1. Maddeciliğe Baş Kaldırış
Çağdaş felsefe tarihi; fizikle psikolojinin savaşıdır. Çağdaş bilimin gelişmesinde matematik ve mekaniğin önceliği, genişleyen ihtiyaçların ortak basıncı altındaki sanayi ile fiziğin karşılıklı uyarıları, düşünceye maddeci bir itiş gücü sağlamış ve bilimlerin en başarılı olanları felsefenin örnekleri olmuştur. Descartes’ın, felsefe “ben” ile başlayıp dışa doğru yönelmelidir diye ısrarına rağmen, Batı Avrupa’nın sanayileşmesi, düşünceyi düşünceden uzaklaştırarak, maddî nesnelere doğru yöneltmiştir.
Spencer’in sistemi, bu mekanik görüş açısının en yüksek ifâdesiydi. Her ne kadar “Darwinciliğin felsefesi” diye kabul edildiyse de, daha çok sanayiciliğin yansıması ve savunucusuydu. Felsefesinin modasının çabuk geçmesinin nedeni, yakın bir geçmişte düşüncede fiziksel olanın yerini, biyolojik görüş açısının almış olmasıdır; dünyanın özünü ve sırrını, nesnelerin ataletinde değil, hayatın hareketinde görme eğiliminin gelişip büyümesidir. Doğrusu, maddenin kendi, günümüzde neredeyse canlanmış gibidir. Elektrik, manyetizma ve elektronun incelenmesi fiziğe hayatî bir renk katmıştır. Öyle ki, psikolojinin fiziğe indirileceğine, hayatiyet kazanmış bir fiziğe, neredeyse rûhsallaşmış maddeye yaklaşmış bulunuyoruz. Hayat kavramını, kuvvet kavramından daha temel ve kapsamlı yapma imkânını belirten, çağdaş düşüncedeki ilk filozof, Schopenhauer idi; kuşağımızda bu fikri ele alan, içtenliği ve hatipliğinin kuvvetiyle, kuşkucu bir dünyayı bu fikre inandıran da Bergson olmuştu.
Bergson, Fransız ve Yahûdi ana babadan 1809’da Paris’te doğdu. Çalışkan bir öğrenciydi, kazanmadığı ödül yoktu. İlkin matematik ve fizik dalında ihtisas yaparak, çağdaş bilimin geleneğine saygı gösterdi. Ama analiz gücü çok geçmeden onu, her bilimin ardında gizli, metafizik sorunlarla karşı karşıya getirecekti. Böylece kendiliğinden felsefeye dönmüş oldu. 1878’de Ecole Normale Supérieure’e girdi, orayı bitirir bitirmez, Clermont-Ferrand Lisesine felsefe öğretmenliğine atandı. Orada, 1888’de ilk büyük eserini yazdı: “Essai sur les données immédiates de la Conscience = Bilincin Doğrudan Doğruya Verileri Üstüne Deneme” En güç öteki kitabının çıkması için, aradan sekiz sakin yılın geçmesi gerekti: “Matière et Mémoire = Madde ve Hafıza.” 1898’de Ecole Normale’e profesör oldu, 1900’de de, 1941’deki ölümüne kadar kalacağı Collège de France’a atandı. 1907’de yazdığı şâheseri “L’Evolution Créatrice = Yaratıcı Evrim” ile uluslararası ün kazandı. On beş gün içinde, felsefe dünyasında hemen hemen; herkesçe tanındı; başarısı için gerekli bir şey de, 1914’te kitaplarının yasak kitaplar listesine konmuş olmasıydı. Aynı yıl Fransız Akademisi’ne seçildi.
Bergson’un, gençliğinde Spencer’e tutkun olması ilginç bir olaydır. Ama aşırı derecede bilgi, insanı kuşkuculuğa götürür; ilk bakışta bir şeye tutkun olanlar, sonradan o şeye sırt çevirirler, ilk karşı duranlar da ona dönerler. Bergson, Spencer’i okudukça, maddeci mekanizmanın üç marazî ekleminin daha iyi farkına vardı. ‘Madde’ ile ‘hayat,’ ‘beden’ ile ‘zihin,’ ‘gerekircilik’ ile ‘seçme’ arasındaydı bu eklemler. Yüzyıllık kuramlardan, binlerce boşa çıkan deneyden sonra, maddeciler, hayatın başlangıcı sorununu çözümleyebilmeye bir adım olsun yaklaşmış değillerdi. Yine, düşünceyle beyinin birbirine bağlı olduğu açıktı ama, bağlılık biçimi eskisi gibi açık olmaktan uzaktı. Zihin maddeyse ve her zihin eylemi, nötr durumların mekanik güç toplamıysa, o hâlde bilincin faydası neydi? Beynin maddî mekanizması, açık sözlü ve mantıksal Huxley’in dediği gibi, bu ‘epifenomen’den (ek olgudan), şu beyin kaynaşması ateşinin çıkardığı, görünüşte bir işe yaramayan alevden niye kurtulamıyordu? Gerekircilik, özgür istemden daha mı anlaşılabilir bir şeydi? Şimdiki zamanda canlı ve yaratıcı seçme yoksa ve bütünüyle bu zaman mekanik olarak maddenin eseri ve bir önceki zamanın hareketiyse, o hâlde bu zaman, ondan önce gelen zamanın mekanik sonucu demekti. Bu ne safça bir plândır böyle. İnancını yitirmiş bulunan çağımızda, bu kuram ne büyük inanç gerektirir! Eski ve Yeni Ahit’in herhangi bir sırrı ya da mûcizesi, bu garip kaderci mitos, yanında çok daha inanılır kalmaktadır. Bunun karşı çıkılacak çok yanı vardı, Bergson’un çabuk ün kazanmasının nedeni, bütün kuşkucular sofuca inanırlarken, onun kuşku duymaya cesâret etmiş olmasıydı.
2. Zihin ve Beyin
Mekân ifâdesiyle düşünmeye çalıştığımızdan, genellikle maddeciliğe eğilmekteyiz diyor, Bergson. Hepimiz de geometriciyiz. Ama zaman da, mekân kadar temeldir; kuşkusuz, hayatın, belki de bütün gerçeğin özü zamandır. Anlamamız gereken şey, zamanın birikim, bir büyüyüp gelişme, bir sürüş oluşudur. “Sürüş, geleceği kemiren ve yürüdükçe kabaran devamlı bir ilerlemedir.” Bu demektir ki, “geçmiş, bütünüyle geleceğe uzanır, orada şimdi eylem de bulunuyormuş gibidir.” Sürmek demek, geçmiş devam ediyor ve hiçbir şey bütünüyle kaybolmamış demektir.
“Kuşku yok ki, geçmişimizin ancak küçük bir bölümüyle düşünüyoruz; ama istemimiz ve eylemimiz bütün geçmişimizle olmaktadır.” Zaman bir birikim olduğuna göre de, gelecek hiçbir zaman geçmişin aynı olamaz, çünkü her adımda yeni bir birikim ortaya çıkmaktadır. “Her an, yalnızca yeni bir şey değil, aynı zamanda önceden görülemeyecek bir şeydir; değişiklik, sandığımızdan daha köktendir.” Mekanik bir bilimin hedefi olan geometrik tahmin, yalnızca bir entellektüel hayâlidir. Hiç olmazsa “bilinçli bir varlık için, var olmak değişmektir; değişmek demek olgunlaşmak demektir; olgunlaşmak demek, sonsuzca kendi kendini yaratmak demektir.” Ya bu her şey için gerekse? Bütün gerçek, belki de zaman, sürüş, oluş ve değişikliktir.
Bizde bellek, sürüşün aracıdır, zamanın hizmetçisidir ve onun sâyesinde, geçmişimizden o kadar çok şey etkin bir biçimde tutulmaktadır ki, bu şeyler sayısız her durum için kendilerini ortaya koymaktadır. Hayat, kapsamı, kalıtımı ve kanıları bakımından zenginleştikçe, seçme alanı genişlemektedir. Sonunda, mümkün cevapların çeşitliliği, cevabın tekrarlaması olan bilinci doğurmaktadır. “Bilinç, canlı varlığın seçme gücüyle orantılı gibi görünmektedir. Eylemin çevresindeki, gerçekleşebilecek imkânlar bölgesini aydınlatmaktadır. Yapılanla, yapılmış olabilecek şey arasındaki aralığı doldurur.” Gereksiz bir ek değildir; geri alınamayacak seçimden sonra türlü cevap türleri düşünüldüğü ve denendiği canlı bir hayâl gücü sahnesidir. “Gerçekte” demek ki, “eylemin merkezi canlı bir varlıktır; dünyaya giren bir ihtimaller toplamını göstermektedir; yani birtakım mümkün eylemlerdir.” İnsan yalnızca edilgen, duruma uyan bir makine değildir; yeniden yöneltilmiş bir gücün odak noktası, yaratıcı bir evrimin merkezidir.
Özgür istem, bilinçle birlikte olan bir şeydir! ‘özgürüz’ demek, yalnızca, ‘ne yaptığımızı biliyoruz’ demektir.
“Belleğin başlıca görevi, şimdiki algının aynı olan, geçmişteki bütün algıları çağırmak demektir, onlardan önce ve sonra gelen şeyleri bize çağırmaktır. Böylece en yararlı olan şeyi, kararı bize teklif etmektir. Tek bir sezgiyle, birçok sürüş anlarını kavramamızı mümkün kılarak, bizi nesnelerin akış hareketinden, yani gereklilik ritminden kurtarmaktadır. Bellek bu anların ne kadar çoğunu bir arada toplayabilirse, bizim de madde üstüne o kadar sağlam egemenliğimiz olur; böylece, canlı bir varlığın belleği, her şeyden önce o varlığın nesneler üstündeki eylem güçlerini ölçer gibidir.”
Gerekirciler haklı olsalardı ve her eylem, önceden var olan güçlerin otomatik ve mekanik toplamı olsaydı, hareketi meydana getiren, kolayca eyleme dönüşürdü. Ama tersine, seçme bir yük ve çaba işidir, karar almak gerekir, kişiliğin gücünü, dürtü ya da alışkanlık ya da tembelliğin mânevî çekim gücüne karşı çıkarıp yükseltmektir. Seçme yaratma demektir, yaratmaya emektir. İnsanların yüzündeki tedirgin çizgiler bundandır; “vurdumduymaz, kendi hâlinde” olan hayvanların seçme eyleminde bulunmadan günlük tekdüze yaşamalarına gıpta ederler. Ama köpeğinizin Konfüçyüs’çü sessizliği, felsefî durgunluk değildir, ölçülmemiş derinliğin sakin yüzeyi değildir; içgüdünün verdiği güvendir, seçmesi gerekmeyen, seçemeyen hayvanın düzenliliğidir. “Hayvandaki îcât sadece günlük tekdüze yaşayış temasındaki bir çeşitlemedir. Türün alışkanlıklarına set çekin, bireysel teşebbüsüyle onları geliştirmeyi başaracağına kuşku yoktur; ama otomatizm’den, bir an için kurtulur ancak, kurtulup yeni bir otomatizm yaratmak için. Hapishânenin kapıları açılır açılmaz, yeniden kapanmaktadır; hayvan zincirini ne kadar çekerse çeksin, ancak onu uzatmayı başarır. İnsanda bilinç, zinciri koparır ve yalnızca insanda, kendi kendini serbestliğe kavuşturur.”
Demekki zihin, beyinle aynı şey değildir. Bilinç beyne bağlıdır ve onunla yok olur; üzerinde asılı olduğu çivi düştü mü, palto da onunla birlikte düşer. Bu, paltonun bir ‘epifenomen’ (ek olgu) çivinin süs ektoplazması olduğunu ifâde etmez. Beyin, imajlar ve tepki örnekleri sistemidir; bilinç, imajların geri çağrılması ve tepkilerin seçimidir. “Akarsuyun yönü, her ne kadar kıvrılarak giden yoluna uyması gerekiyorsa, akarsuyun yatağından ayrıdır. Bilinç, her ne kadar olaylarına sahne olacaksa da, onu canlandıran organizmadan ayrıdır.”
“Bizlerde zaman zaman şöyle denir: “Bilinç, doğrudan doğruya beyne bağlıdır, bu yüzden beyni olanlara bilinçli, olmayanlara bilinçsiz demeliyiz.” Bu fikrin doğru olmadığı açıktır. Bu, bizlerde sindirim doğrudan doğruya mideye bağlı olduğundan, yalnızca midesi olan canlı varlıklar sindirim yapabilir demektir. Bütünüyle yanlıştır bu; çünkü her şeyi sindirmek için ille de mide, hattâ herhangi özel bir organ olması gerekmez. Hemen hemen farklılaşmış, protoplazmik bir kitle olmasına rağmen, amip sindirim yapabilmektedir. Doğru olan şey, bir organizmanın karmaşıklığına ve mükemmelliğine göre işbölümü oluşudur; özel organlara, özel görevler verilmiştir, sindirim görevi de midede ya da daha doğrusu, yalnızca o görevle yüklü olduğu için daha iyi çalışan sindirim cihazında yerleşmiştir. Aynı biçimde insandaki bilinç, şüphesiz beyne bağlanmıştır; ama bu, bilinç için ille de beyin gerektir demek değildir. Hayvan türlerinde ne kadar aşağı gidecek olursak, sinir merkezlerinin o kadar basitleşmiş ve birbirinden ayrılmış bulunduğunu, sonunda bütünüyle ortadan kalkarak, hemen hemen hiçbir farklılaşması olmayan bir organizmanın, genel kitlesine kaynaşmış olduğunu görürüz. O hâlde, canlı varlıkların aşamalarının en üstünde de, bilinç, pek karmaşık sinir merkezlerine bağlıysa, bunun bütün sinir sistemine yayıldığını ve sonunda sinir malzemesi henüz farklılaşmamış canlı maddeye kaynaştığında bile, bilincin yine var, yaygın, karışık bir durumda olduğunu ama yok olmadığını düşünmemiz gerekmez mi? Kuramsal bakımdan, bütün canlı şeyler bilinçli olabilir demek, prensip olarak bilinç, hayatla birlikte var demektir.”
Bununla birlikte, yine de zihin ile düşünceyi, niçin madde ve beyin ifâdeleriyle düşünür gibiyiz? Çünkü, zihinlerimizin akıl (intelekt) dediğimiz bölümü, yaratılıştan maddecidir; maddeye ve mekâna ilişkin nesneleri anlamak ve onlarla uğraşmak için evrim sürecinde gelişmiştir. Bütün kavramlarını, “yasalarını” ve her yerdeki kaderci ve tahmin edilebilir düzenliliği kavramını, bu alandan türetmektedir. “Aklımız, kelimenin dar anlamında, bedenimizin ortamına mükemmel bir biçimde uymasını sağlamak, dış nesnelerin kendi aralarındaki ilişkilerini göstermek kısacası madde düşünmektir.” Katı, âtıl nesnelerde kendini yabancı duymaz; bütün oluşu, var oluş gibi, bir durumlar dizisi gibi görmektedir; nesnelerin bağ-dokusunu, hayatlarını meydana getiren sürüşün akışını gözden kaçırmaktadır.
Sinemada kamera, gerçeğin canlı akışını statik pozlara böldüğü gibi, insan aklı da bir dizi durum yakalamakta, ama onları hayata ören devamlılığı yitirmektedir. Maddeyi görüyor, enerjiyi gözden kaçırıyoruz; maddenin ne olduğunu bildiğimizi sanıyoruz; ama atomun yüreğinde enerjiyi bulduğumuzda, şaşırıp kalıyoruz, kategorilerimizse eriyip gidiyor. Kuşkusuz daha titiz davranırsak, bütün hareket düşünceleri matematiksel süreçlerden elenebilir; ama hareketin, rakamların doğuşuna sokulması, yine de, çağdaş matematiğin çıkış noktasıdır “XIX. yüzyıldaki matematikteki bütün ilerlemeler, geleneksel uzay geometrisine ek olarak, zaman ve hareket kavramlarından yararlanma sonucudur. Bütün çağdaş bilimde, Mach’da, Pearson’da, Henri Poincaré’de görüldüğü gibi, “dakik bilim,” gerçeğin ataletini, onun hayatından daha iyi yakalayan bir yaklaşmadan ibarettir diye, insanı tedirgin edici bir kuşku var.
Düşünce alanında fizik kavramlarının uygulanması için ısrar edip; gerekircilik, mekanizm ve maddecilik çıkmazına varıyorsak, suç bizimdir. En küçük bir düşünme ânı, bu kavramların zihin dünyası için ne kadar uygunsuz olduğunu gösterebilirdi. Yarım kilometre olsun, bir kilometre olsun, düşünmede fark etmiyor; bir düşünce yıldırımıyle yeryuvarlağını dönüp dolaşıveriyoruz. Fikirlerimiz kaçıyor; onları, uzayda hareket eden madde parçacıkları ya da uçuşlarında ve işleyişlerinde mekânla sınırlı gibi hayâl etmek imkânsız. Hayat, bu ‘katı’ kavramlardan kaçıyor; çünkü hayat, mekândan çok, bir zaman meselesidir; bir duruş değil, değişmedir; nicelikten çok niteliktir. Maddeyle hareket dağıtımı değildir yalnızca, akıcı ve süren bir yaratmadır.
“Bir eğrinin en küçük bölümü, bir doğru olmaya pek yakındır. Ne kadar küçülürse, o kadar doğru’ya yakınlaşır. Sınıra geldiğinde, bir doğrunun bölümü de denebilir ona, çünkü noktalarının her birinde, bir eğri teğet noktasıyle üst üste gelir. Böylece, aynı biçimde, “hayatiyet” herhangi ve her bir noktasında, fiziksel ve kimyasal kuvvetlere teğettir; ama bu noktalar, gerçekte, eğriyi meydana getiren hareketin çeşitli anlarında, durmalar hayâl eden zihnin görüşleridir. Gerçekte hayat fizik ve kimya etkenlerinden meydana gelmediği gibi, bir eğri de doğrulardan meydana gelmiş değildir.”
Düşünce akıl yoluyle olmazsa, hayatın akışını ve özünü nasıl yakalayacağız peki? Ama akıl her şey midir ki? Bir an düşünmeyi bırakalım ve başka her şeyden daha iyi bildiğimiz iç gerçeğe –yani benlerimize- bakalım: Ne görüyoruz? Maddeyi değil, zihni; mekânı değil, zamanı; edilgenliği değil, eylemi; mekanizmi değil, seçmeyi görüyoruz. Bu doğrudan doğruya algılama, sezgi denen şeydir; bu herhangi bir tasavvufî süreç değildir; insan zihni için mümkün olan en dolaysız incelemedir.
Spinoza haklıydı: Bir şeyi kendi içine yansıtarak düşünme, hiçbir zaman bilginin en yüksek biçimi değildir. Kulaktan duyma bilgiden elbette daha iyidir bu, ama nesnenin kendini dolaysız algılaması yanında ne kadar da zayıf kalır! “Gerçek deney elinden geldiği kadar nesnenin kendine yaklaşmayı, hayatın derinliklerine inmeyi, rûhunun nabzını bir çeşit zihinsel dinlemeyle duymayı görev edinmiştir.” Doğrudan doğruya algılamayla, zihnin varlığını duyuyoruz; zihnin dolambaçlı yollarından geçerek, düşüncenin, beyindeki bir moleküller dansı kuramına varıyoruz. Burada sezginin, hayatın yüreğini daha gerçekten duyduğuna kuşku var mırdır? Bu, Rousseau’nun dediği gibi, “düşünme bir hastalıktır ya da akıl, her namuslu vatandaşın reddetmesi gerektiği hâince bir şey” demek değildir. Akıl, madde ve mekân dünyasıyle, hayat ve zihnin maddî görünüşleri ve mekânsı ifâdesiyle olan normal görevini muhâfaza etmektedir. Sezgi, hayatın ve zihnin dolaysız duyulmasıyle sınırlanmıştır, dış cisimleriyle değil, iç varlıklarında. “‘Aklın yerine başka bir şey koyma’nın ya da içgüdüyü onun üstünde tutmanın gerekli olduğunu hiçbir zaman savunmuş değilim. Matematik ve fizik alanını bırakıp da, hayat ve bilinç alanına girdiğimizde, belli bir ‘hayat duygusu’na baş vurmamız gerektiğini göstermeye çalıştım, o kadar. Bu hayat duygusu, saf anlayışı yarıp geçer; köküyse, içgüdü gibi aynı hayatî dürtüdedir.” “Aklı da akılla reddetmeye” çalışmıyoruz, yalnızca ‘anlayış dilini’ kullanıyoruz; çünkü yalnızca anlayışın dili vardır; kullandığımız kelimeler, yalnızca sembolizmleriyle psikolojikse ve köklerinden gelen maddî anlamları hâlâ muhâfaza ediyorsa, elimizden bir şey gelmemektedir. ‘Rûh’, soluk; ‘zihin’, ölçü demek, ‘düşünmek’ de bir nesneyi göstermek demektir; yine de rûh ister istemez bu kaba ifâdeyle kendini anlatmak zorundadır. “Aklımızın ötesine gitmiyoruz, çünkü yine de aklımızla, aklımız aracılığıyla, bilincin başka biçimlerini görüyoruz denecektir.” İçgözlem ve sezgi de maddeci mecazlardır. “Kavramsal ve mantıksal düşüncemizin çevresinde, akıl dediğimiz ışıltılı bir çekirdeği doğurmuş olan aynı cevherden yapılmış belli belirsiz bir bulanıklık vardır.”
Yeni psikoloji içimizde, zihinden çok daha geniş bir zihin bölgesi açıyor bize. “Bilinçdışının en kutsal derinliklerini araştırmak, bilincin alt-toprağında çalışmak, gelen yüzyıldaki psikolojinin başlıca görevi olacaktır. Harikâ buluşların orada beklediğine güveniyorum.”
3. Yaratıcı Evrim
Bu yeni yönelimle evrim bize, Darwin ile Spencer’in anlatmış olduğu kör, karanlık mücadele ve yıkım mekanizmasından apayrı geliyor. Evrimdeki sürüşü, hayatî güçlerin birikimini, hayat ve zihnin buluşçu niteliğini, “bütünüyle yeni olanın sürekli tamamlanmasını” duyuyoruz. Jennings ve Maupas gibi en çağdaş ve uzman araştırıcıların, tek hücrelilerin mekanik davranış kuramını niçin reddettiklerini, çağdaş hücrebilimcilerinin başkanı Profesör E.B. Wilson’un, hücre üstüne yazdığı kitabı şu şekilde niçin bitirdiğini anlıyoruz: “Hücre incelemesi,” diye yazıyor Wilson, “hayatın en aşağı biçimlerini bile, organik olmayan dünyadan ayıran büyük uçurumu daraltacağına, genişletmiştir.” Biyoloji dünyasında Darwin’e karşı baş kaldırmayı duyuyor insan.
Darwincilik, her hâlde, uygun değişikliklerin doğal seçimiyle, yeni organlar ve görevler, yeni organizmalar ve türlerin kökünü ifâde etmektedir. Ama henüz elli yıllık bir tarihi olan bu kavram, çoktan sayısız zorluklarla karşılaşmıştır. Bu kurama göre içgüdüler nasıl çıkmıştır? Bunları, sonradan elde edilen alışkanlıkların soydan gelme birikimi olarak kavramak yerinde olurdu, ama uzmanların fikri bu kapıyı yüzümüze kapıyor. (Bununla birlikte bu kapı bir gün açılabilir.) Soydan gelen güçler ve nitelikler çocuklara aktarılabilseydi, her bir içgüdü ilk belirdiğinde şimdiki kadar güçlü olur, eyleme tam silâhlı erişkin bir biçimde doğmuş olması gerekirdi. Yoksa var oluş mücadelesinde sahibinden yana çıkmazdı. İlk ortaya çıkışında zayıf olsaydı, (süre gelen varsayıma göre) soydan gelmemiş olan şu sonradan elde edilen kuvvetle, ancak sağ kalış değeri kazanabilirdi. Burada her başlangıç noktası bir mûcizedir.
İlk içgüdülerle olduğu gibi, her değişkenlikte de durum aynı: İnsan, değişikliğin ilk biçiminde, seçime nasıl bir neden bulabileceğini bilemiyor. Göz gibi karmaşık yapılı organlarda güçlük, insanı umutsuzluğa götürüyor: Göz ya birdenbire bütünüyle biçim bulmuş ve yetenekliydi, ya da birtakım rastlantısal değişkenliklerle başlamış ve daha rastlantısal bir sağ kalmayla gözü meydana getirmiştir. Her adımda, karmaşık yapıların, körü körüne değişkenlik ve seçim süreciyle mekanik üretimi kuramı, bize, çocuk masalları kadar inanılır ve onun kadar güzel peri hikâyeleri sunmaktadır.
Bununla birlikte, en önemli güçlük, evrimin çeşitli geniş alanlarında türlü araçlarla meydana getirilen benzer sonuçların ortaya çıkmasıdır. Sözgelişi, bitkilerde ya da hayvanlarda bir üretim tarzı olarak, cinsiyetin îcâdını ele alalım: Burada birbirinden apayrı evrim çizgileri görüyoruz; bununla birlikte aynı karmaşık “rastlantı” ikisinde de yer almaktadır. Ya da görme organlarını iki apayrı türde, yani yumuşakçalarda ve omurgalılarda göz önüne getirelim: “Sayısı hesaplanamayacak şekildeki aynı küçük değişkenlikler, bütünüyle rastlantısal olsaydı, nasıl apayrı evrim çizgilerinde aynı düzende belirirdi? Daha da ilginci:
“doğa, apayrı embriyon süreçleriyle, bazen birbirine yakın türlerde, benzer sonuçlara varmaktadır. Omurgalıların göz retinası, embriyonun ilkel beyninin genişlemesiyle meydana geliyor… Yumuşakçalardaysa, tersine, retina, doğrudan doğruya ektoderm’den türüyor… Bir Triton’un, billur merceği kaldırılacak olursa, iris tarafından yeniden meydana getiriliyor. Esas mercek ektodermden meydana gelmişti, oysa iris mezodermden çıkar. Dahası da var, Salamandra Maculata’da, mercek çıkarılır da, iris bırakılırsa, irisin üst kısmında mercekler yeniden meydana gelmektedir; ama irisin bu üst kısmı çıkarılacak olursa, geri kalan bölgenin iç ya da retina tabakasında yeniden dünyaya gelme yer almaktadır. Böylece, normal olarak ayrı görevleri olan, ayrı ayrı yerlerdeki ayrı ayrı yapıdaki bölümler, aynı görevleri yapabilmekte, hattâ, gerektiğinde makinenin aynı kısımlarını imal etmektedir.”
Aynı biçimde, bellek ya da konuşma melekesini yitirmede “kaybolan” anılar ve görevler, yeniden hayat kazanan ya da yenileşen dokularda tekrardan belirmektedir. Bu gösteriyor ki, evrimde, çaresiz bir maddî parçaların mekanizmasından fazla bir şey var. Hayat, makinesinden fazla bir şeydir, büyüyüp gelişebilen, kendisini yeniden kurabilen, içinde bulunduğu ortamı bir derece kendine göre kalıplayan bir güçtür. Bu harikâları belirleyen herhangi dış bir niyet, plân yoktur; yoksa bu tersine çevrilmiş bir mekanizma, insan teşebbüsünü ve yaratıcı evrimi yıkan bir kadercilik olurdu. “Her iki görüş açısından da, yani mekanizm finalizm’den öteye gitmemiz gerek; çünkü bunlar aslında, insan zihninin, insanların yaptığı işi göz önünde bulundurarak sevk edildiği durma noktalarıdır.” İlkin her şeyin hareket ettiğini sanmış olmamızın nedeni, onları kozmik bir oyunda araç gibi kullanan yarı-insansı istemdir; kozmosun kendinin bir makine olduğunu sanmış olmamızın nedeni de, karakter ve felsefe bakımından makine çağımızın, üzerimizdeki hâkimiyetidir. Nesnelerde bir plân, bir niyet vardır, ama bu dışta değil, içtedir: Bir ‘entelekya’ yani biçim veren neden, ya da gücün gerçekleşmesi, bütünün görevi ve amacı tarafından tüm parçaların içe doğru bir niyeti vardır.
Hayat, çaba gösteren, yukarı, dışarı ve ileri doğru iten şeydir; “daimâ ve daimâ dünyanın doğurucu dürtüsüdür.” Bu, ataletin ve rastlantının karşıtıdır. Büyüyüp gelişmede bir yön vardır, her canlı varlık buna doğru kendi kendini iterek ilerler. Buna karşı olarak, ters bir dip akıntısı vardır, nesnelerin gevşemeye, dinlemeye ve ölüme doğru gerilemesi, ağır ağır gidişi vardır. Her bir aşamada, hayat, taşıt aracının ataletiyle savaşmak zorundadır. Ölümü, çoğalma yoluyle yenecek olursa, bunu ancak, her dönemeçte her bir kaleyi teslim ederek ve her bir bedeni sonunda atalete ve çürümeye bırakarak gerçekleştirmektedir. Ayakta durmak bile madde ile “yasalarına” meydan okumak demektir: Oysa hareket etmek, ileri gitmek ve araştırmak ve bitki gibi beklememek, her an çaba ve yoğunlukla elde edilen bir zaferdir. İzin verildi mi bilinç, içgüdü, alışkanlık ve uykunun rahat otomatizmine kaymaktadır.
Başlangıçta, hayat hemen hemen madde kadar atıldır. Hayatî dürtü, hareket serüvenini göze alamayacak kadar zayıfmış gibi, kıpırdamayan bir biçim alır. Bir büyük gelişim yolunda bu hareketsiz durma hayatın amacı olmuştur. Ama hayat, bitkinin bu miskin var oluşundan hoşnut değildi; hayatın ilerlemeleri daima güvenden özgürlüğe doğru olmuştur: Kabuklardan, pullardan ve postlardan ve başka yük gibi gelen koruyucu nesnelerden, kuşun rahat ve tehlikeli serbestliğine kavuşmak istemiştir. “Eski Yunanistan’da ağır zırhlı piyade askerinin yerini lejyon askeri almıştır; zırhlı şövalye yerini serbest hareket eden hafif piyadeye bırakmıştır; insan toplumlarının ve bireysel kaderlerin evriminde olduğu gibi, hayatın evriminde de en büyük başarıları, en ağır tehlikeleri göze alanlar elde etmiştir.” Böylece, insan da bedeninde yeni organlar türetmekten vazgeçmiş, bunun yerine, araç ve silâh yapmaya başlamıştır.
Bu durum içgüdülerde de aynıdır. İçgüdüler de zihnin araçlarıdır ve onlar da, organlar gibi kendilerini gerektiren ortam yok olduğunda, yük hâline gelirler. İçgüdü, hazır bekler, bir örnek ve atasal durumlara kesin, genellikle de başarılı cevaplar verir; ama çağdaş hayatın akıcı karmaşıklıklarına insanın esnek bir biçimde uymasını mümkün kılmaz. Akıl, serüvencilik ve serbestlik organıyken, o, güvenliğin taşıt aracıdır. Makinenin körü körüne söz dinlemesini üzerine alan hayattır.
Hayat, evriminde üç yol izlemiştir: Bitkilerin hemen hemen maddî denecek uyuşukluğuna dönmüştür ve orada ara sıra bir miskinlik güveni bulmuştur. Başka bir yolda rûhu ve çabası, karıncalarda ve arılarda olduğu gibi içgüdü hâlinde donmuştur; ama omurgalılarda özgürlüğe cüret göstermiş, hazır içgüdülerini yırtmış ve düşüncenin sayısız tehlikeleri içine dalmıştır. İçgüdü, hâlâ gerçeğin görüntüsünü görebilmek ve dünyanın özünü yakalamak için derin bir yoldur; ama akıl gittikçe kuvvetleniyor ve cesâretleniyordu, kapsamı da gittikçe genişliyordu; hayat, sonunda, çıkarlarını ve umutlarını akıla bağlamıştı.
Bu ısrarlı yaratma hayatı Tanrı’dan anladığımızdır, yani ‘Tanrı’ ile ‘Hayat’ aynı şeydir. Ama bu Tanrı sonsuzdur, her şeye gücü yeten değildir; madde tarafından sınırlanmıştır ve ataletini adım adım emekle yenmektedir; her şeyi bilen de değildir, derece derece bilgiye, bilince ve “daha aydınlığa” doğru el yordamıyla ilerlemektedir. “Böyle tanımlanan Tanrı’da, hazır yapılmış hiçbir şey yoktur; bitip tükenmeyen hayat, eylem ve özgürlüktür. Böyle kavranan yaratılış bir sır değildir; eylemlerimizi bilinçle seçtiğimizde, hayatımızın programını çizdiğimizde, bunun kendimizde yaşantısına varıyoruz.” Mücadelelerimiz ve çektiklerimiz, tutkularımız ve yenilgilerimiz, olduğumuzdan daha iyi ve daha güçlü olma özlemlerimiz, içimizdeki ‘Elan Vital’in yani hayatî atılış’ın sesidir. Bizi büyütüp geliştiren ve bu başıboş dolaşan gezegeni bitip tükenmek bilmeyen bir yaratma sahnesine dönüştüren, şu hayatî dürtünün sesidir.
Ama kim bilir, bir de bakarsınız hayat sonunda o eski düşmanı maddeyi yenebilir, hattâ ölümlülükten kaçmayı bile öğrenebilir. Açık zihinli olalım, umutlarımıza karşı bile. Zaman cömert davranırsa, her şey hayat için mümkündür. Düşünün bir, zihin bin yıllık bir süre içinde Avrupa ve Amerika’daki ormanları ne hâle getirdi; hayatın başarılarına engel koymanın ne kadar saçma olduğunu düşünün. “Hayvan bitkinin üzerine çıkmakta, insan hayvana binmekte ve bütün insanlık zaman ve mekân içinde, her birimizin yanında, önünde, ardında, her türlü karşı koymayı yenecek ve en güçlü engelleri, belki ölümü bile ortadan kaldıracak biçimde dörtnala hücûm eden koca bir orduya benziyor.”
Felsefenin Öyküsü – Will Durant
Çeviren: ENDER GÜROL
Yayınevi: İZ YAYINCILIK, 2003