George Thomson: Yeniden yaratı­lacak şiir nasıl olmalı?

George ThomsonGELECEK
Kapitalist düzende ozanın toplum içindeki yeri değişmişti. Shakespeare Leicester kontuna bağlıydı. Ailesi ve dünya görüşüyle burjuva olsa bile, toplumdaki yeri bakımından derebeylik düzenine uyuyordu. Oysa Milton, Cromwell zamanındaki İngiliz cumhuriyetinde yıllarca görevli olarak çalışmış, Cromwell’e dış işleri bakanlığı etmişti. Toplum içindeki yerine göre de burjuvaydı.

Ama siyasal görüşüyle şiiri arasında yakın bir bağ vardı. Politika, şiir, din tek ve bölünmez bir bütündü onun için. Kırallığın yeniden kurulmasıyla sanatçıların korunması konusunda yarı-derebeylik koşullarına belli ölçüde bir dönüş oldu. Toprak sahibi soyluların koruduğu Pope ve Gay gibi ozanların şiirlerini bastırmaları için kendilerine para yardımı yapıldığı gibi ayrıca bu sınıfın insanları tarafından sekreter olarak kullanıldıkları da görüldü. Ama Endüstri Devriminin gelmesiyle derebeylik kalıntısı ne varsa, silinip süpürüldü. Şiir bir «meta», şair ise açık pazar için çalışan ve ürünlerine karşı isteğin gittikçe azaldığı bir üretici oldu.

Son elli yıl içinde kapitalizm ilerici bir güç, burjuva sınıfı ise ilerici bir sınıf olmaktan çıktı; bu yüzden de burjuva kültürü, bu arada şiir, canlılığını yitirmeye başladı. Yönetici sınıfın eseri değildir çağımızın şiiri — büyük iş çevrelerinden şiire aldırdığı görülmüş müdür hiç? — şiirle, toplumun dışına itilmiş sayıca önemli olmayan bir takım orta tabaka aydınları uğraşır ki, bunlar da egemen sınıfların kendilerini hor görmelerine rağmen tekelci kapitalizmin çelik çemberini yarabilecek tek güç olan emekçi halk yığınlarıyla el ele vermekten çekinirler. îşte burjuva şiiri toplumsal değişim için gerekli olan köklü güçlerle ilintisini bu yüzden yitirmiştir. Özü kısırlaşmış, etki alanı daralmıştır. Bir halkın, hattâ bir sınıfın sesi olmaktan çıkmış, dar bir arkadaş çevresinin uğraşı olmuş­tur şiir. Burjuva ozanı sanatına yeni bir yön vermeyi başaramazsa çok geçmeden şiirlerini okuyabileceği kendinden başka kimse kalmayacaktır çevresinde. Shakespeare’in başeserleri toplu bir kalabalık önünde yüksek sesle okunmak ve oynanmak, sözlerin büyüsüyle binlerce yüreğin tellerini titretmek için yazılmıştı. Şiir artık bu gücünü yitirmiş, Shakespeare bile insanlara çekici gelmemeye başlamıştır. Shakespeare’in sonelerinde, Keats’in övgü şiirlerinde salt edebî biçim bakımından elde edilen başarıyı unutuyor değilim. Ne var ki, bütün şiir, başlangıcında ozanın ve halkın katıldığı toplumsal bir eylemdir. Bizim şiirimiz öylesine bireyselleşmiştir ki, kendini besleyen kaynakla bağını koparmış, kökünden kurmaya başlamıştır.

Homeros sınıflı toplumun başlangıcına yakın bir
zamanda yaşamıştı. Bizse sınıflı toplumun sonuna yakın
bir zamanda yaşıyoruz. Homeros’un zamanında şiir tam
olgunluğuna varmamış bile olsa, halk arasında tutkuyla
benimsenen bir sanattı. Yunanistan’da daha sonraki yıllarda
ve Elizabeth çağı îngilteresinde, halkın ilgisini bü­yük ölçüde
koruyarak tam olgunluğa eriştiğini görüyoruz.

Elizabeth çağı şiirinin esin kaynağı yepyeni ve göz kamaştırıcı
bir geleceğin kapılarını açan burjuva devriminin ilk başarılarıydı.
Bu şiir, burjuva devriminin bu ülkede
tamamlandığı on sekizinci yüzyıl sonunda, daha sı­nırlı
bir ölçüde de olsa, yeni bir canlılık kazandı. Ama
bu ulu ağacın dalları soğuktan titriyor bugün. Burjuva
biçimleri artık «klâsik» kalıplara dönüştü. Yavanlaşan
bu kalıpları bir yana itti genç ozanlarımız. Ama yeni kalıplar
için de ne yana döneceklerini bilemiyorlar. Bu
ozanlar esin gücüne yeniden kavuşmak istiyorlarsa, esin
kaynaklarını halkta aram ak zorundadırlar.

İrlanda’da burjuva devrimi ancak bizim kuşağımızın
zamanında gerçekleştiği için, İrlandalı ozanların toplum
içinde kapitalizm öncesi yerlerini ve halkın ilgisini yitirmelerini
derinden duymaları doğaldır. Ozanların köylüler
arasında saygıyla ve konukseverlikle karşılanmaları
İrlanda’da hâlâ yaşayan bir gelenektir. Ne var ki,
İrlanda köylüleri artık tükenmekte olan bir sınıftır. Her
yıl göç yoluyla en değerli gençler dış ülkelere akıp gitmektedir.
Bu arada köy kültürü de ölmektedir. Babayiğit
adlı oyununun önsözünü yazarken Synge bunun bilincine
varmıştı:

«Her türlü sanat bir iş birliğidir; şu da su götürmez
bir gerçek ki, edebiyatın m utlu çağlarında göz alıcı,
gü­zel sözler masalcı ya da oyun yazarı için zamanındaki
sırmalı kaftanlar, giysiler kadar kolayca kullanılabilecek
şeylerdi… Bunun önemli bir nokta olduğunu sanı­yorum,
çünkü halkın düş gücünün ve kullandığı dilin
zengin ve canlı olduğu bir yerde, yazarın da zengin bir
dil kullanma ve her türlü şiirin kökü olan gerçekliği eksiksiz
ve doğal bir biçimde* verme olanakları vardır…
Başarılı bir oyunda konuşmalar yemişler gibi belirli bir
tat vermeli, ama dillerini şiire kapamış insanlar arasında
yaşayan herhangi bir kimse de yazamaz böylesi konuşmaları.
İrlanda’da daha bir kaç yıl için, halkın ateş­li, görkemli ve
ince bir hayal gücü olacak; öyle ki, aramızdan
yazmak isteyenler, toplu yaşama düzeninin unutulduğu,
hasat zamanının yalnızca bir anı, samanın tuğ­la olduğu
yerlerdeki yazarların yoksun kaldığı bir takım
olanaklarla yola çıkabilecek.»

Yeats de varmıştı bunun bilincine:
Artık bir daha dönmese de o büyük türkü,
Diri bir sevinç yaşıyor söylediklerimizde:
Kıyıda sürtüşen çakıl gürültüsü
Çekilen dalgaların ardında.

Ama ilkyazın yeniden döneceğine inanıyordu Yeats.
Bu inancını Galway At Yarışlarında adlı küçük bir şiirinde
belirtmişti. Köy ağalarını, yol boyundaki gezici tiyatro
gösterilerini, kalaycıları, ak yelekli erkeklerle al
etekli köylü kadınlarını Galway Yarışlarında dolaşırken,
ya da bir sokak türkücüsünü dinlerken görür gibi oluyorum.
Günümüzden çok Orta Çağları hatırlatan bir şenlik.

İşte Yeats’in şiiri
Orada, atların yarıştığı çayırda.
Aramızda birlik yaratıyor duyduğumuz sevinç.
Atlılar dörtnala atlarının üstünde,
Yüreği ağızlarında arkadan bakanların:
Bizim de seyircilerimiz vardı eskiden,
Dinleyen, işimizde bizi yüreklendiren;
Yoldaşlık ederdik binicilerle
Yeryüzü tüccarın, kalem efendisinin
Kesik soluklarıyla buğulanmadan.
Sürdürün türkünüzü: bir yerde doğarken
yeni bir ay,
Göreceğiz uyumanın ölmek olmadığını,
Duyarak yeryüzünün yeni bir hava tutturduğunu Yeryüzü
hep delikanlı çünkü —
Sonra bağıranlar çıkacak yarışlardaki gibi,
Ve insanlar olacak bizi yüreklendiren
Atını sürüp gidenlerden.

Bu düş gerçekleşecek mi? Yıllarca bu soruna bir çı­kar
yol bulmak için uğraştım. O yıllarda Gaelic dili konuşan
İrlanda köylülerinin kültürlerini korumaya çalı­şıyordum.
Bunda başarılı olamadım. Bir toplum un ekonomik
düzeyi yükseltilmeden kültür düzeyinin de yükseltilemeyeceğini
düşünememiştim; üstelik, eninde sonunda
Gaelic dili konuşan üç yüz bin İrlanda köylüsü
üzerinde dururken, yeryüzünün başka yerlerinde olup
bitenleri de görmez olmuştum.

Bu denemede ilkel şiire örnek vermek için zaman
zaman Orta Asya’da yaşayan insanlara değindiğim oldu.
Düşüncelerini buraya aktardığım bilginlerin hepsi, bu ilkel
insanların İrlandalı köylüler gibi yoksulluk ve ilgisizlik
yüzünden yavaş yavaş yok olmakta oldukları Çarlık
döneminin bilginleriydi. 1917’den sonra bu insanların
nelerle karşılaştıklarına bir göz atalım.

1913’te Rus İmparatorluğunda yaşayan insanların
yüzde yetmiş sekizi okuma yazma bilmiyordu. 1936
yı­lında bu oran yüzde sekize düştü. Nüfusu 150 milyonu
aşan bir ülkede okuma-yazma sorunu otuz yıl içinde
nerdeyse kökünden yok edilmişti. Tarihte daha önce
benzeri olmayan bir başarıdır bu. Öyle ki, Orta Asya’nın
ilkel insanları ekonomik, toplumsal ve kültürel bakımlardan
ilkel olmaktan çıkmışlardı. Altı milyonluk Kazakistan
Cumhuriyetini ele alalım. 1917’den önce halkın
yalnız yüzde altısı şehirlerde oturuyordu; bugün şehirlerde
yaşayan insan sayısı nüfusun yüzde yirmi sekizini
tutuyor. Ya da onun yam başındaki bir buçuk milyonluk
Kırgız Cumhuriyetini ele alalım. 1917’den önce buranın
başkenti Frunze dağınık bir köydü. Bugün içinde yüz
bin insanın yaşadığı, elektrik santralı, traktör onarma
atölyesi, et konserve kombinası, çeşitli hafif endüstrileri,
hastaneleri, tiyatroları, üniversitesi olan derli toplu
bir şehirdir Frunze.

Bu insanlar ilkel olmaktan çıkmış, endüstrileşmişlerdir artık.
Endüstri Devrimi sırasında İngiliz köylülerinin
başına gelen de buydu, yalnız bunun sonucunda
kültürleri de yok olup gitmişti. Bugün aynı şey İrlanda
köylülerinin de başına gelmektedir. Peki, Kazakların,
Kırgızların ve Sovyet Asya’da yaşayan öbür insanların
kültürleri ne durum dadır? Yok olmak şöyle dursun, bu
insanların kültürleri eskisinden daha zengin, daha canlı
bir hayata kavuşmaktadır. Sınırsız olanakları var bu kültü
r uyanışının ve bu olanaklar yeryüzünün her köşesinde
kendini duyuracak güçte.

İki olayla karşı karşıyayız. Birincisi, bu uluslar burjuva
Avrupa kültürünün şiir, tiyatro ve rom an alanında
yarattığı bütün klâsikleri büyük bir hevesle benimsiyorlar.
Bu cumhuriyetlerin her birinde en yeni araçlarla donatılmış,
oyuncuları bugün dünyanın en önemli tiyatro
okullarından biri olan Moskova Tiyatro Okulunda yetiş­miş
bir ulusal tiyatro var. Ulusal Kırgız Tiyatrosu 1926
yılında kurulm uş. Kırgızlar bu tiyatroda yerli oyunlar ve
yerli dans uyarlamalarıyla işe başlamışlar; daha sonra Rus
klâsiklerinin çevirilerini oynamışlar; son on yıl içinde ise
Shakespeare en çok tutulan yazarlardan biri olmuş. Bu
tiyatroda 1938’de Othello oynanmış, daha sonraki yıllarda
da Lear, Romeo ve Juliet, Venedik Taciri sahneye konmuş.
Öbür halk cum huriyetlerinde de buna benzer şeyler
yapılm akta. Özellikle Shakespeare bütün Sovyetler Birliğinde
büyük kalabalık toplayan bir yazar şu sıralarda.
Utanarak söylememiz gerekir ki, Shakespeare bugün İngiltere’de
tutulduğundan daha çok tutuluyor Sovyetlerde.

Ayrıca, bu insanlar bir yandan kendi kültürleriyle
ilgilenmekten de geri kalmıyor, ozanlık geleneğini bile
ele alıyorlardı. Aşağıda vereceğim bilgileri Londra’daki
Sovyet Basın Bürosunun yardımıyla Kazak Dili ve Edebiyatı
Enstitüsünden elde ettim.

Eskiden Kazaklar yılda hiç değilse bir kere halk
ozanları arasında bir yarışma düzenlerlermiş. Herkesin
katıldığı bir şenlikmiş bu. Ülkenin en iyi ozanları birbirleriyle
yarışmak için bozkırın dört bir yanından kalkıp
gelirlermiş. Türkülerini orada uydurup söylerlermiş. Her
ozan yarışmaya katılan başka bir ozanı dinledikten sonra
hemen ona koşuklu olarak karşılık vermek zorundaymış.
Kazananlar Kazak oymakları arasında büyük saygı
görür, en ünlü atletler ve kahramanlarla bir tutulurlarmış.
Zamanla bu şenlikler yapılmaz olmuş, ama ozanlık
geleneği yaşamış ve son yıllarda şenlikler yeniden dü­zenlenmeye
başlamış. Sovyet Yazarlar Birliğinin girişimiyle
Kazakistan’ın başkenti Alma Ata’da ulusal bir yarışma
düzenlenmiş. İnsanlar eskiden at ve deve üstünde
gelirmiş bu toplantılara; şimdi ise trenle, uçakla geliyorlar.
Başka değişiklikler de var. Kazaklar göçebeyken
ozan kendi oymağı, oymak beyi ve öbür oymaklara kar­şı
kazandıkları savaşlar üstüne türküler söylermiş. Şimdi
ise faşist /istilâcılara karşı kullanılmak üzere Kazakistan
fabrikalarında yapılan silâhlar, ağır sanayi işçileri, yapı
ustaları ve mühendisler üstüne türküler yazıldığını öğreniyoruz.
Bu yarışmalarda söylenen türküler görevli kimseler
tarafından yazılıp en İyileri Kazak basımevlerinde
basılmış ve radyodan yayınlanmış. Rusçaya çevrilmekte
olan bu türküler yakında Moskova’da da yayımlanacakmış.
Ünü bütün Sovyetler Birliğini tutmuş biri var bu
Kazak ozanları arasında. Adı Jamboul. 1846’da doğmuş
dünyanın en yaşlı ozanı. 1917’den önce bile en büyük Kazak
ozanı diye bozkırlarda yaşıyan insanlar arasında tanmıyormuş,
ama en iyi şiirlerini Devrim’den sonra yazmış.

Hepsi doğaçtan söylenmiş yarım milyon şiiri oldu­ğu
sanılıyor; ne var ki, 1917’den önceki şiirlerinin pek
çoğu bugün artık kaybolmuş, dinlemiş olanlarca unutulmuş.
Son yazdığı şiirler arasında Kazakistan Cumhuriyetinin
kuruluşunu kutlayan övgüler, Puşkin’in yüzüncü
yıldönümü ile ilgili, Maksim Gorki’ye, Lenin’e ve Stalin’e
yazılmış şiirler var. Kendisine söylediği şiirleri hemen
yazacak görevli yazmanlar, sağlığına bakmak için aynı
köyde kalan bir hekim verilmiş; Kazakistan Sosyalist
Cumhuriyeti Yüce Divanına üye seçilmiş, hayatı boyunca
kendisine özel bir aylık bağlanmış. İşte oymak dü­zeni
içindeki yerini toplum cu düzen içinde de koruyan
ilkel bir ozanla karşı karşıyayız.

Bu iki gelişme — burjuva Avrupa kültürünün özümlenmesi
ve ilkel Asya kültürünün yeniden canlandırılması
— ayrı ayrı büyük önem taşısalar da, bunların ger­
çek önemini bu iki ayrı olayı tek bir akımın birbirini
tamamlayan iki ayrı görünüm ü olarak düşünürsek kavrayabiliriz.
Günümüze kadar burjuva kültürü kapitalist
öncesi kültürü yoketme pahasına gelişip yayılmıştır.
Köylüleri, sömürülen emekçilere dönüştüren kapitalist
koşulların kaçınılmaz bir sonucudur bu. Öylesi bir dü­zende
bu iki ayrı kültür yan yana yaşayamaz. Ama Sovyet
Asya’da iki kültür de gelişerek kapitalizmin elde et­tiğini
koruyacak, yitirdiğini ise yeniden ele geçirecek yeni
bir kültüre, toplumcu kültüre dönüşmektedir. Bu işin
başlangıcı ancak. Sayısı 500 milyona yaklaşan Çin halkı,
iki bin yıl odunculuk ve sakatlık yapmak zorunda kalan
bu halk artık özgürlüğüne kavuşm uştur. Çinliler Yunanlılarla
birlikte dünya şiirinin en eski yaratıcılarıdır. Çin’
in güney batısında 400 milyon insanıyla Hindistan bulunmaktadır.
Hindistan halkı özgürlüğünü kazanınca
— ki nasıl olsa kazanacaktır yakında — aynı şey orada
da olacak, böylece dünyada yaşıyan insanların yansından
çoğu bu uyanışa kavuşacaktır.

Bu yüzden inanıyorum Yeats’in sözlerinin gerçekle­şeceğine :
Sürdürün türkünüzü, bir yerde doğarken yeni
bir ay,
Göreceğiz uyumanın ölmek olmadığını,
Duyarak yeryüzünün yeni bir hava tutturduğunu.
Yeniden dönecek o büyük türkü — halkın dudaklarında
belirecek. Paul Robeson’un milyonlarca insanı
coş­turan türküsü de doğruluyor Yeats’in sözlerini:
Yurdumuz güçlü, yurdumuz genç,
En büyük türküleri daha söylenmedi…
Yalanlar üstüne, aldatmalar üstüne,
Kan dökmeler, linç etmeler üstüne,
Vatan-millet diyen söz cambazları,
Kuşku ve karanlık üstüne…
Yeniden duyulacak,
Yeniden duyulacak yürüyüş türkümüz,
Bir halk havası kadar yalın, koyaklarımız kadar
derin,
Dağlarımız kadar yalçın, onu yaratan halkımız
kadar yiğit.

Ama ilkel halk şiirinin yok olduğu ülkelerde nasıl
gerçekleşir bu? Batı Avrupa’da, tek tük bazı bölgelerin
dışında, kapitalizm öncesi kültür silinip gittiğine göre
böyle bir yeni doğuş bekleyemeyiz. Batı Avrupa’da yalnız
burjuva şiiri kalmıştır artık. Ama dünyanın en ince
şiiridir bu şiir. Göz kamaştırıcı bir mirastır burjuva şiiri.
Ne var ki, bu miras kullanılmamaktadır. Yapılması gereken
ilk iş bu hâzinenin kapılarını halka açmak olmalıdır.
Bu ülkenin insanları Shakespeare’le neden ilgilenmesinler?
Ne Shakespeare yüzündendir bu ilgisizlik, ne de
kendileri yüzünden. Bunun sorumlusu en büyük şairlerini
kesik soluklarının sisine gömen çağdaş burjuva sınıfıdır.
Shakespeare yaşadığı çağın burjuva sınıfına bir
ayna tutmuştu; o insanlar nasıl sevinçli, hareketli, can
hbk ve coşkunluk dolu bir görünümle karşılaşmışlardı
o aynada. Aynı sınıf bugün o aynaya bakmaktan ürkü­yor.
Kendi çağında devrimci bir güçtü Shakespeare. Burjuva
sınıfı onu öyle bir güç olarak göstermekten çekiniyor
bugün. Onu kendilerinin boyutlarına indirgemek,
etkinlik alanını sınırlamak, devrimci özünden yoksun
kılmak zorunluluğunu duyuyorlar. Uzaklarda, Tien Şan
Dağlarında, nüfusu Birm ingham’ınkini aşmayan Kırgız
Cumhuriyeti ulusal bir tiyatro kurm a gücünü kendinde
buluyor. Ingiliz Hükümeti yapamıyor bunu. Shakespeare’i
gerçekten halka götürm ek isteyen bir hükümetimiz
olsaydı, her şehirde özel çocuk gösterileri düzenleyen,
devlet yardımı ile işleyen birer Shakespeare tiyatrosu
olurdu. Shakespeare’in okullarda, ders kitaplarında nasıl
okutulduğunu hepimiz biliyoruz. Çocuklarımızın bü­yük
bir çoğunluğunun on dört yaşında okulu bıraktıklarını
da unutmayalım. Lise bitirme sınavları için Shakespeare’i
hazırlama tadını bile bilmiyor bu çocuklar.
Yaşayan bir Elizabetlı çağı îngilteresinin çerçevesi içinde
söz konusu edileceği yerde, bir takım töresel soyutlamaların
aracı olarak sunuluyor Shakespeare. Meraklı
ve heyecanlı Londralılar da bunun için mi dolduruyorlardı
Globe Tiyatrosunu?

Demek ki, yapılması gereken ilk iş, burjuva mirası­nı
burjuvalardan kurtarmak, bu mirası ele geçirdikten
sonra onu yeniden yorumlamak, kendi gereklerimize uydurmak,
her yanıyla kendimizin bir parçası yaparak ona
yeni bir canlılık katmak olmalıdır. Peki, yeniden yaratı­lacak şiir nasıl olmalı?
Genç ozanlarımız hangi amaç­lara yönelmeli?

Yalnız iki şey söylemek istiyorum bu konuda. Birincisi,
ozanların şiiri bir söz ustalığı olarak ele almaları
gerekir. Yeats’in, kendisine danışmaya gelen genç ozanlara
söylediği gibi, «İşinizi iyi öğrenin.» Genç ozanlar
günümüzün edebiyat eleştirisinde ağır basan bireysel,
izlenimci tutum dan kendilerini kurtarm ak zorundadırlar.
Bu tutum un geçmişteki olumlu sonuçlarını yadsıyacak
değilim, ama her zaman yetersiz olan bu tutum bugün
önemini bütün bütüne yitirm iştir. Edebî eleştirinin artık
bilimselleştirilmesi gerekmektedir.

Belirtmek istediğim ikinci noktaya gelince, burada
Goethe’nin o unutulmayacak dizelerini anmak yetecektir
sanıyorum
Ve acıdan dili tutulunca insanın, bir tanrı
Çektiğimi anlatayım diye bana dil vermiş.
Ozan yalnız kendi adına değil bütün insanlar adına
konuşuyor. Ozanın sesi, yalnız onun duyurabileceği bu
ses, halkın da sesidir aynı zamanda. Derinliğini de bundan
kazanıyor. Ama ozan nasıl onlar adına konuşuyorsa,
onlarla birlikte acı çekmek, sevinmek, çalışmak ve savaşmak
zorundadır da. Bunu yapmazsa, söylediklerinin
insanlar için bir çekiciliği kalmaz, bu yüzden de önemsiz
olur. Yeni tutum un olumlu sonuçları özellikle Nazi baskısı
altında kalan ülkelerde görüldü. Savaştan önceki
Fransız şiirinin genel görünüşü biaim şiirimizden pek
ayrı değildi, oysa son yıllarda Fransız ozanları direniş
hareketine katıldılar ve şiirleri gizli olarak basıldı ve elden
ele dolaştı. Bunlardan ülkemizde en tanınanı, ger-
çeküstücü bir ozan olarak yazmaya başlayan, sonunda
ise toplum cu olan Aragon’dur. B urada da buna benzer
bir değişim başladı. En um ut verici genç ozanlarımızdan
ikisi, Christopher Caudwell ile John Comford, Ispanya’da
faşizme karşı savaşırken öldüler. Bu iki ozanın
şiirlerini okuyanlar onlan böyle davranmaya iten
güçlerin ne olduğunu kolayca göreceklerdir. Eylemleriyle
şiir ve halk arasındaki duvarı aşan bu ozanlar, şiirle
halk arasında bozulmuş olan uyumu yeniden kurm uş­
lardır. Kendileri elbette ki bilinçli devrimci olan ilk İngiliz
ozanları değildi. İkisi de daha önce aynı yollardan
geçen M ilton’un, Shelley’nin, William M orris’in izinden
gidiyorlardı. Sonuç olarak, konusu burada ileri sürdü­
ğüm düşünceleri özetleyen bir şiiri, Shelley’nin Zincirden
Kurtulan Prom etheus’unu anm ak istiyorum.
Tanrıların kıralı Jupiter insanlığın ortadan kalkmasına
karar verir. Prometheus insana her türlü teknik
buluşun kaynağı olan ateşi ve ölümlü yaradılışı yüzünden
tasalanmaması için um udu arm ağan ederek onu
kurtarır. Ateşle donanan, um utla esinlenen insan kendini
kurtarır ve ilkellikten uygarlığa yüceltir. Jupiter de
Prometheusu bir kayaya zincirleyerek cezalandırır, ama
sonunda Jüpiter yenilir, Prometheus kurtarılır ve insanlığın
geleceği güvenlik altına alınır.

insan araçları kullanarak ateşi deneti altına alabilmiş,
ateşi deneti altına alarak da uygarlık için gerekli
olan madenleri işleyebilmişti. Demek ki, ateş bilimin
— insanın kendisini ve çevresini yöneten nesnel yasaları
anlayıp denetlemesinin — simgesidir. Umut ise — insanı
daha derin bir anlayışa ve daha sağlam bir denetime
iten uzlaşma bilmeyen öznel bir etken o larak — sanatın
simgesidir. Sanatçı, Goethe’nin tutuşup yok olurcasına
göklere yükselen Euphorlon’u gibi, hep olmayacak şeylerin
ardında koşar; ama sonunda, esin gücünün yardı­
mıyla temelsiz bir düşü somut bir gerçekliğe dönüştü­
rür. Sanatçı birlikte yaşadığı insanları düş ülkelerine
götürerek onları rahatlatır, böylece insanın çevresinin
koşullarına boyun eğmeme bilincini destekler, bu yolda
yoğunlaşan gizli güç birikim i ise gerçek dünyaya aktarılmış
olur ve düşü gerçeğe dönüştürür. Sanatçı genellikle
ne yaptığının bilincinde değildir, daha çok bir yalvaç gibi,
anlayışıyla değil, önsezisiyle davranır, am a kimi zaman
kendine olan güveni önüne geçilmez bir güçle bilinç­li
düşünce düzeyine erişir. Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisinin
sonunda milyonlarca insana seslenen bir sevinç
korosuyla coşması da bu yüzdendir; gene aynı neden yü­zünden
Shelley de Zincirden Kurtulan Prometheus’ta geleceğin
özgür toplum unu açıkça tanım lar. Beethoven’in
ve Shelley’nin esin kaynağı Fransız Devrimiydi; ama hangimiz
Dokuzuncu Senfoniyi ya da Zincirden Kurtulan
Prometheus u bugün yeryüzünü kaplıyan devrim gücünü
içimizde duymadan dinleyebiliriz?

Tahtlar, sunaklar, zindanlar, yargı yerleri;
Kırallık asâları, papalık taçlarıyla,
Kılıçlar, zincirlerle, hesaplı bir haksızlığın
Yanlış bilgilerle dolu koca kitaplarıyla
Ezilen zavallı insanların
Bilinmez bir tapınağın hortlakları,
Korkunç, barbar gölgeler gibi dolaştıkları yerler…
Yaban, azgın, karanlık, aşağılık ve korkunç
Nice adlar altında nice kılığa giren,
Ne tanrıca, ne insanca sevilen bu iğrenç karaltılar
Dünyaların zorbası Jüpiter’di hep;
Ulusların ürkerek kanları ve um utsuzluktan
yenik yürekleriyle,
Ve sevgileriyle boyun eğdikleri,
Sunaklarına toz içinde, çelenksiz sürüklendikleri,
İnsanların çaresiz göz yaşları içinde baş verdikleri,
Korkuyla, nefrete dönen bir korkuyla, övdükleri
O asık yüzlü, ürküten putlar yıkılıyor şimdi
Kimsesiz kutsal mezarlarının toprağı üstüne…
O iğrenç maske düştü artık, insan
Boyunduruksuz, özgür, sınırsız, ama eşit,
Ne sınıf, ne oymak, ne ulus,
Korkudan, baskıdan, ezilmekten uzak
Kendi başına buyruk insan.

Sınıf çatışması sona erince, işte o zaman, Engels’in
dediği gibi, tarih öncesi sona erecek ve tarih başlayacak.
İngiliz halkı şiir duygusunu yitirmiş değildir; sadece,
şiiri elinden alınıp yanlış yorumlarla çekiciliğini
yitirmiştir. İngiliz halkı kendisine kalan mirasın öbür zenginlikleriyle
birlikte kendi şiirine de yeniden kavuşacaktır.

George Thomson

Marksizm ve Şiir
Uğrak Kitabevi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir