Genler, canlıların karakteristik özelliklerinin bulunduğu dölden döle aktarılan kalıtım birimleridir. Sonradan kazanılan özellikler dölden döle aktarılamaz. Ayrıca genler çevreden etkilenirler ve kendilerini tam olarak ifade edemeyebilirler. İnsanda ise çevrenin dışında birde kültürün etkisiyle evrim farklı bir yola geçmiştir. İnsanın aletlere olan bağımlılığı, aletlerin gelişmişlik düzeyi zekasının gelişmesi üzerinde müthiş bir rol oynamıştır. Ayrıca özel mülkiyetin ortaya çıkması ve insanların sınıflara bölünmesi sonucu egemen sınıfların kendilerini haklı çıkarmak için(kapitalist toplumda) bencilliğin, inancın, ırkçılığın genetik olduğu gibi bilimdışı açıklamalar yapmışlardır. Bunların hiç biri doğru değildir. Çünkü genler tıpkı bir satranç tahtasının üzerindeki taşlar gibidir, belli görevleri vardır(anatomik-morfolojik-fizyolojik). Tahtadaki hamleler ise çevrenin etkisine ve toplumun yapısına göre verilen cevaplardır. Yani genler kaderimiz değildir ve her özellikte genetik değildir.
Çevre mi gen mi?
Çevre mi gen mi sorusunu iki örnek ile cevaplarsak yeterince açıklayıcı olacağını sanıyorum.
Birçok kişinin lisede biyoloji dersinden tanıdığı Himalaya tavşanı farklı sıcaklıklarda Fenotipinde farklı cevaplar verir. Örneğin 25C?de ayaklar, kulaklar ve siyahtır diğer kısımlar ise beyazdır. Eğer 30C ve üzerinde gelişirse siyah olan bütün yerler beyazlaşır. Aynı genlere sahip olmasına rağmen çevrenin etkisiyle genlerin tepkileri farklı olabiliyor.
Çuhaçiçekleri oda sıcaklığında yetiştirildiğinde kırmızı renklidir. Ama 30C?nin üzerinde yetiştirildiğinde beyazlaşır. Buradaki örnekler sıcaklıkla ilgiliydi ama beslenme, ışık vb. birçok etkeninde genler üzerinde etkisi vardır.
İnsan ve kültür
İnsan bütün dış etkenler dışında bir de kültürün etkisi altındadır. Bu durum insan zekasının diğer canlılardan neden bu kadar farklı olduğunu açıklar. kültürel birikimin diğer nesillere aktarılması zaman içinde müthiş bir fark yaratmıştır.
Friedrich Engels ?Doğanın Diyalektiği? adlı kitabının maymundan insana geçişte emeğin rolü kısmında insanı, insan yapan şeyin emek olduğunu söyler.
?Tırmanma, ellere ve ayaklara farklı işlevler kazandırmaktadır ve yaşam tarzları yerde hareket etmelerini gerektirdiğinde, bu maymunlar yürürken ellerini kullanma alışkanlığını yavaş yavaş bırakmaya dik biçimde bir yürüyüş kazanmaya başladılar. Böylece, maymundan insana geçişte kesin adım atılmış oldu.?
İnsanın evrim süreci emeğin sonucudur. Yalnız emek nesil ile yok olsaydı bugünkü modern toplum olamazdı. Emeğin diğer nesillere aktarılması yani kültür bu sürecin nasıl olduğunu açıklar.
Australopithecus aferensis iki ayak üzerinde yürüyebilen kuyruksuz büyük maymundur. Beyin kapasitesi 400-550 ml arasındadır. Denilebilir ki ilk alet yapımı ve dil öğrenme bu süreçte ortaya çıkmıştır. İlk kültürel uyarlanma burada olur.
Homo habilis beyin kapasitesi(yaklaşık 800) olarak biraz daha gelişmiştir. Aletleri daha bilinçli kullanır ve geliştirir.
Homo erectus?a geldiğimizde beyin kapasitesi(yaklaşık 1000) daha büyür. Karmaşık alet üretmeye başlarlar. Büyük hayvanlara karşı işbirliği içinde avlanırlar. Bu durum dilin bir avantaj olduğunu gösterir. Yine mağaralarda yaşayan ve ateşi kullananlar bunlardır.
Homo sapiens gelişmiş bir beyne(yaklaşık 1300) sahiptir. Soyut düşünebilme ve konuşma kabiliyeti vardır. Aletleri çok daha iyi kullanır ve geliştirir.
Paleolitik dönem üçe ayrılır ve her dönem insanın evrimiyle ilişkilidir. Alt paleolitik dönem homo erectus ile orta paleolitik batı Avrupa ve orta doğunun neandertalleri dahil arkaik homo sapiens ile ve üst paleolitik dönem homo sapiens ile ilişkilidir.
Burada önemli olan insanın aletleri geliştirmesi sonucu beyninin gelişmesi ve beynin gelişmesinin aletleri geliştirmesidir. Bu birikimin kültürel olarak aktarılmasıyla birlikte neden insanların diğer canlılardan bu kadar zeki olduğu anlaşılır.
?İkinci dünya savaşına kadar biyologlar, özellikle genetikçiler bireyler arasındaki toplumsal, psikolojik ve anlama yetisine dair farkları şekillendiren nedensel etkiyi genlere atfeden biyolojik deterministlerdi. O zaman Nasyonel sosyalistlerin ellerinde ırk ve karakter teorilerinin ne hale geldiği herkes tarafından bilindiği için, biyolojik determinizme karşı genel bir tepki vardı. Ve determinizm yerini toplumsal gerçeklerin yaygın bir çevresel izahına bırakıyordu.?(Richard lewontin, üçlü sarmal syf:17)
Kapitalist-Emperyalizm biyolojik deterministleri öne çıkararak toplumda yapay bölünmelere yol açar. Birçok üniversitede bu zihniyete ait anketler yapılarak emperyalizm aklanmaya çalışılıyor. Örneğin bazı anketlerde beyaz ırk?ın siyah ırk?tan üstün olduğu ya da Amerikalıların diğer uluslardan zeki olduğu çıkıyor.
Bencillik ve inanç genleri de bu ideolojik propagandanın ürünüdür. İnsanlara özgür ve eşit bir yaşam mümkün mü? Sorusunu yönelttiğimizde verilen cevap insanın genlerinde bencilliğin olduğu olacaktır. Bencilliğin özel mülkiyetin ürünü olduğu ve kapitalist emperyalizm döneminde en uç noktaya çıktığı anlatıl(a)madığı için böyle bir cevapla karşılaşıyoruz. Dinin kurumlaşması sınıfların ortaya çıkmasıyla başlar. Egemen sınıfın sömürüsünü emekçi sınıfa kabul ettirmek için kullanılır. Beş yüz bin yıl önce inanç diye bir şey yoktu. İnanç son on bin yıllarda ortaya çıkmıştır. Tek tanrılı dinler ise özel mülkiyetin ortaya çıkmasına denk düşer.
Fransız devriminde ortaya çıkan milliyetçilik akımının amacı feodal imparatorlukları parçalamak ve kapitalizmin inşasıdır. Milliyetçilik sadece serbest rekabeti örtmek için kullanılan bir kılıftır. Milliyetçiliğin ürünü olan ırkçılıkta kapitalizmin en vahşi uygulamasıdır. Burjuvazi zor duruma düştüğünde hiç çekinmeden buna başvurur. Nazizm, 1929 buhranının ürünüdür.
Biyolojik olarak ırk diye bir şey yoktur. Farklı kültürlere ait topluluklar vardır. Bu da bir topluluğu diğerinden üstün yapmaz.
Genler kaderimiz değil!
Okan Yolcu
Yararlanılan Kaynaklar
Doğanın diyalektiği, F. Engels
Antropoloji İnsan çeşitliliğine bir bakış / Conrad Phillip Kottak
Üçlü sarmal / R. lewontin