Marksizm hümanizmdir, insancıllıktır ve hedefi, insanın saklı kalmış yeteneklerinin tümünün ortaya çıkarılmasıdır. Söz konusu bu insan yalnızca düşünceleri veya bilinci ile beliren bir insan değil, maddi ve ruhsal özellikleriyle, toplumsal bir çevre içinde yaşayan ve yaşamak için de üretmek zorunda olan gerçek bir insandır. Her şeyiyle insan (ve aynı zamanda bilinci) Marksist düşüncenin ilgi alanıdır ve bu gerçek, Marx’ın “maddeciliği “ni hem Hegel’in idealizminden, hem de “yozlaşmış ekonomici-mekanikçi Marksizm “den ayırmaktadır.
İnsana, soyut ve yabancılaşmış ifadelerle yaklaşan ekonomik ve felsefî kategorilerin zincirlerini kırmak ve felsefe ile ekonomiyi tutku ve duygulara uygulamak Marx’ın en büyük başarısıydı. Marx’ın ilgi alanı insandı ve gayesi, insanın maddi çıkarların kıskacından ve kendi eylem ve düzenlemeleri sonucunda, yine kendi çevresinde ördüğü hapishane duvarlarından kurtulup “özgürlüğüne” kavuşmasıydı.
Eğer insan Marx’ın bu kaygısını anlamazsa, ne onun teorisini, ne de Marksizm’i uyguladığını iddia eden pek çoklarının ona ters düşmesini anlayabilir. Her ne kadar Marx’ın temel eserine “Kapital” adı verilmişse de, bu eser tüm araştırmaları arasında sadece bir adım olarak düşünülmüştü ve onun ardından bir felsefe tarihi gelecekti. Marx için sermayenin incelenmesi, insanın sınaî bir toplumdaki bozulmaya uğramış durumunu anlamak için kullanılması gereken bir eleştiri aracıydı. Yazabilseydi adını “İnsan ve Toplum Üzerine” koyabileceği büyük eseri için bir adımdı bu ancak.
“Genç” Marx olarak da, Kapital’in yazarı olarak da, Marx’ın eserleri psikolojik kavramlarla doludur. Kullandığı önemli kavramlardan bazıları: “İnsanın özü”, “bozulmaya uğramış insan”, “yabancılaşma”, “bilinç”, “tutkulu çabalar” ve “bağımsızlık”tır. Ama buna rağmen ahlâk anlayışı sistemli bir psikolojiye dayanan Aristo ve Spinoza ile bir tezat oluşturan Marx’ın eserlerinde hemen hiç bir psikoloji teorisi yoktur. Açlık ve cinsellik gibi sabit dürtüler arasındaki farkla ilgili birkaç bölük pörçük irdelemeyi bir kenara koyarsak, Marx’ın yazılarında üzerinde durulacak hemen hiç bir psikoloji konusu yoktur ve tabii bu, onun izinden gidenler için de geçerlidir. Bu eksikliğin nedeni psikolojik olguları çözümlemek için gereken beceri ya da ilginin olmayı¬şında yatmaz. (Marx’la Engels arasındaki mektuplaşmanın kısaltılmamış halini içeren ciltler, üstün yetenekli bir psikanaliste bile puan kazandırabilecek nitelikte bilinçdışı motivasyonları derinlemesine inceleyen bir kabiliyeti sergiler.) Gerçek sebep, Marx’ın yaşadığı yıllarda, onun insan sorunlarına uygulayabileceği bir “dinamik psikolojinin olmayışıydı. Marx 1883’te öldü; Freud ise eserlerini Marx’ın ölümünden sonra yayımlamaya başladı.
Marx’ın çözümlemesini tamamlamak için gereken psikoloji, birçok eklemelere ihtiyaç duyulsa da, Freud’un ortaya koyduğu ile aynıydı. Psikanaliz, her şeyden önce, bir dinamik psikolojidir. İnsan davranışlarını, eylem, duygu ve fikirlerini harekete geçiren ruhsal etmenlerle ilgilenir. Bu etmenler her zaman bu özellikleriyle, yani gerçekten oldukları gibi görülemezler; gözlenebilen olgulardan çıkarılmaları ve çelişkileri ile dönüşümleri bakımından incelenmeleri gerekir. Marksist düşünüşe yararlı olması için, bir psikolojinin, bu ruhsal etmenlerin evrimini, insanın ihtiyaçlarıyla, parçası olduğu toplumsal ve tarihsel gerçekler arasındaki sürekli bir etkileşim süreci olarak görmesi de daha doğru olur. Bu psikolojinin başlangıcından itibaren sosyal bir psikoloji olması da gerekir. Son olarak, eleştirici bir psikoloji olmalı, özellikle insan bilinci konusuna eleştirici bir gözle bakmalıdır.
Freud’un psikanalizi, (Marksist düşünce için önemi ne Freudcular ne de Marksistler tarafından anlaşılamamış olsa da) bu temel şartları yerine getirir. Buna rağmen Marksizm ile ilişki kurmakta gösterilen bu başarısızlığın nedenleri, her iki tarafın da yaptıkları hatalara dayanır. Marksistler psikolojiye önem vermeme geleneğini sürdürdüler; Freud ve müritleri de düşüncelerini mekanik maddecilik çerçevesinde ele aldılar. Oysa bu, Freud’un büyük buluşlarının geliştirilmesi açısından kısıtlayıcı olduğu gibi “tarihsel maddecilik” ile de bağdaşmıyordu.
Bu arada, bazı yeni gelişmeler de meydana geldi. Bunların en önemlisi Marksist hümanizmin canlanmasıdır. Özellikle küçük ülkelerdeki çok sayıda Marksist ve Batı’da bulunanların da bir kısmı, Marksist teorinin insanı açıklayan bir psikolojik teoriye ihtiyacı olduğunun farkına vardılar. Farkına vardıkları bir başka gerçek de şuydu: Sosyalizm insanın bir “yönelim ve kendini adama sistemi”ne duyduğu ihtiyacı karşılamalı, ayrıca insanın kim olduğu ve hayatın anlam ve amacının ne olması gerektiği gibi sorularla ilgilenmelidir. “İyi, devrime hizmet edendir” gibi boş sloganları geride bırakıp, ahlâki ölçülerin ve manevî gelişmenin temeli olmalıdır.
Öte yandan, Freud’un düşünüşünün temelini oluşturan mekanik maddeciliğe karşı yükselen itirazlar, psikanalizin ve özellikle de libido teorisinin eleştirilerek, yeniden değerlendirilmesine yol açtı. Hem Marksist, hem de psikanalizci akımlardaki gelişmeler sayesinde, hümanist Marksistlerin dinamik, eleştirici ve topluma dönük gelişmeler için psikolojinin hayati bir önemi olduğunu (ve insanı merkez alan bir teorinin psikoloji olmadan yapamayacağını) kabul etmelerinin zamanı gelmiştir. Bu yazım¬da, hümanist psikanalizin uğraşmış olduğu ya da ilgilenmesi gereken ana sorunlardan bazılarına işaret etmek istiyorum.
Ele alınması gereken ilk sorun “toplumsal karakter “sorunudur, yani (millet veya sınıf gibi) bir grubun, üyelerinin hareket ve düşüncelerini etkin biçimde belirleyen ortak karakter kalıbıdır. Bu kavram, Freud’un karakter kavramının özel bir gelişmesidir (uzantısı) ve özü, karakterin hep bir değişim ve hareket halinde (dinamik) oluşu fikrinden kaynaklanır. Freud karakteri, libidonun değişik türlerdeki uğraşlarının bir tezahürü olarak düşünürdü, başka bir deyişle belli hedeflere yönelen ve belli kaynaklardan gelen ruhsal enerji olarak değerlendirirdi. Oral, anal ve genital karakter kavramlarıyla Freud, davranışı, belirli duygu yüklü çabaların ürünü olarak açıklayan yeni bir karakter modelini tanıtmıştı. Freud bu çabaların yön ve şiddetinin, çocukluğun ilk dönemlerinde “haz veren bölgeler”le ilgili (ağız, makat, cinsel organlar) yaşananların sonucu olduğunu varsayıyordu. Öteki varsayımı, beden uzuvları hesaba katılmazsa, libidonun gelişmesinden esas sorumlunun ana ve babanın davranışları olduğuydu.
Toplumsal karakter kavramı, bir grubun paylaştığı karakter yapısının kalıbına işaret eder. Toplumsal karakterin biçimlen-mesindeki temel etkenin, üretim biçimi ve bundan doğan toplumsal tabakalaşmanın yarattığı hayat pratiği olduğunu varsayar. Toplumsal karakter, herhangi bir toplumun işlemesi için gereken ve o toplum tarafından şekil verilen ruhsal enerjinin özel bir yapısıdır. Ortalama bir kişi, yapmak zorunda olduğu bazı şeylere yönelmeli ve davranışları “bu uğurda” olmalıdır. Böylelikle bir yandan toplumun kendi enerjisini toplumsal hedefler için kullanmasına izin verir, beri yandan da o kişi normal yaşantısını sürdürür.
İnsan enerjisi toplumun işleyişi içinde, genelde basit maddî enerji olarak (toprağı süren ya da yol yapan işçiler gibi) ve kısmen de ruhsal/manevi enerjinin kendine has biçimleri olarak görünür. Öteki kabilelere saldırıp, soyarak yaşayan bir ilkel topluluğun üyesi, savaşçı bir karaktere sahip bulunmalı, savaşma, öldürme ve soyma hırsıyla dolu olmalıdır. Tarımla geçinen barışcı bir kabilenin üyeleri ise, şiddete değil, işbirliğine eğilimli olmalıdırlar. Feodal bir toplum, ancak bireylerin otoriteye itaat edilmesi ve kendilerinden rütbece yukarıda olanlara saygı ve hayranlık duyulması için çaba harcamaları sonucunda iyi işler.
Kapitalizm ise, ancak insanların çalışmaya hevesli, disiplinli, dakik olmaları ve en çok ilgilendikleri şeyin para kazanmak olması, aynca hayattaki temel ilkelerinin üretim ve alışverişten doğan kâr üzerinde yoğunlaşması halinde yürüyebilir.
Kapitalizm ondokuzuncu yüzyılda, biriktirmeyi seven kimselere ihtiyaç duyuyordu; yirminci yüzyılın ortasında ise, delice harcamayı ve tüketmeyi seven insanlara gerek duyuyor. Toplumsal karakter, insan enerjisinin bir üretim gücü olarak kullanılmak üzere, toplumsal süreç esnasında kalıba dökülerek aldığı biçimdir.
Toplumsal karakter, bir toplumun elindeki bütün etkileme yollarıyla pekiştirilir. Eğitim sistemiyle, diniyle, edebiyatı, şarkıları, şakaları, görenekleri ve en önemlisi ana-babaların çocukları yetiştirme yöntemleriyle. Bu sonuncu öğe çok önemlidir, çünkü bireylerin karakter yapıları büyük ölçüde hayatlarının ilk beşaltı yılında şekillenir. Ancak ana-babanın etkisi, aslında klâsik psikanalistlerin inandığı gibi bireysel bir biçimde yansımaz. Ana-babalar hem kendi karakterleri yoluyla, hem de eğitim yöntemleriyle, aslında toplumun kullandığı aracılardır. Birbirlerinden çok az farklıdırlar ve genellikle bu farklar, toplumsal karakter kalıbının toplumca istenen tarzda yaratılmasında pek de bir değişiklik oluşturmazlar.
Herhangi bir toplumda, toplumsal karakter kavramının formüle edilebilmesi, Freud’un karakter kavramının temeli olan libido teorisinin bir yorumu olarak ortaya çıkar. Libido teorisi, insanı bir makine kabul eden mekanikçi anlayıştan kaynaklanır. Buna göre libido, (kendini sürdürme dürtüsü kenara bırakılırsa) bir enerji kaynağıdır ve “haz ilkesi”yle yönetilir. Bu ilke, libidonun artan geriliminin olağan düzeyine indirilmesi çabası olarak dikkati çeker. Ben, bu anlayışa karşıt olarak (özellikle “Kendini Savunan İnsan” adlı kitabımda) göstermeye çalıştım ki, öncelikle toplumsal bir varlık olan insanın çeşitli çabaları, nesneleri kendine uydurmaya ve toplumsallaşmaya duyduğu ihtiyacın sonucu olarak meydana gelir. Kendine uydurma ve toplumsallaşmanın biçimleri de, içinde bulunduğu çevreye ve onun yapısına göre değişir. Bu anlayışta insan, hedefleri olan öteki insanlara ve doğaya yönelik duygu yüklü çabaları ve kendini dünyaya bağlama ihtiyacıyla tanımlanmış görünür. Toplumsal karakter kavramı, Marksist teoride yeteri kadar ilgilenilmemiş olan önemli sorulara cevap vermektedir.
Niçin bir toplum, sistem onlara zarar verse ve mantıkları topluma bağlılıklarının onlara zararlı olduğunu söylese bile üyelerinin çoğunun desteğini kazanmayı başarıyor? Niçin insanların gerçek çıkarları, her türlü ideolojik etkileme ve beyin yıkamanın ürettiği uydurma çıkarlardan daha ağır basmamıştır? Niçin sınıf bilinci ve sosyalizmin avantajlarına ilişkin idrakler Marx’ın umduğu kadar etkili olamadı? İşte bu soruların cevapları toplumsal karakter olgusunda yatar. Bir toplum, ortalama bir kişinin karakter yapısını, yapmak zorunda olduğu şeyi sevecek şekilde etkilemeyi bir kere başardı mı, o kimse toplumun ona sunduğu koşullarla tatmin olur. Ibsen’in kahramanlarından birinin dediği gibi, “istediği her şeyi yapabilir, çünkü yalnız yapabileceği şeyleri ister.” Boyun eğmek gibi şeylerle tatmin olan bir toplumsal karakterin yozlaşmış bir karakter olduğunu söylemeye gerek var mı? Ama böyle bir karakter yozlaşmış olsa da, olmasa da “iyi” işlemesi için boyun eğen insanlar isteyen bir toplumun işine yarar.
Toplumsal karakter kavramı, bunun yanı sıra bir toplumun maddî temeliyle “ideolojik üstyapısı” arasındaki bağı açıklamaya da yarar. Çoğu kere Marx, ideolojik üst yapının ekonomik temelin yansımasından başka bir şey olmadığını ima ettiği şeklinde yorumlanmıştır. Bu yorum doğru değildir. Gerçek şu ki, Marx’ın teorisinde, temel ile üst yapı arasındaki ilişkinin özellikleri yeterince açıklanmamıştır. Bir dinamik psikolojisi teorisi, önce toplumun toplumsal karakteri ürettiğini ve sonra da ondan beslenen fikir ve ideolojileri geliştirip, onlara tutunmaya ya da dayanmaya eğilimli olduğunu gösterebilir. Oysa ki belli bir toplumsal karakteri yaratan (o da belli fikirler yaratır) yalnızca ekonomik temel değildir. Fikirler bir kere yaratıldılar mı, toplumsal karakteri ve dolaylı olarak toplumsal ekonomik yapıyı da etkilerler. Benim burada üzerinde durduğum şey şu; toplumsal karakter, sosyo-ekonomik yapı ile bir toplumda yaygın olan fikir ve idealler arasında aracı durumundadır. Her iki yönde de aracıdır, ekonomik temelden fikirlere ve fikirlerden ekonomik temele. Aşağıdaki taslak bu anlayışı ifade eder:
a-Ekonomik Temel
b-Toplumsal Karakter
c-Fikirler ve idealler
Toplumsal karakter kavramı, insan enerjisinin herhangi bir başka hammadde gibi, bir toplum tarafından o toplumun ihtiyaçları ve amaçları için nasıl kullanıldığını açıklayabilir. Aslında, insan, doğal güçlerin en esneklerinden biridir; hemen her maksada âlet edilebilir; nefret etmesi ya da işbirliği yapması, boyun eğmesi veya baş kaldırması, ızdıraptan ya da mutluluktan hoşlanması sağlanabilir.
Bunların hepsi doğru olmasına rağmen, insanın varoluş sorununu sadece, insanî güçlerini tam olarak ortaya koymak yoluyla çözebileceği de bir gerçektir. Bir toplum insanı ne kadar bozarsa, insan da bu durumdan o kadar rahatsız olur, payına düşenden memnun olsa bile, bu böyledir. Çünkü bilinçaltında tatminsizdir ve sonunda onu kendisini yozlaştıran toplumsal yapıları değiştirmeye iten unsur da, yine bu duyumsuzluğun kendisidir. Bunu yapamazsa, sürekli hastalık yaratan bu toplum biçimi, insanları da birlikte sürükleyerek, yok olacaktır. Toplumsal değişme ve devrim yalnızca eski toplumsal kurumlarla çatışan yeni üretim güçleri tarafından değil, aynı zamanda insanlık dışı toplumsal koşullarla, değiştirilemeyen insan ihtiyaçları arasındaki çelişkiden de doğabilir. İnsana hemen hemen her şey yapabilirsiniz, fakat ancak “hemen hemen”. Nitekim insanlığın özgürlük savaşının tarihi de, bu ilkenin en etkili ifadesidir.
Toplumsal karakter kavramı sadece kendini genel eleştirilere açık tutan teorik bir kavram değildir. Belli bir tutumda ya da toplumsal sınıfta çeşitli türlerden toplumsal karakterlerin sıklığını bulmak isteyen deneysel çalışmalar için de yararlı ve önemlidir. “Köylü karakterini bireyci, istifçi, inatçı, iş birliğine pek yaklaşmayan, zaman ve dakiklikle fazla ilgisi olmayan diye tanımladığımızı kabul edersek, bu belirtilerin bütünü, çeşitli değişik niteliklerin toplamı değil, enerji dolu tek bir yapı olarak ortaya çıkar. Herhangi bir biçimde bu özelliklerin değiştirilmesi için girişimler olursa, bu yapı, ya şiddetle ya da sessiz engelleme yoluyla yoğun bir direniş gösterecektir. Ona sunulacak olan ekonomik avantajlar bile kolayca sonuç vermıeyecektir. Bu sendrom varlığını, köylü hayatının binlerce yıldır tipik özelliği olan, bilinen üretim biçimine borçludur. Aynı şey, yıldızı sönmekte olan bir alt-orta sınıf için de geçerlidir; ister Hitler’i iktidara getirmiş olanlar, isterse de A.B.D.’nin Güneyi’ndeki yoksul beyazlar olsun.
Bu gibi gruplarda, her türlü olumlu kültürel uyaranın yokluğu, toplumun ilerlemesi yüzünden geride kalmış olmaktan duydukları içerleme ve bir zamanlar onlara gurur veren imajları yıkanlara yönelen nefret onlarda; ölüm sevgisi (nekrofili), kan bağı tutkusu, toprak anaya aşırı ve sağlıksız bir düşkünlük ve yoğun grup narsisizminden meydana gelen bir karakter sendromu yaratır. Bu türlü bir grup narsisizmi, ifadesini aşırı milliyetçilik ve ırkçılıkta bulur.
Son bir örnek: Sanayi işçisinin karakter yapısında, dakiklik ve kesinlik, disiplin ve takım çalışmasına uyum gibi özellikler bulunur. Böylesi karakter özelliklerinden oluşan bu küme, bir sanayi işçisinin üstüne düşeni yapabilmesi için gerekenin asgarisidir. Bağımlılık-bağımsızlık, ilgi-kayıtsızlık, etkinilik-edilginlik gibi öteki farklar, günümüzde ve gelecekte işçinin karakter yapısı için son derecede önemli olmalarına rağmen, bu noktada göz önüne alınmadı.)
Toplumsal karakter kavramının en önemli uygulaması, Marx’ın hayal ettiği sosyalist toplumun, gelecekteki toplumsal karakterini (mal ve servet edinme hırsıyla tanınan) 19. yüzyıl toplumsal karakterinden ve (ileri derecede sınaileşmiş toplumlarda, ister kapitalist olsun ister komünist, gitgide daha çok görülen) 20. yüzyıl toplumsal karakteri olan “tüketen insan” (homo consumens) karakterinden ayırdetme çabasında görülür.
Homo consumens (tüketen insan), esas hedefi, öncelikle sahip olmak değil, tüketmek ve gitgide daha çok tüketmek olan insandır. Böylece içindeki boşluğu, edilginliği, yalnızlığı ve kaygıları gidereceğini sanır. Dev girişimlerin, dev bir sanayinin, hükümet ve sendika bürokrasilerinin şekillendirdiği bir toplumda, çalışma konumunu ve koşullarını hiç etkileyemeyen birey, kendini güçsüz, yalnız, bıkkın, sıkılmış ve kaygılı hisseder. Bir yandan da büyük tüketim sanayilerinin kâr ihtiyaçları reklâmlar yoluyla onu obur bir yaratık haline getirir; bu müthiş emici yaratık, tüketmek ve hep daha çok tüketmek ister. Onun için her şey (sigaralar, içkiler, cinsellik, filmler, televizyon, geziler ve hatta eğitim, kitaplar ve konferanslar bile) birer tüketim maddesi olmuştur. Ayrıca üretim çarkının dönebilmesi için yeni uydurma ihtiyaçlar yaratılır, insanın zevkleriyle ve beğenileriyle oynanır.
Tüketen insan, karakterinin aşırı biçimleri iyi bilinen psikopatolojik bir olgudur. Gizli kaygı ve ruhsal çöküntülerinden kaçmak için aşırı yeme, aşırı alışveriş ve alkolizmden medet uman, bir telâfi arayan pek çok depresyonlu ve kaygılı kişinin öyküsünde bu olgu görülür.
Freud’un “ağızcıl-alıcı (oral) karakter” dediği şeyin aşırı bir örneği olan tüketim açgözlülüğü, bugünkü sınaileşmiş toplumda en egemen ruhsal etmen olma yolundadır. Tüketen insan, mutluluk yanılsaması (illüzyonu, serabı) içindedir, oysa bilinçaltında, sıkıntı ve edilginlikten boğulmaktadır. Makineleri daha çok hükmü altına aldıkça, bir insan olarak daha güçsüz ve etkisiz hale gelmektedir; daha çok tükettikçe, sınai düzenin yarattığı ve canı istediği gibi oynadığı ve nedense (!) hep artan ihtiyaçlanna daha çok bağlandığı bir köle gibi olmaktadır. Heyecan ve tahriği coşku, sevinç ve mutluluk sanmakta, maddi rahatlığı, canlı ve dinç olmakla karıştırmaktadır. Doyurulmuş açgözlülük hayatın anlamı olmakta, bunu sağlamak için çabalamak ise, yeni bir din haline gelmektedir. Tüketme özgürlüğü, insan özgürlüğünün özü sanılmaktadır.
Bu tüketim ruhu, Marx’ın tasarladığı sosyalist toplum ruhunun tam tersidir. Marx, kapitalizmde gizli olan bu tehlikeyi tam bir netlikle görmüştü. Onun gayesi insanın çok “varolduğu” bir toplumdu, çok sahip olduğu ya da çok tükettiği değil. İnsanı tam anlamıyla canlı, uyanık ve duyarlı bir hale getirmek, açgözlülüğünün kölesi olmayacak şekilde maddî hırs zincirlerinden kurtarmak istiyordu. “Çok sayıda yararlı şeyin üretilmesi, çok sayıda yararsız insanın yaratılmasıyla sonuçlanır” diye yazmıştı Marx. Sefalet derecesindeki yoksulluğu yeryüzünden silmek istiyordu, çünkü bu, insanın “tam insan” olmasına engel olan bir durumdu. Onun amacı, tüketimin en çoğu değil, en uygunuydu; daha tam ve daha hoşnut edici, iç zenginliği olan bir hayata götüren gerçek insan ihtiyaçlarının karşılanmasıydı.
Tarihin garip cilvelerinden biri, maddi hırsın tatmini demek olan kapitalizm ruhunun, plânlı ekonomileriyle buna direnme imkânları olan komünist ve sosyalist ülkeleri fethediyor oluşudur. Tabii ki bu sürecin kendi bir mantığı var. Kapitalizmin maddi başansı, Avrupa’da komünizmin zafer kazandığı, nisbeten yoksul ülkelerde çok derin izler bıraktı ve sosyalizmin zaferi, kapitalizmle başarılı bir biçimde rekabet edebilmesine bağlandı.
Sosyalizm, ekonomik üretimin değil, insanın gelişmesinin asıl gaye olduğu bir toplum haline gelmeye yaramaktan ziyade, yoksul ülkelerin sınaileşmesini kapitalizmden daha çabuk gerçekleştiren bir sistem olmakla yetinme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Sovyet komünizmi Marx’ın “maddeciliğinin” kaba bir yorumunu kabul ederek, tıpkı kapitalist ülkeler gibi (Marx’ın en büyük temsilcilerinden biri olduğu) hümanist özlü gelenekle teması kaybettiği için bu gelişme hızlandı.
Sosyalist ülkelerin kendi nüfuslarının meşru maddî ihtiyaçlarını karşılama sorununu hâlâ çözememiş oldukları doğrudur (A.B.D.’de bile nüfusun yüzde kırkı “müreffeh” değildir). Fakat sosyalist iktisatçı, filozof ve psikologların dikkat etmeleri gereken tehlike, en uygun tüketim hedefinin, bir anda en çok tüketime dönüşebileceği olgusudur. Bu nokta hayati önemdedir. Sosyalist teorisyenlerin görevi, insan ihtiyaçlarının özelliklerini incelemek ve sonra da, tatmini insanı daha hayat dolu ve duyarlı yapan gerçek ihtiyaçlarla, insanı zayıflatan, onu edilgin, bıkkın, “eşya” hırsının kölesi yapan, kapitalizmin yaratmış olduğu uydurma ihtiyaçlar arasındaki farkı ortaya çıkaracak ölçütler bulmaktır.
Benim burada dikkat çektiğim nokta, üretimin kendisinin kısıtlanması değil, fakat bireysel tüketim ihtiyacının zarurî olanları karşılandıktan sonra, kaynakların okul, kütüphane, tiyatro, park, hastane, toplu taşıma gibi toplumsal hizmet üretimine yönlendirilmesi gerektiğidir. Tam sınaileşmiş ülkelerdeki durmadan artan bireysel tüketim; rekabet, açgözlülük ve kıskançlığın yalnız özel mülkiyetten değil, aynı zamanda sınırsız özel tüketimden de kaynaklandığını düşündürmektedir. Sosyalist teorisyenler şu gerçekleri gözden kaçırmamalıdırlar: Hümanist sosyalizmin amacı, “tam insan”ın eksiksiz gelişimine hizmet edecek bir üretim tarzına sahip olan bir sanayi toplumu kurmaktır, tüketen insanın yaratılmasına yol açacak değil. Sosyalist toplum, içinde insanların yaşamasına ve gelişmesine uygun bir yapı (ya da düzen) olan bir sanayi toplumu biçimidir.
Toplumsal karakterin üzerinde çalışılmasına izin veren deneysel yöntemler vardır. Böyle çalışmaların amacı, genel nüfus içinde ve aynı zamanda her sınıfın kendi içinde çeşitli karakter sendromlarının sıklığını, buradaki çeşitli etkenlerin şiddetini ve farklı sosyo-ekonomik koşulların doğurduğu yeni veya biribiriyle çelişen etkenleri bulup, ortaya çıkarmaktır.
Bu değişkenlerin hepsi, mevcut karakter yapısının sağlamlığını, değişim sürecini ve aynı zamanda bu tür değişimleri hangi önlemlerin hızlandıracağını iyice anlamaya izin verirler. Böyle bir “derin anlama”nın tarımdan sanayiye geçmekte olan ülkelerde ve aynı zamanda kapitalizm ya da devlet kapitalizmi altındaki işçinin yabancılaşma şartları altından gerçek sosyalizmin şartlarına geçişi konusunda ne denli önemli olduğunu söylemeye gerek var mı? Bunun da ötesinde, böyle çalışmalar siyasal eylemlere kılavuzluk ederler. Eğer halkın siyasal “kanaatleri”ni anketlerin tespit ettiği şekilde bilirsem, çok yakın gelecekte nasıl davranmaya yatkın olduklarını da anlarım. Eğer “şu an için bilinçli olarak henüz ortaya konmuş olmayan”, söz gelimi ırkçılık, savaşa ya da barışa eğilim gibi ruhsal etkenlerin gücünü öğrenmek istersem, karakterle ilgili bu gibi incelemeler bana, geri plânda yatan, toplumsal süreç içinde devreye giren ve ancak bir süre sonra açığa çıkan etkenlerle ilgili bilgi sağlar.
Yukarıda sözü edilen karakter verilerini sağlamak için kullanılabilecek yöntemleri ayrıntılı olarak tartışmaya bu yazının hacmi uygun değil. Hepsinin ortak noktası, içsel ve genellikle bilinçdışı gerçeğin anlatımı için ideolojileri (rasyonelleştirmeleri) kabul etme yanlışından kaçınmaktır. Çok yararlı olduğu tecrübelerle anlaşılmış olan bir yöntem de açık uçlu soru anketidir. Bu yöntemde verilen cevaplar bilinçdışı anlamlarına göre yorumlanır. Böylece: “Tarihteki kişilerden en çok beğendikleriniz kimlerdir?” sorusuna bir cevap: “Büyük İskender, Neron, Marx ve Lenin”, bir başka cevap da: “Sokrates, Pasteur, Marx ve Lenin” olduğu zaman, ilk cevabı verenin kuvvet ve sert otorite yanlısı olduğu, ikinci kişinin ise, hayatın sürmesi ve güzelleşmesi için insanlığa hizmet edenleri beğendiği sonucu çıkarılır. Genişletilmiş bir yansıtıcı (projektif) anket kullanarak, bir kimsenin karakter yapısının güvenilir bir resmini elde etmek mümkündür. Öteki yansıtıcı testler de; sevilen şakalar, şarkılar, öyküler ve gözlenebilir davranışlar (hele psikanalizci bir gözlem için pek önemli olan “ufak davranışların çözümlenmesi) o kişi ile ilgili doğru sonuçlar çıkarmaya yardım ederler. Yöntem açısından bu çalışmaların hepsinde asıl öne çıkan, üretim biçimi ve onun yarattığı sınıflaşma ile en belirli karakter özellikleri ve bunların oluşturdukları sendromlar ve bu iki veri takımı arasındaki ilişkidir. Tabakalara ayrılmış Örnekleme yöntemiyle, bütün bir millet veya toplum sınıfı, bin kişiden az bir topluluk üzerinde araştırma yapılarak tanınabilir.
Çözümleyici (analitik) sosyal psikolojinin bir başka önemli yanı, Freud’un “bilinçdışı” dediği şeydir. Ancak Freud esas olarak bireysel bastırma ile ilgilenmişken, Marksist sosyal psikoloji doğrultusunda inceleme yapanlar, en çok özellikle “toplumsal bilinçdışı”na ilgi duyacaklardır. Bu kavram, büyük gruplara özgü iç gerçeğin bastırılmasıyla ilgilidir. Her toplum, üyelerinin ya da belli bir sınıftakilerin, farkına varıldığı takdirde, toplum için “tehlikeli” olacak düşünce veya hareketlere yol açabilecek dürtülerin farkına varmalarına izin vermemek için, elinden geleni yapmak zorundadır. En etkili sansür, basılmış ya da söylenmiş söz düzeyinde değil, fakat düşüncelerin bilinç düzeyine bile yükselmesini önleyerek, yani “tehlikeli uyanıklığın” bastırılmasıyla olur. Elbette ki, toplumsal bilinçdışının içeriği, toplum yapısının çeşitli biçimlerine göre değişir:
Saldırganlık, isyankârlık, bağımlılık, yalnızlık, mutsuzluk, sıkıntı bu içeriklere verilebilecek sadece birkaç örnektir. Bastırılan dürtüler, baskı altında tutulmalı ve onu inkâr eden ya da tersini savunan ideolojilerle “terbiye edilmeli”dir. Bu nedenle günümüzün sanayi toplumunun sıkıntılı, kaygılı ve mutsuz insanına da, aslında mutlu ve neşe dolu olduğu öğretilmektedir.
Başka bazı toplumlarda, düşünce ve anlatım özgürlüğünden mahrum bırakılmış olan insanlara, en mükemmel özgürlük biçimine ulaşmış oldukları söylenir, ama o özgürlük adına şimdilik sadece liderleri konuşmaktadır. Bazı sistemlerde ise, yaşama sevgisi bastırılıp, yerine mülkiyet sevgisi teşvik edilirken, bazılarında yabancılaşmanın farkına varılması engellenmekte, onun yerine “sosyalist ülkede yabancılaşma olamaz” sloganı alkışlanmaktadır.
Bilinçaltı olgusunu anlatmanın bir diğer yolu da, ondan Hegel ve Marx’ın terimleriyle söz etmektir. Yani, kararlarında özgür olduğunu sanan insanın arkasında etkili olan kuvvetlerin toplamı ya da Adam Smith’in dediği gibi, “iktisat insanı (homo economicus) öyle bir görünmeyen el tarafından güdülür ki, vardığı sonucun, onun asıl niyetiyle hiçbir ilgisi yoktur.” Smith için bu görünmeyen el iyiydi, Marx’a (ve aynı zamanda Freud’a) göre ise, tehlikeli bir şeydi; etkisini yok etmek için onun ortaya çıkarılması gerekiyordu. Bilinç, toplumsal bir olgudur ve Marx’a göre içeriğinin çoğu da “yalancı bilinç”tir, yani bastırılan kuvvetlerin eseri olarak oluşmuştur.
Bilinçaltı, tıpkı bilinç gibi, toplumsal bir olgudur. Pek çok gerçeğin ve insana özgü yaşanmış olayın, bilinçaltından bilince yükselmesine izin vermeyen bir “toplumsal süzgeç” tarafından sınırlanır. Bu toplumsal süzgeç, dil, mantık ve toplumsal tabulardan meydana gelir. Gerçekte toplumca üretilmiş ve paylaşılmış hayal ürünlerinden başka bir şey olmayan, ama kişiler tarafından hakikat olarak algılanan ideolojilerle maskelenir. Bilince ve bastırma olgusuna bu yaklaşım, Marx’ın “toplumsal varoluşun özellikleri bilinci belirler” şeklindeki anlatımının geçerli olduğunu deneysel olarak kanıtlayabilir.
Bu yaklaşımların bir sonucu olarak, katı Freudcu ve Marksist yönelimli psikanaliz görüşleri arasında bir teorik fark daha ortaya çıkmaktadır. Bastırılan en önemli konunun ensest (aile içi cinsel ilişki) isteği olması bir yana Freud; en etkili bastırma sebebinin hadım edilme korkusu olduğuna inanırdı Ben buna katılmıyorum ve hem bireysel, hem de toplumsal düzeylerde, insanın en büyük korkusunun hemcinslerinden tamamen kopup, toplumun dışına itilmek ya da toplumun dışında kalmak olduğuna inanıyorum. Ölüm korkusuna bile dayanmak daha kolaydır. Toplum, bastırma taleplerini “toplum dışına itme, toplumdan tecrit etme” tehditleriyle yerine getirtir. Yaşanan belli olayları inkâr etmezseniz, toplumdan biri değilsiniz demektir. O zaman hiçbir yere ait değilsiniz ve aklınızı kaçırma tehlikesi içindesiniz. (Akıl hastalığı aslında, dış dünyayla tüm bağların ortadan kalkmasıyla kendini belli eden bir durumdur.)
Marksistler genellikle, insan farkında olmadan ona yön veren şeyin, ekonomik etmenler ve bunların siyasal sembolleri (uzantıları) olduğunu kabul etmişlerdir. Ama psikanaliz alanındaki incelemeler, bunun fazla dar bir anlayış olduğunu gösteriyor. Toplum, insanlardan oluşur ve her bir kişi, en az gelişmişinden, en olgununa kadar duygu ve enerji dolu potansiyellerle donanmıştır. Bir bütün olarak, bu insan potansiyeli her topluma özgü ekonomik ve sosyal etmenlerin karma etkisiyle yoğrulur. Toplumun bütününe ait olan bu etmenler, belli bir toplumsal bilinçaltı ve belli çelişkiler üretirler. Bu çelişkiler, insanı baskı altına alan faktörlerle, aklı başında bir insanın yaşaması için zorunlu olan insan ihtiyaçları arasında ortaya çıkar. (Bu ihtiyaçlara örnek ola¬rak asgarî özgürlük, uyarım, yani beş duyumuzun hissettiği her şey, hayata ilgi ve mutluluk sayılabilir.) Nitekim, daha önce belirttiğim gibi, devrimler, yalnızca yeni üretici güçlerin değil, aynı zamanda insan doğasının bastırılmış yanlarının da ifadeleri olarak meydana gelirler ve ancak bu iki koşul biraraya gelmişse başarılı olurlar. Bastırma, ister bireysel, ister toplumsal olsun.
insanın aslını bozar, onu parçalara ayırır ve bütünselliğinden yoksun bırakır. Bilinç, belli bir toplumun şekillendirdiği “toplumsal insan”ı temsil eder; bilinçaltıysa içimizdeki evrensel in¬sanın sembolüdür. Hem iyi ve hem de kötü yanlarıyla. Terence’nin ünlü özdeyişini doğrulayan “bütün insan”dır bu. Terence “insana ait olan hiçbir şeyin bana yabancı olmadığına inanıyorum” demiş ve bu söz, Marx’ın en çok sevdiği özdeyiş ve düstur olmuştu.
Derinlik psikolojisi, Marx’ın teorisinde merkezî bir rol oynayan bir soruna da katkıda bulunabilir. Bu, Marx’ın tatminkâr bir çözüme bir türlü ulaşamadığı “insanın özü ve doğası” sorunudur. Marx, özellikle 1844’ten sonra “insanın özü” gibi metafizik ve tarihsel olmayan bir kavramı kullanmak istemiyordu. Çünkü binlerce yıldır birçok yönetici kendi yönetimlerinin ve yasalarının (değişmez olduğunu ilân ettikleri) “insan doğası “na uygun olduğunu kanıtlamak için bu kavramı kullanmışlardı. Ama öte yandan da Marx, insanın her kültürün üzerine “kendi metnini yazacağı” boş bir kâğıt parçası olduğu yolundaki göreci yaklaşıma da karşıydı. Bu doğru olsaydı, insan nasıl toplumun onu sokmaya çalıştığı varoluş kalıplarına karşı isyan edebilirdi? Eğer bozulmuş olabilecek temel bir “insan doğası modeli” kavramına sahip olmasaydı Marx (Kapital’de) “bozulmaya uğramış insan” kavramını nasıl kullanabilirdi? Buna psikolojik çözümleme esasına dayanan bir cevap, bence insanın özünün bir çelişkide yatıyor oluşudur. Bu çelişki, bir yandan insanın doğanın içinde oluşu (kendi iradesi dışında bu dünyaya atılmış olması ve yine öyle geri alınması; üstelik tesadüfe bağlı yer ve zamanlarda), ama aynı zamanda da kendisinin, başkalarının, geçmişin ve yaşadığı ânın farkında oluşundan dolayı doğayı aşmasıdır. Yaratıklar arasında bir “hilkat garibesi” olan insan, yeni bir birlik biçimi bularak bu çelişkisini çözemedikçe, kendini dayanılmaz derecede yalnız hissedecektir. İnsanın varoluşundaki temel çelişki, (doğduğu andan beri hayatın ona sormakta olduğu soruya bir cevap bulmak için) onu, bu çelişkiye bir çözüm bulmaya zorlar. Sözü edilen birliğin nasıl elde edileceği sorusuna ise, doğruluğu soruşturulabilen ancak sınırlı birkaç çözüm önerisi getirilebilir.
İnsan, hayvanlık aşamasına geri dönmeyi deneyerek, insana özgü (akıl ve sevgi gibi) ne varsa bir kenara iterek, köle veya köle çalıştırıcısı olarak, kendini nesneleştirerek ya da insana özgü güçlerini hemcinsleriyle ve doğayla yeni bir birlik bulana kadar geliştirerek, özgür bir insan olarak (yalnızca zincirlerinden özgür olmak için değil, gizil güçlerinin tümünü geliştirmeyi hayatının temel hedefi yapmak için veya varlığını kendi üretken çabasına borçlu olan bir insan olarak birliği bulabilir. İnsanın doğuştan gelme bir “ilerleme güdüsü” yoktur, fakat her yeni gelişme düzeyinde tekrar ortaya çıkan varoluş çelişkisini çözme ihtiyacının güdümündedir. Bu çelişki (ya da başka türlü söylersek, insanın sorunları çözme konusundaki farklı ve değişik imkânları) onun özünü oluşturur.
Özetleyecek olursak: Bu makale, diyalektik ve hümanist yönelimli bir psikanalizi önemli bir bakış açısı olarak Marksist düşünceye sunmak ve tanıtmak için bir dilektir. İnancım odur ki, Marksizm’in böyle bir psikolojik teoriye ihtiyacı vardır. Ayrıca psikanalizin de gerçek Marksist teoriyi kendine katması, onun da düşünce ve etki alanını genişletecektir. Böyle bir sentez, her iki alanın verimini de arttıracaktır.
Erich Fromm
Alıntı: 08 Şubat 2010 tarihli www.narteks.net