Halide Edib’in dediği dedikti; her istediği yapılırdı – Mina Urgan (anılar)

1940’ta Edebiyat Fakültesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü kuruldu ve ben o bölümde asistan oldum. Yeni öğrendiğimiz savaş terimlerinden yararlanarak yaşlı bir öğretim üyesinin dediği gibi, İsmet Paşa, yıllardır dış ülkelerde yaşayan Halide Edip Adıvar’ı çağırmış, “pike uçuşla” bu bölümün basma indirmişti. Halide Hanımla birlikte, İngiltere’den çok değerli profesörler ve okutmanlar getirtildi.

Romanlarından, ünlü Sultanahmet mitinginden ve İstiklal Savaşında oynadığı rolden bildiğimiz gibi, Halide Edip büyük bir kadındı. Kişiliği öylesine güçlüydü ki, yalnız İngiliz Edebiyatı bölümünün değil, bütün Edebiyat Fakültesinin başına geçti dakikasında. Dediği dedikti; her istediği yapılırdı. Ona. “Deka-niçe” adı verildi çok geçmeden.

Halide Hanımın ilkin asistanı, sonra doçenti olduğum on yıl; yani 1940’tan Halide Hanımın’Demokrat Partisi listesinden milletvekili seçildiği 1950 arasında geçen yıllar, meslek hayatımın tek sorunlu yılları oldu. Çocukluğumun “acayipliğini” aştıktan sonra, basit denilebilecek kadar sade bir insana dönüştüğümden/insanlarla ilişkilerim de çapraşık değildi. Ama Halide Hanımla çapraşıktı, hem de fena halde çapraşıktı. Adnan Adıvar ile gül gibi geçiniyordum. Bir İstanbul efendisiyle Avrupalı bir aydının niteliklerini benliğinde uyumla birleştiren nefis bir adamdı Adnan Bey. Melek huylu olduğundan, eşiyle çok sevecen, çok mutlu bir evlilik kurabilmişti.

Gelgelelim, ben Halide Hanıma hayran olmakla birlikte, onunla mutlu bir ilişki kurmakta çok zorlanıyordum. Bunun nedeni, onunla ilişkimizin bir tek planda değil, üç ayrı planda olmasıydı. Birincisi, asistan-profesör ilişkisiydi; ikincisi, beni bebekliğimde tanıdığı için, torun-büyükanne ilişkisiydi; üçüncüsü de bir kadının başka bir kadınla ilişkisiydi.

Bunların arasında en güç olanı, birinci ilişkiydi: Halide Hanım Ingilizceyi çok iyi biliyordu ama, gerekli eğitimi görmediği için, İngiliz edebiyatını bilmiyordu. Ben Türkçeyi iyi bildiğim halde, Türk edebiyatını öğretmeye yetkili olmadığım gibi, o da İngiliz edebiyatını öğretmeye yetkili değildi. Vaktiyle yazılmış bir tek İngiliz edebiyatı tarihinden yararlanarak, dersler veriyor, hattâ kitaplar yazıyordu. Ona daha değerli ve daha ayrıntılı başka edebiyat tarihleri önerdim; ama bunlara başvurmaya yanaşmadı. Yazarlarla yapıtları birbirine karıştırıyordu ara sıra. Örneğin, Fielding’in Tom Jones’unun on sekizinci yüzyılın en büyük romanlarından biri olduğunu bilmiyordu. Tercüme Bürosunun klasikleri arasında yayınlanmak üzere o kitabı çevirdiğimi duyunca, kızmıştı. Ben, “aman efendim, İngiliz edebiyatının en önemli romanlarından biridir” diye protesto edince, öfkesi büsbütün artmış, “hangi romanın önemli, hangisinin önemsiz olduğuna sen değil, ben karar veririm” diyerek kesip atmıştı. Othello’yu “sob-stuff” yani bayağı bir melodram diye küçümseyince, şok geçirmiştim. Sözlü sınavlarda hep sorun çıkardı. Çünkü öğrencilere ben bir şey öğretirdim, Halide Hanım buna aykırı başka bir şey öğretirdi. Öğrenci benim öğrettiğim doğru yanıtı verince, Halide Hanım “yanlış!” derdi. Ve tabii ki, öğrenci, bir asistana değil, prestiji bunca yüksek bir profesöre inanır; suçlayıcı gözlerle kötü kötü bakardı bana. Halide Hanımın derslerine girip, en ön sırada oturmak zorundaydım. Yanlış şeyler söylediğini duydukça fenalıklar geçirirdim. Fakülteden giderken, akşam evinde okumak için, polisiye bir roman isterdi. Bölüm kitaplığında bu tür romanlar bulunmadığını bildirince, “bu ne biçim kitaplık!” diyerek sinirlenirdi. On yıl boyunca İngiliz edebiyatı alanında yaptığı tek olumlu iş, Mil-ton’un Paradise Lost’undan bazı parçalan ve öğrencileriyle yaptığı seminerlerde Shakespeare’in birkaç oyununu Türkçeye çevirmiş olmasıydı.

Halide Edip’in yanında çok sıradan insanlar olan bizler, üniversitede okurken, doktora tezleri, doçentlik tezleri hazırlarken çarnaçar bir şeyler öğrenmiştik. Halide Edip ise, böyle akademik bir eğitimden geçmeden, pike uçuşla, profesörlüğe atanmıştı. Bu, onun kabahati değil, İsmet Paşanın kabahatiydi elbette. Bazı Amerikan üniversitelerinde çok güzel bir gelenek vardır: Ünlü bir yazar ya da bir şair, hiçbir diploması olmasa da, üniversite kampüsünde haftalarca, bazen aylarca konuk edilir. Canı isteyince öğrencilerle konuşur, hattâ konferanslar verir. Öğrenciler de, öğretim üyelerinden öğrenemeyecekleri şeyleri bu adamdan öğrenirler. Bizlerin de öğreneceği çok şey vardı Halide Edip’ten. Ama İngiliz edebiyatı tarihi değildi öğreneceklerimiz. Kimi zaman düşünürüm de, keşke bu görevi kabul etmeseydi, keşke evinde oturup güzel güzel roman yazsaydı derim kendi kendime.

Halide Edip ile asistan-profesör ilişkimiz düpedüz bozuktu. Ben âsi torun, o da huysuz büyükanne rolünde olduğundan, torun-büyükanne ilişkilerimiz de çok fırtınalıydı. Ne var ki, torunuydum ne de olsa ve beni her zaman korurdu. Şu biçimsiz Mîna adından ve solculuğumdan ötürü, Milli Eğitim Bakanlığındaki gericiler asistanlığımı bir süre onaylamayınca, Halide Hanım beni azarlayıp, “senin kabahatin, sen de solcu olmasaydın” demedi asla. Ankara’ya “asistansız çalışamayacağımıza göre, bölümü hemen kapatıyorum” diye yazılı bir ültimatom çekmekle yetindi.

Beni korumasının en güzel örneğini faşistlerin Tan gazetesinin matbaasını yıktıkları gün gördüm. O gün, kalabalık bir faşist grubu, o sırada Fındıklı’da, Güzel Sanatlar Akademisine bitişik olan bizim Fakülteye de saldırdı. Başta Prof. Sadrettin Celâl olmak üzere, solcuların hepsini öldürmekti amaçları. Ben de, ne yapacakları merakı içinde etrafta koşuşup duruyordum. Halide Hanım beni buldu. “Sana söyleyeceğim bir şey var” diyerek, kendi odasına götürdü. Kapıyı açtı, beni boş odaya itti ve kapıyı üstüme kilitledi. Patırtıları gürültüleri, öğrenci kızların korku çığlıklarını ve ülkücü gençliğin kurt ulumalarını dinleyerek, o odada saatlerce kapalı kaldım. Akşam altıda, saldırganlar çekilip gürültüler kesilince, Halide Edip kapıyı açtı. Beni kolumdan sıkı sıkı tutup, aşağıya indirdi. Çağırdığı taksi kapıda hazırdı. Beni o taksinin içine itti, yanıma oturdu. Hayat Apartmanının altı kat merdivenini, kolumu hâlâ sıkı sıkı tutarak çıktı. Kapıyı açan anneme, “Şefika, eğer bu kız bu gece evden çıkarsa, seni mahvederim” dedi. İçeriye girmeyi reddederek, merdivenleri indi.

Halide Edip ile torun-büyükanne ilişkilerimizde, içimi hâlâ titreten, hiçbir zaman unutamayacağım bir sevgi ânı da yaşadım: Nenem, teyzemin oğlunun Lâleli’deki dairesinde hastalandığı için, birkaç gün sonra orada ölmüştü. Dünyada en sevdiğim insanı yitirmiştim. Ağlamak istiyor, ama ağlayamıyordum. Teyze oğlumun evinde telefon yoktu. Yakında oturan ve nenemin hastalığını bilen Halide Hanıma gidip, ertesi gün Fakülteye gelemeyeceğimi söylemek istedim. Kapıyı açan Halide Hanım, yüzüme bir baktı, hemen anladı ne olduğunu. “Artık ben senin nenenim” dedi. Beni kucakladı; nerdeyse taşıyarak bir koltuğa götürdü; önümde diz çöktü, ağzıma bir sigara tutuşturdu, sigarayı yaktı. Ancak o zaman ağlamaya başladım.

Halide Edip gençliğinde, klâsik anlamda güzel sayılmamakla birlikte, çok çekici bir kadınmış. Kılık kıyafetten anlayan anneme bakılacak olursa, çok da iyi giyinirmiş. Şefika, onun “mordore” bir çarşafını, yıllar sonra bile anlatıp dururdu. İlk eşinden doğan iki oğlundan birine hekim olarak bakan Adnan Bey, ona öyle âşık olmuş ki, “ya benimle evlenmezse” diyerek, başını duvarlara küt küt vururmuş. Bizim bölümün başkanlığına geçtiği sırada ancak elli sekiz yaşında olduğu halde, seksenlik alaturka bir kadın kılığına girmişti her nedense. Yerlere kadar etekler, pardösüler giyer; çenesinin altından düğümlediği bir eşarpla başını yaz kış örter; göz ameliyatı geçirmediği halde, eskiden katarakt ameliyatı geçirenlerin kullandıkları fazlasıyla kaim çerçeveli gözlükler takar; eline baston almadan sokağa çıkmazdı.

Gelgelelim, böylesine açık seçik bir biçimde yadsıdığı kadınlığı, ara sıra ortaya çıkıverirdi. Cinsellik ateşinin zamanla bir hayli küllenmekle birlikte tamamiyle sönmediğini bildiğim için, bu ateşin bazı kıvılcımlarını Halide Hanımda gördükçe hocamızı çok doğal ve çok sevimli bulurdum. Bir gün, “erkek arkadaşını bana getir; onu tanımak istiyorum” diye buyurdu, emir emirdir. Ben de daha sonra evleneceğim Cahit Irgat’ı evine götürdüm. Halide Hanım onu tepeden tırnağa öyle bir süzdü ki, içkisizken çok mahcup bir adam olan Cahit’in yüzü kıpkırmızı kesildi. Başka bir gün Vahit Turhan ile konuşuyorduk. Halide Hanım da bizden biraz uzakta masasına oturmuş, bir şeyler yazıyordu. Vahit bir öğrencimizin adını unutmuş; o adı hatırlamam için, delikanlıyı bana anlatıyordu. “Hani canım boylu poslu, çok yakışıklı bir oğlan” deyince, bizi dinlemediğini sandığımız Halide Hanım yazısından başını kaldırdı; ikimize de ters ters bakarak, “maalesef bizim bölümde öyle öğrenci yok” dedi. Çoğunlukla birbirinden güzel kızlardan oluşan bölümümüzde “öyle” bir erkek öğrenci görünce de, Halide Hanım, ona iyi not vermekten kendini alamazdı. Bir sözlü sınavda, uzun boylu yakışıklı bir genç, hiçbir soruya yanıt verememiş, hep susmuştu. Çocuk odadan çıkınca, sıfır alacağını sandık. Halide Hanım, onu “iyi” ile geçirdi. Bizler “aman efendim, nasıl olur? Hep sustu” diyerek karşı çıkınca, Halide Hanım, “evet susuyor; çünkü düşünüyor. Düşünmesini bilene iyi not veririm ben” diyerek kesip attı.

Halide Edip ile üçüncü tür ilişkimiz, yani kadın kadına konuştuğumuz anlar, ender olmakla birlikte, çok ilginçti. Bu konuşmalar sırasında, Halide Edip’in, onlara yüz vermeden bile, birçok erkeğin aklını başından aldığını, onlara tamamiyle egemen olduğunu anladım. Falih Rıfkı’nın anlattığına göre de, aralarında hiçbir şey geçmediği halde Cemal Paşayı, öyle sultası altına almış ki, adamcağız onunla danışmadan, onayını almadan, basit bir evrakı bile imzalayamayacak hale gelmiş.

Halide Hanımla bir çatışma konumuz da Mustafa Kemal’di. Mustafa Kemal’i hiç sevmezdi. Onun yakışıklı olduğunu bile kabul etmezdi. Mustafa Kemal’in güzelliğiyle ünlü elleri için, “hiç de güzel değildi elleri; kaplan pençesine benzerdi” demişti bana. Falih Rıfkı’nın bu konuda bir yorumu vardı: Halide Edip, öteki erkekleri etkilediği gibi, Mustafa Kemal’i de etkilemek, ona da egemen olmayı aklına koymuştu. Mustafa Kemal’in, Halide Hanıma gelip, evinde bir acı kahve içerken, “hanımefendi, ne dersiniz> acaba Cumhuriyeti ilan edeyim mi?” ya da “Halifeliği kaldırmamı doğru buluyor musunuz, Hanımefendi?” diye sorarak icazet almasını istemişti. Mustafa Kemal bunu yapmayınca da, ona düşman kesilmişti. Halide Edip’in İngilizce anılarında gördüğüm bir fotoğraf Falih Rıfkı’nın pek yanılmadığmı kanıtlıyordu: Fotoğrafçı bir dalgınlık sonucu, Mustafa Kemal ile Halide Edip’i aynı filme çekmişti. Önde net bir Mustafa Kemal; arkasında da, bir gölge halinde, hayal me-yal görünen bir Halide Edip vardı. Fotoğrafın altında da “Mustafa Kemal Paşayı yönlendiren kadın” anlamına gelen “the woman behind Mustafa Kemal Pacha” yazılıydı. Halide Edip’in istediği buydu. Gazi’yi desteklemekle kalmayıp, ona yol gösteren kadın durumuna gelmeye karar vermişti. Bu isteğini gerçekleştiremeyeceğini anlayınca da, yenilgiye katlanamamış; memleketten uzaklaşmayı yeğ tutmuştu.

Falih Rıfkı’nın yorumu buydu. Halide Edip’in erkeklere egemen olmak hırsının nereden kaynaklandığı konusunda da benim bir yorumum var. Halide Hanımla kadın kadına konuşurken söylediklerine dayanıyor bu yorum: Halide Hanım gençken sevdiği erkekten, yani ilk eşi Salih Zeki’den, ağır bir darbe yemişti. Bana şöyle demişti bir gün: “Halide Edip, şu adamla sevişti, bu adamla sevişti diye birtakım lâflar duyacaksın. Bunların hepsi yalan. Ben bir tek erkeği sevdim ömrüm boyunca. O tek erkek de altı ay sonra benden bıktı. Beni aldatmaya başladı. Her şeyi biliyordum. Her şeye razıydım. Yeter ki onu görebileyim, ona dokunabileyim. (Bunu söylerken, elini bana doğru uzatmış, bana dokunmuştu. Tutkusunun çıplaklığı karşısında fena sarsılmıştım.) Ancak ikinci bir kadınla nikâh kıymaya kalkınca, boşanmaya karar verdim. Bunu gururumdan yaptığımı sanma. Ama iki oğlum vardı. Analığım ağır bastı. İki küçük erkek çocuğun bu kadar çirkin bir durumu, babalarının aynı evde iki kadınla birden yaşadığını görmelerine katlanamadım; boşandım.” Sözünü kesti, bir an durdu. Sonra “öleceğimi sandım. Ama insan kolay kolay ölemiyor” diye ekledi buruk bir alaycılıkla.

Konuşmamızın bundan sonraki kısmı çok garipti. Çünkü yirmi yaşlarında olan ben, görmüş geçirmiş, olgun bir kadın gibi konuşuyordum; Halide Hanım da çılgın bir genç kadın gibi. Salih Zeki’ye duyduklarının gerçek bir sevgi değil, yıkıcı ve kötü bir tutku olduğunu; gerçek sevginin Adnan Beye duydukları olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Halide Hanım, “sen ne anlarsın! Asıl aşk çocukların babasına duyduklarımdı” diyerek direniyordu. (Adamın adını bile ağzına almaya dayanamadığı için, Salih Zeki ya da ilk kocam demez; “çocukların babası” derdi her zaman.) Adnan Beyi ne kadar olağanüstü bir insan saydığımı, onunla beraberliğini ne kadar güzel bulduğumu anlattım. Bunları biliyor, kabul ediyordu; ama “asıl aşk, çocukların babasına duyduğum aşktı” diyordu gene de. Halide Edip, başka erkeklere egemen olarak, bu karşılıksız aşkm hıncını almak isteyen mutsuz bir kadındı aslında.

Yaşamımda on yıl süreyle önemli bir rol aynadığı için, Halide Edip Adıvar’dan uzun uzun söz ettim.

Mina Urgan – Bir Dinozorun Anıları
Dördüncü bölüm, sayfa 196-204 arası
YKY

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir