Tarih: 1850’li yıllar (19. yüzyıl). Yer: Rusya. Aristokrasi yani Rus derebeyi sınıfı yıkılma süreci içine girerken burjuva düzeni, eski düzenin tahtını devralmaktadır. Ve kahramanımız, Oblomovka’da bir çiftlikte rahat ve yumuşak adetler içerisinde büyümüş, ömrünün yirmi beş yılını ailesinin ve dostlarının güvenli kanatları arasında geçirmiş, hayatı hep teğet geçmiş, derin ve sonsuz uykusundan hiç uyanamamış, yarım kalmış bir adam: İlya İlyiç Oblomov… Yani duyuşu, düşünüşü, değerleri, yaşayışı; sözün özü her haliyle eski Rusya’nın temsilcisi…
ASLOLAN OBLOMOVLUK
Rus edebiyatının önemli eleştirmenlerinden Nikolay Aleksandroviç Dobrolyubov, ölmeden iki yıl evvel yani henüz 23 yaşındayken kaleme aldığı “Oblomovluk Nedir?” adlı eserinde, Gonçarov’un Oblomov’u için “Bu kitapta önemli olan Oblomov değil, Oblomovluk’tur” diyor. 25 yıllık kısa ömrünün neredeyse her anını değerlendiren, pek çok işi bir arada yürüten bu genç adam, Oblomovluk kavramını tanımlayan kişi; bir başka deyişle bu kavramın babası olarak tarihe ismini yazdırmıştır. Ivan Gonçarov’un bir ay gibi kısa bir sürede ortaya koyduğu bu çarpıcı eserinin önsözü de Dobrolyubov’un yukarıdaki cümlesiyle başlıyor. Çünkü “Oblomov kişiliği” çerçevesinde asıl anlatılmak istenen, sosyolojik bir hastalık olarak nitelendirebileceğimiz Oblomovluk’tur. Bir varoluş trajedisi olan Oblomovluk, bilinçli bir tembellik/atalet halidir. Bir uyuşukluk değil, aksine fazla uyanıklık, her şeyin farkında olma, bir adım ötesini görme halidir. Ancak tüm bu farkındalık dolayısıyla sonunu gördüğü yolda ilerlemek istememenin getirdiği bir tükenmişlik ve kendini gerçekleştirememedir. Sosyal yaşamdan kopuş, topluma uyum sağlayamama, bilinçli bir vazgeçiştir. Handiyse ölüme eş bir uyuşukluk hali; bir başka deyişle yaşarken ölmektir.
Gonçarov’un, Rus aristokrasisine yönelik bir eleştiri niteliği taşıyan bu eserinin başkahramanı Oblomov, bir Rus soylusu olup, 19. yüzyıl Rus insanını/toplumunu ve elbette Doğu’yu, Doğu insanını simgeler. Öyle ki önsözde de belirtildiği üzere; “Rus edebiyatının hiçbir kahramanı, ne Raskolnikov, ne Mişkin, ne Prens Andrey, eski Rus insanını, hatta bütün Doğuluları Oblomov kadar açıklıkla, en özlü yanıyla temsil etmez. Doğu, belki de ilk defa olarak Gonçarov’un bu büyük eserinde kendi kendini tanımaya, Batı’dan farkını anlamaya başlamıştır”.
İNGİLİZ HAMLET’IN RUS İKİZİ
Yerküre üzerindeki her insanın içinde bulunan/bulunabilecek bir karakter olarak karşımıza çıkıyor İlya İlyiç Oblomov. Zira Gonçarov’un bu ölümsüz eserinin kahramanı da Don Kişot gibi, Raskolnikov gibi, Tartuffe gibi, Hamlet gibi, Werther ve daha nice klasik kahramanlar gibi insanlığın bir hali ile yüz yüze getiriyor bizleri. Sürekli düşünen ancak bir türlü harekete/eyleme geçemeyen Hamlet gibidir Oblomov; her daim yeni projeler üretir ama gelin görün ki bunları bir türlü hayata geçiremez. İleri mi atılmalı yoksa olduğu yerde mi kalmalı; bu konuda kafası sürekli karışık ve kararsızdır. Bu varoluş trajedisi noktasında, Hamlet’in “var olmak ya da olmamak” sorgusundan daha derin bir açmaz içerisindedir. Çünkü Oblomovluk hastalığının pençesine düşmüştür. Hep hayata başlamaya hazırlanan İlya İlyiç, kafasında gelecek planları çiziyor, ancak ne yazık ki her yıl bu plandan bir şeyler eksiliyordu. Sınırsız hayal gücü, kurulu bir saat gibi işliyor ama hayaller hiçbir zaman gerçeğe dönüşmüyordu; bir hayal denizinde boğuluyordu Oblomov. Sürekli bir düşünme ve plan yapma döngüsü içerisindeydi. Yataktan kalkmak ya da mektup yazmak üzerine bile, sadece ve sadece düşünüp duruyordu. O düşünedururken zaman ve hayat azgın bir nehir gibi hızla akıp gidiyordu doğal olarak. Ve İlya İlyiç bir de bakıyordu ki hala yatağın içinde uzanmakta; yüzünü bile yıkayamamış! Sürekli uyumaktan gözlerinde arpacıklar çıkmış! Eyleme geçmek noktasında kilitlenip kalıyor, bir adım daha atamıyordu. İngiliz Hamlet’in, Rus ikizi ve belki de ruh ikizi gibiydi Oblomov; düşünmekten eyleme geçemeyen Rus Hamlet…
MEYDANA ÇIKAMAMIŞ BİR HAZİNE
Oblomovka’da bir köy ağasının tek oğlu olan, otuz iki-otuz üç yaşlarındaki İlya İlyiç Oblomov, en telaşlı anlarında dahi zarif bir tembellik içerisindedir; hareketleri her daim çekingen ve naziktir. Rahatına düşkün Oblomov, ev kıyafeti olarak Acem işi bir hırkayı üzerinden eksik etmez. Geniş kolları ve göz alıcı renkleriyle tam bir Doğuludur bu hırka; Avrupalılıktan eser yoktur. Hiç yelek giymeyen ve kravat takmayan Oblomov için bu sevgili hırkası tabii ki rahatlık demekti. Neredeyse evden dışarı adım atmayan Oblomov, rehavet ve rahatın hüküm sürdüğü odasındaki yatağında sürekli uzanır (arada bir pozisyonunu değiştirir elbet!) ve ömrünü öylece tüketir. Çünkü uzanmak onun en tabii halidir; ne bir zaruret, ne geçici bir ihtiyaç, ne de bir zevktir. “Umarım, belki, herhalde” gibi atalarından yadigar kalan sözler, çoğu kere Oblomov’un avuntusu ve umudu olur. Ancak bazı zamanlar, içinde bir yerlerde pusuya yatmış olan türlü meseleler ansızın Oblomov’u o derin gaflet uykusundan uyandırıyor ve korkunun kucağına bırakıyordu. İşte o anlarda; “Yarım kalmış bir adam olduğunu, ruh güçlerinin gelişmeden geri kaldığını, hayatına bir ağırlığın çöktüğünü düşündükçe içi parçalanıyordu. Başkalarının zengin, hareketli hayatını kıskanıyor; kendi hayatının yolunu ağır bir kaya parçasıyla tıkanmış, daracık, zavallı bir keçiyolu gibi görüyordu. İçinde hiç uyanmadan kalmış, biraz kurcalanmış fakat hiçbiri sonuna kadar işlenmemiş birçok yetenek olduğunu acı acı seziyordu. İçi yanarak anlıyordu ki, onda gömülü kalmış iyi ve güzel bir şeyler vardı; belki çoktan ölmüş, ya da bir dağın derinliklerindeki altın gibi saklı kalmış olan bu hazine çoktan meydana çıkmış olmalıydı. Ama öyle derinlerde kalmış, üzerine öyle pislikler yığılmıştı ki… Sanki dünyanın ve hayatın ona verdiği nimetleri birisi çalmış ve yine kendi ruhunun derinliklerinde bir yere gömüp bırakmıştı. Sanki bir güç onu hayat meydanına atılmaktan, iradesini ve zekasını alabildiğince açılıp harcanmaktan alıkoyuyordu. Sanki gizli bir düşman, daha yola çıkarken onu ağır eliyle yakalamış, insanlığın doğru yolundan uzaklara fırlatmıştı…” (Ivan Gonçaraov, Oblomov, İş Bankası Kültür Yayınları, sf. 115)
Gonçarov’un eserindeki bu satırlar, Oblomov’un amansız uyuşukluğunu ve çaresiz tembelliğini ya da eylemsizliğini çok net bir şekilde anlamamızı sağlıyor. Kimi zaman canlanan zekası ansızın sönen Oblomov, düşünme ve isteme gücünü çoktan yitirmiştir sanki… Kendisine bu acı itiraflarda bulunan Oblomov, “Ben niçin böyleyim?”diye sormadan da edemiyor. Ama ne yazık ki doğru cevabı bulamıyor; “kaderim böyleymiş, ne yapabilirim?” diyerek suçu, kaderin sırtına yükleyip elbette yine uykuya teslim oluyor. Ona göre hayat iki bölümden ibaretti; iş ve sıkıntı. Zaten bu ikisi birbirine eşti. Hayatta işler bitip tükenmek bilmiyordu. Bu durum karşısında “Ne zaman yaşayacağım ben?” deyip duruyordu. Ömrünü nasıl harcayacağını da uzun uzun düşünüyordu Oblomov ve şu kanıya varıyordu: Yaşamakla zaten yeterince iş görmüş olacaktı! Görüyoruz ki İlya İlyiç, yarım kalmışlığını bir ömür boyu sürdürüyor; eksik yarısını asla tamamlayamıyor… Üzerindeki ölü toprağı hiç kalkmıyor…
ÇOCUKKEN BAŞLAYAN UYUŞMUŞ HAYAT
Oblomov’un nasıl bu hale düştüğünü anlayabilmek; böyle tembel, aylak bir adam olarak hayatta varolmaya çalışmasının nedenlerini öğrenebilmek için onun çocukluğuna, yetiştiriliş şekline bakmak ve eğitim hayatına uzanmak gerekir. Bir defa İlya İlyiç’in yetiştiği “Oblomovka’da her şeye durgunluk ve uyuşukluk egemendir”. İşte bu ortam, Oblomov ’un kişiliğini belirleyen ve biçimlendiren en büyük etkenlerden birisi olarak karşımıza çıkıyor. İlya İlyiç henüz küçük bir çocukken başlamıştır onun bu uyuşmuş hayatı. Yaşamı sönmüş olarak başlamıştır. Bu noktada İlya İlyiç’in şu sözlerine kulak vermekte fayda var: “Hayatımda yıkıcı ya da yapıcı bir ateşin hiç yanmadığını biliyor musun Andrey? Yaşamımda hiçbir zaman başkalarında olduğu gibi gittikçe renklenen, parlak bir güne dönüşen bir sabah olmadı; ve de yakıcı öğle vakti geçtikten sonra sakin sakin rengi kaçan ve akşama doğru yavaş yavaş solan… Hayır, yaşamım sönmüş olarak başladı. Tuhaf ama böyle!” İlya İlyiç, daha çocukken hiçbir iş yapmasına gerek olmadığını görmüş, öğrenmiştir. Ne de olsa her türlü gereksinimi, sürekli başkaları tarafından karşılanıyordu. Öyle ki saçını kendisi taramıyor, çoraplarını bile kendisi giymiyordu. Tüm bunları yapan, uşağı Zahar’dı. Dolayısıyla İlya İlyiç’in eli sıcak sudan soğuk suya değmiyordu. Uzun kış gecelerinde dadısı küçük İlya’ya masallar anlatırdı. Bu ihtiyar dadı ve masal geleneği insanı gerçek hayattan büyük bir ustalıkla koparıyordu. Öyle ki İlya İlyiç’in düşüncesi ve hayali ömrü boyunca bu uydurma dünyaların kölesi olarak kalacaktı. An olur İlya İlyiç masalla gerçeği ayırt edemez; masalın hayat, hayatın da masal olmadığına üzülürdü. Oblomov da tıpkı ataları gibi, hiç değişmeden diğer kuşaklara aktarılan bu masallarla büyümüştü. Zaten Oblomovka’da sadece çocuklar değil büyükler de bir ömür boyu bu masalların etkisi altındaydılar. Peki Oblomovka’da büyükler nasıl yaşıyordu dersiniz? “Acaba niçin yaşadıklarını bir an olsun düşünmüşler miydi? Tanrı bilir. Düşünseler de bu soruya ne karşılık verirlerdi? Herhalde hiç karşılık vermezlerdi. Her şey o kadar basit, o kadar açıktı ki! Yaşamanın güç olacağı, bazı insanların dertten, kaygıdan bunalacağı, ömürlerinin bitmez tükenmez çalışmalar içinde geçeceği hatırlarına bile gelmezdi.” (agk. Sf. 144) Oblomovkalıların hayatında olay denebilecek başlıca üç şey vardı: Doğum, evlenme, ölüm. İşte İlya İlyiç’in sönmüş başlayan yaşamı böyle bir ortamda filizlenmişti!
HAYATLA BİLGİ ARASINDAKİ UÇURUM
El bebek gül bebek büyüyen (!) İlya İlyiç’in okul hayatına gelecek olursak: Oblomovka’dan dört-beş fersah uzaktaki Verhliyovo köyünde okuyacak olan oğullarını gözyaşları içerisinde uğurlamıştı ailesi. Oblomov’un bir ömür boyu en sıkı dostu olacak olan Ştolts da burada karşısına çıkacaktı kahramanımızın. İlya İlyiç, aile dışındaki ilk eğitimini bu Alman’da alır. Ancak üzerine titreyen ailesi; havanın soğuk olması, o gün hasta görünmesi gibi çeşitli bahanelerle İlya İlyiç’i kimi zaman okula göndermezler. Yatılı okulda ise öğretmenin anlattıklarını uslu uslu dinler, çünkü yapacağı başka bir şey yoktur. Derslerini ter dökerek, güç bela öğrenir. Üstelik öğretmenin işaretlediği yerden fazlasını öğrenmek, bir şeyler sormak aklından bile geçmez. Sınıfta tuttuğu notları şöyle bir okur, anlamadığı kısımları merak dahi etmezdi. İstatistik, tarih veya iktisat kitaplarından bazı bölümleri ezberlemekten pek bir keyif zevk alırdı. Ancak derslerin dışında kitap okumaksa işkenceydi; onun doğasına ters düşerdi. Bütün bunların hayatta hiçbir işe yaramayacağına inanıyordu. İlya İlyiç, öğenim hayatı bittiğinde artık alacağını almıştı: “Dimağı birçok tozlu dosyanın, rakamın, eski dinlerin ve bilimlerin, birbirini tutmayan bir yığın belgenin toplandığı bir ambar durumuna gelmişti. Kafası bir kitaplıktı; ama ayrı ayrı ve hiçbiri tamam olmayan ciltlerle dolu bir kitaplık. Öğrenim hayatı İlya İlyiç’i garip bir düşünüşe götürmüştü: Onca hayatla bilgi arasında bir uçurum vardı; bu uçurumu kapamaya girişmek bile istemiyordu: Kafasında hayat ayrı şey, bilgi ayrı şeydi.”(agk. Sf. 75) Böylece İlya İlyiç hiçbir zaman bilginin gerçeklikten doğduğunun ayırdına varamayacak, gerçek hayatta ne işe yarayacağını idrak edemeyecekti…
Büyüyüp yetişkin bir adam olduğunda ise toprak sahibi bir efendidir ve Oblomovka’da kendisine miras kalan çiftlikteki 300 köle sayesinde yine çalışmasına gerek yoktur. Çünkü yaşamını sürdürebilmesi için gereksinim duyduğu geliri, bu köleler üzerinden sağlanmaktadır. Ve çiftliği bir kahya idare etmektedir; bu noktada da İlya İlyiç’e hiçbir tasa ve sorumluluk düşmemektedir. Dolayısıyla çalışan, sürekli koşturan insanları hiç anlamıyordu Oblomov. “Ne zaman yaşayacaklar bunlar?” diye sormadan edemiyordu. Ha bu arada İlya İlyiç, büyük şehirde eğitimini tamamlamıştır; iki yıl kadar bir süre memurluk yapmıştır ve katipliğe kadar yükselmiştir! Ancak hayatta pek çok şeye uyum sağlayamadığı gibi memuriyete de uyum sağlayamaz doğuştan soylu Oblomov. Ve bu işi de yarı yolda bırakır…
OBLOMOVLUK’A YENİK DÜŞEN AŞK
Oblomov’la bir yaşta olan Andrey İvaniç Ştolts, düzenli, disiplinli, çalışkan bir Alman’dı. Hayatında boş hayallerin yeri yoktu; en çok korktuğu şeylerin başında geliyordu hayal. O asla bir Don Kişot değildi. Oldukça enerjik, başarılı, sürekli yolculuk yapan, okuyan, araştıran, toplantılara-davetlere katılan, hayatı dopdolu yaşayan bu sosyal karakter, Oblomov’un tam zıddı bir kişiliğe sahipti; yeninin ve Batı’nın temsilcisiydi (Gerçi Ştolts’un da içinde bir Oblomov barındırdığını yani Oblomovluk sergilediğini görüyoruz kimi zaman. Ama bu mesele başka bir yazının konusu olabilir). Eskinin ve geçmiş düzenin temsilcisi İlya İlyiç’i Oblomovluk’tan kurtarabilecek tek kişiydi belki de. İlya İlyiç de Oblomovluk’tan kurtulmak için kendisini Ştolts’a emanet etmişti: “Her şeyi biliyorum, anlıyorum, ama ne gücüm var, ne iradem. Bana güç ve irade ver, beni nereye istersen götür…” diyordu. Ama Oblomov’u tembelliğinden sıyırmaya Ştolts’un gücü de yetmeyecekti. Oblomov’u hayata karışmaya teşvik eden, insan içine çıkaran, hayatına bir anlam ve amaç katmaya çalışan dostu Ştolts, onu Olga ile tanıştırarak, aşkın yardımıyla silkinmesini ve uyanmasını sağlamak ister. Olga Sergeyevna gerçekten de Oblomov’un içinde bir yaşam kıpırtısı oluşmasını sağlar, evvelce duymadığı garip duygular içerisine sürükler onu. Olga’dan, Casta Diva adlı şarkıyı ilk kez dinlediği günden sonra rahatı ve uykuları kaçar İlya İlyiç’in. Sabah, akşam, gece, gündüz ayrı bir anlam kazanır onun nazarında. Leylakların açtığını, uçuşan kelebekleri belki de hayatında ilk kez fark eder. “Ştolts düşünmüştü ki Oblomov’un uykulu hayatına zeki, sevimli, canlı ve biraz da alaycı bir kız sokmakla karanlık bir odaya bir lamba koymuş, içini aydınlatmış, ısıtmış, canlandırmış olacaktı. Halbuki Oblomov’un hayatına bir lamba değil, bir havai fişek sokmuştu.” (agk. Sf. 275) Bir süre için kanatlanan ve neredeyse harekete geçen Oblomov, ilişkileri ciddi bir boyut kazanıp da evlilik konusu gündeme geldiğinde ne yazık ki tekrar siner. Çünkü evlilik demek sorumluluk demektir ve bu sorumluluk ona ağır gelir, gözünü korkutur. Dertsiz başına dert almak istemez! Kimilerine dağları deldiren, çölleri aştıran aşk da Oblomov ve Oblomovluk hastalığı karşısında maalesef kâr etmemiştir. Oblomovluk karşısında aşk bile yenik düşmüştür…
ERDEMLERİ, TEMBELLİĞİNİ AFFETTİRİR Mİ?
Oblomov; yaşama gücü kalmamış, zekası ve ruhu uyuşmuş bir adam olsa da her zaman dürüsttü, vefalı bir yüreğe sahipti. Ştolts’un dile getirdiği üzere; “Saf altın gibi taşıdığı bu değer onun doğuşunda vardı, hayat o yanını hiç değiştirmedi. Birçok zorlukla karılaştı, donuklaştı, uyuştu, neşesi, zevki bozuldu, yaşama gücünü yitirdi. Ama yüreği hiçbir sahteliğe düşmedi, lekesiz kaldı.” (agk. Sf. 588) Tüm dünyayı kötülük kuşatsa da o her zaman pırıl pırıl akan bir ırmak gibi temizdi. Kötülük ve sahteliğin ve yalanın çamuru ona bulaşmadı. Her zaman güvenilebilecek, dünyada az rastlanan insanlardandı. Ama sahip olduğu tüm bu erdemler, Oblomov’un bilinçli tembelliğini, Oblomovluk’unu affettirir mi dersiniz? Benim cevabım, affettirmemeli olacak…
Yıkılmakta olan derebeyi sınıfının temsilcisi soylu Oblomov, değişen toplumun yeni düzenine ve elbette hayatın kendisine/yaşama hiçbir zaman uyum sağlayamaz; Oblomovluk hastalığına yenik düşer. Ne Ştolts ne de Olga onu bu hastalığın pençesinden kurtaramaz. Hayatta hep yarım kalmış bir adam olarak yol alır İlya İlyiç Oblomov…
Elif Şahin Hamidi
(elif.sahin@gmail.com)
Bu yazı, Roman Kahramanları Dergisi’nde yayımlanmıştır.
Okurken kanapeye uzanmis Oblomov un yasamini hallac pamugu misali karistirdigimda ansizin bacaklarimi oynatip ardindan camdan disari bakmak kitabi koltuga birakip hareket etmek durtusuyle okudugum o derin kasveti rus toplumunun sosyo ekonomik sinifsal farklilasmasini ve birde usenç tanricalarini hic unutamadim bunca zaman. Karakterlerin adlarinin bir kismini unutmustum yaziyi okuyunca simdi oturdugumu farkettim:)))
Oblomov’un yaşadıklarını Osmanlı aristokrasisinin temsilcilerinde de gözlemlemek mümkün. Paşaların “soylu” oğulları devlet kadrolarında iş bulur fakat bir süre sonra görevlerinden istifa ederler. Her istedikleri ayağına getirilen kimselerde bu tip davranışları gözlemlemek günümüz için de mümkün. Zengin, makam-mevki sahibi kişilerin Beyaz Türk çocuklarının tercihlerine baktığımızda benzer durumlara rastlıyoruz. Hemen hepsi yurtdışında tahsil görmüş, adab-ı muaşeretten nasibi almış en az bir yabancı lisanı etkili şekilde kullanabilen bu kişiler, içinde yaşadıkları topluma yabancılaşmakla birlikte toplumdan uzaklaşmayı tercih etmiş/etmektedirler. Ya kendi gibi düşünen ve yaşayan kişilerle dar bir çevre içinde yaşarlar, ya da maddi imkanları elverişli olduğu için kırsalda konforlu bir hayatı tercih ederler. Her halükarda çalışmadan ’emeğin kıymetini’ tatmadan asalak misali yaşamaya devam edip birçok konuda ahkam kesmeyi de ihmal etmezler.