzünden artık hiçbir söylemin mutlak ve kesin hakikat iddiasında bulunamayacağını, dolayısıyla büyük anlatılar devrinin kapandığını; düzanlamı esas alan bilimsel söylem kadar yananlamlara dayalı anlatısal söylemlerin de önemli olduğunu savunan ve üstelik bilim felsefesinden de güçlü bir destek alan bu düşünürlerin yapıtlarında, Nietzsche’nin ruhu adeta yeniden yaşama kavuşuyor; Amerika ve Avrupa’da artık komünizmin değil, postmodernliğin heyûlası dolaşıyor. İmgesel olan simgesel olana, içgüdüsel ve bedensel olan hakikate ve akla karşı zafere yürüyor; Lyotard’ın (1990) “postmodern durum”u saptamadan çok önce, Anti-Ödip (Deleuze-Guattari, 1984) yazarlarıyla birlikte, iki alternatif arzu ekonomisinden egoya ilişkin olan, ikincil sürecin birincil sürece saldırdığı söylemsel’e (discoursive) karşı yanında tavır aldığı betisel (figural) arzu ekonomisinin (Lyotard, 1971) patlayıp püsküreceği yepyeni bir duyarlık, kültür ve siyaset günleri yaşanıyor.

Bütün bunlar olup biterken elbette psikanaliz de yerinde saymıyor. Zaten çelişkili ve belirsiz doğası nedeniyle daha başlangıçtan itibaren oldukça doğurgan bir nitelik sergileyen Freud düşüncesi, yeni verimlere hazırlanıyor.

Bir yandan Nietzsche ile birlikte Aydınlanma’nın rasyonalizmini büyük bir zaafa uğratan ve postmodern düşünceye yataklık eden, arzuya dayalı bir eleştirelliği bağrında taşıyan ama bir yandan da insanın ve toplumun değişmezliğini; özgürleşimi değil de muhafazakârlığı bayraklaştıran Freudyen düşüncede bugüne kadar ortaya çıkan oğulların çok büyük çoğunluğu, tıpkı Freud gibi muhafazakârlıktan yana tavır aldı. Olanca üretkenliğine rağmen psikanalitik yaklaşım, psikiyatri ve psikoloji üzerinde otuz yıl kadar süren kısa bir egemenlik döneminin ardından parçalanmaya ve gerilemeye yüz tuttu. Günümüzde bu gerileme ivmesi düşmekle birlikte halen devam etmektedir; psikanalitik yaklaşım kendisini, yeniden toparlanma hatları diyebileceğimiz ‘kendilik psikolojisi’ ve ‘nesne ilişkileri kuramı’ ile savunmaya çalışmaktadır.

Pozitivist ve görgülcü bilim anlayışının entellektüel cephanesi tükendikçe, psikiyatri ve psikolojide bugün egemen paradigma durumunda bulunan biyolojik ve davranışçı yaklaşımların da bir gerileme içersine gireceklerini; diğer tüm psikoterapilerin ve köklü bir tarihsel mirasa sahip bulunan yorumsal psikodinamik bakışın yeniden güç kazanacaklarını kestirmek zor değildir. Ancak bizim özellikle üzerinde durmak istediğimiz konu, psikanalizin yeniden toparlanma hatları olan ‘kendilik psikolojisi’ ve ‘nesne ilişkileri kuramı’nın, içinde yaşadığımız “postmodern durum”un aklın evrenselliğini reddeden, dil oyunlarını önemseyen, tek ve bütünü kapsayan bir doğru ve hakikat anlayışı yerine performansı ve geçerliliğin yerel niteliğini savunan; önkabullerin yerine fenomenolojik olanın, kesinliğe karşı yanılabilirliğin, sabit olana karşı tarihsel ve kültürel değişkenliğin, birliğe karşı heterojenliğin, şartsız olana karşı her türlü nihaî temelin reddinin yanında yer tutan (Göka vd., 1995:178) zihniyetiyle asla uyuşum içersinde olmadığıdır.

Buna göre eğer postmodern düşünürlerin öngörülerinin ve çizdikleri toplumsal haritanın hiç değilse belli ölçülerde geçerlilikleri varsa, artık yavaş yavaş Freud’un düşüncesinin Nietzsche’den kaynaklanan özgürleşimci mirasına kulak verileceğini; bu mirası modernliğin par excellence filozofu Hegel’in ilişki ve bütünlük anlayışı çerçevesinde yadsıyan bugünkü psikodinamik yaklaşımların uzun ömürlü olamayacaklarını söyleyebiliriz. Yine aynı şekilde, postmodern düşünürlerin çizdikleri toplumsal haritanın hiç değilse belli ölçülerde gerçekliğe uygun düşme ihtimali varsa eğer, Freud’un Nietzsche’ci yorumlarının (bir dereceye kadar Lacan ve özellikle onun eleştirmenleri, Anti-Ödip yazarları Deleuze ve Guattari; Foucault ve Derrida’nın postyapısalcı görüşlerini psikoterapi alanına aktarmak isteyen yeni girişimler, Lacan ve Heidegger arasında dil kuramı yoluyla bağlantı kurmak isteyen yeni yaklaşımlar vs.) önümüzdeki dönemde daha öne çıkarak popülerleşeceklerini söylemek imkân dahilindedir. Ama unutulmamalıdır ki, “postmodern durum”da performans her şeyden önce gelmektedir ve öne çıkan bu Freud’un Nietzsche’ci yorumları, belirgin bir tedavi başarısı kazanamazlarsa, yeni özgürleşimci psikanaliz bu kez postmodern sosyetenin “vakit öldürme aracı” olarak kalakalacaktır.

“Postmodern durum”un psikiyatrisi
Nietzsche’nin yolunu izleyen postmodern düşünürlerin çizdikleri toplumsal haritanın belli ölçülerde bile geçerliliği varsa eğer, günümüzün postmodern denilen kültürel iklimi ya da zihin durumu yalnızca psikanalizi değil, psikiyatrinin tamamını da etkilemesi kaçınılmazdır. Bu etkilerin büyük ihtimalle şu alanlarda ortaya çıkacağını söylemek, postmodern düşüncenin ışığında pek kehanet sayılmasa gerektir:

1. Anlatısal bilginin en azından bilimsel bilgi kadar önem kazanması ve yorumbilgisinin günümüz kültürünün ortak dili haline gelmeye başlaması (Vattimo, 1993:172-181), bir anlamda artık psikiyatrinin de artık pozitif bir bilimmiş gibi davranamayacağını ve eninde sonunda beşerî bir bilim olduğunun kabul edileceğini düşündürmektedir.

2. Psikiyatriyi beşerî bir bilim olarak düşünmeye başlamak, aynı zamanda bugün psikiyatride egemen paradigma olan biyolojik psikiyatrinin egemenliğinin parçalanacağına ve çok paradigmalı yeni bir döneme girileceğine işaret etmektedir.

3. Yerel geçerliliklerin ve küçük anlatıların öneminin artması, Batı-dışı kültürlerin “öteki” olarak damgalanmasına karşı eleştirel bir tutumun benimsenmesi (Mutman ve Yeğenoğlu, 1992:43-57) kross-kültürel psikiyatrinin önem kazanacağını göstermektedir.

4. “Postmodern durum”un en önemli niteleyicilerinden birisi de üniversitelerin öneminin azalacağına ilişkin olanıdır (Lyotard, 1990). Üniversitelerin önemi, psikiyatrik bilgi üretiminde de azalacak, psikiyatrik bilgi, merkezsiz, parçalı bir görünüm kazanacaktır.

5. Büyük anlatıların ortadan kalkıyor olması, psikiyatride ortak bir terminoloji için girişilen DSM ve ICD* gibi sınıflandırma girişimlerini gözden düşürecek, oydaşım genel sınıflamalarda değil de, farklı sınıflandırmalara hoşgörü göstermede aranmaya başlanacaktır. Hatta böyle bir sürecin sonunda metinden vakaya doğru bir kayış olabilir; “hastalık yok hasta vardır” geleneksel düsturu, modern tıp tarihinde ilk kez gerçekten yeniden düstur olarak benimsenebilir.

6. Modernliğin psikiyatri için temel niteleyicisi olan psikiyatrizasyon, “postmodern durum”da da artarak sürecektir. Nasıl postmodernliği geç kapitalizmin kültürel mantığıyla izaha çalışan kimi düşünürler, postmodernliğin kapitalizmin en saf biçimine karşılık geldiğini, zira şimdiye kadar metalaştıramadığı doğaya ve bilinçdışına sızarak buraları da sömürgeleştirdiğini ileri sürüyorlarsa (Sarup, 1995:215), aynı şekilde psikiyatri de yepyeni işlevsellikler kazanarak hiç beklenmedik platformlarda uygulama alanına sahip olacaktır (Türkçapar ve Göka).

7. “Postmodern durum”un niteleyici özelliklerinden biri de enformasyon teknolojilerinin gelişimine paralel olarak ev içi yaşamın önem kazanmaya başlamasıdır. Bu durumun sonucu olarak, büyük ihtimalle önümüzdeki günlerde, psikiyatride klinikten evde bakıma doğru bir önem kayması olacak; bizzat evde ve yaşama yerinde tedavi ve bakım ve hatta evde psikoterapi gibi yeni toplum psikiyatrisi anlayışları gelişecektir.

KAYNAKÇA
Althusser, L. (1982) Felsefe Yazıları(1. Kitap), çev. Selahattin Hilav. İstanbul: Yazko.
Breger, L. (1981) Freud’s Unfinished Journey. Conventional and Critical Perspectives in Psychoanalytic Theory.Londra: Routledge and Kegan Paul.
Deleuze, G., Guattari F. (1984) Capitalism and Schizophrenia. Londra: The Athlone Press. (Türkçesi: Kapitalizm ve Şizofreni,çev. Ali Akay, İstanbul 1990-1993 (iki cilt): Bağlam.
Göka, Erol (1993a) “Küller arasındaki ruh”, Birikim49. ——— (1993b) “Freud’un insanla ilgili bilgiye ve bilime katkısı”, Türkiye Günlüğü24. ——— (1994) “Dehanın sınırlarında bir gezgin: Nietzsche”, Psikiyatri Psikoloji Psikofarmakoloji Dergisi2/3.
Göka, Erol, Topçuoğlu, A., Aktay, Y. (1995) Önce Söz Vardı.Ankara: Vadi. Habermas, J. (1995) “Postmoderniteye giriş: Bir dönüm noktası olarak Nietzsche”, Modernite versus Postmoderniteiçinde (der. Mehmet Küçük). Ankara: Vadi. Lyotard, J.F. (1971) Discourse, Figure. Paris: Klincksieck. (Aktaran: Sarup, M. Postyapısalcılık ve Postmodernizm,çev. A.B. Güçlü, Ankara 1995: Ark).
Lyotard, J.F. (1990) Postmodern Durum, çev. Ahmet Çiğdem. Ankara: Ara. Mutman, M., Yeğenoğlu, M. (1992) “Bilimlerde ve toplumda postmodernizm”, Birikim33.
Rieff, P. (1961) Freud: The Mind of the Moralist.New York: Row. Rorty, R. (1989) Irony and Solidarity. Londra: Cambridge University Press. (Türkçesi: Olumsallık, İroni ve Dayanışma,çev. Mehmet Küçük – Alev Türker. İstanbul 1995: Ayrıntı)
Sarup, M. (1995) Postyapısalcılık ve Postmodernizm, çev. A.B. Güçlü, Ankara: Ark. Stauth, G., Turner B.S. (1995) Nietzsche’nin Dansı,çev. Mehmet Küçük. Ankara: Ark. Türkçapar, H., Göka, E. “Psikiyatrinin işlevi”. 2. Sosyal Psikiyatri Sempozyumu’na sunulan bildiri.
Vattimo, G. (1993) “Ortak dil olarak yorumbilgisi”. Modernite versus Postmodernite içinde, der. Mehmet Küçük, Ankara: Vadi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir