Site icon insanokur

Hiç Kimse Gülmeyecek, Milan Kundera

“Bir bardak slivovis daha koy bana,” dedi Kla-ra, ben de karşı çıkmadım. Şişeyi açmak için de hiçbir olağanüstü yanı olmayan, ama işe yarayan bir bahane bulmuştuk: O gün bir sanat tarihi dergisinde yayınlanmış olan uzun bir inceleme için oldukça yüklü bir para almıştım.
İncelemem sonunda yaymlanmışsa da ilk başta birtakım güçlüklerle karşılaşmıştım. Yazdığım şey bir polemik yazısıydı ve iğnelemelerle doluydu. Bu nedenle, yazı kurulu yaşlı ve temkinli kişilerden oluşan Plastik Düşünce dergisi bu metni reddetmiş, ben de incelememi sonunda onun kadar önemli olmayan, ama daha genç ve atak editörleri olan rakip bir dergiye vermiştim.
Postacı havale kâğıdını bir mektupla birlikte fakülteye getirmişti. Sabahleyin, bu önemsiz mektubu, zaferimin ilk sarhoşluğu içinde, doğru dürüst okumamıştım bile. Ama eve dönünce, vakit gece yarısına yaklaşmış ve şişedeki şarap da hemen hemen tükenmişken, biraz eğlenmek için yazı masamın üstünde duran mektubu alıp Klara’ya okudum:
‘Aziz dostum ve -bu sözcüğü kullanmama izin verirseniz- aziz meslektaşım; hayatınızda hiç tanışmamış olduğunuz beni, size yazma teklifsizliğinde bulunduğum için lütfen bağışlayınız. Size, havaleye iliştirilmiş olan makaleyi okumanızı rica etmek için yazmaktayım. Sizi şahsen tanımıyorum, ama size saygı duyuyorum, çünkü benim gözümde kendi araştırmalarımın sonuçlarıyla şaşırtıcı biçimde uyuşan hükümlere, düşüncelere ve yargılara sahip birisiniz.’ Mektup böylece yeteneklerimin alabildiğine övülmesiyle sürüyor ve içinde benden bir ricada bulunuluyordu. Adam benden yazdığı makaleyi altı aydan beri reddeden ve değersiz gören Plastik Düşünce dergisine gönderilmek üzere bir tanıtma yazısı kaleme alma inceliğini göstermemi istiyordu. Ona benim görüşümün düğümü çözeceği söylenmişti, bunun için şimdi ben onun tek umudu, zifiri karanlıklar içindeki tek umut ışığıydım.
Klara ile ben, tumturaklı adı bizi kendisine çeken, Zaturecky adındaki bu adama ilişkin binbir türlü şaka yapıyorduk; elbette, tümüyle zararsız şakalardı bunlar, çünkü beni övmesi, elimin altında mükemmel bir slivovis şarabı da varken beni yumuşatıp cömert kılıyordu. Öylesine cömerttim ki, o unutulmaz anlarda tüm dünyaya karşı sevgiyle dolup taşıyordu yüreğim. Bütün dünyaya veremesem de en azından Klara’ya hediyeler veriyordum. Hediye olmasa bile, en azından vaatte bulunuyordum.
Yirmi yaşlarında olan Klara, iyi aileden gelen genç bir kızdı. İyi bir aileden diyorum, hay Allah! Mükemmel bir aileden demem gerekirdi! Eski bir banka müdürü ve dolayısıyla da büyük burjuvazinin bir temsilcisi olan babası, 1950’ye doğru Prag’dan sı-nırdışı edilmiş ve başkentten bir hayli uzakta olan Celakovice Köyü’ne gidip yerleşmişti. Hükümetin iyi gözle görmediği kızı, Prag’ın konfeksiyon fabrikalarından birinin büyük atölyesinde, bir dikiş makinesinde terzilik yapıyordu. O akşam karşısında oturmuş, dostlarımın yardımıyla ona sağlamaya söz verdiğim işin avantajlarını gelişigüzel överken, bana olan düşkünlüğünü artırmaya çabalıyordum. Böylesine hoş bir kızın, güzelliğini bir dikiş makinesinin önünde soldurmasının kabul edilemez bir şey olduğunu savundum ve Klara’nın manken olması gerektiğine karar verdim.
Klara karşı çıkmadı bana ve geceyi çok güzel bir uyum içinde geçirdik.
Şimdiki zamanı kat ederken gözlerimiz bağlıdır. Çok çok yaşamakta olduğumuz şeyleri sezebilir ve tahmin edebiliriz. Ancak daha sonraları, gözlerimizin bağı çözüldüğünde ve geçmişi incelediğimizde ne yaşamış olduğumuzu fark eder, yaşadıklarımızın anlamına varırız.
Ben de o akşam, aklımdan başarıma içtiğimi geçiriyor, bunun kendi sonumun görkemli bir kutlanışı olduğundansa hiç mi hiç kuşkulanmıyordum.
Ve hiçbir şeyden kuşkulanmadığım için de ertesi sabah keyifle uyandım. Klara yanımda hâlâ mışıl mışıl uyurken, “Bay Zaturecky’nin mektubuna iliştirilmiş olan makaleyi aldım, eğlenceli bir kayıtsızlıkla ayakta okumaya koyuldum. Çek Resim Sanatının Bir Ustası, Mikolas Ales başlıklı makale, üstün-körü de olsa yarım saatimi ona vermeme değmezdi. Mantıksal gelişim gözetilmeden, hiçbir özgün düşünce amacı güdülmeden bir araya getirilmiş beylik sözler yığınıydı bu.”
Hiç kuşku yok ki bir zırvaydı. Plastik Düşünce dergisinin başyazarı olan Dr. Kalousek de (Kalo-usek’in son derece antipatik biri olduğunu belirteyim bu arada) aynı gün bana telefon ederek görüşümü doğruladı. Fakülteyi arayıp bana şöyle dedi:
“Bay Zaturecky’nin inceleme yazısını aldın mı? Al-dıysan, bir zahmet şöyle bir şeyler yazıver, bu alanın uzmanı beş yazar makalesinin beş paralık değeri olmadığını söylediler, ama adam hâlâ başımızın etini yiyor, senin tek ve biricik otorite olduğunu söyleyip duruyor. Birkaç satırla makalesinin dişe dokunur hiçbir yanı olmadığını yazıver, bu işlerden iyi anlarsın sen, sivri dilli olmayı bilirsin, yaz da adam yakamızı bıraksın.”
Ama içimdeki bir şey buna karşı çıktı: Bay Zaturecky’nin celladı niye ben, özellikle ben olacaktım ki? Bunun için başyazar maaşı alan kişi ben miydim? Öte yandan, Plastik Düşünce dergisinin incelememi ihtiyattan ötürü reddettiğini çok iyi anımsıyordum; üstelik Bay Zaturecky adı benim için Klara’nm anı-sıyla, slivovis şişesiyle ve güzel bir akşamla sıkı sıkıya bağlantılıydı. Ve son olarak da bunu yadsımayacağım, çünkü insani bir şey, beni ‘biricik gerçek otorite’ sayan insanların sayısı iki elin, hatta tek bir elin parmaklarının sayısını geçmezdi. Bu biricik hayranımı kendime ne diye düşman edecektim ki?
Kalousek’le yaptığım görüşmeyi birkaç esprili ve belirsiz sözle sona erdirdim; her birimizin kendince, onun vaat, benimse kaçamak bir yanıt olarak aldığımız sözlerdi bunlar. Bay Zaturecky hakkında hiçbir zaman tanıtma yazısı yazmamaya kesinkes karar vermiş olarak telefonu kapadım.
Derken, çekmecemden yazı kâğıdı aldım ve Bay Zaturecky’ye bir mektup yazdım; bu mektubumda Zaturecky’nin incelemesinin değeri üzerine bir yargıda bulunmaktan özenle kaçınıyor, ona XIX. yüzyılın resim sanatı üzerinde fikirlerimin genelde yanlış sayıldığını, özellikle de Plastik Düşünce dergisinin yazı kurulunca böyle görüldüğünü açıklıyordum, öyle ki araya girmem yarardan çok zararlı olma tehlikesini taşıyordu. Bundan başka mektubumda Bay Zaturecky’ye dostça sözler yağdırmıştım; o bu bela-gatte kendi adına bir sempati belirtisini görmemez-lik edemezdi.
Mektubu posta kutusuna atar atmaz, Bay Zatu-recky’yi unuttum. Ama Bay Zaturecky beni unutmadı.
Bir gün dersimi bitirmek üzereyken -resim tarihi dersleri veriyordum- kapı çalındı, gelen, bana ara sıra kahve hazırlayan ve telefonda konuşmayı arzu etmediğim kadın sesleri duyulduğunda dışarıda olduğumu söyleyen, yaşı geçkince ve kibar bir hanımefendi olan sekreterim Marie idi. Kafasını kapı aralığından uzatıp beni bir beyefendinin beklediğini söyledi.
Beyefendilerden korkmam. Bunun için öğrencilerimden izin alıp gönül rahatlığıyla koridora çıktım. Koridorda yıpranmış siyah bir takım elbise ve beyaz bir gömlek giymiş, kısa boylu bir adam bana başıyla selam verdi. Sonra son derece saygılı bir tavırla adının Zaturecky olduğunu söyledi.
Ziyaretçimi boş bir odaya aldım, oturması için bir koltuk gösterdim ve neşeli bir ses tonuyla sohbete başlayarak havadan sudan, sözgelimi ne kadar kötü bir yaz geçirmekte olduğumuzdan, Prag’daki resim sergilerinden söz ettim: Bay Zaturecky, bütün bu gevezeliklerime nazikçe katlandı, ama kısa bir zaman sonra her ‘sözümü, aramızda karşı konulmaz bir mıknatıs gibi görülmez biçimde duran makalesine bağlamak için çabalamaya başladı.
“Çalışmanız üzerine seve seve bir tanıtma yazısı yazardım,” dedim sonunda, “ama size mektubumda da açıkladığım gibi hiç kimse beni XIX. yüzyıl Çek resim sanatının bir uzmanı olarak görmüyor ve bundan başka beni kaşarlanmış bir yenilikçi sayan Plastik Düşünce dergisinin yazı kuruluyla da aram iyi değil, öyle ki lehinize bir değerlendirmede bulunmam bile size olsa olsa zarar verebilir.”
“Aa! Çok alçakgönüllüsünüz,” diye karşılık verdi Bay Zaturecky. “Nasıl olur da sizin gibi bir uzman, bulunduğu konumda bu denli karamsar olabilir? Bana yazı kurulunda bundan böyle her şeyin görüşünüze bağlı olduğu söylendi. Makalemi desteklerseniz yayınlanacak. Benim tek şansımsınız siz. Bu çalışma üç yıllık incelemenin, üç yıllık araştırmanın ürünü. Şimdi her şey sizin elinizde.”
Kaçamaklarımızı ne kadar tasasızca ve ne kadar sudan şeylerle uyduruyoruz! Bay Zaturecky’ye ne yanıt vereceğimi bilemiyordum. Yüzüne bakmak için iradem dışında gözlerimi kaldırınca, modası geçmiş, küçük, saflık dolu gözlüğü, ama aynı zamanda da alnını diklemesine yaran, güçlü ve derin kırışığı gördüm. Bir an zihnim aydınlanınca, omurga kemiğimden bir ürperti geçti. Bu güçlü ve inatçı kırışık, Mikolas Ales’in resimleri üzerine eğilmiş olan sahibinin yalnızca entelektüel sıkıntılarını değil, aynı zamanda az rastlanılan türden irade gücünü de yansıtıyordu. Tüm zihinsel yeteneğimi yitirdiğimden, gerektiği kadar ustaca mazeretler bulamıyordum artık. Bu tanıtma yazısını yazmayacağımı biliyordum, ama aynı zamanda da bunu, karşımdaki yalvaran küçük adamın yüzüne söyleme gücüne sahip olmadığımı biliyordum.
Gülümsemeye ve belli belirsiz bir şeyler vaat etmeye koyuldum. Bay Zaturecky kısa bir süre sonra haberleri almak üzere geleceğini söyleyerek bana teşekkür etti; ağız dolusu gülümseyerek ordan ayrıldım.
Gerçekten de birkaç gün sonra döndü. Onu atlatmayı ustalıkla başardım, ama ertesi gün fakültede beni yeniden aradığını söylediler. Durumun kötüye gittiğini anladım. Hemen gerekli önlemleri almak üzere Bayan Marie’yi bulmaya gittim.
“Lütfen Marie,” dedim, “şayet bu beyefendi gelip de beni soracak olursa, ona bir araştırma yapmak üzere Almanya’ya gittiğimi ve bir aydan önce de dönmeyeceğimi söyleyin. Ha şu da var. Derslerimi salı ve çarşamba günleri yapıyordum. Bundan böyle, bütün derslerimi perşembe ve cuma günleri yapacağım. Bundan yalnızca öğrencilerimin haberi olacak, hiç kimseye söylemeyin ve ders saatleri çizelgesinde değişiklik yapmayın. Gizli hareket etmem gerekiyor.”
Gerçekten de kısa bir süre sonra, Bay Zaturecky gelip fakültede beni sordu, sekreter ona benim birdenbire Almanya’ya gitmiş olduğumu bildirdiğinde de umutsuzluğa kapılmış gibi göründü bir anda. “Ama olanaksız bu! Asistan Bey’in makalem üzerine bir tanıtma yazısı yazması gerekiyor. Nasıl böyle gidebildi?” “Hiçbir şey bilmiyorum,” diye karşılık verdi Bayan Marie, “Ancak bir ay içinde dönecek.” “Bir ay daha ha…” diye yakınmaya başladı Bay Zaturecky. “Peki, Almanya’daki adresini bilmiyor musunuz?” diye sordu. “Bilmiyorum,” dedi Bayan Marie.
Ve ben bir ayı huzur içinde geçirdim.
Ama zaman düşündüğümden daha hızlı geçti ve Bay Zaturecky, sekreterin bürosuna yeniden geldi. “Hayır, henüz dönmedi,” dedi ona Bayan Marie ve
benimle daha sonra görüştüğünde, yalvaran bir ses tonuyla bana: “Sizin adamcağız gene geldi, ona ne dememi istiyorsunuz?” diye sordu. “Almanya’da sarılığa yakalandığımı ve Jena’da hastanede olduğumu söyleyin ona, Marie.” “Hastanede mi? Ama olanaksız bu, Asistan Bey’in makalem üzerine bir tanıtma yazısı yazması gerekiyordu!” diye haykırdı Bay Zaturecky, birkaç gün sonra sekreter ona bu haberi bildirdiğinde. “Bay Zaturecky,” dedi sekreter, kınayıcı bir ses tonuyla, “Asistan Bey yurtdışında ciddi biçimde hastalanmışken siz kendi makalenizden başka bir şey düşünmüyorsunuz!” Bay Zaturecky yelkenleri suya indirdi ve çıkıp gitti, ama on beş gün sonra yeniden çıkageldi: “Jena’ya taahhütlü bir mektup gönderdim. Mektup bana geri geldi!” “Sizin bu adamcağızınız beni vallahi çıldırtacak,” dedi Bayan Marie, ertesi gün. “Kızmayın, ama ona ne dememi isterdiniz? Döndüğünüzü söyledim ona, şimdi onunla tek başınıza uğraşmanız gerekiyor!”
Bayan Marie’ye kızmıyordum, elinden geleni yapıyordu kadın ve zaten yenilmiş olduğumu kabullenmekten uzaktım. Kimsenin izimi bulamayacağını sanıyordum. Artık hep gizli gizli yaşıyordum, derslerimi perşembe ve cuma günleri gizli gizli veriyordum, salı ve çarşamba günleri gene gizli gizli, fakültenin karşısındaki bir binanın kapı aralığına gizleniyor ve fakülteden çıkmamı gözleyen Bay Za-turecky’nin haliyle eğleniyordum, içimden peruk, takma sakal takmak geliyordu. Kendimi kentte ağır ağır dolaşan Sherlock Holmes, Karındeşen Jack, Görünmez Adam sanıyordum. Keyfim çok yerindeydi.
Ama bir gün, Bay Zaturecky sonunda pusuda beklemekten usandı ve Marie’ye veryansın etmeye başladı. “Peki, asistan arkadaş derslerini ne zaman veriyor?” “Ders çizelgesi orada,” diye karşılık verdi
Bayan Marie, duvardaki karelere bölünmüş, ders saatlerinin örnek bir açıklıkla gösterilmiş olduğu, büyük tabloyu işaret ederek.
“Biliyorum,” dedi Bay Zaturecky, baştan savılmaya karşı koyarak, “ancak asistan arkadaş, ne salı ne de çarşamba günleri derslerini vermeye hiç gelmiyor. Çalışmaya ara falan mı verdi?”
“Hayır,” diye yanıtladı Bayan Marie, canı sıkılmış olarak.
Ve derken küçük adam Bayan Marie’yi yeniden sıkıştırmaya başladı. Ders saatleri çizelgesindeki karışıklık için onu kınadı. Alaycı bir tavırla, hocaların ders verdikleri saatleri nasıl olup da bilmediğini sordu. Ona kendisi hakkında şikâyette bulunacağını söyledi. Bağırıp çağırdı. Derslerini yapmayan asistan arkadaşı şikâyet edeceğini bildirdi. Rektörün fakültede olup olmadığını sordu.
Ne yazık ki, rektör fakültedeydi.
Bay Zaturecky rektörün odasının kapısı çaldı ve içeri girdi. On dakika sonra, Bayan Marie’nin bürosuna dönmüş, ona sert sert benim ev adresimi soruyordu.
“Litomysl, Skalnikova Sokağı, 20,” dedi Bayan Marie.
“Litomysl mi, nasıl olur bu?”
“Asistan Bey’in Prag’da yalnızca geçici bir ev adresi vardır ve adresi başkalarına vermemi istemez…”
“Sizden ısrarla Asistan Bey’in Prag’daki ev adresini vermenizi istiyorum,” diye bağırdı küçük adam, titrek bir sesle.
Bayan Marie, cesaretini hepten yitirmişti. Ona çatı katındaki odamın, küçük yoksul sığınağımın, içinde yakalanacağım tatlı inimin adresini verdi.
Evet, sürekli adresim Litomysi’dedir. Orada anne ve babamın anıları vardır, her fırsatta Prag’dan ayrılıp eve, annemin küçük dairesinde çalışmaya, yazıp çizmeye giderdim. Bunun için annemin adresini sürekli adresim olarak korudum. Oysa Prag’da, gerekli ve normal bir şey olduğu halde, kendime uygun küçük bir daire bulamamıştım ve kentin kenar mahallelerinden birinde, tümüyle bağımsız küçük bir çatı odasında pansiyoner olarak oturuyor ve gelip geçici hanım arkadaşlarımla görmeyi arzu etmediğim konukların hiç gerek yokken karşılaşmalarını engellemek için odanın varlığını olanak elverdiğince gizliyordum.
Bu nedenle bu apartmanda pek de iyi bir üne sahip olduğumu söyleyemem. Bundan başka, Li-tomysl’de kalışlarım süresince, odamı birçok kez arkadaşlarıma vermiştim ve onlar da öylesine eğlen-mişlerdi ki evde geceleyin hiç kimsenin gözüne uyku girmemişti. Bütün bunlar kimi kiracıların kızgınlığa kapılıp bana karşı sessiz ve gizli bir savaş açmasına yol açmış, bu kızgınlığı, zaman zaman yerel komitenin bana yönelik uyarılarıyla, hatta apartmanın yönetim kuruluna yapılan ortak bir şikâyetle ortaya koymuşlardı.
Sözünü ettiğim vakitlerde, Celakovice’den kalkıp Prag’a çalışmaya gelmeyi zahmetli bulmaya başlayan Klara, önceleri çekine çekine ve kimi istisnai durumlarda bende kalmaya başlamış, sonraları bir elbisesini, derken birkaç elbisesini bırakır olmuş, bir süre sonra da iki takım elbisem dolabın bir köşesine tıkıştırılıp küçük çatı katım bir kadın odasına dönüştürülmüştü.
Klara’dan gerçekten hoşlanıyordum; güzeldi, birlikte çıktığımızda insanların başlarını çevirip ona bakmaları hoşuma gidiyordu. Benden on üç yaş küçüktü ve bu durum öğrencilerimin gözündeki saygınlığımı daha da artırıyordu; sözün kısası, onunla ilgilenmem için binlerce gerekçem vardı. Bununla birlikte, bende kaldığını bilmelerini istemiyordum. Ağzı sıkı ve yaşlı bir adam olan, benimle de hiç ilgilenmeyen iyi huylu ev sahibimi suçlamalarından korkuyordum; günün birinde, ev sahibim, mutsuz ve sıkıntılı bir halde çıkagelecek, adını kötüye çıkmaması için hanım arkadaşımı evden uzaklaştırmamı rica edecek diye tir tir titriyordum. Bu nedenle Klara’ya kapıyı hiç kimseye açmaması için sıkı uyarılarda bulunmuştum.
O gün, evde yalnızdı. Güneşli güzel bir gündü ve insan çatı katındaki odada âdeta boğuluyordu. Bu yüzden çırılçıplak divanımın üstüne uzanıp tavanı seyretmeye koyulmuştu.
İşte tam o sırada birden gümbür gümbür kapı çalınmaya başladı.
Bunda kaygı duyulacak bir yan yoktu. Çatıdaki odamın kapısında zil olmadığı için gelen konuklar kapıya vurmak zorunda kalıyorlardı. Bu nedenle Klara, gürültüden rahatsızlık duymadı ve tavanı seyretmeyi kesmeyi aklından bile geçirmedi. Ancak kapıya vurulan darbeler durmuyordu; tersine, kararlı ve anlaşılmaz bir inatla sürüp gidiyordu. Klara sonunda sinirlenmeye başladı, kapının ardında ayakta duran, ceketinin yakasını yavaş, anlamlı bir devinimle yukarı kaldıran, sonra birden üzerine atılıp ona kapıyı niye açmadığını, ne gizlediğini ve bu adreste kayıtlı olup olmadığını soracak bir adam düşlemeye koyuldu. Kendisini bir suçluluk duygusuna kaptırdı, tavana bakmayı bırakarak gözleriyle giysilerini bırakmış olduğu yeri aradı. Ama darbeler o denli inatçıydı ki kafasının karışıklığı içinde üzerine giymek için girişte asılı duran benim yağmurluğumdan başka bir şey bulamadı. Onu üzerine geçirip dışarı çıktı.
Kapı eşiğinde, kötü bakışlı meraklı bir yüz yerine, kendisini başıyla selamlayan küçük bir adamla karşılaştı: “Asistan Bey evdeler mi acaba?” “Hayır, çıktı!” Küçük adam, “Yazık,” dedi ve nezaketle özür diledi. “Şey, Asistan Bey’in makalem üzerinde bir tanıtma yazısı yazması gerekiyor. Bana bunun için söz verdi ve bu iş şimdi çok ivedi, izninizle ona hiç olmazsa bir mesaj bırakmak isterdim.”
Klara, küçük adama kâğıt ve kalem verdi; akşam, bıraktığı notta Mikolas Ales üzerine yazmış olduğu makalesinin yazgısının benim ellerimde olduğunu, söz verdiğim tanıtma yazısını kaleme almamı saygıyla beklediğini okudum. Beni fakültede yeniden arayacağını da ekliyordu.
Ertesi gün Bayan Marie bana, Bay Zatu-recky’nin kendisini tehdit ettiğini, bağırıp çağırdığını ve şikâyette bulunmaya gittiğini anlattı, zavallı kadının sesi titriyor, gözleri yaşlarla doluyordu, bu kez öfkelendim. Şu âna kadar şu saklambaç oyunuyla gayet eğlenmiş olan Bayan Marie’nin (salt neşesinden çok bana duyduğu sempatiden diyebilirim) şimdi kendini hakarete uğramış hissettiğini, bütün sıkıntılarının nedenini de bende gördüğünü çok iyi anlıyordum: Ve bu sızlanmalara, Bayan Marie’nin çatı katı odamın adresini vermek zorunda kalışını, kapımın on dakika boyunca gümbür gümbür çalınışını, Klara’nın korkutulması gerçeğini eklediğimde, kızgınlığım büyük bir öfkeye dönüyordu.
Ve ben orada, dudaklarımı ısırarak, öfkeden kö-pürüp intikam almayı hayal ederek Bayan Marie’nin bürosunu bir aşağı bir yukarı arşınlarken kapı açıldı ve Bay Zaturecky göründü.
Beni görür görmez, yüzü mutlulukla aydınlandı. Eğilerek beni selamladı.
Çok erken, alacağım intikam üzerine kafa yormama zaman bırakmadan geldi.
Dün bıraktığı mesajı alıp almadığımı sordu bana.
Hiçbir şey söylemedim.
Sorusunu yineledi.
“Evet, aldım,” diye yanıt verdim sonunda.
“Peki şeyi, tanıtma yazısını yazacak mısınız?”
Onu karşımda görüyordum: Cılız, inatçı, korkunç, alnının üzerinde tek bir tutkunun çizgisini oluşturan dikey kırışığı görüyordum; bu çizgiyi incelediğimde onun iki nokta ile belirlenmiş düz bir çizgi olduğunu kavradım: Bu çizgi, benim tanıtma yazım ve onun makalesi ile belirlenmişti ve bu manyakça çizginin taşıdığı kötülük dışında onun için hayatta bir azize yaraşır çilecilikten başka hiçbir şey kalmamıştı. Derken kendimi kötü niyetlice kurtarıcı bir hileye kaptırdım.
“Dün olup bitenlerden sonra size söyleyecek hiçbir şeyimin olmadığını anladığınızı umuyorum,” dedim.
“Sizi anlamıyorum.”
“Numara yapmayın. Klara bana her şeyi anlattı. Yadsımak boşuna.”
“Sizi anlamıyorum,” diye sözünü yineledi küçük adam, ama bu kez daha kararlı bir ses tonuyla.
Neşeli ve neredeyse dostça bir tonla sözümü sürdürdüm: “Bakın Bay Zaturecky, sizi kınamak istemiyorum. Ben de kadınların peşinde koşarım ve sizi anlıyorum. Ben de kendimi güzel bir kızla bir dairede yalnız bulsam, o da bir yağmurluğun altında çıplak olsa ona seve seve birtakım tekliflerde bulunurdum.”
Küçük adamın rengi attı: “Bu bir hakaret!” dedi. “Size bunları söyleyen o hanım mı?”
“Benden saklayacağı bir şeyi yoktur onun.”
“Asistan arkadaş, bu bir hakaret, evli bir adamım ben! Bir karım var! Çocuklarım var!” (Küçük adam beni gerilemek zorunda bırakarak öne doğru bir adım attı.)
“Durumu zorlaştırıyor bu, Bay Zaturecky.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Demek istiyorum ki evli olmak kadınların peşinde koşan bir adam için durumu zorlaştırır.”
“Sözlerinizi geri alacaksınız!” dedi Bay Zaturecky tehditkâr bir sesle.
“Anlaşıldı!” diye karşılık verdim yatıştırıcı bir tonla. “Evlilik, kadınların peşinde koşan bir adam için kesinkes işi zorlaştırıcı bir durum değildir. Ama önemi yok. Size kızmadığımı daha önce söyledim ve sizi çok iyi anlıyorum. Ancak yine de beni aşan bir şey var, o da hanım arkadaşını baştan çıkarmaya çalıştığınız birinden makaleniz üzerine bir tanıtma yazısı yazmasını ısrarla isteyebilmeniz.”
“Asistan arkadaş! Sizden bu tanıtma yazısını isteyen, Bilimler Akademisi’nin desteğiyle yayınlanan bir dergi olan Plastik Düşünce’nin başyazarı, edebiyat doktoru Bay Kalousek ve siz bu yazıyı yazmak zorundasınız!”
“Seçin öyleyse! Ya tanıtma yazım ya da hanım arkadaşım. Her ikisini birden isteyemezsiniz!”
“Ne biçim davranıyorsunuz?” diye haykırdı Bay Zaturecky, umutsuz bir öfkeye kapılarak.
Tuhaftır ki birdenbire Bay Zaturecky’nin gerçekten de Klara’yı baştan çıkarmak istediği duygusuna kapılmıştım. Tepem attı ve ben de bağırmaya başladım: “Bana ahlak dersi vermeye mi cüret ediyorsunuz? Sekreterimin önünde boynunuzu büküp benden özür dilemeniz gerekirken hem de!”
Bay Zaturecky’ye arkamı döndüm; o da şaşkın bir halde, sendeleyerek odadan çıktı.
“Hele şükür!” diyerek iç çektim bu güç, ama zaferle biten çatışmadan sonra, Bayan Marie’ye, “Sanırım artık şu tanıtma yazısıyla başımızın etini yemez!” dedim.
Bir anlık sessizlikten sonra, Bayan Marie çekine çekine sordu bana:
“Peki onun için bu tanıtma yazısını niçin yazmak istemiyorsunuz?”
“Çünkü, Marie’ciğim, makalesi bir zırvalar yığını.”
“Peki bunun bir zırvalar yığını olduğunu söylemek için niye bir tanıtma yazısı yazmıyorsunuz?”
“Niye ben yazacakmışım bunu? Düşman edinen niye ben olayım?”
Kapı yeniden açıldığında Bayan Marie hoşgörülü bir gülümsemeyle bana bakıyordu; karşımda kolunu kaldırmış olarak Bay Zaturecky duruyordu:
“Kim özür dilemek zorundaymış göreceğiz!” diye haykırdı.
Bu sözleri titrek bir sesle söyledikten sonra ortadan kayboldu.
Ne zaman olduğunu tam olarak anımsamıyorum, aynı gün ya da birkaç gün sonra, posta kutusunda adressiz bir zarf bulduk. Zarfın içinde beceriksizce ve kaba saba bir el yazısıyla yazılmış bir mektup vardı:
Sayın Bayan
Kocama edilen hakaret hakkında konuşabilmemiz için pazar günü bana gelin. Bütün gün evde olacağım. Gelmezseniz, harekete geçmek zorunda kalacağım.
Anna Zaturecky, Prag III, Dalimolova 14
Klara korkuya kapılarak sorumlunun ben olduğumu söylemeye başladı. Elimi sallayarak korkularını savuşturdum ve hayatın anlamının gerçekte hayatla eğlenmek olduğunu, hayat bunu yapamayacak kadar tembelse onu şöyle usulca itmek gerektiğini bildirdim. İnsan sürekli olarak yeni serüvenlere atılmalı, bu hızlı ve gözü pek kısrakları eyerle-meliydi, bunlar olmasa yorgun bir piyade gibi toz içinde sürünür dururdu. Klara hiçbir serüvene atılmak niyetinde olmadığını söylediğinde, ona ne Bay Zaturecky ne de eşiyle hiçbir zaman karşılaşmayacağına, kendi kendime seçtiğim bu serüveni hiç kimsenin yardımı olmadan alt edeceğime dair güvence verdim.
Sabahleyin evden çıkarken, kapıcı bizi durdurdu. Kapıcı düşmanım değildi. Akıllılık edip bir süre önce ona bir elli kron vermiştim; o zamandan beri de bana aldırış etmemeyi öğrendiğini, evdeki düşmanlarımın bana karşı verdikleri savaşta ateşin üzerine körükle gitmediğini düşünerek gönül rahatlığıyla yaşıyordum.
“Dün iki kişi sizi aradı,” dedi.
“Kimdi arayanlar?”
“Bir bastıbacak, yanında da bir hanım.”
“Hanım nasıldı?”
“Ondan iki baş daha uzundu. Oldukça enerjik bir kadındı. Sertti. Her şeyi sorup soruşturdu.” Sonra Klara’ya doğru dönerek: “Özellikle de sizi sordu. Kim olduğunuzu, adınızın ne olduğunu öğrenmek istiyordu.”
“Aman Allahım, ona ne dediniz?” diye haykırdı Klara.
“Ona ne diyebilirim ki! Asistan Bey’in evine kimin geldiğini biliyor muyum ben? Her akşam farklı birinin geldiğini söyledim ona.”
“Harika,” dedim ve cebimden bir on kron çıkardım. “Böyle devam edin siz!”
“Hiçbir şeyden korkma,” dedim sonra Klara’ya, “pazar günü hiçbir yere gitmeyeceksin, hiç kimse de seni bulamayacak.”
Pazar günü geldi; pazardan sonra da pazartesi, salı, çarşamba. Hiçbir şey olmadı. “Görüyorsun…” dedim Klara’ya.
Ama perşembe geldi. Her zamanki gibi gizli gizli verdiğim bir derste öğrencilerime genç fovistlerin bir coşku ve dayanışma duygusu içinde renk öğesini betimsel izlenimcilik akımından nasıl kurtardıklarını açıklıyordum ki Bayan Marie kapıyı açtı ve fısıldayarak, “Şu Zaturecky’nin eşi sizi arıyor!” dedi. “Benim burada olmadığımı pekâlâ biliyorsunuz, ona ders çizelgesini gösterin,” dedim. Ama Bayan Marie başını salladı: “Burada bulunmadığınızı söyledim, ama o odanıza şöyle bir göz attı ve portmantodaki yağmurluğunuzu gördü. Bu yüzden sizi şimdi koridorda bekliyor.”
Bir açmaz en güzel esin kaynağımdır. En gözde öğrencime, “Benim için bir şey yapabilir misiniz?” dedim. “Odama gidin, yağmurluğumu giyin ve fakülteden çıkın! Bir kadın size, sizin ben olduğumu kanıtlamaya çalışacak, ama sizin göreviniz ne olursa olsun bunu yadsımak.”
Öğrenci çıktı ve bir çeyrek sonra geri döndü. Misyonun yerine getirilmiş olduğunu, kadının çekip gittiğini, yolun açık olduğunu bildirdi. Bu kez, kazanmıştım.
Ancak cuma günü geldi ve Klara akşam işinden döndüğünde titriyordu.
O gün, müşterileri konfeksiyon fabrikasının güzel salonuna alan nazik beyefendi, Klara’nın on beş dikişçi kızla birlikte çalıştığı atölyenin kapısını birdenbire açmış ve, “Aranızda Şato Sokağı, 5 numarada oturan var mı?” diye bağırmış.
Klara hemen kendisinden söz edildiğini anlamış, çünkü Şato Sokağı 5 numara benim adresimdi. Bununla birlikte ona özenle aşıladığım sakınım duygusuyla, açık vermemiş, çünkü benim evimde gizlice kaldığını ve hiç kimsenin de bundan haberi olmadığını biliyordu. Nazik bay işçi kızlardan ses çıkmadığını görünce, “Benim de ona söylemek istediğim bu,” deyip dışarı çıktı. Klara daha sonraları sert bir kadın sesinin telefonda amirlerini tüm işçi kızların adreslerini araştırmaya zorladığını ve bir çeyrek saat boyunca da onu aralarından birinin Şato Sokağı 5 numarada oturması gerektiğine inandırmaya çalıştığını öğrenmiş.
Bayan Zaturecky’nin gölgesi, düşsel güzellikteki çatı katı odamızın üstüne düşmüştü.
“Ama çalıştığın yeri nasıl oldu da öğrendi? Evde hiç kimse senin hakkında bir şey bilmiyor!” dedim sesimi yükselterek.
Evet, hiç kimsenin yaşantımız üzerine bir şey bilmediğine gerçekten inanmıştım. Yüksek duvarların ardına sığınarak meraklı bakışlardan kaçtığına inanan şu egzantrik kişiler gibi yaşıyordum ve bu kişilerin göz önünde tutmadıkları küçük bir ayrıntı vardı: duvarların saydam camdan yapılmış olduğu.
Klara’nın bende kaldığını açığa vurmasın diye kapıcıya rüşvet veriyor, Klara’yı ağzını sıkı tutmaya ve gizlenmeye zorluyordum, ama bütün bunlara karşın tüm ev halkı onun varlığından haberdar olmuştu. Bir gün ikinci katta oturan bir kadın kiracıyla konuşup boşboğazlık etmesi, her şeye yetmişti. Nerede çalıştığını öğrenmişlerdi.
Biz hiç kuşkulanmazken, onlar birlikteliğimizi uzun süre önce keşfetmişlerdi. İşkencecilerimizin bilmediği tek şey kalmıştı geriye: Klara’nın adı. Mücadelesini insanın tüylerini diken diken eden bir kararlılık ve inatçılıkla sürdüren Bayan Zatu-recky’den hâlâ bu küçük ayrıntı sayesinde kaçabiliyorduk.
İşin ciddiye bindiğini ve bu kez serüven atımın pek iyi eyerlenmemiş olduğunu anladım.
Cuma günü böylelikle geldi geçti. Ve cumartesi, Klara işinden döndüğünde gene tir tir titriyordu. Şunlar olmuştu:
Bayan Zaturecky, yanında kocasıyla birlikte, daha önce telefon ettiği konfeksiyon fabrikasına gelmiş ve yöneticiden kocasıyla birlikte atölyeyi gezip orada bulunan dikişçi kızların yüzlerini görmek için izin istemişti. Hiç kuşkusuz, böylesine bir rica yöneticiyi şaşırtmıştı, ancak Bayan Zaturecky’nin tutumu karşısında, onu reddetmek olanaksızdı. Bir hakaret olayı, mahvolmuş bir yaşam ve bir dava hakkında bağıra çağıra kaygı verici birtakım sözler etmişti. Bay Zaturecky onun yanında duruyor, susup kaşlarını çatıyordu.
Böylelikle onları atölyeye soktular. Dikişçi kızlar kayıtsızlıkla başlarını kaldırdılar, Klara da küçük adamı tanıdı; yüzü sarardı ve oldukça göstermelik bir ağırbaşlılıkla dikiş dikmeyi sürdürdü.
Yönetici taş kesilmiş çifte, alaylı bir incelikle “Buyrun bakın,” dedi. Bayan Zaturecky inisiyatifi ele almak gerektiğini anladı ve “Hadi, bak!” diye kocasını yüreklendirdi. Bay Zaturecky gözlerini yukarı kaldırarak üzüntülü bakışlarını atölyenin bir ucundan öteki ucuna gezdirdi. “Burada mı o?” diye sordu Bayan Zaturecky alçak sesle.
Bay Zaturecky’nin, gözlükleriyle bile bu karman çorman geniş odayı tek bir bakışla görebilecek kadar keskin gözleri yoktu, oda bir sürü ıvır zıvırla ve uzun yatay metal çubuklarla asılı giysilerle tıkış tıkış doluydu; durmadan kıpırdanan işçi kızlar yüzleri kapıya dönük halde kalmıyor, arkalarına dönüyor, sandalyeleri üzerinde hareket ediyor, ayağa kalkıyor ya da yüzlerini çeviriyorlardı. Bay Zaturecky sonunda onları tek tek inceleyebilmek için atölyenin içinde yürümeye karar verdi.
Kadınlar kendilerine dikkatle bakıldığını, hem de bu denli çekicilikten uzak bir kişi tarafından bakıldığını anlayınca, bir utanç duygusuna kapıldılar; kızgınlıklarını da alaylı sözler ve homurtularla dile getirdiler. Aralarından biri, oldukça genç bir kadın, küstah bir ifadeyle bağırdı: “Kendisini gebe bırakan sürtüğü arıyor galiba her yerde!”
Kadınların kaba ve gürültülü kahkahaları çifti utançtan yerin dibine geçirmişti, ancak onlar, çekingen, inatçı bir tavırla, tuhaf bir ağırbaşlılıkla karşı koyuyorlardı buna.
“Hanımefendi,” diye bağırdı küstah kız yeniden Bayan Zaturecky’ye, “küçük oğlunuza pek de iyi göz kulak olmuyorsunuz anlaşılan! Benim bu kadar yakışıklı oğlum olsa, adımını evden dışarı atamazdı!”
“Sen bakadur,” diye fısıldadı kadın adama ve zavallı küçük adam, suratını asıp sıkılgan bir tavırla, sanki iki yandan bir sövgü ve hakaret yağmuruna tutulmuşçasına, kararlı yürüyüşünü bozmadan, tek bir yüze bile bakmayı da unutmadan atölyeyi adım adım turladı.
Yönetici, bütün bu sahne sırasında, yansız bir tebessümle gülümsüyordu; işçi kızlarını tanıyor ve adamın aradığını bulamayacağını biliyordu; onların yaptığı gürültüyü görmezlikten gelerek, “Peki nasıl bir kadındı bu, Allah aşkına?” diye sordu Bay Zaturecky’ye.
Bay Zaturecky yöneticiye doğru döndü, yavaş ve ciddi bir sesle, “Güzel… çok güzel…” diye karşılık verdi.
Bu arada, Klara odanın bir köşesinde büzülüyor, bütün bu taşkın kadınlar arasında kaygılı havası, eğik kafası ve hummalı tanınmama çabasıyla dikkati çekiyordu. Ah, önemsiz, silik genç kız rolünü ne kadar da kötü oynuyordu! Ve Bay Zaturecky şimdi onun makinesinin hemen yakınmdaydı ve onu görmesi an meselesiydi!
“Onun güzel olduğunu anımsıyorsunuz, ama bunun bir önemi yok,” diye belirtti yönetici nazik bir tavırla Bay Zaturecky’ye. “Güzel kadın çok! Uzun muydu, yoksa kısa mıydı?”
“Uzundu,” dedi Bay Zaturecky.
“Esmer miydi, yoksa sarışın mı?”
“Sarışındı,” diye yanıtladı Bay Zaturecky kısa bir duraksamadan sonra.
Hikâyemin bu bölümü güzelliğin gücü üzerine bir mesel yerine geçebilir. Klara’yı evimde gördüğü gün, gözleri öylesine kamaşmıştı ki Bay Zaturecky gerçekte onu görememişti. Güzellik gözlerinin önüne bir çeşit ışık geçirmez perde koymuştu. Onu bir örtü gibi gizleyen ışıktan bir perde.
Çünkü Klara ne uzun boylu ne de sarışındır. Yalnızca güzelliğin iç büyüklüğü, Bay Zatu-recky’nin gözünde, ona fiziksel olarak büyük bir görünüş kazandırabilirdi. Ve güzellikten yayılan ışık saçlarına altın görünüşü veriyordu.
Ve küçük adam, sonunda Klara’nın kahverengi bir iş giysisi içinde, iki büklüm halde, bir eteğin üzerine eğilmiş olduğu odanın köşesine vardığında onu tanımadı. Onu tanımadı, çünkü onu hiç görmemişti.
Klara hikâyesini tutarsız ve pek de anlaşılır olmayan bir biçimde bitirdiğinde, “Görüyorsun, şans-lıymışız!” dedim ona.
Ama o, hıçkırıklar arasında karşı geldi bana: “Nasıl şanslı oluyormuşuz? Beni bugün bulamadıy-‘ salar, yarın bulacaklar.”
“Bunun nasıl olacağını bilmek isterdim.” “Buraya, senin evine gelecekler beni aramaya.” “Kapıyı hiç kimseye açmayacağım.” “Peki ya polisi gönderirlerse? Ya ısrar edip de sana kim olduğumu itiraf ettirirlerse? Kadın şikâyette bulunmaktan söz etti. Beni kocasına iftira etmekle suçluyor.”
“Lütfen! Onları gülünç duruma düşüreceğim. Bütün bunlar bir şakadan başka bir şey değildi.”
“Günümüzde şakaya yer yok, günümüzde her şey ciddiye almıyor; adını bilerek kirletmek istediğimi söyleyecekler. Onu gördüklerinde, bir kadını baştan çıkarmak istediğine nasıl inanabilirler?”
“Haklısın Klara,” dedim, “büyük olasılıkla seni tutuklarlar.”
“Saçmalıyorsun,” diye yanıtladı Klara. “İhtiyatlı olmam gerektiğini biliyorsun. Babamın kim olduğunu unutma. Beni bir soruşturma için bile olsa disiplin kuruluna gönderirlerse, bunu dosyama işlerler ve bir daha da atölyeden çıkamam. Ha aklıma gelmişken sorayım, şu bana vaat ettiğin mankenlik işinden bir haber çıktı mı? Sonra artık sende de kalmak istemiyorum, beni aramaya buraya gelirler diye korkuyorum. Celakovice’ye döneceğim.” Günün ilk tartışması oldu bu. Aynı gün öğleden sonra, bölümün öğretim görevlileri toplantısından sonra, ikinci bir tartışma oldu.
Kır saçlı bir sanat tarihçisi, hoşgörülü bir adam olan bölüm başkanı beni odasına çağırdı.
“Yayınlamış olduğunuz inceleme size yarardan çok zarar verdi, bunu biliyorsunuzdur, umarım,” dedi bana.
“Evet, biliyorum,” diye yanıtladım. “Burada fakültede, profesörlerin çoğu hedef alındıklarını düşünüyorlar ve rektör de bunun görüşlerine karşı yöneltilmiş bir saldırı olduğu fikrinde.”
“Bu durumda elden ne gelir?” dedim. “Hiçbir şey,” diye yanıtladı profesör. “Ne var ki asistanlar üç yıllığına atanıyorlar. Sizin durumunuza gelince; bu süre kısa bir süre sonra sona erecek ve asistan adayları bu mevki için aralarında rekabet edecekler. Elbette üniversite komitesinin bu mevkiyi fakültede daha önce ders vermiş bir adaya uygun görmesi âdettendir, ama bu âdete sizin durumunuzda da uyulacağından yeterince emin misiniz? Şu var ki, sizinle konuşmak istediğim mesele bu değil. Şu âna değin, her şey lehinize işliyordu: Derslerinizi düzenli olarak yapıyordunuz, öğrencilerce seviliyor, onlara bir şeyler öğretiyordunuz. Ama artık bu konuda size güvenilemez. Rektör bana derslerinizi üç aydan beri yapmadığınızı ve hiçbir gerekçenizin olmadığını bildirdi. Bu, size işten hemen el çektirmek için yeterli bir neden.”
Profesöre tek bir dersi bile ihmal etmediğimi, bütün bunların bir şakadaı. başka bir şey c lmadığı-nı açıkladım ve ona Bay Zaturecky ile Klara’nm öyküsünü baştan sona anlattım.
“Pekâlâ, size inanıyorum,” dedi profesör, “ama size inanmam hiçbir şeyi değiştirmiyor. Şimdi bütün fakültede sizin derslerinizi yapmadığınız anlatılıyor. Mesele daha önce bölüm toplantısında, dün de fakülte kurulunda ele alındı.”
“Ama bunlardan bana daha önce niye söz edilmedi peki?”
“Size neden söz edilmesini istiyorsunuz? Her şey açık gözüküyor. Şimdi geçmişte yaptığınız her şey geriye bakılarak inceleniyor ve geçmişinizle bugünkü tutumunuz arasında bir ilişki kurulmaya çalışılıyor.”
“Geçmişimde kötü ne bulabilirler ki? İşimi nasıl sevdiğimi siz kendiniz de biliyorsunuz. Tek bir dersimi bile kaytarmadım. Vicdanım rahat.”
“Her insan hayatı hesaba sığmaz anlamlar taşır,” dedi profesör. “Aramızdan herhangi birinin geçmişi, bu geçmişi sunuş tarzımıza göre bir caninin yaşamöyküsü olabildiği gibi, sevilen bir devlet adamının yaşamöyküsü de olabilir. Kendi durumunuza şöyle alıcı gözüyle bir bakın. Sizi toplantılarda pek görmüyorlardı, hatta toplantılara geldiğinizde de çoğu zaman ağzınızı açmıyordunuz. Tam olarak ne düşündüğünüzü hiç kimse bilemezdi. Ben kendim anımsıyorum da ciddi şeyler tartışıldığında, birdenbire kafalarda kuşkular uyandıran bir şaka yapıverirdiniz. Bu kuşkular ânında unutulurdu, ama bugün, bu kuşkuları geçmişten çekip çıkardığımızda, birden özel bir önem kazanıyorlar. Anımsasanıza, sizi görmeye fakülteye bir sürü kadın gelirdi de fakültede bulunmadığınızı söylettirirdiniz! Ya da şu son incelemenizi ele alalım, herhangi biri, incelemenizin siyasal açıdan kuşkulu öncüllerden yola çıkılarak yazılmış olduğunu ileri sürebilir. Bütün bunlar, elbette, birbirinden ayrı olgular; ama zihniyetinizi ve tutumunuzu gayet anlamlı bir biçimde açıklığa kavuşturan tutarlı bir bütün oluşturabilmeleri için onları bugün suçunuzun ışığında incelemek yeter.”
“İyi ama, hangi suç!” diye haykırdım. “Her şeyi olduğu gibi açıkça anlatacağım. İnsanlar insansa-lar, bütün bunlara gülüp geçmekten başka bir şey yapmazlar.”
“Nasıl isterseniz. Ama siz, ya insanların insan olmadıklarını göreceksiniz ya da onların ne olduklarını bilmiyorsunuz. Gülmeyecekler. Onlara olayları olduğu gibi anlatırsanız, yalnızca görevinizi ders çizelgesinde gösterildiği gibi yapmadığınız, yani yapmanız gerekeni yapmadığınız değil, bunun da ötesinde derslerinizi gizli gizli yaptığınız, yani yapmamanız gerekeni yaptığınız anlaşılacak. Daha sonra sizden yardım isteyen bir adama hakaret etmiş olduğunuz anlaşılacak. Sefih bir yaşam sürdüğünüz, evinizde kimliği bilinmeyen genç bir kız barındırdığınız anlaşılacak ve bu da üniversite komitesinin kadın başkanı üzerinde son derece aleyhinize bir izlenim bırakacak. Olay hiç kuşkusuz kulaktan kulağa yayılacak ve bunun başka ne tür söylentilere yol açacağını Allah bilir. Bütün bunlar, sizden görüşleriniz yüzünden nefret eden, ama size başka bir bahaneyle saldırmayı yeğleyen herkeste büyük bir sevinç yaratacak.”
Profesörün beni korkutmaya da, yanıltmaya da çalışmadığını biliyordum; ama onu tuhaf bir adam
olarak görüyor ve kuşkuculuğuna boyun eğmek istemiyordum. Bu ata kendim binmiştim; bu nedenle dizginleri elimden alıp beni doğru bildiği yöne götürmesini kabul edemezdim. Savaş vermeye hazırdım.
Ve at da mücadeleye karşı çıkmıyordu. Eye döndüğümde, mektup kutumda beni yerel komite toplantısına çağıran bir not buldum.
Yerel komite artık kullanılmayan eski bir dükkânda uzun bir masanın çevresinde toplanmıştı. Çenesi içeriye kaçık, kır saçlı, gözlüklü bir adam bana sandalye gösterdi. Teşekkür ettim, yerime oturdum ve adam söze girdi. Bana yerel komitenin bir süredir beni gözlediğini, uygunsuz bir yaşam sürmekte olduğumun çok iyi bilindiğini, bunun da çevremde kötü bir izlenim bıraktığını söyledi. Oturduğum binadaki kiracıların dairemden gelen gürültü yüzünden bütün bir gece gözlerini kırpmadıklarından yakındıklarını söyledi. Bütün bunlar, hakkımda doğru bir fikir edinebilmeleri için yeterliydi ve üstüne üstlük şimdi, bir bilim araştırmacısının karısı olan yoldaş Bayan Zaturecky, yönetim kurulunun yardımını istemiş bulunuyordu: Altı aydan daha fazla süredir kocasının bilimsel incelemesi üzerine bir tanıtma yazısı yazmam gerekiyordu ve bunu yapmamıştım, hatta bu incelemenin yazgısının ellerimde olduğunu pekâlâ bildiğim halde yapmamıştım bunu.
“Bu incelemeye bilimsel demek güç bir şey, sağdan soldan apartılmış beylik düşüncelerin bir derlemesi!” diye belirttim, çenesi içeriye kaçık adamın sözünü keserek.
“İlginç,” diye söze girdi otuzlarında bir sarışın; modaya uygun giyinmiş, yüzüne de (bana öyle geliyor ki, hiç çıkmayan) ışıltılı bir gülümseme yapıştırmıştı. “Size bir soru sormama izin verir misiniz: Uzmanlık alanınız nedir sizin?”
“Sanat tarihi.”
“Peki yoldaş, Zaturecky’ninki nedir?”
“Bu konuda hiçbir şey bilmiyorum. Belki de aynı alanda çalışmaya uğraşıyor.”
“Görüyorsunuz işte,” diye haykırdı sarışın, komitenin öteki üyelerine coşkuyla dönerek, “yoldaş kendi uzmanlık alanında çalışan bir bilim araştırmacısını bir meslektaşı gibi değil de bir rakibi gibi görüyor.”
“Sözümü sürdüreceğim,” dedi çenesi içeriye kaçık adam. “Yoldaş Bayan Zaturecky bize kocasının sizi evinizde görmeye geldiğini ve orada bir kadınla karşılaşmış olduğunu söyledi. Öyle görünüyor ki bu kadın daha sonra Yoldaş Zaturecky’nin kendisine sarkıntılık etmeye çalıştığını ileri sürerek ona sizin yanınızda iftira etti. Yoldaş Bayan Zaturecky elbette çürütülmez kanıtlar gösterip kocasının böyle bir şey yapacak durumda olmadığını ortaya koyabilir. Kocasına iftira eden bu kadının adını bilmek ve Ulusal Komite’nin ceza kurulu nezdinde şikâyette bulunmak istiyor, çünkü bu iftira, kocasının adına zarar verebilir, onun ekmek kapısıyla oynayabilir.”
Gene de bir kez daha iyice büyümüş olan bu meseleye son vermeyi denedim:
“Bakın yoldaş,” dedim, “bütün bunlar bu zahmete değmez. Söz konusu olan inceleme öylesine zayıf ki, ben değil hiç kimse onu tavsiye etmeyi kabul etmezdi. Öte yandan, bu kadınla Bay Zaturecky arasında bir yanlış anlama doğmuşsa, bu gene de bir toplantı yapmak için bir neden değil.”
“Bereket versin ki toplantılarımızın yapılıp yapılmamasına karar verecek kişi siz değilsiniz yoldaş,” diye karşılık verdi bana çenesi içeri kaçık adam. “Ve şimdi Yoldaş Zaturecky’nin incelemesinin değersiz olduğunu da ileri sürüyorsanız, bizim bunu bir intikam olarak görmemiz gerek. Bayan Za-turecky bize incelemesini okuduktan sonra kocasına yazmış olduğunuz bir mektubu gösterdi.”
“Evet. Ama o mektupta incelemenin niteliği üzerinde tek bir söz etmedim.”
“Doğru. Ama Yoldaş Zaturecky’ye ona seve seve yardım edeceğinizi yazdınız ve mektubunuzu okuyunca açıkça anlaşılıyor ki onun incelemesine değer veriyorsunuz. Şimdi de bunun bir abartma olduğunu söylüyorsunuz. Bunu ona niye hemen yazmadınız? Bunu niye ona açık açık söylemediniz?”
“Yoldaş ikiyüzlü bir adam,” dedi sarışın kadın.
O sırada, saçının kıvırcıklığı bozulmamış yaşlıca bir kadın söze karışarak hemen meselenin özüne girdi: “Bay Zaturecky’nin evinizde karşılaştığı kadının kim olduğunu bilmek isterdik, yoldaş.”
Bu işi anlamsız ciddiliğinden kurtarmanın elimde olmadığını ve benim için geriye tek bir çıkar yol kaldığını açık açık anladım: İzleri karıştırıp bütün bu adamları Klara’dan uzaklaştıracaktım, tıpkı yavrularının gövdesi yerine kendi gövdesini sunarak tazıyı yuvasından uzağa süren bir keklik gibi onları uzakta tutacaktım.
“Can sıkıcı bir şey ama, o kadının adını anımsamıyorum,” dedim.
“Nasıl olur da birlikte yaşadığınız kadının adını anımsamazsınız?” diye sordu saçlarının kıvırcıklığı bozulmamış kadın.
“Görünen o ki kadınlarla pek örnek alınacak bir ilişkiniz var, yoldaş,” dedi sarışın kadın.
“Belki anımsayabilirim adını, ama düşünmem gerekecek. Bay Zaturecky’nin beni görmeye hangi gün geldiğini biliyor musunuz?”
“Şey… ayın… bir saniye lütfen,” dedi kaçık çeneli adam kâğıtlarına bakarak. “Ayın 14’üydü, demek oluyor ki çarşamba öğleden sonra.”
“Çarşamba günü… 14’ü… Bekleyin!” Başımı ellerimin arasına aldım ve düşündüm. “Tamam, bu kez anımsıyorum. Adı Helen’di.” Hepsinin de ağzımın içine baktıklarını fark ettim.
“Helen ha…. Peki, sonra?”
“Sonra mı? Ne yazık ki hiçbir şey bilmiyorum. Ona soru sormak istemedim. Doğrusunu söylemek gerekirse adının Helen olduğundan bile emin değilim. Ona Helen diyordum, çünkü kocası bana Mene-laos gibi kızıl saçlı görünmüştü. Onunla salı akşamı bir dans salonunda tanıştım ve kocası Menelaos barda konyak içerken onunla bir çift lakırdı etmeyi başardım. Ertesi günbeni görmeye geldi ve öğleden sonrayı evimde geçirdi. Akşama doğru, fakültedeki bir toplantı nedeniyle ondan iki saatliğine ayrılmak zorunda kaldım. Eve döndüğümde çok kötü haldeydi, bir adamın gelip kendisine çirkin tekliflerde bulunduğunu söyledi bana. Benim adamla işbirliği ettiğime inandı ve kendisini hakarete uğramış hissetti. Artık benden söz edildiğini duymak istemiyordu. Görüyorsunuz işte, gerçek adını bile öğrenmeye vakit bulamadım.”
“Bize söylediğiniz ister doğru olsun, ister olmasın yoldaş, sizin gibi bir adamın gençliği eğitmesi bana tümüyle akıl almaz bir şey gibi gözüküyor,” dedi sarışın kadın. “Nasıl oluyor da ülkemizde hayat sizi yalnızca içmeye ve kadınları baştan çıkarmaya kışkırtıyor? Şundan eminim olun ki bu konudaki görüşümüzü gerekli yerlere bildireceğiz.”
“Kapıcı bize Helen adında birinden söz etmedi,” diyerek söze girdi saçlarının kıvırcıklığı bozulmamış kadın da. “Ama bir konfeksiyon fabrikasında çalışan genç bir kızı bir aydan beri kimlik vermeksizin evinizde barındırdığınızı söyledi bize. Bir pansiyoner olduğunu unutma, yoldaş! Herhangi bir kişiyi böyle evinde barındırabileceğini mi hayal ediyorsun? Oturduğun yeri genelev mi sanıyorsun? Bize adını vermek istemiyorsan, o zaman polis halleder bu işi.”
Yer ayaklarımın altından kayıyordu. Profesörün sözünü ettiği düşmanca atmosferi kendim de duyumsamaya başlıyordum. Elbette, daha hiç kimse görüşmeye çağırmamıştı beni, ama şurada burada kimi imalar duyuyordum; Bayan Marie de bana, bürosuna gelip kahve içen, laflarına da hiç dikkat etmeyen profesörlerin söyledikleri hakkında acıma duygusuyla bir şeyler çıtlatıyordu. Seçici kurul birkaç gün içinde toplanacak, her yandan görüşler ve değerlendirmeler alacaktı; kurul üyelerinin yerel komitenin raporunu okumuş olduklarını aklımdan geçirdim. Bu belge hakkında bildiğim tek şey vardı: Bu rapor gizliydi ve hakkında hiçbir açıklamada bulunamazdım.
İnsanın hayatta geri çekilmek zorunda kaldığı anlar vardır: Yaşamsal konumları korumak için en az önemli konumları terk etmenin gerektiği anlar. Oysa bana en önemli konum aşkımmış gibi gözüküyordu. Evet, bu sıkıntılı günlerde, birdenbire dikişçi kadınımı sevdiğimi, onu gerçekten sevdiğimi anlamaya başlıyordum.
O gün Klara’ya bir kilisenin önünde randevu vermiştim. Hayır, evde değil. Ev de ev miydi gerçekten? Duvarları camdan bir odaya ev denebilir mi? Dürbünlerle gözetlenen bir oda? Sevdiğiniz kadını kaçak bir mal gibi gizlemek zorunda olduğunuz bir oda?
Yani evimizde değildik. Orada kendimizi yabancı bir toprağa gizlice girmiş, her an yakalanmayı bekleyen kişiler gibi hissediyor, koridorda ayak sesleri duyar duymaz soğukkanlılığımızı yitiriyor ve her an birinin kapımıza gün güm vuracağını bekliyorduk. Klara, Celakovice’ye dönmüştü ve artık bize yabancılaşmış olan evimizde birkaç dakikalığına bile olsa buluşmayı istemiyorduk. Bu nedenle ressam bir arkadaştan akşam için bana atölyesini ödünç vermesini istemiştim. O da o gün bana ilk kez atölyesinin anahtarını teslim etmişti.
Böylelikle tek bir divanlı ve akşamın ışığında Prag’ı seyredebildiğimiz geniş eğik pencereli, yüksek çatılı kocaman bir odada buluştuk; duvarlara dayalı bir sürü tablonun ortasında, sanatçılara özgü bu tasasız karışıklık ve kir pas içinde, yitirmiş olduğum hoş özgürlük duygusunu birdenbire yeniden buluverdim. Divanın üzerine uzandım, tirbuşonu mantara sokup bir şişe şarap açtım. Özgürce ve keyifle gevezelik ediyor, birlikte geçireceğimiz güzel akşamı ve geceyi dört gözle bekliyordum.
Ne var ki, beni terk etmiş olan sıkıntı bütün ağırlığıyla Klara’nın üstüne çökmüştü.
Klara’nın çatı katı odama en küçük bir kaygı duymadan, hatta büyük bir doğallıkla gelip yerleştiğini daha önce söyledim. Ama şimdi, bir yabancının atölyesinde kısa bir süre için buluştuğumuz için, kendini rahatsız hissediyordu. Aslında rahatsız edici olmaktan da öteydi durum. “Beni küçük düşürüyor,” diyordu.
“Seni küçük düşüren nedir?” diye sordum ona.
“Bir daire ödünç almış olman.”
“Bir daire ödünç almış olmam seni ne diye küçük düşürecekmiş?”
“Çünkü küçük düşürücü bir yanı var bunun.”
“Başka türlü yapamazdık.”
“Biliyorum,” dedi, “ama ödünç alınmış bir dairede kendimi fahişe gibi hissediyorum.”
“Aman Tanrım! Ödünç alınmış bir dairedeyiz diye kendini niçin bir fahişe gibi hissedecekmişsin? Fahişeler genellikle ödünç alınmış dairelerde değil, kendi evlerinde yaparlar işlerini.”
Bilindiği gibi kadın ruhunun hamurunda olan katı usdışı engeline ussal olarak saldırmak boşu-naydı. Konuşmamız daha ilk baştan kötü bir hal almıştı.
Klara’ya profesörün bana söylediklerini, yerel komite toplantısında olup bitenleri anlattım ve sonunda bütün engelleri aşacağımız konusunda onu inandırmaya çalıştım.
Klara bir süre suskun kaldı, sonra her şeyden benim sorumlu olduğumu ileri sürdü. “Hiç olmazsa şu konfeksiyon atölyesinden çıkmama yardım edebilecek misin?”
Şimdilik biraz daha sabretmesi gerektiği karşılığını verdim.
“Görüyorsun işte,” dedi Klara, “bunlar birer vaatten başka bir şey değildi, sonuç olarak da hiçbir şey yapmayacaksın. Şimdi başka biri bana yardım etmeyi kabul etse bile atölyeden çıkamayacağım, çünkü senin yüzünden kötü bir sicilim olacak.”
Bay Zaturecky ile girdiğim çekişme yüzünden zarara uğramayacağı konusunda Klara’ya şeref sözü verdim.
“Yine de bir türlü anlayamıyorum,” dedi Klara, “Şu tanıtma yazısını yazmaya ne diye karşı çıkıyorsun? Onu yazsan, hemen huzura kavuşurduk.”
“Artık bunun için çok geç, Klara,” dedim. “Bu tanıtma yazısını şimdi yazarsam, incelemeyi intikam duygusuyla mahkûm ettiğimi söyleyip daha da öfkelenirler.”
“Peki bu incelemeyi ne diye mahkûm etmen gerekiyor ki? Lehte bir şeyler yaz!”
“Bunu yapamam, Klara. İnceleme baştan aşağı saçma.”
“Ne olmuş saçmaysa? Doğrucu Davut’luk mu yapmaya başladın yoksa! Bu adamcağıza görüşlerinin Plastik Düşünce dergisinde hiçbir ağırlığı olmadığını yazdığında, bu bir yalan değil miydi? Ona beni baştan çıkarmaya çalıştığını söylerken sen kendin yalan söylemiş olmuyor muydun? Şu Helen adlı kadından söz ettiğinde yalan söylemedin mi? Bu kadar yalan söylediğine göre bir kez daha yalan söylesen ve inceleme üzerine lehte bir şeyler yazsan ne olur yani? Her şeyi düzene sokmanın tek yolu bu.”
“Bak Klara,” dedim, “bir yalanın bir başka yalana eşdeğer olduğunu düşünüyorsun ama, yanılıyorsun. Ben aklıma gelen her tür aldatmacayı, her tür şakayı yapabilirim, ama kendimi gene de bir yalancı olarak görmem. Bu yalanlar, onlara yalan adını veriyorsan, beni olduğum gibi ortaya koyarlar; bu yalanlarla hiçbir şeyi gizlemem, bu yalanlarla aslında gerçeği söylerim. Ancak hakkında yalan söyleyemeyeceğim şeyler vardır. Derinlemesine bildiğim, anlamını kavradığım ve sevdiğim şeyler vardır. Bu şeylerle şaka etmem. Bu konularda yalan söylemek, kendi kendimi küçültmek olur, bunu yapamam ben, benden bunu isteme, bunu yapamam.”
Birbirimizi anlamadık.
Ama Klara’yı gerçekten seviyordum ve beni kınamaması için de her şeyi yapmaya kararlıydım. Ertesi gün, Bayan Zaturecky’ye bir mektup yazıp, yarın değil öbür gün kendisini saat ikide büromda bekleyeceğimi bildirdim.
Bayan Zaturecky, metodik kafasına sadık kalarak, tam kararlaştırdığımız saatte büromun kapısını çaldı. Kapıyı açıp onu içeriye davet ettim.
Böylelikle sonunda onu görmüş oluyordum. Uzun boylu, oldukça uzun boylu bir kadındı, solgun mavi gözleri, köylülere özgü zayıf ve uzun yüzünde dikkat çekiyordu.
“Üstünüzdekileri çıkarın,” dedim ve o beceriksizce devinimlerle bel kısmı dar, tuhaf bir kesimi olan ve bana nedense eski ağır asker paltolarını hatırlatan koyu kahverengi uzun paltosunu çıkardı.
İlk saldıran ben olmak istemiyordum; rakibimin kartlarını ortaya koymaya başlamasını bekliyordum. Bayan Zaturecky oturduğunda, birkaç söz ederek onu konuşmaya kışkırttım.
Ağırbaşlı ve hiçbir saldırganlık taşımayan bir sesle, “Sizi niçin aradığımı biliyorsunuz,” dedi. “Kocam size her zaman hem bir insan hem de bir uzman olarak büyük saygı duymuştur. Her şey sizin tanıtma yazınıza bağlıydı. Ve siz bu yazıyı yazmayı reddettiniz. Kocam bu incelemeye tam üç yılını verdi. Hayatı sizinkinden daha zordu. İlkokul öğretmeniydi, her gün kent dışındaki okula gitmek için altmış kilometre yol katediyordu. Kendini tümüyle çalışmasına verebilsin diye geçen yıl onu izin almaya ben zorladım.”
“Bay Zaturecky çalışmıyor mu?” diye sordum.
“Hayır…”
“Peki neyle geçiniyorsunuz?”
“Şimdilik benim dişimi tırnağıma takmamla. Araştırma ise kocamın tutkusu. Neleri inceledi bir bilseniz. Kaç sayfa dolusu yazıp çizdi bir bilseniz. Gerçek bir araştırmacının otuz sayfa yazı için üç yüz sayfa yazması gerektiğini söyler hep. Sonra da bu kadın çıktı ortaya. İnanın bana, onu tanırım, bu kadının onu suçladığı ve önümüzde durmadan yinelediği böyle bir şeyi kesinlikle yapmazdı! Kadınları tanırım, belki de sizi seviyor, sizse onu sevmiyorsunuz. Belki de sizin kıskançlığınızı uyandırmak istiyordu. Ama bana inanabilirsiniz, kocam böyle bir şeye hiçbir zaman cesaret edemezdi!”
Bayan Zaturecky’yi dinlerken birden tuhaf bir şey oldu bana: Bu kadının yüzünden fakülteden ayrılmak zorunda kalacağımı, bu kadının yüzünden Klara ile arama soğukluk gireceğini, bu kadının yüzünden öfke ve sıkıntı içinde bunca gün geçirmiş olduğumu unuttum. Onunla her ikimizin de hüzünlü birer rol oynadığı hikâye arasındaki her bağlantı bana şimdi karışık, belirsiz ve rastlantısal geliyordu. Birdenbire serüven atlarımızı eyerleyip yola ko-şuşumuzun ve onların gidişini yönlendirişimizin yalnızca benim bir yanılsamam olduğunu anladım. Bu serüvenler belki hiç de bizim serüvenlerimiz değildi, bize bir anlamda dışarıdan dayatılıyorlardı; bizi hiçbir biçimde temsil etmiyorlardı; onların tuhaf gidişatından hiçbir bakımdan sorumlu değildik; kendileri de bilmem hangi tuhaf güçler tarafından bilmem nereden yönetildiklerinden bizi sürükleyip götürüyorlardı.
Zaten, Bayan Zaturecky’nin gözlerine baktığımda, bana öyle geldi ki bu gözler eylemlerimin sonuçlarını göremiyorlardı, bu gözler hiçbir şey görmüyor, yalnızca çehrenin üstünde yüzüyorlardı.
“Belki de haklısınız, Bayan Zaturecky,” dedim uzlaştırıcı bir ses tonuyla. “Belki de kız arkadaşım
yalan söyledi. Ama kıskanç bir erkeğin ne olduğunu bilirsiniz; ona inandım ve söylediklerine kapıldım. Bunlar herkesin başına gelebilir.”
“Evet gelebilir, elbette gelebilir,” dedi Bayan Zaturecky üstündeki büyük ağırlıktan gözle görülür biçimde kurtulup rahatlamış olarak. “Bunu kendiniz de kabul ettiğinize göre mesele yok. Bu kadına inandığınızdan korktuk. Kocamın bütün hayatını mahvedebilirdi. Bu durumun kocamın üzerine ahlaki açıdan düşürdüğü gölgeden söz etmiyorum bile. Buna yine de Katlanabiliriz. Ancak kocam sizin tanıtma yazınıza çok bel bağlıyor. Derginin yazı kurulunda, bunun yalnızca size bağlı olduğuna dair güvence verdiler ona. Kocam makalesi yayınlanırsa sonunda bir bilim araştırmacısı olarak kabul edileceği inancında. Her şey aydınlığa kavuştuğuna göre bu tanıtma yazısını kaleme alacak mısınız? Ve bunu çabuk yapabilir misiniz?”
İntikamımı alıp öfkemi yatıştırma ânı sonunda gelmişti, ancak o anda artık hiç öfke duymuyordum, Bayan Zaturecky’ye söylediklerimi de söylememez-lik edemezdim: “Bayan Zaturecky, tanıtma yazısı konusunda bazı güçlükler var. Her şeyin nasıl olup bittiğini size açık açık anlatacağım. İnsanların yüzüne karşı hoş olmayan şeyleri söylemekten nefret ederim. Benim zaafım bu. Bay Zaturecky ile karşılaşmamak için elimden gelen her şeyi yaptım ve sonunda kendisinden niçin kaçtığımı anlayacağını düşünüyordum. Gerçek şu ki incelemesi zayıf. Hiçbir bilimsel değeri yok. Bana inanıyor musunuz?”
“Pek inanamadığım bir şey bu. Hayır, size inanmıyorum,” dedi Bayan Zaturecky.
“Önce şunu söyleyeyim ki bu çalışma hiç de özgün değil. Anlıyor musunuz? Bir bilim adamı her zaman yeni bir şeyler ortaya koymalı; bir bilim adaının başkalarının yazdığı, daha önceden bilinen şeyleri kopya etmeye hakkı yoktur.”
“Kocam bu makaleyi kesinlikle başka bir yerden kopya etmedi.”
“Bayan Zaturecky, makaleyi mutlaka okumuşsunuzdur…”
Konuşmamı sürdürmek istiyordum, ama Bayan Zaturecky sözümü kesti.
“Hayır, makaleyi hiç okumadım.”
Şaşırmıştım. “Bu durumda, okuyun.”
“Gözlerim iyi görmüyor,” dedi Bayan Zaturecky. “Beş yıldır tek bir satır okumadım, ama kocamın dürüst olup olmadığını bilmek için okumama gerek yok. Bunlar hissedilen şeylerdir, böyle şeyler için okumaya gerek yok. Bir anne çocuğunu nasıl tanırsa ben de kocamı tanırım, onun hakkında her şeyi bilirim. Ve yaptığı her şeyin her zaman dürüstçe olduğunu da bilirim.”
Daha da kötüsüne katlanmak zorunda kaldım. Bayan Zaturecky’ye kocasının makalesinden birkaç pasaj ile Bay Zaturecky’nin görüşlerini aparttığı çeşitli yazarlardan pasajlar okudum. Elbette, kasıtlı bir apartma vakası değil de, daha çok Bay Zaturecky’nin içtenlikle ve ölçüsüzce saygı duyduğu otoritelere körcesine boyun eğişi söz konusuydu. Bununla birlikte hiçbir ciddi bilim dergisinin bu metni yayınlayamayacağı ortadaydı.
Bayan Zaturecky’nin açıklamalarıma ne ölçüde dikkat ettiğini, onları ne ölçüde izlediğini ve anladığını bilmiyorum. Koltuğunda uslu uslu oturmuştu, görev yerini terk etmemesi gerektiğini bilen uysal, itaatkâr bir asker gibi. Yarım saat kadar konuştum. Derken koltuğundan kalktı, yarı saydam gözlerini üzerime dikti ve kişiliksiz bir sesle benden kendisini bağışlamamı rica etti. Ama kocasına inancını yitirmediğini biliyordum. Ona belirsiz ve anlaşılmaz gelen fikirlerime karşı koyamadığı için kendisinden başkasını kınamıyordu. Asker paltosunu giydi ve ben bu kadının cismen ve ruhen bir asker olduğunu; üzgün ve sadık bir asker, uzun seferden yorgun düşmüş bir asker, buyrukların anlamını kavramaktan uzak ama bu buyrukları karşı çıkmadan yerine getiren bir asker, yenik ama onuru lekesiz bir asker olarak çekip gittiğini anladım.
“Ve artık, korkman gereken hiçbir şey kalmadı,” dedim Klara’ya, daha sonraları Dalmaçya Ta-vernası’nda ona Bayan Zaturecky ile aramda geçen konuşmayı aktardıktan sonra.
“Korkacak bir şeyim olduğunu sanmıyorum,” diye yanıtladı Klara beni şaşırtan bir güvenle.
“Nasıl sanmıyorsun? Sen olmasan, Bayan Zaturecky ile hiç karşılaşmazdım!”
“İyi ki onunla karşılaştın, çünkü bu insanlara yaptığın çok kötü bir şey. Dr. Kalousek aklı başında bir adamın bunu pek anlayamayacağını söyledi.”
“Kalousek’i ne zaman gördün sen?”
“Gördüm işte,” dedi Klara.
“Peki her şeyi anlattın mı ona?”
“Ne yani? Bir sır mı bu yoksa? Şimdi senin ne olduğunu çok iyi biliyorum.”
“Öyle mi?”
“İster misin söyleyeyim sana?”
“Lütfen söyle.”
“Sen sıradan bir siniksin.”
“Kalousek mi söyledi sana bunu?”
“Niçin Kalousek söyleyecekmiş? Bunu tek başıma bulamayacağımı mı sanıyorsun? Senin hakkında bir fikir edinecek güçte olmadığımı mı sanıyorsun? İnsanları atlatmayı çok seversin sen. Bay Za-turecky’ye bir tanıtma yazısı vaat etmiştin.”
“Ona hiçbir zaman tanıtma yazısı falan vaat etmedim…”
“Ya bana? Bana bir iş bulmayı vaat ettin. Beni Bay Zaturecky’ye karşı, Bay Zaturecky’yi de bana karşı kullandın. Ama bilmek istiyorsan, bu işi gene de bulacağım.”
“Kalousek sayesinde mi?”
(Alaycı olmaya çabalıyordum).
“Elbette ki senin sayende değil! Senin beş paralık saygınlığın kalmadı, saygınlığını ne denli yitirdiğini bile bilmiyorsun sen.”
“Ya sen, biliyor musun?”
“Evet, sözleşmen yenilenmeyecek, bir taşra galerisinde memur olarak iş bulursan öp de başına koy. Ama bütün bunların kendi hatandan doğduğunu anlaman gerek. Sana bir öğüt vermemi istersen şu sözümü kulağına küpe et: Gelecekte dürüst ol ve yalan söyleme, çünkü bir kadın yalan söyleyen bir erkeğe saygı duyamaz.”
Yerinden kalktı, bana elini uzattı (besbelli son kez olarak), sonra da arkasını dönüp dışarı çıktı.
Hikâyemin trajik değil de, komik bir hikâye olduğunu (çevremi saran dondurucu suskunluğa karşın) ancak bir süre sonra anlayabildim.
Bu da benim için bir çeşit avuntu oldu.

Hiç Kimse Gülmeyecek adlı öykü, Milan Kundera

Exit mobile version