Gülünün Solduğu Akşam yazar Erdal Öz’ün 1986 yayınlanan anı-roman türündeki eseridir. Aslında eser, tam anlamıyla roman sayılmaz. Anıların, kurgusal ve gerçekçi öykülerin, mektupların ve günlüklerin birleşiminden oluşan türler arası bir eserdir. Adını Turgut Uyar’ın dizelerinden alır. Bu dizeler kitabın girişinde de verilmiştir.
?Herkes ne zaman ölür / elbet gülünün solduğu akşam?
Yazar Erdal Öz, 12 Mart 1971 Muhtırasını takiben tutuklanır ve burada Deniz Gezmiş ve Yusuf Arslan gibi devrimcilerle tanışır. Onların hikayelerini dinler, amacı dönemin romanını yazmaktır. Günlük ve notlar tutar. Bu eser o tuttuğu günlük ve notların derlemesidir. Yazar idam edilen, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’a ek olarak Mehmet Asal, Mustafa Yalçıner, Mete Ertekin, Sinan Cemgil, İrfan Uçar ve 1968 kuşağının diğer devrimcilerinin hikayelerine de yer vermektedir. Ayrıca anılarından derlediği bir öykü şeklinde yazdığı romanında asılan devrimcilerin avukatlarından notlar, son istekleri ve son mektuplarına da yer vererek romanını belgelemiştir.
* “Gülünün Solduğu Akşam, 1971 yılında Ankara Bir Numaralı Mamak Askeri Cezaevi?nde kaldığım ilk tutukluluk dönemimde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla birlikte olabildiğim bir hafta içinde (11-18 Eylül) onlarla yaptığım konuşmalar sırasında hızla tutmaya çalıştığım dağınık notlardan, cezaevi günlüğümden, dışarıya yazıp yolladığım mektuplardan ve o mektupların satır aralarına bir gölge gibi iliştirdiğim görünmez anılardan ve belleğimde, yüreğimde kalanlardan yola çıkılarak yazılmıştır.
1976 yılında, elimdeki notların bir kısmını toparlayarak günlük bir gazete için bir dizi yazı hazırlamıştım. Sonra gazetenin şaşırtıcı tutumu yüzünden o yazı dizisini yayımlatmaktan vazgeçip Deniz Gezmiş Anlatıyor adıyla kitap olarak çıkarmıştım. O kitap, Gülünün Solduğu Akşam?ın bir bölümü, bir öndenemesi sayılabilir. O kitapta yalnızca Deniz Gezmiş ve Yusuf Arslan?la yaptığım konuşmalar, bir de üç gencin asılış sahneleri vardı. O kitap, kendi içinde de eksik bir kitap olmuştu. Özellikle Deniz Gezmiş?in konuştuğu bölümde, Deniz?in bazı sözlerini onun bazı eylem arkadaşlarının isteklerine uyarak yazdığım metinden çıkarmak zorunda kalmıştım. Ayrıca o kitapta birtakım kurgu yanlışları da yapmış olduğumu sonradan anlamıştım. Deniz?in düşürüldüğü ilk pusu ile son pusunun ayrıntıları ne yazık ki birbirine karışmıştı.
Gülünün Solduğu Akşam?ı yazmaya kalkışınca, elimdeki bütün yazılı notları yeni baştan çözümleyip derlemek zorunda kaldım. Özellikle Deniz Gezmiş?le konuşurken tuttuğum kargacık burgacık notlar, haklı bir tedirginliğin, bir garip korkunun belirtilerini de taşıyordu. Yazdığım notlar cezaevinde ele geçebilir, özellikle de onların başına yeni dertler açabilirdi. Öyleyse yazdıklarımı benden başka kimse okuyamamalıydı. Bu yüzden oldukça okunaksız, çok kısa cümlelerden oluşan, pek çok cümlenin özetlenerek kağıda geçirildiği, yalnızca cümlelerin değil, birtakım sözcüklerin de sonradan tamamlanmak üzere yarım bırakıldığı, yer yer nokta noktalarla geçiştirilmiş bir tür steno gibiydi, öylesine garip bir şeydi elimdeki metin.
Olmaya ki bu konuşmalar önceden tasarlanmış birtakım sorulara düşünülerek verilmiş yanıtlardan da oluşmuyordu. Kaçamak bir buluşmanın şaşkınlığı ve gerginliği içinde, birbirleriyle yeni tanışmış insanların pek de açık olmayan tutuk konuşmalarıydı kağıda geçirmeye çalıştıklarım. Ve ister istemez de dağınıktı, savruktu anlatılanlar. Hele Deniz Gezmiş?le yaptığım konuşma. Sürekli o?ydu konuşan ve geç kalmış olmaktan korkar gibi konuşuyordu. Araya girip sorular soruşum, anlattıklarının ayrıntılarını yakalamak, sözde ileride onlarla ilgili yazacağım romana gerekli gereçleri sağlayabilmek içindi. Nitekim anlatılanlar, böylesi sorularla bu kadar renklenebilmiştir.
Üstelik birkaç gün sonra salıverileceğimi nereden bilebilirdim. Öyleyse işin başındaydık. Bu anlatılanlar, olayın ana çizgilerini kabaca belirleyecek, zamanla, geriye dönüşlerle romanın gerçek ayrıntıları ortaya çıkabilecekti.
Deniz Gezmiş Anlatıyor adlı kitabımda yer alan bölümler, Gülünün Solduğu Akşam?da yeniden ve daha eksiksiz toparlanıp biçimlenmiştir.
Ayrıca, bu kitabı oluştururken yazmayı tasarladığım, ama kitaba koymadığım, ancak kitap çıktıktan sonra haftalık bir dergide açıklamak zorunda kaldığım önemli bir bölümü, Deniz?in benden üç kişilik zehir isteyişini anlattığım bölümü de kitabın sonunda bulacaksınız.”
** “30.6.1971 (Cezaevinde tuttuğum günlükten): ?Bugün görüş günüydü. Ne güzeldi. Annem, babam, karım, üçü birden gelmişlerdi. Çift kat cam bölmeli daracık görüşme odasında seslerimizi duyurabilmek için bağıra bağıra birşeyler konuşmaya çalıştık.
Döndüğümde Deniz Gezmiş?i bizim koğuşta buldum. Nurhak?ta yaralı olarak yakalanan Mustafa Yalçıner?in başucundaydı., Yavaş sesle konuşuyorlardı. Bu, onu ilk görüşüm. Yakalandığının ertesi günü gazetelerde boy boy yayımlanan fotoğraflarındakinden daha süzgün. Uzun süredir güneşsiz kaldığı belli. Zayıf ve beyaz. O yeşil parkasının içinde incecikti. Yakalandığı gün üzerinde olan yakası kürklü parkasını giymişti yine. Sonra nöbetçi yüzbaşı girdi içeriye. Yumuşak bir sesle birşeyler söyledi Deniz?e. Direnmedi Deniz, kalktı; birlikte koğuştan çıktılar. Gardiyanların dışarıda azarlandığını duydum.
Aradan üç ay geçecek ve Deniz Gezmiş?le, yine bir görüş günü, başka bir boyutta, başka bir bağlamda karşılaşacaktık:
11.9.1971 (Aynı günlükten): Uykusuz geçen bir gecenin ertesinde, öğle yemeğinin ağırlığı içinde yatağıma uzanmıştım. İçim geçivermiş, uyuyakalmışım. Uyandığımda akşamı çok yakınımda buldum; dostları da. Yatağıma tırmandılar, bağdaş kurup oturdular. Sevgili konuklarıma çay söylemek için alttaki yatağa basarak indim, çayocağına gittim. Birden
orada, çayocağının içinde Deniz?i görmek şaşırttı beni. Aylardır hiç görünmemişti ortalarda.
Deniz, iki üç kişinin güçlükle sığışabileceği, çayocağı olarak kullanılan daracık bölmenin içindeydi. Çayocağını işleten iki tutuklu erin arkasında bir taburede oturuyordu.
?Merhaba, ? dedi.
?Merhaba, ? dedim: ?İyi misin??
?Öykünü bir daha okudum,? dedi. ?Ernesto?yu (Bu öykü ?Kanayan? adlı kitabımdadır.) Daha önce bir gazetede de çıkmıştı. ?
?Cumhuriyet?te,? dedim.
?Memet Fuat?ın hazırladığı. ?Yıllık? geçti elime. Orada gördüm. Bir daha okudum. İyi belgelemişsin.?
?Pek öykü sayılmaz o, ? dedim.
?Yo, yo, olsun. Çok gerekli bir yazı. Eline sağlık. ?
Görüş günüydü o gün. Cezaevindekilerin yakınları, beş dakikacık da olsa içeridekileri görebilmek için onca yola, onca eziyete, onca engellemeye katlanıyor, cezaevine geliyorlardı.
Biz içeridekilerin hazırlıklarıysa bir gün öncesinden başlardı. Tıraşlar olunur, en temiz kılıklar giyilirdi. Amaç, dışarıdakilere ezik, yılgın görünmemekti. Bu tavır, dışarıdakilere
güç verirdi.
O gün Deniz de görüşmecisiyle buluşmak için beş dakikalığına koğuşundan çıkarılmış, dönüşte nasıl olduysa yine kendini unutturup çayocağına sığınmıştı.
Cezaevinde yatanlar bilir: bir koğuşun içinde yataktan yatağa konukluğa gidilir; tıpkı bir evden bir eve, bir mahalleden bir mahalleye gidilir gibi.
Benim de yatağımda konuklarım vardı, beni bekliyorlardı, çayla birlikte.
11.9.1971 (Günlükten): Hazırlanan dört bardakla sekizlik demliği aldım.
?Gitme de konuşalım,?dedi Deniz.
?Yatağımda arkadaşlar var, ? dedim.
?Boşver, atlat onları,?dedi.
?Atlatamam. Çay beklerler şimdi. ?
?Canım, ver çaylarını gel,?dedi.
Gerçekten de on dakika sonra çayocağındaydım. Bekliyordu. Deniz?in yanına bir tabure uzattılar, geçip oturdum. Çayocağını işleten iki tutuklu erden Ahmet, sıcak suyla doldurduğu değişik boylardaki kararmış demliklere birer tutam çay atıp kıvırıp büktüğü kağıt parçalarını demliklerin akıtma yerlerine tıkıştırıyor, Aziz de yıkadığı bardakları, dolu demlikleri alıp dağıtmaya gidiyordu. O sırada üçüncü tutuklu er Bahattin de geldi. Ahmet?le Bahattin önümüzde dikelip bizi meraklı gözlerden gizlediler. İkisi de Deniz?le aramızda geçen konuşmayı, pek anlamasalar da, ilgi ve hayranlıkla dinlediler. Durmadan bardak yıkadılar, çay demlediler.
O gün Deniz?le aramızda geçen konuşmanın konusu edebiyattı. Edebiyata bunca yakın oluşuna sevinmiştim. Ummuyordum. 12 Mart?ın içeri aldığı nice arkadaş için edebiyat, genellikle küçümsenen bir şeydi. İçeriye kuramsal kitaplar da pek sokulamadığı için, zamanla onlar da edebiyatla tanışmak zorunda kaldılar. Pek çoğu, doğru dürüst bir romanla, bir öyküyle, bir şiirle orada tanıştı. Sanırım bugün de öyledir. Ve okudukça, edebiyata ısındıkça, önce nasıl şaşırdıklarını, sonra nasıl değiştiklerini sevinçle
izlemişimdir.
(Günlükten): Bir ara Deniz, ?Bugünleri de yazmak gerek, ? dedi.
?Yazılacak elbette,? dedim. ?Daha olayın çok başındayız.
Zamanla yazılır.?
?Yarının gerçek edebiyatı bugünün mahpusanelerinden çıkacak, göreceksin,? dedi. ?Yazarlarımız konu sıkıntısı çekiyorlardı. İşte bir sürü konu onlara. ?
Doğru söylüyordu.
?Peki ama neden yazarlarımız içeride değil??
?Niye?? dedim, ?Fakir Baykurt burada. Dursun Akçam da burada. Muzaffer Erdost da. Emil Galip de. Mümtaz Soysal da. ?
?Ama aramızda değiller,? dedi. ?Çoğu Dış B?ye attı kapağı. ?
?Dış B? denilen yere ?Vitrin? de diyorduk; Mamak Cezaevinin dış kesiminde, idarenin bitişiğinde, önündeki çiçekli geniş bahçeye bakan, uzaktan da olsa bütün Ankara?yı gören ayrı bir koğuştu. Orada, genellikle üniversite öğretim görevlileri, gazeteciler, yazarlar, yani ?seçkinler? kalıyordu. Beni de bir ara oraya almak istemişler, yanaşmamıştım. O ara içeride kalmak, içeriyi yaşamak bana daha ilginç gelmişti.
(Günlük?ten): ?Cezaevine giren çok az yazar var,? dedi.
?Bırak da dışarıda kalanlar, içeri tıkılanlardan çok olsun, ? dedim.
Nazım Hikmet?ten sonra en beğendiği şair Ahmed Arif?ti.
?Ama onun şiiri, daha çok eşkıyanın şiiri. Nedense yıllardır yeni bir şey yazmıyor. Tek kitabıyla kaldı. Bugünleri de yazmalı o,? dedi. Sonra birden sordu: ?Bekir Yıldız?ı nasıl buluyorsun??
?Severim, ? dedim.
?Ama kaba gözlem onunki,? dedi. ?Sanatçı yanı şimdilik pek ağır basmıyor. Yaşar Kemal?in ?Bu Diyar Baştanbaşa?sına benziyor yazdıkları. Öykülerinde röportaj ögesi ağır basıyor. ?
Bilge Karasu?yu okumuş, pek beğenmemiş.
?Füruzan diye bir kız var, okudun mu?? dedi. ?Bir kitabını okudum, pek bir şey anlayamadım ondan da. ?
O konuşuyordu daha çok. Soruyor, çoğunlukla da kendisi yanıtlıyordu. Daha bir sürü ad saydı. Ece Ayhan?ı beğenmiyor, ama ilginç buluyordu. Edip Cansever?i, Turgut Uyar?ı, Cemal Süreya?yı iyi izlemişti. Adnan Özyalçıner?i, Kemal Özer?i, Ülkü Tamer?i biliyordu. Hepsinin de beğendiği, beğenmediği yanları vardı.
Edebiyata bunca yakın oluşuna gerçekten şaşıyordum.
?Biz edebiyattan geldik reis, ? dedi.
Onunla yalnız kalmalıydım. Çayocağını işleten erlerin meraklı bakışları altında onunla kesik kesik konuşmak hoşuma gitmiyordu.
?Sıkıldın sen burada, kalk avluya çıkalım, ? dedi.
Kafamdan geçenleri sanki anlamıştı.
?Avluda görürler seni, bırakmazlar,?dedim.
?Boşver, kalk, ? dedi.
Çıktık beton avluya. Esmer bir akşam koyuluğu vardı ortalıkta.
Yan yana volta atmaya başladık.
Dal gibi upuzundu. Omuzları dardı. Yürürken genç bir kavak gibi sallanıyordu. Meraklı bir sürü göz bizi izliyordu.
Cezaevinde haklarında en çok konuşulan, en çok merak edilen iki ilginç kişiden biri Deniz, biri de İrfan Uçar. İrfan, İstanbul?da gördüğü ağır işkenceler karşısında gösterdiği olağanüstü dirençle herkesin dilinde. Bir direnç anıtı İrfan.
Ve her ikisi de öbür arkadaşlarıyla birlikte ayrı bir koğuştalar, gözden ıraktalar.
Birden, ?Reis, sen iyi belgeliyorsun,? dedi. ?Che Guevara?yı belgelediğin öykün çok iyiydi. Belgeye dayalı iyi şeyler yazacaksın sen. Yazmalısın. Bizi de yazmalısın. ?
Şaşırmıştım.
?Bizi sen yazacaksın,?dedi. ?Bizim şu anda tek görgü tanığımız sensin. Boku bokuna asılıp gideceğiz. Yanımıza sokulan tek yazar sensin. Bizlerden sen sorumlusun reis. Bizleri iyice incele. Bize sorular sor, gerekli her şeyi öğren, yaz bizi.
Yazar mısın??
?Yazarım tabii. Yazarım ama, konuşamayız. Konuşturmazlar. ?
?İstersen konuşuruz,?dedi. ?Sana istediğin her şeyi anlatırım. Bütün arkadaşlar anlatır. Ne istersen. ?
?Nasıl olacak bu??
?Bir yolunu bulurum ben. İster misin??
Nasıl istemezdim. Heyecanlanmıştım.
?Var mısın reis? Yazacak mısın??
?Seve seve, ? dedim. ?Çok isterim yazmayı. ?
Keyifle güldü.
?Nasıl bir şey düşünüyorsun?? dedi. ?Roman mı? Roman gibi olmalı. Roman olmalı değil mi?? .
?Roman olabilir,?dedim.
?En güzeli de o. Roman olmalı. Kuru kuru anlatılmamalı. Kalıcı bir şey olmalı. Yarına kalmalı. Unutulmamalıyız. ?
Bir roman kahramanıyla yan yana volta atıyordum beton avluda.
?Ne zaman başlayabiliriz?? dedim.
?Hemen şimdi. Niye olmasın? Bir roman için neler gerekliyse, sen bilirsin onları, sor anlatalım. Neler gerekli sana??
?Genel yapısıyla konuyu oluşturan olaylar gerekli önce. Sonra da bol ayrıntı.?
?Hemen başlayalım öyleyse. Vaktimiz kalmadı. Bu adamların ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Vakit çok az. Hemen başlayalım. ?
Aklıma ilk gelen soruyu soruyorum.
Olmuyor. Olamaz. Sorumu yanıtlamaya çalışıyor, ama olmuyor. Giremiyor konuya. Sorular da yanıtlar da dağılıp gidiyor. Asıl önemlisi, not tutamıyorum.
Avludaki meraklı kalabalığın arasında ikimizin de dikkati dağılıyor. Yalnız kalmalıyız, baş başa. Deniz, olayları anlatırken, ben araya girip sorularımla onu ayrıntılara çekmeliyim.
Baş başa kalmanın kaçınılmazlığı konusunda sessizce anlaşıyoruz. Ama nasıl baş başa kalacağız?
Daha sonra bunun da bir yolunu buluyoruz.
Deniz?lerin koğuşu bizlerden ayrıydı. Bizler, bir koğuştan ötekine rahatça geçebiliyorduk. Onlarsa bir ayrı ıssız adada gibiydiler. Bizlerle her türlü ilişkileri kesikti. Kesin ve sıkı bir kuşatma altındaydılar. Ara sıra, koğuşların giriş kapısının ortasındaki küçük konuşma deliğinden yüzlerinin bir parçasını gördüğümüz oluyordu. Ama o koğuşun önüne yaklaşmamız bile yasaktı. Yalnızca onların duruşma günlerinde, sabah götürülüp akşamüstü getirilirlerken, bir de görüş günlerinde önümüzden geçerlerken görebiliyorduk
onları.
Her duruşma dönüşünde, koğuşlarına girer girmez kıyameti koparırlardı. Hiç değişmezdi bu. Dönüp koğuşlarına sokulduktan kısa bir süre sonra, içeriden koğuşun büyük demir kapısını yumruklayıp tekmelerler; onlar götürüldükten sonra koğuşlarına gizlice yerleştirilen bir avuç dinleme aygıtını elleriyle koymuş gibi bulup bir bir toplar, çiğneyip ezdikleri bu küçük canavarları kapının gözetleme deliğinden dışarı fırlatıp bağıra çağıra ağızlarına geleni söylerlerdi. Cezaevi yönetimi de, nedense, bu işten kesinlikle vazgeçmez, bu oyun da böylece sürüp giderdi.
Kaldıkları koğuş, uzun bir koridorun bir yanınca sıralanmış bir dizi hücreden oluşuyordu. Gece yoklamasından sonra her biri, birer ikişer bu hücrelere kapatılıyor, sabah olunca kapılar yeniden açılıyordu.
Uzun koridorun sonunda, hücrelerin bittiği yerde, iki uzun yemek masasının bulunduğu genişçe bir alan vardı. Masaların üzerinde, savunmalar için gerekli kitaplar, dosyalar yığılıydı.
Savcı, iki gün önce iddianameyi okumuş, hemen hepsinin idamını istemişti. Sıkı bir savunma hazırlığı içindeydiler. Savunmanın hazırlanışında işbölümü yapmışlardı. Gördüğüm kadarıyla, savunmayı genel olarak tasarlayan ve geliştiren, Hüseyin İnan?dı. Atilla Keskin de ona yardım ediyordu.
Koğuşlarına ilk girişimde dipteki alanda topluca yemekteydiler. Hemen hepsi ayaktaydı. Önlerindeki kavun dilimlerini kaşıklıyorlardı. Bir geç kalmışlık duygusu içinde, bir yere yetişmek ister gibiydiler.
Deniz, savunma hazırlıklarına pek katılmıyordu. Bu da, onunla uzun süre baş başa kalabilmemize, konuşabilmemize yaradı.
Tek başına kaldığı hücresine girdik. Yerler, sigara dipleriyle doluydu. Yatağın bir köşesinde Orhan Kemal?in okunmaktan yıpranmış bir romanı vardı: ?Bereketli Topraklar Üzerinde?.
Yatağı oldukça kirli ve dağınıktı. Deniz, yatağın dibine oturdu, sırtını duvara dayadı. Ben demir parmaklıklara dayandım; koridora sırtımı dönmüştüm. Yazdıklarımı görebilmeme yetecek kadar bir ışık, dizlerimin üstündeki küçük defterimi aydınlatıyordu.
O konuşurken, ben sık sık araya giriyor, onu ayrıntılara çekiyordum. Anlattıklarının asıl renkli bölümleri de bu ayrıntılarla ortaya çıkıyordu. Çok yavaş anlatıyor, ben de hızla not alıyordum.
İlk günkü konuşmamızı kaçamak yapmıştık. Ertesi gün, koğuşlarına girmeme izin verilmesi için cezaevi komutanlığına bir dilekçe hazırlayıp verdiler. Şaşılacak şey:
bana izin çıkmıştı.
Gerekçe olarak da, benden aldıkları küçücük ?Hermes Baby? yazı makinemi, klavyesi değişik olduğu için kullanamadıklarını, savunmalarını hazırlamak için önlerinde pek az günleri kaldığını, makineyi ancak benim kullanabileceğimi, üstelik hukukçu olduğumu belirtip, savunmalarının hazırlanmasında kendilerine yardımcı olabilmem için koğuşlarına
girmeme izin verilmesini istemişler. Komutanlıktan bu izin çıkınca, ertesi gün koğuşlarına gizlice girmeme gerek kalmadı. Demir kapı açılıverdi önümde.
Deniz, anlatmak istediklerini kolayca toparlayamıyordu. Anlatacak çok şeyi vardı. Anlatmak istemediği şeyler de çoktu. Duruşmalara zarar verebileceğini düşündüğü konularda açıklama yapmaktan kaçınıyordu. Onları anlatılabilir duruma sokmak için özel bir çaba harcadığı belli oluyordu. Gizli kalması gereken konuları anlatmamasını ben de istemiştim. Onu rahatlatmıştı bu sözlerim. Kimi anlattıklarını da küçük defterime değil, yüreğime ya da belleğime yazıyordum. Ara sıra o da beni uyarıyor, ?Yazma bu anlatacaklarımı,? diyordu. Yazmıyordum.
Anlatmadığı ne kadar çok şey olduğunu yıllar sonra anlayıp şaşıracaktım.
Aldığım notların ele geçebileceği düşüncesi benim kadar onu da tedirgin ediyordu. Bu yazdıklarımı nasıl dışarı çıkarabilecektim? Gerçekten de çok zor oldu, ama oldu sonunda. 12 Mart döneminin ölüm isteğiyle yargılayıp astığı bu üç genç insanın üçüyle de uzun uzun konuşmuş olmayı çok isterdim. Görüşleri, eylemleri ne olursa olsun, bir döneme damgalarını vurmuş, o günlerin en ilginç kişileriydiler.
Hiç beklemediğim anda salıverilişim, gerçekten bir romanın, hem de büyük bir romanın gereçleri olabilecek bu konuşmaların yarım kalmasına neden oldu:
Kısa da olsa Deniz Gezmiş?le ve Yusuf Arslan?la konuşabildim. Ama arkadaşları arasında ?Dede? diye çağrılan ve hareketin gerçek önderi olduğu söylenen, eski arkadaşım Hüseyin İnan?la görüşme olanağı bulamadım. Çünkü o günlerde Hüseyin, yoğun bir biçimde, ortak savunmanın çatısını kuruyordu. Önlerinde gerçekten pek az günleri vardı. Onu bu çalışmalarından alıkoyamazdım.
Elimdeki notlardan yola çıkarak bir roman yazmayı çok düşündüm. Olmadı. Yapamadım. Konuya her girişimde, sanki bir emanete hıyanet ediyormuşum duygusuna kapılıyordum. İşte o ara Yaralısın adlı romanım ortaya çıkıverdi.
Bana anlatılanların yükünü yıllarca taşıdım.
Bir döneme ışık tutacağı düşüncesiyle, şimdi bu notları toparlayıp yeniden yazıyor, romanlaştırmadan, belge, anı, anlatı biçiminde günışığına çıkarıyorum.”
*** O günlerden bende kalanları toparlayıp yazarken Pal Sokağı Çocukları adlı o pek sevdiğim çocuk romanını yeniden okuyor gibi oldum.
Bütün inançları, olanca sevimlilikleri içinde, ellerini kana bulamaktan özenle kaçınan; hele ?kır gerillası? serüvenini, sanki dağda kamp kurmuş korkusuz bir izci topluluğu olarak yaşayan bu gözüpek çocuklara karşı büyüklerin çok acımasızca davrandığını da öfkeyle belirtmekten kaçınmadım.
Bir önceki dönemin asılan üç büyüğüne karşılık, üç genç insanın sanki bir ödeşme biçiminde asılışlarını, sonucu üç-üç biten o korkunç ve uzatılmış maçı, yaşadığım ve edinebildiğim bilgilerin ışığında oldukça ayrıntılı anlatışım da, uygulandıktan sonra bir daha onarılamayan, bir daha dönüşü olmayan ölüm cezalarının ne kadar insanlık dışı, ne kadar ilkel bir eylem olduğunu vurgulamak içindir.
Bu kitapta anlatılanlar, serüven dolu sürükleyici bir roman gibi de okunabilir. Ama acı ve hüzün yüklü bir kitap olduğu da bilinmelidir. Birtakım acı gerçekleri daha da etkili kılabilmek için, böyle bir biçim kullanmam kaçınılmazdı. Başka türlüsünü de yapamazdım. Bu da benim yazış biçimim. Ancak, bu yazdıklarımın, bir roman gibi okunsa da, roman olmadığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Serüvenlerini yazarken, bu gözüpek çocukların kişiliğinde birer kahraman yaratmaya çalışmadım. Okuyunca görülecektir: onlar gerçekten yiğit kişilerdi.
Olaya, bir avuç teröristin silahlı eylemi, birkaç anarşistin düzene karşı ayaklanışı olarak bakmak, olanları bu gözle görmek, o günlerde olduğu gibi, şimdi de yanlış bir yargılamaya götürebilir.
Belki bir avuçtular, birkaç kişiydiler. Görünüşe göre de silahlı eylemlere girişmişler, kurulu düzene başkaldırmışlardı. Yanıltmamalı bu. Görünüşün ardında yatan büyük ve gizli girişimi görmezden gelerek bu genç insanları yargılamaya kalkarsak, 12 Mart sonrasında olduğu gibi, yine onları yok edip ortadan kaldırmak, öldürerek cezalandırmak kastıyla yargılar, birçoğunu yeniden ipte sallandırırdık.
Bir avuçtular, ama bir başına değillerdi.
Oyuna getirildiklerinin, yalnız bırakıldıklarının acısını, öldürülmekten yakayı sıyırıp yaşıyor olanlar, sanırım hala duyuyorlardır.
12 Mart?ı gerçekleştiren karşıt güçlerin sorumluları, sonra aradan bunca yıl geçtikten birbirlerini suçlayan, başarısızlıkları ve suçlulukları açısından kendilerini aklatmaya çalışan ilginç açıklamalarda bulundular. Hiçbir açıklamada, nedense bu genç insanların adı bile geçmedi. Sanki hiç görmemişler, hiç tanımamışlar bu çocukları; asker-sivil bir yönetimin başarısız girişimcileri bu çocukların sırtını hiç sıvazlamamışlar sanki.
Okuyunca görülecektir: bu çocukların bana gizlice anlattıklarında az da olsa ipuçları vardır.
Anı, belge karışımı bu anlatıyı bir roman gibi de okuyabilirsiniz; yeter ki sizde bırakacağı hüzün kalıcı, onarıcı olsun.
Hüzün, gerçek acıların izdüşümüdür bence.”
Erdal Öz / Deniz Gezmiş Anlatıyor, Cem Yayınları, 197
Yalnızsın. Gemerek?in dışında bir benzin istasyonunun arkası. Yerler ıslak. Çamur. Zifiri bir karanlık. Bir yamaçtasın orada. Yalnızca jandarmaların attıkları mermilerin alevlerini görüyorsun. Ateş etsen yerin belli olacak; ateş edemiyorsun.
O anda bombayı atmak aklıma geldi. Kafan çalışıyor. Mantığın tıkır tıkır işliyor. Soğukkanlısın. Pimini çekip bombayı elinde tutuyorsun bir iki saniye. Pimi çektikten dört saniye sonra bombanın patlaması gerek. Vakit geçirmemek gerek. Bomba elinde patlayabilir; bunun korkusu var içinde; elinde patlarsa diye.
Fırlatıyorsun bombayı. Sinip bekliyorsun. O andaki bekleme müthiş işte. Müthiş uzun geliyor o süre; zaman bir türlü geçmiyor; saniyeler dolmuyor bir türlü. Bomba, savunma bombası. Patlayınca bayağı etkili patlar. Havada birtakım kollar bacaklar göreceğini sanıp bekliyorsun.
Daha önce de kullandım bu bombadan. Eğitim atışları yaptım. Ama buradaki, eğitim atışlarından çok değişik. Patlayıncaya kadar, ilk akla gelen, bir türlü akıldan çıkmayan şey, bombanın patlamama olasılığı. Bomba bozuk çıkabilir. Ve bomba patlayınca isabet almak olasılığına karşı tam siper, yüzü koyun yere atıyorsun kendini. Çok gariptir, bir içgüdüyle ellerini ensende kenetliyorsun. Hiç tanımadığın, bilmediğin, hiç görmediğin birtakım insanların öleceğini düşünüyorsun birden; üzülüyorsun.
Patlıyor bomba. Kan kokusu duyduğunu, feryatlar, çığlıklar, bağırışlar duyduğunu sanıyorsun ilk anda. Sonra derin bîr sessizlik oluyor. Sonra da kaçışan birtakım insanların ayak sesleri. Yani, önce bir şok etkisi oluyor karşıdakilerde, bir şaşkınlık. Sonra da panik ve kaçışma.
Yağmur ve çamur. Sigaran bitmiş. Yok. Tek sigaran yok. Anlatılmaz bir sigara özlemi. Dayanılmaz bir istek. Yanında da bir bardak sıcak çay istiyorsun, iyi mi. Sonra birden anlatılması güç bir susuzluk. Yerden kar falan alıp yiyorsun; susuzluğunu biraz olsun gideriyor.
***
Çatışma sürüp giderken, silahlı çatışma, ölüm korkusu yok; hiç yok. Ancak, pusuya falan düşüp de düşünme fırsatı bulunca, yani beklerken geliyor ölüm insanın aklına. Ateş ederken, çatışırken bu korku gelmiyor aklına. Taktik falan düşünüyorsun daha çok. Tepeyi aştım, Gemerek?e girdim. Saat 23 falan. Hani bırakılmış kentler olur. Bomboş sokaklar. İnsansız, öyleydi Gemerek. Herkes uykudaydı, herkes evlerine çekilmişti.
Bir yapı var, bahçe içinde.
Sulu sepken, karla karışık bir yağmur.
Dönüp yapının üzerindeki tabelada yazılı yazıyı okuyorum: Ortaokul. Hemen yanındaki yapının yazısı da: Lise.
Dolaştım yapının çevresinde.
Hoşuma gitti.
Yarın sabah çocuklar gelecekler önlükleriyle, çantalarıyla; kalem, silgi kokularıyla, duyacaklar olanları, öğrenecekler. ?Hepsi uykularındadır şimdi,? diye düşündüm.
Sağa doğru çıktım. Yamaçta, ?Jandarma Karakolu?. Tek başına bir yapı. Yakınında başka yapı yok. Işıkları yanıyor.
Yaklaşıyorum.
İçeride jandarmalar var, konuşuyorlar, gülüşüyorlar.
İyice sokuluyorum.
Heyecanlı oldukları belli.
Orada 15-20 dakika durup onları dinledim, onları gözledim.
Karakolun önünde bir Jeep duruyor. Jeep?i almak gerek. Dokundum tetiğe, karakola ateş açtım, duvarlarına. İçeride birden bir panik, bir kaçışma.
Atladım Jeep?e, çalıştırdım. Beş metre ötede kara saplandı Jeep. Atladım arabadan. Bir tümseğin arkasına attım kendimi, yattım.
Jandarmalar tepeye kaçıp sığınmışlar. Tepeden Jeep?e ateş etmeye başladılar. Beni Jeep?in içinde sanıyorlar. Durup orada yattığım yerden onları gözlüyorum.
Mermilerin kara saplanışının ayrı bir güzelliği var. Kara saplanırken değişik bir ses çıkarıyor mermiler.
Jandarmalar Jeep?i delik deşik ediyor.
Yattığım yerden fırlayıp kaçmaya başlıyorum. Görüyorlar beni. Ardıma düşüyorlar.
***
Gemerek?te evler hep bahçe içinde. Bahçeler, bir metrelik taş yığınlarıyla yapılmış küçük duvarlarla çevrili.
Ben önde, jandarmalar arkada koşuyoruz bahçeden bahçeye. Bir duvarı aşıp yere yatıyorum. Ya ayaklarının dibine ateş ediyorum, ya da başlarının bir karış yukarısına. Ben ateşe başlayınca onlar yere yatıyor. O zaman kalkıp koşuyorum. Bir başka duvarı aşıp yine yatıyorum. Yine ateşe başlıyorum. Böylece biraz dinlenmiş de oluyorum. Böyle iki üç tur atıyoruz, dönüp duruyoruz Gemerek?in içinde. Herkes sokaklarda. Herkes durmuş beni seyrediyor. Yanlarından geçip atlıyorum. Halkta bana karşı hiçbir hareket yok.
Bir kadın, evinin kapısından, az ötede beni seyreden kocasına sesleniyor:
?Herif! Gel çorbanı iç, yine gider seyredersin!?
Çocukların bir kısmı, ben ateş ettikçe alkışlıyor. Bazılarının elinde ayçiçekleri; hem beni seyrediyorlar, hem ayçiçeği yiyorlar.
Bir buçuk saat kadar sürüyor bu kovalamaca.
O ara üstüne hoparlör bağlanmış bir taksi çıkıyor ortaya. Hoparlörden bir ses şunları söylüyor halka:
?Ben Belediye Başkanı. Komünist Deniz Gezmiş Gemerek?e gelmiş. Silahı olan silahını alsın, av tüfeği olan av tüfeğini alsın. Olmayan da taşla sopayla saldıracak. Herkes hazırlansın. Yakalayacağız onu.?
Ve gidiyor.
Halkta, bu uyarıya karşı hiç bir kıpırtı olmuyor.
Kaçıp izimi kaybediyorum. Artık jandarmalar yok ardımda.
Dolaşıyorum.
Bir elimde otomatik; kayışla omzumdan asmışım. Rahatça kullanabileceğim. Bir elim boşta. Gerekli olabilir bu elim.
On sekiz on dokuz yaşlarında bir çocuğa yaklaşıyorum.
?Bana Belediye Başkanının evini göster,? diyorum.
?Peki Deniz Ağabey, göstereyim,? diyor.
Çok rahat. Çok sakin. Kendisine soru sorduğum için de sevinçli. Hani bir yabancıya yol gösterirler ya rahatça, yardım etmiş olmanın sevinciyle; bu da aynı rahatlık içinde davranıyor. Düşüyor önüme. Yürüyoruz.
Bir evin önüne geliyoruz.
?Burası ağabey,? diyor.
Gemerek Belediye Başkanı?nın evi. Az önce beni linç ettirmek için halka çağrıda bulunan adamın evi. Tanışacağız.
Bir omuz atıp kırıyorum kapıyı. İçeri dalıyorum. Belediye Başkanı, evinde; sofada, masanın başında bir şeyler atıştırmakta. Beni öyle birden evinin içinde, karşısında görünce yere atıyor kendini, ayaklarıma kapanıyor utanmadan.
?Ben bir şey etmedim. Ben bir şey etmedim,? diye yalvarıp duruyor.
Bir odadan karısı iki küçük çocukla çıkıyor sofaya. Kadın şaşkın. Bir yanda da o yalvarmaya başlıyor:
?Bunlara acı, bu yavrulara acı.?
?Allah belanızı versin,? deyip atıyorum kendimi dışarı. Karlı yollara düşüyorum yine. Gemerek?in dışına çıkıyorum.
Ondan sonra işte o tren yolu hikâyesi oldu, çukur hikâyesi. Tarlalardan geçerek gittim oraya.
***
Yakalandın. Adamlar sana vurur, olmadık hakaretlerde bulunurlar. Buna karşı devrimci taktik şu:
Sen de söveceksin. Elin boştaysa vuracaksın. Ellerin bağlıysa tüküreceksin yüzlerine. Hiç aşağıdan alıp sinmek yok.
Falakaya falan yatıracaklar. Direneceksin. Güçlükle yatıracaklar. Boyun eğmek yok.
Ve onlardan hiç bir istekte bulunmayacaksın. Hiç bir şey istemeyeceksin onlardan.
Böyle yaptın mı herifler işkenceden sonra sana büyük saygı duyuyorlar. Eziliyorlar karşında. İşkence edenler onlar, ama sonuçta ezen sen oluyorsun.
İşkenceye senin bunca dayanman ve oradaki bütün devrimci tavrın, heriflerde böyle bir etki bırakıyor.
***
Yakalanışım mı?
O da bir garip hikâyedir.
Pusu. Son düştüğüm pusu. Yakalandığım.
Tarlanın içinde. Çukurda.
Tarla. Vıcık vıcık çamur. Her yan çamur. Bir yandan da aralıksız yağmur yağıyor, sulusepken.
Parkamın başlığını başıma geçiriyorum.
Ellerim üşüyor. Eldivenlerimi, silahı daha rahat kullanayım diye daha önce bir yerlerde fırlatıp atmıştım. Eldiven de yok.
Hava buz gibi.
Bir çukurun içindeyim.
Çepeçevre sarmışlar.
Bütün arabaların farları üzerimde.
İçine girdiğim çukur, işte bu hücre kadar bir yer.
Jeep?lerin üzerlerine A-4?leri kurmuşlar. Sağıma soluma yağmur gibi mermi yağıyor. Mermiler, düştüğü yerden çamurları savuruyorlar havaya. Farların aydınlığında, yağan sulusepkeni renklendiriyor havaya sıçrayan çamurlar. Ben çukurun dibine, çukurun biçimine uyarak (U) harfi gibi uzanmışım. Ayağa kalkarsam, başım dışarı çıkıyor. Atılan mermilerden korunmak için ya çömelmek zorundayım, ya da böyle çukurun dibine uzanmak zorundayım.
Çukurun dibinde kar var. Altım kar, üstüm sulusepken yağmur ve mermiler. Yattığım yerden yukarıyı gözlüyorum, çukurun üstünü.
Sanki donanma fişekleri atılıyor üstümde. Korkunç güzel bir renk cümbüşü tepemde.
?Cıw? diye giriyor çukurun yanındaki çamurlara mermiler, çamuru savuruyorlar tepeden inen farların aydınlattığı sulusepkenin içine, üstüme renk renk koca bir dünya yağıyor. Korkunç güzel, anlatılmaz bir görünüş.
Yarım saat, bir saat sürüyor bu.
Mermi çok az kalmış yanımda. Bir süre sonra bitecek.
Ara sıra doğrulup, başımı çukurdan yavaşça çıkarıyorum, bir el ateş ediyorum boşluğa, öldürmeye atmıyorum ama. Göremiyorum ki. Rasgele yakıyorum mermiyi. Aklıma ilk gelen, Mayakovski?nin şu dizeleri oluyor:
Susun artık konuşmacılar,
savdınız sıranızı.
Söz şimdi mavzer arkadaşta,
şimdi o konuşacak.
Bu dizeleri aklımdan geçiriyorum ve kalkıp bir mermi daha yakıyorum. Sonra yine sinip bekliyorum çukurun dibinde.
İşte orada ölümü düşündüm bak.
Ölüm ürkütücü gelmiyor insana. Ama insan ölümü kabul edemiyor. Kesin bir gerçek bu.
Bilimi düşünüyorsun orada. İki yüz yıl, üç yüz yıl sonrasını düşünüyorsun. Ve bilimin insanlığa getireceklerini. Ve birden içinde bulunduğun o durum anlamsız geliyor sana. Ionesco?nun oyunları gibi bir şey. Saçma geliyor kimi şeyler sana o anda. Yaşaman gerektiğini kavrıyorsun. Bilim almış başını yürürken, karşındaki bir sürü insanın ne kadar küçük şeylerle uğraştıklarını düşünüp acınıyorsun. İçerliyorsun. ?Lânetli adamlar? diye geçiriyorsun kafandan.
İnsanlığın geleceğini; ve senin o günleri göremeyeceğini düşünüyorsun; insanı hüzünlendiriyor bu. Bir yanda güzel, eşsiz bir gelecek, bir yanda o güzelim günleri göremeyeceğin duygusu. ?Nasılsa öleceğim? diye düşünmeye başlıyorsun.
Mermi vardı oysa yanımda.
Birazdan bir bomba sallayacaklar üzerime diyordum, ölüp gideceksin.
İlk anda ölmemeyi düşünüyordum; yaralanmayı, yaralı ve rahat bir ölümü. Ama bir süre sonra, dünyanın dört bir yanında ölen bir sürü devrimciyi düşünüyorsun ve bir an nasılsa rahat bir ölümü düşünmüş olduğun için korkunç bir utanç duyuyorsun kendi kendine.
Bir devrimci nasıl ölmesi gerekiyorsa öyle ölmeli.
Ve daha önce hiç aklıma gelmeyen birtakım anılar geçiyor gözümün önünden.
Bir film gibi ve çok hızlı geçiyor bunlar.
Örneğin çocukluk günlerim gelip geçti gözümün önünden nedense.
Çocukluğum:
Bahçeli bir evimiz vardı. Çiçekler doluydu bahçemizde. Onların, o çiçeklerin arasında koşup oynayışım.
Sonra gözümün önünden gelip geçen şeyler arasında ansızın, bir sevgili. Çok buruk bir duygu bu. Kızın gülüşü, oturuşu, düşünüşü.
Kesin ve çok net görüntüler bunlar. Değişik durumlarda ve öylesine canlı ki. Dipdiri. Karşımda sanki. Renkli bir film gibi. Sen o durumdayken, o anda, onun evinde oluşu, sıcacık bir odada oluşu, belki de neşeli oluşu, gülüyor oluşu…
Bütün bu anımsanan şeylere, kişilere karşı, bütün yaşayanlara karşı o anda içinde küçücük bir kıskançlık duygusu.
Ve birden, ansızın çok gülünç, matrak bir şey de geliveriyor aklıma, gülüyorum.
Daha bir sürü görüntü.
Üniversite günleri.
Beyazıt alanı.
Beyazıt?ın ara sokakları.
Polisle çatışmalar.
Öbür arkadaşlar.
Hani gazetelerde sosyete haberleri, dedikoduları çıkar ya, onlar geliyor aklıma, o dedikodulardaki kişiler.
İşte o zaman ölmemek, yaşamak ve savaşmak isteği. Mücadele etmek isteği. Bunlar yeniden kabarıyor, büyüyor içimde. Savaşmak, mücadele etmek isteği.
Sonra, ölen arkadaşlarım geliyor aklıma. Daha çok Taylan?ı anımsadım orada.
Sonra Filistin?deki çocukları.
Ve -bak- en önemlisi, üniversite kantinlerinde, özellikle Siyasal Bilgiler Fakültesi kantininde filan ?halk savaşı? üzerine tartışmaları, sıcacık çaylarını yudumlayarak tartışanları geçirdim kafamdan.
Gülünç geliyor bütün bunlar sana ve alabildiğine hüzünleniyorsun.
Canın sıkılıyor.
***
Elli altmış metre ötedeler. Tam bir çemberin ortasındasın. Arada silah sesleri kesiliyor ve,
?Teslim ol,? sesi duyuluyor.
Başımı yavaşça çukurdan çıkarıp sesin geldiği yere, birazcık havaya doğru bir kurşun sıkıyorum. Yine siniyorum çukurun dibine. Bu hücre büyüklüğünde bir çukur. Ayağa kalkınca yüksekliği göğsüme geliyor. Sırtımı çukurun duvarına vermişim, arka üstü yatıyorum çukurda. Dipte, altımda kar var. Daha erimemiş. Çukurun yanlarında çalılar.
Bir iki mermi kalmış. Son mermiyi kendine saklamak istiyorsun. Gerekirse vuracaksın kendini, karşı devrimin eline düşmemek için. Bunu düşünürken ölüm korkusu yok. En küçük bir çekinme yok. Namluyu şakağına dayayacaksın. Basacaksın tetiğe; tamam. Çok rahat.
Kurşunu yüreğine sıkmaya için elvermiyor, kıyamıyorsun yüreğine. Yürek garip bir değer kazanıyor orada.
Kendi kendime, orada namluyu şakağıma dayayıp öleceğimi, acı duymayacağımı, kurtulacağımı falan da düşünüyordum. Ama bir de bunun, işin kolayına kaçmak olduğu geliyor insanın aklına. Vazgeçiyorsun.
İki mermim kalmıştı. Mermiler tükenince çukurdan çıkmayı düşündüm. Başım dik çıkacağım. Vururlarsa vuracaklar. Başım dik gideceğim ölüme.
Ya vurmazlarsa?
O zaman yakalayıp işkence edecekler.
İşkence kolay. Bir gün boyunca da sürse işkence, dayanılır, onun acısı nasıl olsa geçer. Zaman nasıl olsa akıp geçecek ve işkencenin acısı da bir süre sonra nasıl olsa kalmayacak diye düşünüyorsun. On beş gün önce işkence görseydim şimdiye çoktan etkileri geçmiş olacaktı, unutmuş olacaktım. Böyle düşündüm orada.
Kararlıyım. Dayanacağım işkenceye. Konuşturamayacaklar. Çözülmeyeceğim. Kesin kararlıyım.
Silahımı attım birden. Bir ara ateş de kesilmişti.
?Çıkıyorum!? diye bağırdım.
Çıktım.
Bekledim, ama ateş eden olmadı.
Parkamın başlığını geriye attım. Başım dik. Bir elim cebimde, boş tabancamda. Gerekli olabilir. Boş ama, olsun. Umursamaz bir hava takındım. Her an bir mermi bekliyorum. Her an bir mermi bir yerime saplanacak. Ha geldi ha gelecek.
?Dur!? falan diyorlar.
Bir yığın şey söylüyorlar.
Artık söylenenleri duymuyorum. Söylenen sözlerin bir tekini bile anlamıyorum.
Biliyorum, görüyorum: bütün namlular üzerime çevrili.
Her namlunun ucunda ben varım.
Çevrede kum gibi asker kaynıyor.
Yola çıkıyorum. Gemerek?e giden yol bu. Ve Gemerek yönünde yürümeye başlıyorum. Ama hep, her an bir kurşun bekliyorum. Etimle kemiğimle bunu bekliyorum.
?Kayseri Emniyet Amiriyim. Seni teslim alıyorum,? diyor bir ses.
Tepkim büyük oluyor, önceden hiç tasarlamadığım bir tepki bu, hiç düşünmediğim bir şey. Beklenmedik, olağanüstü bir tepki oluyor bende:
?Siktir be. Sen kimsin ulan beni teslim alacak!? diyorum.
Elimi cebimden çıkarır gibi yapıyorum. Uzaklaşıveriyor.
Yine yürüyorum.
Bir albay çıkıyor yolumun üstüne.
Ve bir arabaya binip gidiyoruz.
***
Yakalandığımda saat gecenin 02.30?u falandı.
Beni alıp doğruca Kayseri?ye götürdüler.
Ellerim kelepçeliydi. İki yanımdan iki iri adama kelepçelemişlerdi.
Yolda durmadan soruyorlar. Ara vermeden soruyorlar. Hiç konuşmuyorum.
Kayseri?ye varıyoruz. Vakit gecenin yarısı.
Vali?nin karşısına çıkarılıyorum.
Vali,
?Yakalandın mı sonunda?? dedi küçümsemeye çalışarak.
?Sen bir köpeksin. Köpek kalacaksın,? dedim. Hiç ummuyordu böyle bir şey söyleyeceğimi. Apışıp kaldı karşımda. Sözümün altından kalkamadı. Bastı gitti.
Oturdum.
Çay getirdiler.
Polisler dönüp duruyor çevremde. Hiç bir kaba söz, kaba davranış yok.
?Ağabey, ne istersin??
?Bir istediğin var mı Deniz ağabey??
***
Bir de şunu gördüm: Çok duygulanıyorlar.
Hele yakalandığımda, Kayseri?ye götürülürken, iki koluma kelepçeyle bağlı o iki iri polis vardı ya, ben Ankara?ya getirilirken, ikisi yine beni getirdikleri arabadaydı. Yolda ağladılar. İsteyerek yapmadıklarını söylediler, üzüntülerini belirttiler.
***
Ankara?ya jandarma pikabıyla ve uzun bir konvoy halinde girdik. Saat sabahın 8?i falandı. Yollar tıklım tıklım insanla doluydu. Ankara, yeni bir güne başlıyordu.
İşlerine giden memurlar. Okullarına giden öğrenciler.
Yağmur yağıyor.
Islak bir Ankara sabahı. Sevdiğim sabahlardan biri.
İçişleri Bakanlığı?nın önüne geliyoruz. İndiriyorlar. Tam İçişleri Bakanlığı?na girerken kalabalıktan biri,
?Yuh!? diye bağırıyor.
Yürüyorum üzerine, iki üç adım atıyorum. Polisler o kadarına izin veriyorlar. Kaçıyor ?yuh? çeken. Giriyoruz içeri.
İçişleri Bakanı?nın karşısına çıkarılıyorum.
Çok keyifliydi. Ayaktaydı. Odası, sabahın sekizinde gazetecilerle dolu.
Ben hep başımı dik tutmaya, canlı, dipdiri görünmeye çalışıyorum. Nasıl bitkinim oysa, ayaklarımı zor sürüyorum. Ayakta duracak gücüm kalmamış. Ama belli etmiyorum.
?Geçmiş olsun,? dedi gülerek İçişleri Bakanı.
Suratına baktım pis pis. Hiç bir karşılık vermedim.
Gazetecilere döndü:
?Şu pejmürde kılıklı adam, Halk Kurtuluş Ordusu?nun kahramanıymış.?
?Beğenemedin mi? Tabii kahramanıyım, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu?nun savaşçısıyım.?
?Nereye gidiyordun??
?Devrime.?
Haritayı gösteriyor duvarda, Sivas?ı gösteriyor:
?Buradan mı gidilir devrime??
?Senin kafan almaz böyle şeyleri.?
?Türkiye?de bir tek ordu vardır, o da Türkiye Cumhuriyeti?nin ordusudur.?
?Onun için Demirel ve senin gibiler hemen istifayı bastınız.?
Sinirlendi.
Üzerine bir adım attım.
Geriledi. Şaşırdı. Dehşetli bir panik havası içinde, elini sallayarak ve kekeleyerek:
?Gö-gö-götürün bunu? dedi.
Sürükleyerek çıkardılar beni odadan.
?Göstereceğiz sana da, senin gibilere de, Amerikanın güvenilir köpekleri!? diye bağırdım kapıdan çıkarılırken.
Gazetecilerin yüzünde büyük bir şaşkınlık vardı.
***
Odadan çıkarıp beni Emniyet Genel Müdürü?nün odasına soktular.
Emniyet Genel Müdürü, boyuna:
?Bakanımıza-, bakanımıza-, bakanımıza hakaret etti,? diyordu sinirle.
?Sen de köpeksin,? dedim ona. Böyle bir davranış beklemedikleri için; hepsi şaşkındı, herkeste tam bir panik havası vardı. Bir ben bu paniğin dışındayım. Gazeteciler de paniğe kapılmış durumda.
?Ben köpek değilim,? diyor Emniyet Genel Müdürü.
?Köpeksin,? diyorum, ?köpek olmasan bugün burada işin ne.?
***
Alıp Emniyet?e götürdüler.
Orada da davranışlarım aynı. Komiserlere, polislere, Emniyet Müdürü?ne falan, herkese böyle sözler söylüyorum, hakaretler yağdırıyorum.
Akşam olacak, saat 17?de herkes çekilip gidecek, işkence başlayacak, diye düşünüyorum.
Dördüncü güne girmişim; açlık, yorgunluk, uykusuzluk bitirmiş beni. Bitkinim. Kalan son gücünü kullanıyorum, direniyorum.
Saat 17 oldu ve işkence başlamadı.
İradeyi sıfıra indiren bir ilâç verdiler.
İğne yapacaklardı, yaptırmadım. Zorla yapmak istediler, direndim; başaramadılar. Hapı tercih ettim. Aldım hapı. ?Biraz ağzımda tutarım? diye düşünüyorum. İkinci Şube Müdürü?yle bir komisere de birer hap içirdim. ?Önce siz için, ondan sonra ben içeyim, İçmem yoksa,? dedim.
Birer hap yutmak zorunda kaldılar.
Şartlandırıyorum kendimi ve boyuna baskı yapıyorum kendime:
?Söylemeyeceğim, söylemeyeceğim.?
Böyle yaparsan, hap da olsa, söylemek istemediğin şeyleri söylemiyorsun.
İlaç gevşetiyor. Ama kendini şartlamış olman önemli.
Orada da saygı duymaktan alamadılar kendilerini polisler.
Direnirsen sonuç hep böyle oluyor.
Birkaç tanesi bozuluyor tabii bana; birkaç tüyü bozuk, müthiş sinir oluyor yaptıklarıma. Ama oradakilerin büyük çoğunluğu saygılı oldular bana.
Fizik işkence hiç önemli değil. İnsanı pek etkilemiyor. Dayanıyorsun, önemli olan psikolojik hikâye.
İstanbul?da, bir keresinde on üç kişi falandık. Bizi şöyle sıralamışlardı karşılarına. Makineli atışı gibi üst üste, aralıksız sorular soruyorlardı kısa kısa. Cevap vermemek olanaksızlaşıyor. Ben, orada, soru sorulunca, hiç düşünmeden sövüyordum. Çok iyi oluyor. Biraz düşünmek, biraz duraksamak bile, yüze vuran ifadeyle ipucu verebiliyor polise, özellikle MİT uyguluyor bu yöntemi.
***
Bir de ara sıra gelip alay ederler. Yüzünü falan eller biri, alay ederek.
?Şuna da bak,? falan der.
Müthiş sinir bir şey. Yani kişiliğini yok etmek isterler o anda. Kesinlikle duracaksın, sinirlenmeyeceksin. Çok önemli.
***
Arabasını alarak kaçırdığım pijamalı adam astsubaydı. Hele ateş altına girip çıktıktan sonra görecektin. Bir yandan da tam bir otomat haline gelmişti yanımda. Yani, adamın beyni, senin beynine geçmiş o anda; sen ne dersen onu yapıyor. Şaka değil, senin elinde silahın var, silahlısın; otomatik silah var elinde. Yanında boyuna ateş etmişsin sağa sola. Yani elindeki silahı ateşlerken görmüş seni bir kere.
***
Ve ben, çatışma sırasında değil, ama çatışma dışı kalınca, boyuna kadını, astsubayın karısını düşünüyordum arabadayken. İstemeyerek yaralamıştım kadıncağızı.
Bir de, o çatışmalarda ?acaba kaç kişi öldü?? diye düşünmekten kendimi alamıyordum.
***
Devrimci, yakalanınca, karşı devrimin eline düşünce, tamam mı, korkunç, çok boktan bir durum oluyor. Adamların yüzlerindeki o keyifli, aşağılık durum, illet eder insanı. Sanki büyük bir şey başarmış gibidirler. İşte orada, o durumda, yakalandığına müthiş pişman oluyorsun.
***
Normal, silahlı bir çatışmada sık sık vurulduğunu sanıyorsun. Yaranın sıcaklığıyla, vurulduğunu daha pek anlamadığını sanıyorsun. Arada bir yokluyorsun kendini, yaralandım mı diye.
Ama, çatışma sırasında yaralanmış olmanın kesinlikle hiç önemi yok.
Çatışırken ve yakalanınca, ölçü olarak, öbür büyük devrimcileri düşünüyorsun. Bir devrimci nasıl davranır? O büyük devrimciler nasıl davranmıştı? Che Guevara nasıl davranmıştı? Bak, sen inceledin, yazdın bu konuyu. Ernesto adlı hikâyende Guevara?nın nasıl yakalandığını, yakalanınca nasıl davrandığını yazdın, bilirsin. İşte onları düşünüyorsun o anda. Onların davrandığı gibi, onlar gibi davranmak istiyorsun.
Hep bunları düşünüyorsun; çatışırken ve yakalanınca.
Onlar gibi davranmayı düşünüyorum.
Onlar gibi ölmeyi.
***
Bugünkü kuşak bizlerden oldukça değişik. Ayrı özellikler tadıyor bu kuşak. Bir bakıyorsun, silahını alıp eyleme giriveriyor. Bu yeni arkadaşları söylüyorum.
Bizim kuşak başka türlüydü.
Biz edebiyattan falan geldik buraya. Yenikapı?dan. Beni al işte: 1966?da üniversiteye girdim, İstanbul Hukuk Fakültesi?ne. 1964?te partiye girmiştim, Türkiye İşçi Partisi?ne.
Bu yeni kuşak, bizler gibi değil, öyle uzun boylu düşünce tartışmaları falan da yapmaya fırsat bulamadı bu kuşak. Üniversite özgürlüklerini yaşamanın ne olduğunu bile anlayamadan kendilerini eylemin içinde buluverdi çocuklar.
Örneğin, Beethoven?i doyasıya dinleyemediler.
Eisenstein?ın filmlerini, Pudovki?nin filmlerini bile şöyle rahatça, zevkle seyredemediler.
Düşünsene, bir resim sergisini bile şöyle içlerine sindire sindire gezip görme olanağı bulamadılar.
Bu eksikliklerin onlara çok zararı oldu.
Marksizm-Leninizm, nasıl insanlığın bir ürünüyse, bunlar da, bu söylediklerim de, insanlığın uzun yüzyıllar sonunda yarattıklarıdır, ürünleridir.
Bu yeni gelen kuşak, insan olarak, bunların, bütün bu insanlık ürünlerinin çoğundan yoksun kaldı. Hiç de iç açıcı bir durum değil bu.
önemli değilmiş gibi görünür ama, yahu bu çocuklar doğru dürüst âşık bile olamadılar.
Burjuvalar bilmez bu hikâyeyi.
İnsanlığın büyük kültür mirasını yine en iyi, devrimciler anlar, devrimciler değerlendirir. Marksist-Leninist olanın, ötekilere üstünlüğüdür bu.
Bir burjuva, inan ki, Beethoven?in Yedinci Senfonisi?ni, bir devrimci kadar anlayamaz bence.
Bir burjuva, Lorca?nın şiirinin tadına, bir Marksist-Leninist gibi varamaz.
İspanya İç Savaşı?nı yaşayan biri Rodrigo?yu nasıl bizlerden daha iyi anlarsa, bu da öyledir. Bilmem yanılıyor muyum? Hiç sanmam.
***
Eylem sırasında neler duyduğum mu? Evet, önemli. Anlatmaya çalışayım.
Şöyle başlayalım:
İstersen banka soygunu hikayesiyle başlayalım.
Bir kere, heyecanlanmamak olanaksız. Ama bu işin korkuyla hiç bir ilgisi yok. Hani çok hızlı giden bir arabada duyulan heyecan vardır ya, onun gibi bir şey işte. Bir gerilim. Yani, bilinmedik bir olayda duyulan heyecan gibi.
Bankaya girince, orada çalışan insanların yüzü çok ilginç. Özellikle yüzleri. Yüzleri hiç kıpırdamıyor. Hani, gülüyorken, gülüyor olarak kalıyor insanın yüzü. Hem de sonuna kadar. Yüz öylece donup kalıyor. Bankaya ilk girdiğin anda duyduğu, geçirdiği şok sırasında yüzün aldığı biçim ne idiyse, öylece donup kalıyor yüzleri. Hani filmlerde olur, akıp giden hareket, bir fotoğraf halinde dondurulur ya bazen, tıpkı öyle.
Orada duyulan duygu, öğrenci eylemlerine katılırkenki duygu gibi değil. Kitle duygusuna hiç benzemiyor. Çok değişik. Benim güleceğim geldi, adamların o garip hallerini görünce.
***
Sonra izlenme duygusu var. Şehir içi olaylarında, arabayla boyuna yer değiştirirken, arkana takılan her arabadan kuşkulanıyorsun. Bu kesin. Her arabaya polis arabası gözüyle bakıyorsun. Kaçınılmaz bir duygu bu.
***
Eğlenceli yanları da var bu işin.
Amerikalı zenci şoför Finley?i kaçırdığımız gün, biz Finley?i arabadan indirdikten sonra, Yusuf arabayı götürüp Eskişehir yolu üzerinde bir şarampole yuvarladı. Sonra bizim oraya yirmi otuz araba dolusu polis geldi.
***
Vakit gece.
Bütün polis arabalarının farları yanıyor. Polis arabalarının tepelerindeki renkli fırfırlar durmadan dönüyor. Sirk gibi. Lunapark gibi. Eğlence yerinde bir gösteriyi izliyor gibisin.
Heyecanla izliyorsun olup bitenleri.
Refleksler, silahlı olaylar sırasında, silahlı çatışmalarda çok iyi çalışıyor. Arabaların ön farları durmadan tarıyor bizi.
Sürekli yer değiştiriyorsun, hedef olmamak için.
Yerler ıslak. Çamur.
Yorgunsun.
İçinden, oturduğun yerden hiç kalkmamak, orada uzanıp kalmak gibi istekler geçiyor. Uykuyu özlüyorsun. Nasıl büyük bir istek bu. Ama uykuya yenilmemen gerekiyor. Bu da böyle garip bir durum işte.
***
Yaptığın hareketin kesin doğru olduğuna inanıyorsun. Tam bir devrimci gibi davranmaya çalışıyorsun. Şunu açıkça söyleyeyim: Yaptığın eylemlerden kesin hiç bir pişmanlık duymuyorsun. Pişmanlık yok.
Çatışmalar sırasında hiç bir şaşkınlığa uğramıyorsun. Eğitimin, daha önce bu yolda yaptığın eğitimin çok yararı var bunda, özellikle Filistin?deki eğitimin büyük yararı var. Ne yapıyorsan bilerek yapıyorsun.
Çatışmalar sırasında, özellikle de pusuda beklerken, uğrunda bu büyük kavgaya girdiğin insanlara amansız bir sevgi duyuyordum. Uğrunda mücadele verdiğim köylülere, işçilere, özellikle de çocuklara. Çocukları düşünüyordum sık sık. Anlatılmaz bir sevgi, anlatılmaz bir özlem duyuyordum onlara; çocuklara.
Bir de bütün bu olayları, bütün bu acıları, gelecek kuşakların hatırlamayacağını düşünüyorsun. Ya hatırlamazlarsa diye geçiriyorsun. Bütün bu acıları, bu sıkıntıları onlar için çektiğini çok iyi biliyorsun oysa.
Bir kişi olduğunu, içine girdiğin bu çatışmanın, aslında o anda bir kişinin çatışması olduğunu, ve bunun, bu büyük kavganın içinde önemsiz olduğunu, kocaman okyanusta bir damla olduğunu düşünüyorsun.
İşte Vietnam. Bir yığın insan ölmüş orada. Vuruşan, ölen her yurtsever Vietnamlı, bir yığın acı, bir yığın sıkıntı çekmiş ve vuruşa vuruşa ölmüş, ölen yığınla devrimci var orada. Ve gelecek kuşaklar, ne diyecek?
?Beş yüz bin kişi öldü, falan,? diyecek.
Böyle diyecek gelecek kuşaklar.
Ve sen geçip gideceksin.
Çektiğin bunca acının, acıların, gelecek kuşaklarca da bilinmesini istiyorsun. Bu duyguyu anlıyor musun?
***
Sonra, sürekli olarak izleniyorsun. Hep bir av alanında gibisin. Hiç avcı değilsin. Hep avsın. Bir av hayvanı gibi duyuyorsun kendini. Sürekli kovalanıyorsun.
Ölüm mü?
Ölüm gelip kapına dayandığı zaman, böylesi bir mücadeleyi sürdürdüğün için, bir bakıma, ortaya koyabileceğin her şeyi ortaya koymuşsun, yapabileceğin her şeyi yapmışsın gibi geliyor sana. Biliyor musun, mutluluk veriyor bu insana.
Biz bu işe girdik bir kez. Girmiştik. Sonuna kadar götürecektik.
Yaptığımız eylemlerden herhangi bir pişmanlık duyup duymadığımı soruyorsun. Kesinlikle hayır. Hiç bir pişmanlık duymadım. Ne ben, ne de arkadaşlarım. Hiç bir zaman.
Ankara?dan çıkarken, Türkiye dışına falan gitmeyi, sınır dışına çıkmayı, aklımıza bile getirmedik. Yok böyle şey. Kararlıydık. Kesin kararlıydık. Ankara?dan çıkıp, bir kır gerillası karargâhı kuracaktık.
***
Ölüm, hiç de ürkütücü değil.
Ölümle burun buruna gelmedikçe, yani ölüm, karşında somutlaşmadıkça, ölüme pek aldırmıyorsun. Hem de hiç aldırmıyorsun. Takmıyorsun ölümü.
Ama ölümle karşı karşıya kalınca, o zaman. İşte o zaman, garip bir hüzün başlıyor. Böyle bir duyguyla ilk ne zaman karşılaştım, biliyor musun? Garip, hüzün yüklü bir korkuydu. Yusuf vurulunca yaşadım bu karmaşık duyguyu. Gerçi daha önce de buna benzer bir duyguya kapılmıştım. Ama daha değişikti o. İlk kez ölüm korkusunu, 1966 yılında ölümle karşı karşıya kaldığımda yaşamıştım.
***
İyi sordun.
Evet, idama gidiyor bu işin sonu. Bunu biliyorsun. Yakalandığın andan sonra bunu hep biliyorsun. Sonu idama gidiyor bu işin. Hele hücreye kapatılıp da, düşünme rahatlığına erince. Bildiğin tek şey var: İdam, ölüm.
Ama biliyor musun, pek de korkunç gelmiyor bu sana.
Umut mu? Umut her zaman var. Umutsuzluk diye bir şey yok. En azından ?Kaçabilirim, kurtulabilirim belki? diye düşünüyorsun.
Ama bir şey söyleyim mi, çıkarılacak bir affı düşünmüyorsun. O yok işte.
Ve bir devrimcinin, idama nasıl gideceğini, bir mitinge, bir eyleme gider gibi gideceğini karşı devrimcilere ve herkese göstermek gerektiğini düşünüyorsun. İnan, bunda hiç bir çekincem yok.
O sahneyi çok iyi somutladım.
Asılma günü gelip çatınca, o sevdiğim giysilerimi giyeceğim. Postallarımı, parkamı.
Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Kesin direneceğim ve giymeyeceğim.
Öyle her zamanki gibi, eyleme gidiş tavrımla gideceğim darağacına.
Yok, tıraş falan da olmayacağım.
Önce gidip orada oturacak, bir sigara yakacağım.
Sonra demli güzel bir çay içeceğim.
Ha, bak, Rodrigo?nun o ünlü gitar konçertosunu dinlemek isterim orada. Bak bunu çok isterim. Sanırım, asılacak bir insanın son isteklerini geri çevirmezler. Bunları isteyeceğim.
Bir de avukatlarımın asılma sırasında orada bulunma hakları var. Onların orada olmalarını isteyeceğim. Bunu kesin isteyeceğim. Gelecekler. Gelmeleri gerek. Orada bulunmaları gerek. Olaya tanıklık etmeleri için bu kaçınılmaz bir şey. Bu işler olup biterken, bizim ölümümüze tanıklar gerek. Çünkü bizden sonrakilere umut verecek bu sahne. Asılışımız gürültüye gelmemeli. İpe nasıl gittiğimizi gelecek kuşaklara anlatacak doğru dürüst, güvenilir görgü tanıkları bulunmalı orada.
Bir devrimcinin ölümü bile, gündelik olağan eyleminden, olağan mücadelesinden soyutlanamaz.
Bir de kendim çıkıp urganı kendim geçireceğim boynuma. Bunu çok istiyorum. Cellat falan sokmayacağım yanıma. İğrenç bir şey.
Ve dönüp orada beni asan heriflere, asılmamı seyreden heriflere, diyeceğim ki:
?Burada ölen yalnızca bedenimdir; ki zaten ölümlüydü, ölecekti. Ama düşüncemi öl-düremeyeceksiniz. Düşüncem yaşayacak,? diyeceğim.
Sonra avukatlarıma döneceğim.
?Sizler de, bizler için gelecek kuşaklara tanıklık edin,? diyeceğim. ?Bir devrimci ölüme böyle gider işte. Bayram yerine gider gibi.?
Ve şunu da söyleyeceğim:
?Herhangi bir trafik kazasında ölmekten falan da güzeldir bu bizim ölümümüz. Hele böyle olursa.?
Bak sana bir şey söyleyeyim, şimdi şurada gördüğün şu arkadaşların hiç birisinde, inan ki, benim sana anlattığım düşüncelerden farklı bir düşünce yoktur. Biliyorum, hepsi de benim gibi gidecekler ölüme. Bunu çok iyi biliyorum. İşte en iyi örnek, Yusuf. Vurulup da kendine ilk geldiği anda söylediklerini bilirsin:
?Kahrolsun Amerikan emperyalizmi. Biz, Amerikan emperyalizmine karşı dövüştük. Yaşasın bağımsızlık savaşı. Yaptıklarımdan da çok memnunum.?
Böyle demişti Yusuf.
Bu böyle olmalıdır.
Ve soracaklar bana. O zaman vasiyetim şu olacak:
?Cesedim yakılsın,? diyeceğim.
Cesedim yakılsın, küllerim de belirsiz bir yere savrulsun.
Böylece hem benim isteğimin dışında imam, mezar, dua gibi şeyler olmayacak, hem de asıl, düşüncenin önemli olduğunu kanıtlamış olacağım. Aslolan düşüncedir, önemli olan düşüncedir. Bağımsızlık mücadelesi nasıl olsa sürecek. Bitmeyecek.
Ölüm karşısında bütün bu yürekliliği, sana dünya görüşün veriyor. Marksist-Leninist oluşun. Kazancakis?in o romanını bilirsin: ?Günaha Son Çağrı?. O kitabın son bölümünde bu duyguyu ne güzel anlatır Kazancakis. Mücadeleyi bırakmamanın o büyük sevincini ne güzel anlatır. İşte o sevinci duyuyorsun. Devrim, öyle bir sarıyor ki insanı, seni bir yerde insanlıktan çıkarıp, insanüstü bir yaratık durumuna getiriyor. Bu da var.
***
Bak dostum, şu gördüğün arkadaşların hepsi de idam edilecek belki. Hepsi de idamla yargılanıyor, biliyorsun. Bu koğuştakilerin yaş ortalaması 21 falan. Gencecik çocuklar. Görüyorsun şarkı söylüyorlar. Korkuları yok. İnançları var. İnanmış adam güçlüdür, korkmaz.
Bir araştırsan, şaşarsın: Hepsi de okudukları okulların en başarılı öğrencileridir. Sınıflarının ya birincisi, ya ikincisidirler. Bak şu şimdi önümüzden geçen Semih var ya (Semih Orcan), fakülteyi onunculukla falan kazanmış. Bu arkadaşların çoğu lisede iftihara falan geçmiş. Rastlantı değil bu. Hani bu işe girişmeseler, bu düzene karşı çıkma-salardı, inan ki bu düzenin en sivri noktalarına hızla tırmanıp yükseliverirdi hepsi de… öylesine pırıl pırıl zekâları var.
Ama bak şarkılar söyleyerek idama karşı savunma hazırlıyorlar. Sen de gördün, sen de okudun savunmaların bir kısmını; ipin ucundayken bile kimse kendini savunmuyor, kimse kendi başını kurtarmaya çalışmıyor.
Devrimci tavrı budur.
Sanki savunma değil de, Türkiye?nin sorunlarını inceleyen bir kitap yazıyor gibiler. Amaçları yanılmamak, sorunlara gerçekçi açıdan yaklaşmak, gerçekçi, somut çözüm yolları getirmek.
On dokuz yaşında insanlar var aralarında.
***
Öyle sanıyorum ki, ölüm karşısında duyulan duygular, bütün devrimcilerde vardır.
***
Ama bak mahpushane kötü. Bir devrimciye en çok koyan, eylemin dışında kalmaktır. Korkunç bir şey bu.
***
Mahpushaneler, hele hücreler bambaşka bir dünya. Sonra ayrıca uzun uzun anlatırım bu konuyu.
***
Pusudayken müthiş bir rahatlık var. Kesin bu böyle.
Ama ölüme karşı da buruk bir hüzün var.
***
İşkence mi? İşkence apayrı bir alem. İrfan?ı dinlemelisin bu konuda.
***
Sinan?ın ölümünde, burada, arka hücrelerdeydim. Ne gazete, ne radyo, hiç bir şey vermiyorlardı. Sinan?ın ölümünü ancak 15-20 gün sonra öğrenebildim. Mücadeledeyken, kavganın içindeyken, savaşırken, arkadaşının vuruluşu, ölüşü çok koymuyor insana; ama eylemin dışındayken, devrimci bir arkadaşın ölümü çok korkunç oluyor.
Sinan?ın ölümünü duyunca içim kinle doldu, kapkara kinle doldum. Demir parmaklıklara sarıldım. Parmaklıkları yarıp fırlamak isteği vardı içimde, önlenemez bir istek. Ama ağlamıyor insan. Hiç ağlamadım ben Sinan?ın ölümüne. Ağlayamıyorsun.
*** İki erkek kardeşim var. Küçüğüm sempatizan. Büyüğümün bu işlerle uzaktan yakından hiç bir ilişkisi yok. Ama babam iyidir bak. Çok iyi bir insandır. O gazetelerde çıkan demecinin çoğu yeri yalandı. Çok iyi dostuz onunla. Üzülüyor tabii. Ama biliyor musun, onları pek düşünmüyorum. Marksist-Leninist görüş böyle yapıyor kişiyi, öylesi duygulara pek yer kalmıyor insanda.
Kitap Hakkında Bilgi
Yazarı: Erdal Öz
Türü: Anı-Roman
Yayınevi: Can Yayınları
Türkçe basım tarihi: 1986
Sayfa sayısı: 298
Erdal Öz’ün Yaşam Öyküsü
26.3.1935 yılında doğdu. Devlet memuru olan babasıyla birlikte Türkiye?nin değişik yerlerini dolaştı. Ortaokulu Antalya?da, liseyi Tokat?ta bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde
başladığı hukuk eğitimini Ankara Hukuk Fakültesinde tamamladı. İstanbul?da üniversite çevresindeki arkadaşlarıyla birlikte a dergisi?ni çıkardı. İlk öykü kitabı Yorgunlar?ı (1960),?a dergisi yayınları? arasında yayınladı. Sonra ilk romanı Odalarda (1960) ?Varlık Yayınları? arasında çıktı. 12 Mart darbesiyle birlikte Ankara?da işletmekte olduğu Sergi Kitabevi kapatıldı, kendisi de siyasal görüşlerinden dolayı tutuklandı ve sıkıyönetimce yargılandı. Tutukluluk döneminden sonra, o dönemin izlerini taşıyan kitaplar yazdı. Yaralısın, önce 1973?te Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildi, sonra 1974?te kitap olarak çıktı. Bu roman Macaristan?da Almanya?da, Hollanda?da, Suriye?de ve Makedonya?da yayınlandı. 1975 Orhan Kemal Roman Ödülü?nü aldı. Kanayan (1973) adlı öykü kitabı, Deniz Gezmiş Anlatıyor (1976) adlı anı kitabı, aynı konunun genişletilerek işlendiği Gülünün Solduğu Akşam (1986) adlı anı kitabı, Havada Kar Sesi Var (1987) adlı öykü kitabı, Allı Turnam (1976) adlı gezi izlenimleri ve Odalarda (1995) adlı yeni romanı çıktı. 1975-1981 yılları arasında Arkadaş Kitaplar adlı ?çocuk edebiyatı dizisi?ni yönetti. 1981 yılında Can Yayınları?nı kurdu. Çocuklar için de iki kitap yazdı: Kırmızı Balon (1990) ve Alçaktan Kar Yağar (1982).
Alıntılar
* Onunucu basımı için yazılan önsöz, Erdal Öz
** Ankara, Bir Numaralı Mamak Askeri Cezaevi, Erdal Öz
*** Bu Kitabı Yazarken, İstanbul, Ekim 1986, Erdal Öz