Neden insanların çoğu zihin okuma, geçmiş hayattaki deneyimlerle ilgili terapiler, dünya dışı yaratıklar tarafından kaçırılma ve hayaletler gibi şeylere inanmakta? Yaratışçılığın yükselişine ön ayak olan ve Yahudi soykırımının asla gerçekleşmediği inancını körükleyen şey nedir? Neden sözde bilimsel aydınlanmanın gerçekleştiği bu çağda, bu tarz hurafelerden her zamankinden daha fazla etkileniyormuş gibi görünüyoruz? Popüler batıl inançlar üzerine herhangi bir önyargı gütmeyen ve araştırma sürecinde de tamamen bilimsel teknikleri kullanan bilim tarihçisi Michael Shermer, bu sıra dışı iddiaları çürütüp bütün insanların bu fenomenleri, komplo teorilerini ve ortalıkta gezinen kültlerin meydana çıkış nedenlerini keşfetmeye çalışıyor. Zorlayarak ve gerektiğinde rahatsız edici bir üslupla yazılmış olan ?İnsanlar Neden Saçma Şeylere İnanır? (Why People Believe Weird Things) adlı bu kitap, sadece kendi kuruntularımızın inanılmaz kapasitesini ortaya koymakla kalmıyor aynı zamanda bilimsel ruhun da bir kutlaması olarak karşımıza çıkıyor.
” Bu yüzden, Orta Çağ cadı avları yapıldı. Bu yüzden muhtemelen, 1980’ler?in “Şeytan paniği” ve 1990lar’ın “geri gelen anı hareketi” gibi modern cadı avları yapılacaktır. Binlerce Şeytan mezhebinin, gizlice toplumumuza sızmış olması ve onların üyelerinin on binlerce çocuk ve hayvana işkence yapması, sakatlaması ve cinsel tacizde bulunması gerçekten olanaklı mıdır? Hayır. Milyonlarca yetişkin kadının çocuklar gibi cinsel tacize uğraması ama tacizin tüm anılarını baskı altında tutmuş olması gerçekten olanaklı mıdır? Hayır. Uzaylılarca kaçırılma olgusu gibi, bunlar gerçeğin değil aklın ürünüdür. Onlar, geri besleme döngüsü denen saçma bir olgunun yol açtığı toplumsal akılsızlıklar ve zihinsel hayallerdir”
“Görkemli bir kitap” Vanity Fair
“Shermer size televizyon ekranınızdan ya da neredeyse pencerenizden bile dalga dalga yayılan irrasyonellik dalgasına karşı bahse değer bir antidot sunuyor” Orange County Register
“Çok sesli dökümantasyonu ve karşı konulamayan temellendirmeleriyle konusunda bu kitaptan daha iyitek ciltlik hiçbir kitap bilmiyorum. Bu kitabı, zihnine ve duygularına saygı duyduğunuz ancak ruhu irrasyonellikle yoğrulan herkese tavsiye ediniz.? Baltimore Sun
İNSANLAR NEDEN SAÇMA ŞEYLERE İNANIR?
(Why People Believe Weird Things)
*”GİRİŞ
Bâzı insanlar kuşkuculuğun, yeni düşüncelerin reddedilmesi olduğuna inanırlar ya da daha kötüsü kuşkucu ile siniği karıştırırlar ve kuşkucuların var olan durumu tehdit eden herhangi bir tehdit eden herhangi bir iddiayı kabul etmekte isteksiz olan bir avuç huysuz kişi olduğunu düşünürler. Bu yanlıştır. Kuşkuculuk, iddialara geçici bir yaklaşımdır. Kuşkuculuk bir yöntemdir, bir durum değildir. İdeal olarak,kuşkucular bir olgunun gerçek olabileceği ya da bir iddianın doğru olabileceği olasılığına kapalı olan bir araştırmaya girmezler.
Bölümlerin bir çoğu, orijinalleri Skeptic dergisinde yayınlanan, benim düzelttiğim denemeler olarak başlıyordu. O zaman kuşkucu okuyucular, mantıklı olarak düzeltmeni kimin düzelttiğini sorabilirler. Kuşkucudan kim kuşkulanır?
1958 yılındaki “Fizik Bilimlerinin Felsefesi” adlı baş eserinde, fizikçi ve astronom Sir Arthur Stanley Eddington, bilim adamları tarafından yapılan gözlemler hakkında, “Quis custodiet ipsos custodes” ” gözlemcileri kim gözlemleyecektir” diye sormaktadır. Eddington, “Epistemolojist” diye cevap vermektedir. “Gerçekte çoğunlukla gözlemlediklerini görmek için onları seyreder. Onların süreçlerini ve görevlerine getirdikleri teçhizatın başlıca kısıtlamalarını inceler ve böyle yaparak elde ettikleri sonuçların uymak zorunda kaldığı kısıtlamalardan önceden haberdar olur. Bugün gözlemcileri gözleyenler, kuşkuculardır. Ama kuşkucuları kim gözlemleyecektir” Siz. Öyleyse bunu yapın ve eğlenin.
BÖLÜM 1, BİLİM VE KUŞKUCULUK
Bilim, deneyim, çaba ve mantığın geçerli olduğu kanaati üzerine; büyü, ümidin başarabileceği, isteğin aldatamayacağı inancı üzerine kurulmuştur. Branislaw
DÜŞÜNDÜĞÜM İÇİN BÖYLEYİM
Bir Kuşkucunun Bildirgesi
Çocuklar küçük yaşta çok az kuşkuculuk gösterseler de, onları ilgilendiren her şey hakkında soru soran bilgi bağımlılarıdırlar. Pek çoğu, kuşkuculuk ve saflık arasında ayrım yapmayı hiç öğrenmez. Benim öğrenmem uzun zaman aldı.
Kuşkuculuğun tarihi 2500 yıl önceye, eski Yunan’a ve Plato’nun Akademisi’ne kadar gider. Ama Socrates’in, “Bütün bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir” şeklindeki nükteli sözü, bizi bu noktaya getirmez. Modern kuşkuculuk, Martin Gardner’ın 1952 yılı klasiği “Bilim Adına Hevesler ve Hileler” adlı eseriyle başlayarak bilim temelli bir harekete dönüşmüştür.
Modern kuşkuculuk, doğal olgular için yapılan doğal açıklamaları test etmek için veri toplamayı içeren bilimsel yöntemin içinde somutlaşır. Bir iddia, geçici bir uzlaşma önermenin mantıklı olacağı düzeye kadar onaylandığı zaman olaylara dayalı hale gelir. Ama bilimdeki tüm olaylar geçicidir ve meydan okumaya açıktır; bu yüzden kuşkuculuk, geçici sonuçlara yönlendiren bir yöntemdir. Kuşkuculuğun anahtarı, sürekli ve gayretli bir şekilde bilimin yöntemlerini uygulayarak, “bir şey bilmeme” kuşkuculuğu ve “her şey olur” saflığı arasındaki güvenilmez boğazlarda yol göstermektedir.
Her şeyden kuşkulanıyorsanız, kendi kuşkuculuğunuzdan da kuşkulanmanız gerekir.
Aynı zamanda, kuşkucuların dar kafalı olduğu şeklinde popüler bir düşünce vardır. Hâttâ bazıları bize, ?sinik? der. İlke olarak kuşkucular, dar kafalı ya da sinik değildir. Kuşkucu derken kastettiğim, onu kanıtlamak ya da çürütmek için kanıt isteyerek özel bir iddianın geçerliliğini sorgulayan bir kişidir.
Bilim ve Kuşkuculuk
Kuşkuculuk, bilimin, geçmişteki ya da şimdiki, incelenen ya da sonuç çıkarılan olguları tanımlamak ve yorumlamak için tasarlanan ve reddetme ya da onaylamaya açık, test edilebilir bir bilgi bütünü inşa etmeyi hedefleyen bir dizi yöntem olarak tanımladığım önemli bir parçasıdır. Başka bir deyişle, bilim, iddiaları test etme amacıyla bilgiyi analiz etmenin özel bir yoludur.
Yapmak ve açıklamak, iki farklı şey olabilir. Ama bilim adamları, aşağıdaki öğelerin bilimsel düşüncede olması gerektiğini kabul ederler.
Tümevarım: Var olan veriden, genel sonuçlar çıkararak bir hipotez oluşturmak.
Tümdengelim: Hipoteze dayalı olarak özel varsayımlarda bulunmak.
Gözlem: Bize, doğada ne arayacağımızı anlatan hipotezlerin yol gösterdiği verileri toplamak.
Doğrulama: İlk hipotezi onaylamak ya da yalanlamak için daha ileri gözlemler yaparak varsayımları test etmek. Kuşkusuz bilim bu kadar katı değildir ve hiçbir bilim adamı, bilinçli olarak bu ?adımları? izlemez. Süreç, gözlem yapma, sonuç çıkarma, varsayımda bulunma ve onları kanıtlarla denetlemenin sürekli bir etkileşimidir. Sir Arthur Stanley Eddington?un belirttiği gibi, ?Bilimdeki sonuçların doğruluğu için gözlem, başvurulacak yüksek mahkemedir? Bilimsel yöntem yoluyla aşağıdaki genellemeleri oluşturabiliriz:
Hipotez: Bir dizi gözlemi açıklayan, test edilebilir bir cümle.
Teori: İyi bir şekilde desteklenen ve iyi bir şekilde test edilen bir hipotez ya da bir dizi hipotez.
Gerçek: Geçici bir uzlaşmayı önermenin mantıklı olacağı ölçüye kadar onaylanan bir sonuç.
Bilimsel yöntemle nesnelliği hedefleriz: sonuçları dış onaylamaya dayandırmak. Ve mistisizmden kaçınırız: sonuçları dış onaylamadan kaçınan kişisel kavrayışlara dayandırmak.
Charles Darwin, kuşkuculuk ve saflık arasındaki asıl gerilimi araştıran bir bilim adamının iyi bir örneğidir. Bilim tarihçisi Frank Sulloway, Darwin?in düşüncesinde, Darwin?e dengesini bulması için yardım eden üç özelliği belirler:
Diğerlerinin düşüncelerine saygı duyuyordu ama yetkililere meydan okumaya istekliydi (özel yaratılış teorisini samimi olarak anlıyordu; yine de kendi doğal seçme teorisiyle onu alt üst etti)
Olumsuz kanıtlara yakın ilgi gösteriyordu. (Darwin, “Türkelin Kökeni”ne, “Teori Konusundaki Zorluklar” adlı bir bölümü dâhil etti, sonuç olarak rakipleri ona nadir olarak zâten bahsetmemiş olduğu bir meydan okumayı sunabiliyorlardı)
Cömertçe diğerlerinin eserlerini kullandı (Darwin’in topladığı yazışmaların sayısı, bir çoğu bilimsel sorunlar hakkında uzun tartışmaları ve soru-cevap dizilerini içeren 14.000 mektuptan fazladır.)
Son nokta, iyi bir şekilde can alıcı olan olabilir. Düzenli bir şekilde astroloji konusunda çağrılar alıyorum. Arayanlar çoğunlukla, astrolojinin arkasındaki teoriyi öğrenmek istiyorlar. Gezegenlerin dizilişinin, insanın kaderini önemli ölçüde etkileyip etkileyemeyeceğini merak ediyorlar. Cevap, “Hayır”dır ama daha önemli olan nokta, insanın astrolojiyi değerlendirmesi için yer çekimini ve gezegenlerin hareketini yöneten yasaları anlamasının gerekmemesidir. İnsanın yapması gereken tek şey, işe yarıyor mu diye sormaktır. Yâni astrologlar, insanın kaderini, gezegenlerin dizilişine göre doğru ve kesin olarak tahmin ediyorlar mı? Hayır, etmiyorlar.
Bir astrolog bile TWA’nın 800 numaralı uçuşunun kazasını öngörmedi; bir astrolog bile Northridge depremini öngörmedi. Böylece astrolojinin arkasındaki teori konu dışıdır çünkü astroloji basit olarak, astrologların yapabildiğinin iddia ettikleri şeyi yapmamaktır.
En temel düzeyde, nesnelerin nasıl işlediği konusundaki merak, tümüyle bilimin ilgilendiği şeydir. Feynman şunu gözlemliyordu: Belki her zaman değil ama ara sıra şöyle söylemek gerekirse -çocukluğunda harika bir şey verilmiş olan ve her zaman yine onu arayan biri gibiydim. Her zaman bir çocuk gibi, bulacağımı bildiğim harika şeyleri arıyorum- yakalanmıştım.
En temel düzeyde yaşamda kalmak için düşünmemiz gerekmektedir. Düşünmek, en temel insan özelliğidir. Üç yüzyıl önce, Fransız matematikçisi ve filozofu Rene Descartes, entelektüel tarihin en eksiksiz ve kuşkucu temizliklerinin birinden sonra bir şeyi kesinlikle bildiği sonucuna vardı: “Cogito ergo sum ” Düşünüyorum öyleyse varım.” Ama insan olmak düşünmektir. Descartes’i tersine çevirirsek: “Sum ergo cogito ” Düşündüğüm için böyleyim.”
SAHİP OLDUĞUM EN DEĞERLİ ŞEY
Bilim ve Sahte Bilim Arasındaki Fark
1965?de, Büyük Britanya bilim ve eğitim gençlik bakanı, bireylerin bilimlere girişindeki artış hızını gözlemleyerek şu sonuca vardı: 200 yıldan fazla, her yendeki bilim adamları nüfusun değerli bir azınlığıydı. Bugün Britanya?da onlar, sayıca, rahipler sınıfından ve silahlı kuvvetlerin subaylarından üstündür. Sir Isaac Newton?un zamanından beri elde edilmiş olan ilerlemenin hızı, eğer bir 200 yıl daha devam edecekse yeryüzündeki her erkek, kadın ve çocuk bir bilim adamı olacaktır ve her at, inek, köpek ve katır da öyle.
Eğer bilim çağında yaşıyorsak o zaman neden bir çok sahte bilimsel ve bilim dışı inanç bulunmaktadır? Dinler, efsaneler, batıl inançlar, mistisizm, mezhepler, Yeni Çağ düşünceleri ve her çeşit saçmalık, hem popüler hem de yüksek kültürün her köşesine sızmıştır. 1990?da Gallup?un 1236 yetişkin Amerikalı’yla yaptığı kamuoyu yoklaması, doğaüstü konusundaki korkutucu inanç yüzdelerini gösteriyordu. (Gallup ve Newport 1991,)
Astroloji % 52
Ekstra duyumsal algı % 46
Cadı % 19
Uzaylıların dünyaya inmiş olması % 22
Kayıp Atlantis kıtası % 33
Dinozorlar ve insanlar aynı anda yaşıyordu % 41
Nuh tufanı % 65
Ölülerle iletişim % 42
Hayaletler % 35
Gerçekten psişik bir deneyim geçirmek % 67
Bu olgulara inanmak, deliliğin kenarında olan bir avuç garip kişiyle sınırlı değildir. Bu, pek çoğumuzun düşünmekten hoşlandığından daha fazla yaygındır ve bilimin, Orta Çağ? dan beri ne kadar ileri gitmiş olduğunu düşünmek gariptir. Bilimin yasaları hatalı ya da eksik olmasaydı, şimdiye kadar hayaletlerin olamayacağını bilmemiz gerekmiyor muydu?
Kültür tarafından etkilenmesine rağmen bilim, bu kavramlar kesin ve yargılayıcı olmayan bir şekilde kullanıldıklarında artan ve ilerleyici olarak kabul edilebilir. Bilimsel ilerleme, yararlı özelliklerin korunduğu ve yararsız özelliklerin terk edildiği, test edilebilir bilginin reddedilmesi ya da onaylanmasına dayalı bir bilgi sisteminin zamanla artarak büyümesidir. Bu tanımla, bilim (ve ek olarak teknoloji) ahlâkî ya da hiyerarşik bir şekilde değil ama gerçek ve tanımlanabilir bir şekilde ilerici olan tek kültürel gelenektir. Yüceltilse de, meydan okunsa da bilim, bu artma anlamında ilericidir. Bu, bilimi tüm diğer geleneklerden özellikle de sahte bilimden ayıran şeydir.
Bilim Nasıl Değişir?
Bilim, sahte bilimden ve tarih, sahte tarihten sâdece kanıt ve inandırıcılık açısından değil ama değişme şekli açısından da farklıdır. Bilim ve tarih, giderek artıcı ve ilerleyicidir, öyle ki yeni gözlemlere ve yorumlara dayanan dünyamızın ve geçmişimizin bilgilerini ilerletmeye ve arılaştırmaya devam ederler. Sahte tarih ve sahte bilim eğer tamamen değişirlerse, temel olarak kişisel, siyasî ya da ideolojik nedenlerle değişirler. Ama bilim ve tarih nasıl değişir?
Bilimin nasıl değiştiği konusunda en yararlı teorilerden biri, Thomas Kuhn?un (1962) ?paradigma değişikliği? kavramıdır. Paradigma, bir çağın bir alanda çalışan bilim adamlarının çoğunluğu tarafından kabul edilen ?normal bilimini? tanımlar ve bir değişiklik (ya da devrim) yeterince dönek ya da aykırı bilim adamı, var olan paradigmayı yıkmak için yeterli kanıtı ya da yeterli gücü kazandığı zaman olabilir.
Bir paradigmayı, bilimsel bir topluluğun hepsi değil ama pek çoğu tarafından paylaşılan, gözlemlenen ya da sonuç çıkarılan, geçmişteki ya da günümüzdeki olguları tanımlamak veya yorumlamak için tasarlanan ve reddetmeye ya da onaylamaya açık olan test edilebilir bir bilgi gövdesi kurmayı amaçlayan bir model olarak tanımlıyorum. Başka bir deyişle, bir paradigma, çoğunluğun bilimsel düşüncesine hâkim olur ama -eğer yeni paradigmalar eski paradigmaların yerini alacaksa gerekli olduğu gibi zamanın pek çoğunda rakip paradigmalarla aynı anda var olur.
Ekonomistler ve meteorologlar için geleceği tahmin etmek ne kadar zor olsa da, onlar yine de bu konuda çay yaprağı okuyucularından ve koyun ciğeri kahinlerinden daha iyidirler. Astrologlar, bir yıldızın iç işleyişini açıklayamazlar, çarpışan galaksilerin sonucunu tahmin edemezler ya da Jüpiter?e giden bir uzay aracının rotasını çizemezler. Astronomlar, doğanın kendisinin kaba gerçekleri karşısında sürekli olarak düzeltilen bilimsel bir paradigmanın içinde işlem yapmaları basit gerçeğinden dolayı bunları yapabilirler.
Bilim ilericidir çünkü paradigmaları deney, onaylama ve saptırma yoluyla kazanılan artan bilgiye dayanır. Sahte bilim, bilim dışı, batıl inanç, efsane, din ve sanat ilerici değildir çünkü geçmişin üzerine inşa edilen bilginin birikimine izin veren amaçlara ya da mekanizmalara sâhip değildirler. Onların paradigmaları, diğer paradigmalarla ne yer değiştirir ne de birlikte var olur. Artma anlamında ilerleme, onların amacı değildir. Bu bir eleştiri değil sâdece bir gözlemdir. Sanatçılar, seleflerinin tarzları üzerinde gelişmezler; onlar yeni tarzlar icat ederler. Rahipler, hahamlar ve vaizler, ustalarının söylemleri üzerinde gelişmeye çabalamazlar; onlar tekrar ederler, yorumlarlar ve onlara öğretirler. Sahte bilimciler, seleflerinin hatalarını düzeltmezler; onları sürdürürler.
O zaman artan değişiklikle, bir paradigma değiştiği zaman bilim adamlarının tüm bilimi terk etmediklerini kastediyorum. Daha çok, yeni özellikler eklendikçe ve yeni yorumlar yapıldıkça paradigmada yararlı kalan şeyler korunur. Albert Einstein, fizik ve kozmolojiye yaptığı katkıları dile getirirken bu noktayı vurguluyordu: ?Yeni bir teori yaratmak, eski bir ambarı yıkmak ve onun yerine bir gökdelen dikmek gibi bir şey değildir. Bu, daha çok bir dağa tırmanmak, yeni ve daha geniş bir görüş kazanmak, başlama noktamız ve onun zengin çevresi arasında beklenmedik ilişkiler keşfetmek gibidir. Ama başladığımız nokta daha küçük görünse ve yukarıya doğru olan maceralı yolumuzdaki engelleri aşarak kazanmış olduğumuz geniş görüşümüzün küçük bir parçasını oluştursa bile hâlâ vardır ve görülebilir.
Bilimin Zaferi
Bilimde, bilim adamları topluluğu tarafından test edilebilir bilginin onaylanması ya da reddedilmesi yoluyla yararlı özellikler korunur ve yararlı olmayan özellikler terk edilir. Bilimsel yöntem, bu yolla ilerici olmak için kurulmuştur. Teknolojide, tüketici halk tarafından teknolojilerin reddedilmesi ya da kabul edilmesine dayalı olarak yararlı özellikler korunur ve yararlı olmayan özellikler terk edilir. O zaman teknolojiler de ilerici olmak için kurulmuştur. Kültürel eğilimler (sanat, efsane, din) bilim ve teknolojide bulunan kendi toplulukları içinde veya halk tarafından kabul ya da reddedilme gibi bâzı özellikleri gösterebilir ama hiçbirisi temel hedefleri olarak geçmişe minnettarlık yoluyla artan büyümeye sâhip değildir.
Bir kültürün bilim ve teknolojiyi izleyip izlememesi, bir kültürü başka birinden daha iyi ya da bir yaşam biçimini başka birinden daha ahlâkî veya bir insanı başka bir insandan daha mutlu yapmaz. Bilim ve teknolojinin bir çok kısıtlaması vardır ve onlar iki tarafı keskin kılıçlardır.
Bilimsel ve teknolojik gelişmemiz tarihte ilk defa bize, kendi türümüzün yok edilmesine neden olan bir çok yöntem vermiştir. Bu, ne iyidir ne de kötüdür. Bu sâdece, giderek artan bir bilgi sisteminin sonucudur. Ama kusurlu olsa da bilim şu an, onun yapmasını istediğimiz şeyi yapması için sâhip olduğumuz en iyi yöntemdir. Einstein?ın gözlemlediği gibi, ?Uzun yaşamım boyunca tek bir şey öğrenmiştim: Gerçekte karşılaştırıldığında tüm bilimimiz ilkel ve çocuksudur ve yine de o, sâhip olduğumuz er değerli şeydir.?
DÜŞÜNCE NASIL YANLIŞ YÖNE GİDER
Bizi Saçma Şeylere İnanmaya Yönlendiren Yirmi Beş Yanlış Düşünce
Kuşkucular, ?İnsan Anlayışı Konusunda Bir Soruşturma? adlı eseri, kuşkucu analizde bir klâsik olan İskoç filozof David Hume?a (1711-1776) çok şey borçludur. Eser ilk olarak Londra?da 1739?da yazarın adı verilmeden, ?İnsan Doğası Konusunda Bir Tez? adıyla yayınlandı. Hume?un sözleriyle, ?bağnazlar arasında bir mırıltıya bile neden olacak bir üne ulaşamadan basında ölü doğdu.?
Bilimsel Düşüncedeki Sorunlar
1.Teori Gözlemleri Etkiler
İnsanın fiziksel dünyayı anlama araştırmasında, fizikçi ve Nobel ödüllü Werner Heisenberg, ?gözlemlediğimizin doğanın kendisi olmadığı ama bizim sorgulama yöntemimize açık olan doğa olduğu? sonucuna varıyordu. Kuantum mekaniğinde bu kavram, kuantum hareketinin ?Kopenhag yorumu? olarak formüle edilmiştir.
Bir olasılık fonksiyonu, belirli bir olayı önermez ama sistemin yalıtımıyla bir ölçüm işe karışana ve tek bir olay gerçekleşene kadar olası olayların süremini tanımlar. Kopenhag yorumu, teori ve gerçek arasındaki bire bir ilişkiyi eler. Teori kısmen gerçeği oluşturur. Kuşkusuz gerçek gözlemciden bağımsız olarak var olur ama bizim gerçek algılamalarımız onu incelememizi çerçeveleyen teorilerden etkilenir. Bu yüzden filozoflar bilime, teoriyle yüklü derler.
2. Gözlemci Gözleneni Değiştirir
Bir olayı araştırma eylemi onu değiştirebilir. Sosyal bilimciler çoğunlukla bu olguyla karşılaşır. Antropologlar, bir kabileyi araştırdıkları zaman üyelerin davranışlarının bir yabancı tarafından gözlemlendikleri olgusundan dolayı değişebileceğini bilirler. Bir psikoloji deneyindeki denekler, hangi deneysel hipotezlerin test edilmekte olduğunu bilirlerse davranışlarını değiştirebilirler. Psikologların görünmez ve çift görünmez kontroller kullanmalarının nedeni budur. Bilim, gözlemcinin gözlemlenen üzerindeki etkilerini en aza indirmeye çalışır ve kabul eder; sahte bilim bunu yapmaz.
3. Araç Gereç Sonuçları Oluşturur
Bir deneyde kullanılan araç gereç çoğunlukla sonuçları belirler. Örneğin, teleskoplarımızın boyutu, evrenin boyutu konusundaki teorilerimizi biçimlendirmiştir ve yeniden biçimlendirmiştir. Yirminci yüzyılda Edwin Hubble?ın, Güney Kaliforniya?daki Wilson Dağı üzerindeki 60 ve 100 inçlik teleskopları ilk defa astronomlara, böylece kendi galaksimizde olduğunu düşündüğümüz nebula denen şu belirsiz nesnelerin gerçekte ayrı galaksiler olduğunu kanıtlayarak, diğer galaksilerdeki tek yıldızları ayırt etmek için yeterli görme gücü sağladı.
Aynı şekilde teleskopumun göremediği şey orada değildir ve benim testimin ölçemediği şey zekâ değildir. Açıkçası galaksiler ve zekâ vardır ama onları anlama ve ölçme şeklimiz büyük ölçüde araç gerecimizden etkilenir.
Sahte Bilimsel Düşüncenin Sorunları
4. Anekdotlar Bir Bilimi Oluşturmaz
Anekdotlar ? bir iddiayı desteklemek için anlatılan öyküler ? bir bilim oluşturmaz. Diğer kaynaklardan destekleyici kanıtlar ya da bir çeşit fiziksel kanıt olmadan, on tane anekdot bir taneden iyi değildir ve yüz tane anekdot, on taneden iyi değildir. Mary Teyzenizin kanserinin, Marx kardeşlerin filmlerini seyrederek ya da iğdiş edilmiş horozlardan elde edilen bir ciğer özünü alarak nasıl iyileştiği konusundaki öyküler anlamsızdır. Kanser, bâzı kanserlerin yaptığı gibi kendiliğinden hafifleme sürecine girmiş olabilir; ya da yanlış teşhis konmuş olabilir; ya da, ya da, ya da… Gereksinmemiz olan, anekdotlar değil kontrollü deneylerdir.
5. Bilimsel Dil Bir Bilimi Oluşturmaz
Bir inanç sistemini, ?yaratılış-biliminde? olduğu gibi bilimsel dil ve jargon kullanarak bilim kılığına sokmak, kanıt, deneysel test ve onaylama olmaksızın hiçbir anlam ifâde etmez. Toplumumuzda bilimin böyle güçlü bir gizemi olduğu için saygınlık kazanmak isteyenler ama kanıtı olmayanlar ?bilimsel? görünerek ve konuşarak olmayan kanıtın etrafında son bir koşu yapmaya çalışırlar.
6. Cesur Cümleler Bir İddiayı Doğru Yapmaz
Bir şey, onun gücü ve doğruluğu için kocaman iddialar ileri sürülüyorsa ama destekleyici kanıt bir tavuğun dişi kadar nadirse, büyük bir olasılıkla sahte bilimdir.
7. Aykırılık Doğrulukla Eşit Değildir.
Soykırım inkarının organı olan Journal of Historical Review?nun Ocak/Şubat 1996 sayısında, on dokuzuncu yüzyıl Alman filozofu Arthur Schopenhauer?den yapılan, uç noktalarda olanlar tarafından çoğunlukla aktarılan ünlü bir alıntı yeniden yayınlandı:
?Bütün doğrular üç aşamadan geçerler. Önce onunla alay edilir. İkinci olarak şiddetle karşı çıkılır. Üçüncü olarak kanıtının kendisi olduğu kabul edilir.? Ama ?bütün doğrular? bu aşamalardan geçmez. Birçok doğru düşünce, alay edilmeden ya da şiddetle veya başka şekilde karşı çıkılmadan kabul edilir. Einstein?ın görecelilik teorisi, deneysel kanıtın onun haklı olduğunu kanıtladığı 1919?a kadar büyük ölçüde göz ardı edildi. Onunla alay edilmedi ve hiç kimse onun düşüncelerine şiddetle karşı çıkmadı.
8. Kanıtın Yükü
Kim, neyi, kime kanıtlamalıdır? Olağanüstü iddiayı ileri süren kişi, uzmanlara ya da topluluğa kendi inancının büyük ölçüde, neredeyse başka herkesin kabul ettiğinden daha geçerli olduğunu kanıtlama yükünü taşır. Evrimciler, Darwin?den sonra yarım yüzyıl boyunca kanıt yükünü taşıdı ama şimdi kanıt yükü yaratılışçılardadır. Evrim teorisinin neden yanlış olduğu ve yaratılışçılığın neden doğru olduğunu göstermek yaratılışçıların görevidir ve evrimi savunmak evrimcilerin görevi değildir.
Soykırımın olmadığını kanıtlamak için kanıt yükü, soykırım inkarcılarının üzerindedir, bunun olduğunu kanıtlamak için soykırım tarihçilerinin üzerinde değildir. Bunun açıklaması, kanıt dağlarının hem evrimin hem de soykırımın gerçek olduğunu kanıtlamasıdır. Başka deyişle, kanıta sâhip olmak yeterli değildir. Diğerlerini kanıtınızın geçerliliği konusunda ikna etmeniz gerekmektedir.
9. Dedikodu Gerçeğe Eşit Değildir.
Dedikodular, ?bir yerde… olduğunu okudum? ya da ?birinden… olduğunu duydum? diye başlar. ?… olduğunu biliyorum? demek, kişiden kişiye yayıldıkça, dedikodu gerçek halini alır. Dedikodular kuşkusuz doğru olabilir ama genellikle değildirler.
Caltech bilim tarihçisi Dan Kevles, bir keresinde bir gece toplantısında uydurma olduğundan şüphelendiği bir öykü anlattı. İki öğrenci, bir kayak yolculuğundan son sınavlarına girmek için zamanında dönmediler, çünkü önceki günün faaliyetleri geceye uzamıştı. Profesörlerine araçlarının lastiklerinin patladığını söylediler, böylece ertesi gün onlara son bir bütünleme sınavı yaptı. Öğrencileri ayrı odalara koyarak sâdece iki soru sordu:
?5 puanlık soru, suyun kimyasal formülü nedir??
?95 puanlık soru, patlayan hangi lastik??
10. Açıklanmayan Anlaşılması Güç Olan Değildir
Kaşıkları bükme, ateşte yürüme ya da zihinsel telepati gibi ustalıkların, çoğunlukla doğaüstü ya da mistik bir yapıda olduğu düşünülür çünkü pek çok insan onları açıklayamaz. Onlar açıklandığı zaman, pek çok insan, ?Evet kuşkusuz? ya da ? Bir defa görünce açık hale geliyor? diye cevap verirler. Ateşte yürüme dikkate değer bir olaydır. İnsanlar sonsuz bir şekilde acı ve sıcaklık üzerindeki doğaüstü güçler ya da acıyı engelleyen ve yanmayı önleyen esrarengiz beyin kimyasalları konusunda kuramlar yürütür. Basit açıklama, hafif ve yumuşak kömürlerin ısıyı tutma kapasitelerinin düşük olması, hafif ve yumuşak kömürlerden ayağınıza ısı iletiminin çok zayıf olmasıdır. Kömürlerin üzerinde fazla durmadığınız sürece yanmazsınız. İşte bu yüzden sihirbazlar sırlarını anlatmazlar. Numaralarının pek çoğu, ilke olarak göreceli olarak basittir ve sırrı bilmek, numaradaki sihri yok eder.
11. Başarısızlıklara Neden Bulunur
Bilimde olumsuz buluşların değeri ? başarısızlıklar- fazla vurgulanamaz. Ama pek çok zaman başarısızlıklar, gerçeğe yaklaşma şeklimizdir. Son olarak, eğer kuşkucular her şeyi açıklayamıyorlarsa, o zaman doğaüstü bir şeyin olması gerektiğini iddia ederler; açıklanmayan anlaşılması güç olan değildir yanlış düşüncesine kapılırlar.
12. Olaydan Sonra Mantık Yürütme
1993?te bir çalışma, meme verilen çocukların daha yüksek IQ puanlarına sâhip olduğunu buldu. Anne sütündeki hangi karışımın zekayı arttırdığı konusunda çok fazla yaygara koptu. Bebeklerini biberonla besleyen annelerin suçlu hissetmesine yol açıldı. Ama kısa süre sonra araştırmacılar, meme verilen bebeklerle farklı şekilde ilgilenilip ilgilenilmediğini merak etmeye başladılar. Belki emziren anneler bebekleriyle daha fazla zaman geçiriyorlardı ve annenin ilgisi IQ farklılıklarının arkasındaki nedendi.
13. Rastlantı
Doğaüstü dünyada rastlantılar, çoğunlukla derin bir öneme sâhip olarak görülür. Sanki perdelerin arkasında bâzı gizli güçler çalışıyormuş gibi, ?eş zamanlılık? istenir. Ama ben, eş zamanlılığı, bir olasılık tipinden ? iki ya da daha fazla olayın görünürde bir tasarım olmadan birleşiminden ? başka bir şey olarak görmüyorum. Bağlantı, olasılık yasalarıyla ilgili sezgilerimize göre olanaksız görünen bir şekilde yapıldığı zaman, esrarengiz bir şeyin çalıştığını düşünme eğilimine sâhip oluruz.
Ama pek çok insan, olasılık yasaları konusunda çok zayıf bir anlayışa sahiptir. Bir kumarbaz, bir sırada altı kere kazanacaktır ve sonra ya ?şanslı bir sırada? olduğunu ya da ?kaybetmeyi hak ettiğini? düşünecektir. Otuz kişinin olduğu bir odada iki kişi aynı gün doğduklarını keşfederler ve esrarengiz bir şeyin çalıştığı sonucuna varırlar. Arkadaşınız Bob?u aramak için telefona gidersiniz. Telefon çalar ve bu Bob?tur. ?Bunun olma şansı nedir?? Bu, basit bir rastlantı olmuş olamaz. Belki, ?Bob ve ben telepatik olarak iletişim kuruyoruz? diye düşünürsünüz. Aslında, böyle rastlantılar olasılık yasalarına göre rastlantı değildir.
Kumarbaz, iki olası sonucu tahmin etmişti, oldukça güvenli bir iddia! Otuz kişilik bir odada iki kişinin aynı doğum gününe sâhip olması olasılığı .71?dir.
14. Temsilcilik
Aristotle?ın dediği gibi, ?rastlantıların toplamı belirliliğe eşittir?. Önemsiz rastlantıların pek çoğunu unuturuz ve anlamlı olanları anımsarız. Başarıları hatırlama ve başarısızlıkları unutma eğilimimiz, medyumların, kahinlerin ve her 1 Ocak? ta yüzlerce tahmin yapan, kehanetlerde bulunanların geçim kaynağıdır.
Atlantik Okyanusu?nda gemilerin ve uçakların ?esrarengiz? biçimde yok oldukları bir alan olan ?Bermuda Üçgeni? olayında, garip bir şeyin ya da uzaylıların yaptığı konusunda bir varsayım vardır. Ama böyle olayların o bölgede ne kadar temsil özelliği olduğunu düşünmeliyiz. Bermuda Üçgeni?nden, onu çevreleyen bölgelerden daha çok gemi rotası geçmektedir, bu yüzden kazalar, aksilikler ve kaybolmaların bölgede olması daha büyük olasılıktır. Ortaya çıktığı gibi gerçekte, Bermuda Üçgeni?nde kaza oranı çevre bölgelerden daha düşüktür.
Düşüncedeki Mantıksal Sorunlar
15. Duygulandırıcı Sözler ve Yanlış Örnekler
Duygulandırıcı sözler duyguları kışkırtmak ve bazen de mantıklılığı örtmek için kullanılır Onlar olumlu duygusal kelimeler olabilirler ? annelik, Amerika, bütünlük, dürüstlük. Ya da olumsuz olabilirler tecavüz, kanser, kötülük, komünist. Aynı şekilde metaforlar ve örnekler, düşünceyi duyguyla gölgelendirebilir ya da bizi bir yan yola yönlendirebilir. Bir bilge, enflasyondan ?toplumun kanseri? ya da sanayiden ?çevreyi mahvediyor? diye bahseder.
16. Ad Ignorantiam
Bu, cehalet ya da bilgi yokluğuna yapılan bir başvurudur ve bir kimsenin, eğer bir iddianın aksini kanıtlayamazsanız onun doğru olması gerektiğini ileri sürdüğü, kanıt yükü ya da açıklanmayan anlaşılması güç olan değildir yanlış düşünceleriyle ilgilidir. Örneğin, eğer psişik bir güç olmadığını kanıtlayamazsanız o zaman onun olması gerekir. Eğer birisi, Noel Baba?nın olmadığını kanıtlayamazsanız onun olması gerektiğini ileri sürerse, bu iddianın saçmalığı ortaya çıkar.
Benzer şekilde, siz de aksini ileri sürebilirsiniz. Eğer, Noel Baba?nın var olduğunu kanıtlayamazsanız o zaman o yoktur. Bilimde inancın, bir iddiayı destekleyen ya da ona karşı olan kanıtın yokluğundan değil bir iddiayı destekleyen olumlu kanıttan gelmesi gerekir.
17. Ad Hominem ve Tu Quoque
Kelime anlamı olarak, ?insan için? ve ?aynı zamanda siz de? demek olan bu yanlış düşünceler odağı, düşünce hakkında düşünmekten, düşünceyi taşıyan insan hakkında düşünmeye yöneltir. Ad hominem bir saldırının amacı, bunun iddiayı gözden düşüreceğini ümit ederek iddia sahibini gözden düşürmektir. Aynı şekilde tu quoque için de. Eğer biri sizi vergilerinizde hile yapmakla suçlarsa, ?Evet ama siz de öyle? cevabı öyle olup olmadığının kanıtı değildir.
18. Acele Genelleme
Mantıkta acele genelleme, uygun olmayan bir tümevarım biçimidir. Yaşamda buna ön yargı denir. İki durumda da sonuçlar, gerçekler onları garanti etmeden çıkarılır. Bir çift kötü öğretmen, kötü bir okul demektir. Birkaç kötü araba, o marka otomobile güvenilmeyeceği anlamına gelir.
19. Yetkililere Aşırı Güven
Kültürümüzde yetkililere özellikle yetkilinin çok zeki olduğu düşünülüyorsa, çok fazla güvenme eğilimi taşırız.
Başka deyişle, iddiayı kimin yaptığı bir farklılık yaratır. Eğer o, Nobel ödülü alan biriyse, ona önem veririz çünkü o, daha önce büyük ölçüde haklı çıkmıştı. Eğer o, gözden düşmüş bir sanatçıysa, gürültülü bir kahkaha atarız çünkü o, daha önce büyük ölçüde yanılmıştı.
20. Ya O Ya da O
Aynı zamanda, reddetme yanlış düşüncesi ya da yanlış ikilem olarak bilinir. Bu, eğer bir duruma inanmazsanız gözlemcinin diğerini kabul etmeye zorlanacağı şekilde dünyayı ikiye bölme eğilimidir. Bu, yaşamın ya ilâhî olarak yaratıldığını ya da evrimleştiğini ileri süren yaratılışçıların en sevdiği taktiktir. Sonra zamanlarının çoğunu, evrim yanlış olduğundan, yaratılışçılığın doğru olması gerektiğini ileri sürebilmeleri için evrim teorisini gözden düşürmek için harcarlar.
21. Dairesel Mantık Yürütme
Aynı zamanda gereksizlik yanlış düşüncesi, soruyu dilemek ya da gereksiz tekrar olarak bilinir, sonuç ya da iddia, sâdece dayanak noktalarından birinin tekrar edilmesi olduğu zaman meydana gelir. Hıristiyan inançlarını savunanlar gereksiz tekrarlarla doludur:
Tanrı var mıdır? Evet. Nereden biliyorsunuz? Çünkü İncil öyle söylüyor. İncil?in doğru olduğunu nereden biliyorsunuz? Çünkü ona Tanrı ilham vermiştir.
Başka bir deyişle Tanrı, Tanrı olduğu için Tanrı? dır. Bilim de, aynı zamanda gereksizlikten payını almıştır: Yer çekimi nedir? Nesnelerin birbirlerine doğru çekilme eğilimidir. Nesneler neden birbirlerine doğru çekilir? Yer çekimi. Başka bir deyişle, yer çekimi, yer çekimi olduğu için yer çekimidir.
22. Reductio ad Absurdum ve Kaygan Yamaç
Reductio ad Absurum, bir argümanın, argümanı mantıksal sonuna taşıyarak ve böylece onu saçma bir sonuca indirgeyerek çürütülmesidir. Bir argümanın sonuçları saçmaysa, o kesinlikle yanlış olmalıdır. Aynı şekilde, kaygan yamaç yanlış düşüncesi, bir şeyin kaçınılmaz olarak, ilk adımın hiçbir zaman atılmaması gerektiği uç bir noktadaki sona doğru yönlendirildiği bir senaryo oluşturmayı içerir.
Örneğin: Ben & Jerry dondurması yemek, kilo almanıza neden olacaktır. Kilo almak, aşırı kilolu olmanızı sağlayacaktır. Kısa sürede 350 paund olacaksınız ve kalp hastalığından dolayı öleceksiniz. Ben & Jerry dondurması, ölüme yol açar. Onu denemeyin bile. Kuşkusuz bir kepçe Ben & Jerry dordurması yemek, çok ender durumlarda ölüme neden olabilecek olan obeziteye katkıda bulunabilir. Ama sonucun mutlaka dayanak noktasını izlemesi gerekmez.
Düşüncede Psikolojik Sorunlar
23. Çaba Yetersizlikleri ve Kesinlik Gereksinmesi, Kontrol ve Basitlik
Pek çoğumuz, pek çok zaman kesinlik isteriz; çevremizi kontrol etmek isteriz ve güzel, temiz, basit açıklamalar isteriz. Örneğin, ben doğaüstü inançların ve sahte bilimsel iddiaların pazarın belirsizliği yüzünden kısmen Pazar ekonomilerinde geliştiğine inanıyorum.
James Randi?ye göre, komünizm Rusya?da çöktükten sonra, bu tür inançlarda önemli bir artış oldu. Eğitilmemiş akla sâhip insanlar, artık açık ve mantıksal olarak düşünmeyi, hiç öğrenmemiş ve hiç pratik yapmamış insanların kendilerini iyi marangozlar, golfçüler, briç oyuncuları ya da piyanistler olarak bulmayı beklemelerinden daha çok beklememelidirler.
24. Sorun Çözme Yetersizlikleri
Tüm eleştirel ve bilimsel düşünce, belirli bir biçimde, sorun çözmektir. Sorun çözmede yetersizliğe neden olan birçok psikolojik bozukluk vardır. Psikolog Barry Singer, özel tahminlerin doğru ya da yanlış olduğu anlatıldıktan sonra, insanlara bir soru için doğru cevabı seçme görevi verildiği zaman, onların şunları yaptığını göstermiştir:
A. Hemen bir hipotez oluştururlar ve sâdece onu onaylayan örnekleri ararlar.
B. Hipotezi çürüten kanıtları aramazlar.
C. Açıkça yanlış olsa bile hipotezi değiştirmekte yavaştırlar.
D. Eğer bilgi çok karmaşıksa, çok fazla basit olan hipotezleri ya da çözüm stratejilerini benimserler.
E. Hiç çözüm yoksa, eğer sorun bir numaraysa ve ?doğru? ve ?yanlış? rast gele veriliyorsa, gözlemledikler rastlantısal ilişkiler konusunda hipotezler oluştururlar.
25. İdeolojik Bağışıklık ya da Planck Problemi
Günlük yaşamda, bilimde olduğu gibi, hepimiz belli başlı paradigma değişikliklerine direniriz. Toplumsal bilimci Jay Stuart Snelson, bu dirence, ideolojik bağışıklık sistemi der:
Eğitimli, zeki ve başarılı yetişkinler en temel ön varsayımlarını nadiren değiştirirler. Snelson?a göre, bireyler ne kadar bilgi biriktirmiş olurlarsa ve teorileri ne kadar iyi temellere sâhip olursa ideolojilerine olan güvenleri de o kadar büyük olur. Ama bunun sonucu, öncekileri desteklemeyen yeni düşüncelere karşı ?bağışıklık? geliştirmemizdir. Bilim tarihçileri buna, bilimde yenilik olması için ne olması gerektiği konusunda şu gözlemi yapan, fizikçi Max Planck?tan dolayı Planck Problemi derler: ?Önemli bir bilimsel yenilik, yolunu nadiren yavaş yavaş üstünlüğü kazanarak ve karşıtlarını dönüştürerek bulur: Saul?un Paul haline gelmesi nadiren olur. Olan, karşıtların yavaş yavaş yok olması ve yetişen kuşağın düşünceyle baştan tanışmasıdır.
Sonunda tarih (en azından şimdilik) ?haklı? olanları ödüllendirir. Değişiklik olur. Astronomide, Ptoleme?ci yer merkezli evren, yerini yavaşça Copernicus?un güneş merkezli sistemine bıraktı. Jeolojide, George Cuvier?in ani-yıkımcılık görüşü yavaşça, James Hutton ve Charles Lyell?in daha geçerli olarak desteklenen tek düzenlilik görüşü tarafından köşeye sıkıştırıldı. Biyolojide, Darwin?in evrim teorisi, türlerin değişmezliği konusundaki yaratılışçı inancın yerini aldı.
Spinoza?nın Hükmü
Kuşkucular, zâten saçma olduğunu bildiğimiz şeyi çürütmekten zevk alma konusunda çok insanî olan eğilime sahiptir. Diğer insanların yanlış mantık yürütmesini anlamak eğlencelidir ama tüm mesele bu değildir. Kuşkucular ve eleştirel düşünürler olarak, duygusal tepkilerimizin ötesine geçmeliyiz çünkü diğerlerinin nasıl yanlışa düştüğünü ve bilimin nasıl toplumsal kontrole ve kültürel etkilere konu olduğunu anlayarak dünyanın nasıl işlediği konusundaki anlayışımızı iyileştirebiliriz. Bu nedenden dolayı, hem bilim hem de sahte bilim tarihini anlamak bizim için bu kadar önemlidir. On yedinci yüzyıl Hollanda filozofu Baruch Spinoza en iyisini söylüyordu: ?İnsan hareketleriyle alay etmek, hayıflanmak, onlara tepeden bakmak için değil ama onları anlamak için sürekli çaba göstermiştim.?
BÖLÜM 2, SAHTE BİLİM VE BATIL İNANÇ
SAPMALAR
Normal, Paranormal ve Edgar Cayce
İstatistik mesleğinde en çok kullanılan tek satırlık sözlerden biri, Disraeli?nin yalanları, ?yalanlar, müthiş yalanlar ve istatistikler? şeklinde üç türe ayırdığı sınıflandırmasıdır. Kuşkusuz sorun, gerçekte istatistiğin yanlış kullanımında ve daha genel olarak gerçek dünyayla uğraşırken pek çoğumuzun kullandığı istatistikler ve olasılıkların yanlış anlaşılmasında yatmaktadır.
İş, olan bir şeyin olasılığını hesaplamaya geldiği zaman, pek çoğumuz olasılıkları, normal olayların paranormal olgular olarak görünmesini sağlayabilecek şekilde abartır ya da düşük olarak tahmin ederiz. Bunun klâsik bir örneğini, Edgar Cayce?nin, Virginia?daki, Virginia Beach?da yerleşmiş olan Araştırma ve Bilgi Verme Birliği?ni (A.B.B) ziyaret ettiğimde gördüm.
Yaşamı boyunca Cayce, on binden fazla konu üzerinde on dört binden az olmayan psişik okumayı yazdırmıştı. Ayrı bir tıp kütüphanesi, Cayce?nin her hayal edilebilen hastalık ve tedavisi konusundaki psişik okumasını listeleyen kendi ödünç verilen dosya indeksine sahipti.
Edgar Cayce kimdi? A.B.B. literatürüne göre Cayce Kentucky, Hopkinsville yakınında bir çiftlikte 1877 de doğdu. Bir genç olarak, ?beş duyunun ötesine geçen algılama güçleri gösteriyordu. Sonunda o, tüm zamanların en çok belgelenen psişiği haline gelecekti.?
Anlamlı bir şekilde, yirmi bir yaşındayken Cayce?nin doktorları, ?onu sesini kaybetmekle tehdit eden aşamalı bir felcin? nedenini ya da tedavisini bulamıyorlardı. Cayce, ?hipnotik bir uykuya? dalarak tepki verdi ve kendisi için işe yaradığını iddia ettiği bir tedavi önerdi. Değişik bir durumdayken hastalıkları teşhis etme ve çözüm önerme yeteneğinin keşfi onu, bunu tıbbi sorunları olan diğer kişiler için düzenli olarak yapmaya yöneltti. Bu sırayla, evrenin, dünyanın ve insanlığın her olası yönünü kapsayan binlerce değişik konuyla ilgili genel psişik okumalar haline geldi.
Edgar Cayce konusunda, bazıları, eleştirel olmayan izleyicileri tarafından ve diğerleri, kuşkucular tarafından sayısız kitap yazılmıştır. Dokuzuncu sınıftan sonra eğitim görmeyen Cayce geniş bilgisini doymak bilmeyen okumalardan alıyordu ve bundan incelikli öyküler dokuyordu ve transa girince ayrıntılı teşhislerde bulunuyordu.
Cayce?nin okumaları ve teşhisleri doğru muydu? İlaçları işe yaradı mı? Söylemek zordur. Birkaç hastanın tanıklığı kontrollü bir deneyi temsil etmez ve daha açık başarısızlıklarının arasında Cayce?ye yazma zamanları ile Cayce?nin okuması arasında ölen bâzı hastalar vardı.
James Randi?nin dediği gibi, paranormale inananlar, ?batmayan plastik ördekler gibidir.?
GÖRÜNMEYENİN İÇİNDE
Ölümün Yakınındaki Deneyimler ve Ölümsüzlük Arayışı
Bilincin Değişik Durumu Nedir?
Bilincin değişen durumları ifadesi, parapsikolog Charles Tart tarafından 1969?da söylenmiştir ama ana görüşteki psikologlar, aklın tamamen bilinçli farkındalıktan daha fazla bir şey olduğu gerçeğinin bir süredir farkındaydılar.
Stanford deneysel psikoloğu Ernest Hilgard, hipnoz yoluyla akılda neler olup bittiğinin farkında olan, ama bilinçli bir düzeyde olmayan ?gizli bir gözlemciyi? ve hiyerarşik olarak organize olan ama birbirinden ayrı hale gelebilen çeşitli işlevsel sistemler? olduğunu keşfetti.
Bilinç durumları arasındaki pek çok farklılık, nitel değil niceldir. Başka bir deyişle, iki durumda da bir şey vardır, sâdece değişik miktarlardadır. Örneğin, uyurken rüya gördüğümüz için düşünürüz; rüyalarımızı anımsayabildiğimiz için anıları oluştururuz ve çok az olsa da çevremize duyarlıyızdır. Bâzı insanlar uykularında yürür ve konuşurlar. Belirli bir zamanda kalkmayı planlayarak ve oldukça güvenilir bir şekilde bunu yaparak uykuyu denetleyebiliriz. Başka bir deyişle, uyurken sâdece uyanıkken yaptığımızın daha azını yaparız.
Değişik bir bilinç durumu, çevremizi gözlemlememiz ve denetlememize önemli ölçüde bir karışma olduğu zaman var olur. Önemli demekle, ?normal? işlevden dramatik bir şekilde ayrılmayı söylemek istiyorum. Sanrıların, ölüme yakın olan deneyimlerin, vücut dışındaki deneyimlerin ve diğer değişik durumların yaptığı gibi, hem uyku hem de hipnoz bunu yapmaktadır.
Örneğin, rüyalar uyanıkken düşünülenlerden ve hayallerden önemli ölçüde farklıdır. Normalde, hiçbir zaman ikisini birbirine karıştırmamamız gerçeği, onların nitel farklılıklarının göstergesidir. Dahası, sanılar normal olarak, çok büyük stres, ilaçlar ya da uyku yokluğu gibi işe karışan değişkenler bulunmuyorsa, durağan, uyanık bir durumda yaşanmaz. Ölüme yakın olma deneyimleri ve vücut dışında olma deneyimleri çoğunlukla yaşamı değiştiren olaylar olarak kalacak kadar sıra dışıdır.
Ölüme Yakın Olma Deneyimi
Dinlerin, mistisizmin, tinselciliğin, Yeni Çağ hareketinin ve EDA ile psişik güçlere olan inancın arkasındaki itici güçlerden biri, maddi dünyayı aşma, şu anın ötesine adım atma ve görünmeyenin içinden duyuların ötesindeki diğer dünyaya geçme isteğidir. Ama bu diğer dünya nerededir ve oraya nasıl geçeriz? Hakkında kesinlikle hiç bir şey bilmediğimiz bir yerin cazibesi nedir? Ölüm, sâdece bu diğer tarafa geçiş midir?
İnananlar, perithanatik ya da ölüme yakın olma deneyimi (ÖYOD) denen bir olgu yoluyla diğer taraf hakkında bir şey bildiğimizi iddia etmektedirler. Açıkçası, ölümle yakın bir karşılaşmadan sonra bâzı bireylerin deneyimleri, bir çok insanı ölümden sonra yaşam olduğuna ya da ölümün hoş bir deneyim olduğuna veya her ikisine inanmaya yönledirecek kadar benzerdir. Olgu, 1975?te Raymond Moody?nin ?Yaşamdan Sonraki Yaşam? adlı kitabının yayınlanmasıyla popüler oldu ve başkalarından gelen onaylayıcı kanıtlarla doğrulandı. Örneğin, kardiyolog F. Schoonmaker (1979), on sekiz yıllık bir dönemde tedavi ettiği iki yüzden fazla hastasının yüzde 50?sinin ÖYOD yaşadığını bildirdi. 1982?deki bir Gallup kamuoyu araştırması, yirmi Amerikalı?dan birinin bir ÖYOD yaşadığını buldu.
Ama 1980?lerde, şimdi klâsik olan bu örneği tanıtan bir tıp doktoru olan Elizabeth Kübler-Ross?un çalışması yoluyla ÖYOD güvenilirlik kazandı:
Mrs. Schwartz hastaneye geldi ve bize, nasıl bir ölüme yakın olma deneyimi yaşadığını anlattı. Indianalı bir ev kadınıydı, çok basit ve kültürlü olmayan bir kadındı. İlerlemiş kanseri vardı ve özel bir hastaneye yatırıldı, ölüme çok yakındı. Doktorlar, onu canlandırmak için 45 dakika uğraştılar, daha sonra o, hiçbir yaşam belirtisi göstermedi ve öldüğü açıklandı. Bana daha sonra, onun üzerinde çalışırlarken sade bir şekilde fiziksel vücudunun dışına süzülme ve canlandırma ekibinin çılgın gibi çalışmasını seyrederek, yatağın birkaç ayak üzerinde havada durma deneyimi yaşadığını anlattı. Bana, doktorların kravatlarının desenlerini tarif etti, genç doktorlardan birinin yaptığı bir şakayı tekrar etti, kesinlikle her şeyi anımsıyordu. Ve onlara anlatmak istediği tüm şey, rahatlayın, sakin olun, her şey yolunda, çok uğraşmayın demekti. O anlatmaya çalıştıkça, onu canlandırmak için daha çılgınca çalışıyorlardı. Sonra kendi anlatımına göre, onlardan ?vazgeçti? ve bilincini kaybetti. Onun öldüğünü açıkladıktan sonra geri geldi ve bir buçuk yıl daha yaşadı.
Bunların, sanrısal hüsnükuruntu deneyimleri olduğu açım gibi görünmektedir, yine de Kübler-Ross, öyküleri doğrulamak için yolunu değiştirmiştir. Ciddi araba kazaları geçirmiş, hiçbir yaşam belirtisi olmayan ve bize onları enkazdan çıkarmak için kaç tane alev makinesi kullanıldığını söyleyen insanlar görmüştük. Daha da garip olan, kusurlu ya da hasta vücutların, bir ÖYOD sırasında tekrar bütün hale geldiği öykülerdi.
?Quadriplajikler artık felçli değildir, yıllardır tekerlekli sandalyede olan multiple sklerozlu hastalar, vücutlarının dışına çıktıklarında şarkı söyleyip dans edebildiklerini söylerler.? Bir otomobil kazasından sonra belden aşağısı felçli olan yakın bir arkadaşım, rüyasında çoğunlukla bütün olduğunu görüyordu. Sabah uyanmak ve tümüyle yataktan aşağı atlamayı ümit etmek, artık onun için sıra dışı değildi. Ama Kübler-Ross, sıkıcı açıklamayı kabul etmiyordu: Işığı bile algılamayan, gri gölgeleri bile görmeyen tümüyle kör insanları alın. Eğer onlar bir ölüme yakın olma deneyimi yaşarsa, kazada ya da hastane odasında sahnenin neye benzediğini tam olarak bildirebilirler. Bana inanılmaz küçük ayrıntıları tarif ettiler. Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Basit. ÖYOD sırasında diğerleri tarafından verilen sözlü tariflerin anıları, sahnenin görsel imgelerine dönüştürülüyor ve sonra kelimeler haline geliyordu.
Psikolog Susan Blackmore (1991, 1993, 1996), neden farklı kişilerin tünel gibi benzer etkileri yaşadığını göstererek, sanrı hipotezini bir adım ileri götürmüştür. Beynin arkasındaki görsel korteks, retinadan gelen bilginin işlendiği yerdir. Sanrı yaratan ilaçlar ve (bazen ölüme yaklaşıldığında olduğu gibi) beyne oksijenin gelmemesi, bu bölgedeki sinir hücrelerinin normal canlandırma hızına karışabilir. Bu olduğu zaman nöron faaliyetinin ?çizgileri?, beyin tarafından eş merkezli halkalar ya da spiraller olarak yorumlanarak, görsel korteks boyunca hareket eder. Bu spiraller tünel olarak ?görülebilir.? Benzer şekilde, VDOD, ilk uyanıldığında rüyaların olduğu gibi, gerçek ve hayalin bir karışımıdır. Beyin olayları yeniden oluşturmaya çalışır ve süreç içinde onları yukarıdan görüntü olarak canlandırır ? bu, kendimizi ?merkezden uzaklaştırırken? hepimizin yaptığı normal bir süreçtir (kendinizi kumsalda otururken ya da dağa tırmanırken çizdiğinizde bu çoğunlukla aşağı bakarken, yukarıdan çizilmiştir.
Ölümsüzlük Arayışı
Ölüm ya da en azından yaşamın sonu, bilincimizin dış sınırı ve olanaklı olanın hududu gibi görünmektedir. Ölüm en son değişen durumdur. O son mudur yoksa sâdece başlangıcın sonu mudur? Job aynı soruyu soruyordu: ?Eğer bir kişi ölürse tekrar yaşayacak mıdır?? Açıkçası hiç kimse kesin olarak bilmemektedir ama bir çok insan bildiğini düşünmektedir ve birçoğu geri kalanımızı onların özel cevaplarının doğru cevap olduğuna ikna etmeye çalışma konusunda utangaç değildirler.
Robert Ingersoll (1879), hümanist bir bilgin olarak, ?Şu ana kadar başka bir yaşam konusunda bildiğim tek kanıt, birincisi hiçbir kanıtımız olmadığı ve ikinci olarak; kanıtımız olmadığı için oldukça üzgün olduğumuz ve olmasını istediğimizdir? diye belirtiyordu.
Ama ölümsüzlük arayışı dindarlarla sınırlı değildir. Hepimiz belirli bir kapasitede yaşamımızı sürdürmekten hoşlanmaz mıyız? Dolaylı olarak ve eğer bilim biraz ümit vermeyi başarabilirse belki gerçekte bile hoşlanabiliriz.
Bilim ve Ölümsüzlük
Evrimci bir bakış açısından, bir kişinin genlerinin:
% 50?si yavrularında,
% 25?i torunlarında,
% 12.5?u torun çocuklarında yaşar ve böyle devam eder.
Pek çoğumuzun ?gerçek? ölümsüzlük olarak düşündüğü, sonsuza kadar ya da en azından normalden çok daha uzun yaşamaktadır. Güçlük şudur ki, yaşlanma ve ölme sürecinin yaşam düzeninin normal, genetik olarak programlanmış bir parçası olduğu kesin görünmektedir.
Evrimci biyolog Richard Dawkins?in (1976) senaryosunda, bir kere üretken çağımızı (ya da en azından cinsel faaliyete yoğun ve düzenli olarak katılma dönemini) geçtiğimizde, vücut için genlerin artık hiçbir yararı kalmaz. Yaşlanma ve ölüm, artık genetik olarak yararlı olmayan ama hâlâ sınırlı kaynaklar için görevleri şimdi genleri geçirmek olanlarla rekabet edenleri elemenin türsel yoludur.
Ne kadar uzun yaşayabiliriz? Maksimum yaşam potansiyeli, türün en uzun yaşayan üyesinin ölüm yaşıdır. İnsanlar için şu ana kadar ulaşılmış belgelenen en uzun yaş kaydı 120?dir. Bir Japon rıhtım işçisi olan Shigechio Izumi?ye aittir. Belgelenen asırlıklar (100 yaşına kadar yaşayan insanlar) konusundaki veri, her 2100 milyon (2.1 milyar) insanda sâdece 1 insanın 115 yaşına ulaşacak, sâdece 2 ya da 3 birey üretecek gibi görünmektedir.
Yaşam süresi, eğer kaza ya da hastalıktan gelen erken bir ölüm olmazsa, ortalama bireyin öleceği yaştır. Bu yaş ortalama 85 ile 95 arasıdır ve yüzyıllardır, belki de bin yıldır değişmemiştir. Yaşam beklentisi, kazalar ve hastalıklar göz önüne alındığında ortalama bireyin öleceği yaştır. 1987?de, Batılı kadınlar için yaşam beklentisi 78.8 ve erkekler için 71.8?tir, ortalama beklenti 75.3?dür. 1995?te dünya çapında yaşam beklentisi 62 yıldır. Sayılar sürekli olarak yükselmektedir.
Birleşik Devletler?de yaşam beklentisi 1900?lerde 47?ydi. 1950?lerde sayı 68?e yükseldi. Japonya?da 1984?de doğan kızların yaşam beklentisi, onu 80 sayısını geçen ilk ülke yaparak, 80.18 yıldır. Ama yaşam beklentisinin 85 ile 95 arasındaki yaşam süresinden daha yukarı çıkması olası değildir.
Yaşlanma ve ölümün kesin gibi görünmesine rağmen, insanların biyolojik işlevlerini olanaklı olduğu kadar uzatma çabaları yavaş yavaş, delilik sınırından mantıklı bilimin arenasına doğru gitmektedir. Organ nakilleri, gelişmiş ameliyat teknikleri, en yaygın hastalıklara karşı bağışıklık, ileri beslenme bilgisi ve egzersizin sağlıklı etkilerinden haberdar olmak, tümüyle yaşam beklentisinin hızlı yükselişine katkıda bulunmuştur.
Başka bir modern olasılık, bir organizmanın (diploid olan ya da haploid olan bir cinsiyet hücresine karşıt olarak tam bir gen setine sâhip olan) bir vücut hücresinden tam olarak kopyalanması olan klonlamadır.
Son olarak, büyüleyici cryonic erteleme alanı ya da Alan Harrington?un ?dondur-bekle-canlandır? süreci dediği şey vardır. İşlemin ilkeleri görece olarak basittir, uygulaması basit değildir. Kalp durunca ve ölüm resmî olarak açıklanınca, tüm kan çıkarılır ve bunun yerine donmuş bir durumdayken organ ve dokuları koruyan bir sıvı konur. Sonra ?kaza ya da hastalık ? bizi öldüren ne olursa olsun, er ya da geç geleceğin teknolojileri, bizi canlandırma ve iyileştirme görevine eşit olacaktır.
Şimdilik, cryonic erteleme, hükümet tarafından bir gömülme çeşidi olarak kabul edilmektedir ve bireyler hiçbir zaman seçtikleri için değil, yasal olarak doğal nedenlerle öldükleri açıklandıktan sonra dondurulmaktadır.
BÖLÜM 3, EVRİM VE YARATILIŞÇILIK
Bu yaratılış ve yeniden yaratılış, doğum ve yeniden doğum öyküleri Batı düşüncesinin tarihinde en gurur verici efsaneler arasındadır. Böyle efsaneler ve öyküler, bizimki de dâhil olmak üzere her kültürde önemli rol oynarlar. Dünyada ve bin yıl boyunca ayrıntılar değişir ama tipler bir noktada birleşir.
Nuh tufanı öyküsü aslında, yeniden yaratılış efsanesi olması dışında, Denizden Yaratılış Öyküsü? nün bir versiyonundan başka bir şey değildir. Sâhip olduğumuz en eski versiyon, çok eskidir; İncil?deki öyküden bin yıl öncesine gitmektedir.
M.Ö. 2800 yılları civarında bir Sümer efsanesi, tufan kahramanı olarak büyük bir selden kurtulmak için bir gemi inşa eden rahip-kral Ziusudra?yı gösterir. M.Ö. 2000 ile 1800 arasında, ünlü Babilli Gılgamış Destanı?nın kahramanı, tufanı Utnapishtim adlı bir atasından öğrenir. Gılgamış tufan öyküsü, Yakın Doğu? da yüzyıllar boyunca yayıldı ve İbraniler?in Filistin?e gelmesinden önce biliniyordu. Yazınsal karşılaştırma onun, Nuh tufanı öyküsü üzerindeki etkisini açığa çıkarmaktadır.
Bir efsaneyi bilime çevirmeye ya da bilimi efsaneye çevirmeye çalışmak, efsanelere bir hakaret, dine bir hakaret ve bilime bir hakarettir. Bunu yapmaya çalışırken yaratılışçılar efsanelerin önemini, anlamını ve gurur verici yapısını kaçırmaktadır. Onlar, güzel bir yaratılış ve yeniden yaratılış öyküsünü almakta ve onu bozmaktadırlar.
Bir efsaneyi bilime çevirmeye çalışmanın saçmalığını göstermek için insanın sâdece, onların yiyeceklerini bir tarafa bırakın milyonlarca türün her birinden iki taneyi 75?e 45 feetlik, 450 feet karelik bir gemiye sığdırma konusundaki gerçekleri düşünmesi yeterlidir. Tüm bu hayvanların beslenmesi, sularının verilmesi ve temizlenmesinin lojistiğini düşünün. Birbirlerini avlamalarını nasıl önlersiniz? Sâdece yırtıcı hayvanlara ait bir güverte mi vardı?
Bilimsel olduğu ileri sürülen, iddiaları sâdece evrimci biyolojiyi değil ama ilk insan tarihinin çoğunu reddettiğini söylemeye gerek olmadan, kozmolojinin, fiziğin, paleontolojinin, arkeolojinin, tarihsel jeolojinin, zoolojinin, botaniğin ve biyo coğrafyanın çoğunu reddeden, yaratılışçılıktan daha olağanüstü olan bir inanç sistemi bulmak zor olacaktı. Skeptic?de incelemiş olduğumuz tüm iddialar içinde, var olan çok fazla bilgiyi göz ardı etmek ya da yok saymak için bize sorabileceği kolaylık ve kesinlik açısından yaratılışçılıkla karşılaştırabileceğim sâdece bir tane bulmuştum. Bu soykırımın inkarıdır. Dahası, mantık yürütme yöntemlerindeki ikisi arasındaki benzerlikler korkutucudur.
1. Soykırımı inkar edenler, tarihçilerin bilgisinde hatalar bulurlar ve sonra, sanki tarihçiler hiçbir zaman hata yapmazmış gibi, bu yüzden vardıkları sonuçların yanlış olduğunu ima ederler. Evrimi inkar edenler, bilimde hatalar bulurlar ve sanki bilim adamları hiç hata yapmazmış gibi, tüm bilimin yanlış olduğunu ima ederler.
2. Soykırımı inkar edenler çoğunlukla Nazileri, Yahudileri ve soykırım konusunda bilgili olanları, soykırımı inkar edenlerin iddialarını destekliyormuş gibi görünmesini sağlamak için yönlendirerek, kapsam dışı olan alıntıları yapmaktan hoşlanırlar. Evrimi inkar edenler, Stephen Jay Gould ve Ernst Mayr gibi önde gelen bilim adamlarından kapsam dışı ve onların ketum bir şekilde evrim gerçeğini inkar ettiklerini ima ederek alıntılar yapmaktan hoşlanırlar.
3. Soykırımı inkar edenler, soykırım bilginleri arasındaki gerçek ve dürüst tartışmanın onların kendisinin soykırımdan şüphelendikleri ya da kendi öykülerini doğrulayamayacakları anlamına geldiğini iddia ederler. Evrimi inkar edenler, bilim adamları arasındaki gerçek ve dürüst tartışmanın, onların bile evrimden kuşku duydukları ya da kendi bilimlerini doğrulayamayacakları anlamına geldiğini ileri sürmektedirler.
Birçok yaratılışçı, bâzı ünlü kuşkucuların ya dine karşı hiçbir düşmanlık barındırmadığını ya da kendilerinin inananlar olduğunu öğrendiklerine şaşıracaklardır. Stephen Jay Gould bir keresinde şöyle yazıyordu: ?Meslektaşlarımın en az yarısı aptal olmadıkça ? en ham ve deneysel zeminde ? bilim ve din arasında hiçbir çatışma olamaz.?
Steve Allen, ?Tanrı? nın varlığıyla ilgili şimdiki durumum, tam olarak hayali görünse de onu kabul etmektir çünkü alternatif daha da hayali görünmektedir? diye açıklıyordu.
27 Ekim 1996?da, Papa John Paul II, Roma?daki Papalık Bilim Akademisi?nde yaptığı bir konuşmada, doğanın bir gerçeği olarak evrimi kabul ettiğini açıkladı ve bilim ile din arasında hiçbir savaş olmadığını belirtti: ?Bilginin değişik düzenlerinde kullanılan yöntemi düşünmek, uzlaştırılamaz görünen iki bakış açısının uyumuna izin verir. Teknoloji, Yaratıcının tasarımına göre nihai anlamı… çekip çıkarırken… gözlem bilimleri çok daha kesin olarak yaşamın çoklu ortaya konuluşunu tanımlar ve ölçer.?
Yaratılış Araştırma Enstitüsü emekli başkanı Henry Morris şöyle cevap verdi: ?Papa sâdece etkili bir kişi; bilim adamı değil. Evrim için hiçbir bilimsel kanıt yok. Gerçek somut kanıtın tümü yaratılışı desteklemektedir.?
Yaratılışçılara Karşı Koymak
Yirmi Beş Yaratılışçı Tez, Yirmi Beş Evrimci Yanıt
Bilim ve din ilişkisini sınıflandırırken üç katmanlı bir sınıflandırma önermek isterim:
Aynı dünyalar modeli: Bilim ve din aynı konularda uğraşır ve sâdece üst üste binme ve uzlaşma yoktur ama bir gün bilim dinî tümüyle kapsayabilir. Frank Tipler?in antropik ilkeye dayanan kozmolojisi (1946) ve evrenin uzak geleceğinde bir süper bilgisayarın sanal gerçekliğinde tüm insanların sonunda yeniden canlanması buna bir örnektir.
Ayrı dünyalar modeli: Bilim ve din ayrı konularla uğraşır, çatışmazlar ya da üst üste binmezler ve ikisi birbirleriyle barış içinde bir arada var olmalıdır. Charles Darwin, Stephen Jay Gould ve birçok diğer bilim adamı bu modeli tutmaktadır.
Çatışan dünyalar modeli: Birisi doğru ve diğeri yanlıştır ve iki bakış açısı arasında hiçbir uzlaşma olamaz. Bu model ağırlıklı olarak, çoğunlukla birbirleriyle kavgalı olan ateistler ve yaratılışçılar tarafından ileri sürülür.
Bu sınıflandırma bizim, Darwin?in öğüdünün bugün de yüzyıl önce olduğu kadar uygulanabilir olduğunu görmemizi sağlar. Bu yüzden yaratılışçıların tezlerini çürütmenin dine saldırmak demek olmadığı konusunda açık olalım. Eğer yaratılışçılar haklıysa, o zaman fizik, astronomi, kozmoloji, jeoloji, paleontoloji, botanik, zooloji ve tüm yaşam bilimlerinde ciddi sorunlar vardır. Tüm bu bilimler aynı şekilde yanlış olabilir mi? Kuşkusuz olamaz ama yaratılışçılar onların yanlış olduğunu düşünüyorlar ve daha kötüsü bilim karşıtlıklarının devlet okullarında öğretilmesini istiyorlar.
Evrim Nedir?
Darwin?in, 1859?daki Doğal Seçme Yoluyla Türklerin Kökeni adlı kitabında, taslağı verilen teorisi aşağıdaki gibi özetlenebilir. (Gould 1987a; Mayr 1982, 1988):
Evrim: Organizmalar zamanla değişir. Hem fosil kaydı hem de doğa, bugün bunu açıkça göstermektedir.
Değişiklikle miras kalma: Evrim, ortak soydan kolların ayrılması yoluyla ilerler. Yavrular ebeveynlerine benzerler ama tam kopyaları değildirler. Bu, sürekli değişen çevreye uymak için gerekli değişikliği sağlar.
Aşamalılık: Değişiklik yavaştır, düzenlidir, görkemlidir. Natura non facit saltum ? Doğa sıçramalar yapmaz. Yeterli zaman verilirse evrim tür değişikliklerinden sorumlu olur.
Türlerin çoğalması: Evrim, sâdece yeni türleri oluşturmaz; artan sayıda yeni türleri oluşturur.
Doğal seçme: Darwin ve Alfred Russel Wallace tarafından ortak olarak keşfedilen evrimci değişiklik mekanizması aşağıdaki gibi işler:
A. Nüfus, sonsuza kadar geometrik oranla artma eğilimindedir.: 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256, 512,…
B. Ama doğal bir ortamda nüfus sayıları belirli bir düzeyde kalır.
C. Bu yüzden ?var olmak için bir mücadele? olması gerekir çünkü oluşan organizmaların tümü yaşayamaz.
D. Her türde değişim vardır.
E. Var olma mücadelesinde, çevreye daha iyi uyum sağlayan değişikliklere sâhip olan bireyler arkalarında, daha az uyum sağlayan bireylerden daha fazla yavru bırakır. Bu, meslek jargonunda, diferansiyel çoğalma başarısı olarak bilinir.
Bilim yeni araştırma alanları yaratarak, yaşamın nasıl ortaya çıktığı ve evrimleştiği konusundaki bilgilerimizi iyi bir şekilde düzenleyerek ileri giderken, yaratılışçıların bir iğnenin ucundaki melekler ve Nuh?un Gemisi?ndeki hayvanlar konusunda yapılan Orta Çağ tartışmalarına saplanıp kalmaları üzücüdür.
Felsefe Temelli Tezler Ve Cevaplar
1. Yaratılış bilimi bilimseldir ve bu yüzden devlet okullarında fen kurslarında öğretilmelidir.
Yaratılış bilimi, sâdece ad olarak bilimseldir. Bu, bilimsel yöntemleri kullanarak test edilecek bir teori olmaktan çok zayıf bir şekilde gizlenmiş dinî bir durumdur ve bu yüzden bir şeye Müslüman bilimi ya da Buda bilimi veya Hıristiyan bilimi demenin, onun eşit zaman gerektirdiği demek olmadığı gibi, devlet okulları fen kursları için uygun değildir.
2. Bilim sâdece, burada ve şimdi olanla uğraşır ve böylece evrenin yaratılış ile yaşamın ve insan türlerinin kökeni konusundaki tarihsel soruları cevaplandıramaz.
Bilim, özellikle kozmoloji, jeoloji, paleontoloji, paleoantropoloji ve arkeoloji gibi tarihsel bilimlerde gerçekten geçmiş olgularla uğraşır. Evrimsel biyoloji geçerli ve yasal bir tarihsel bilimdir.
3. Eğitim, bir konunun tüm yönlerini öğrenme sürecidir; bu yüzden devlet okullarındaki fen kurslarında yaratılışçılık ve evrimin yan yana öğretilmesi uygundur.
Konuların çeşitli yüzlerini açığa çıkarmak, aslında genel eğitim sürecinin bir parçasıdır ve din, tarih ya da hâttâ felsefe kurslarında yaratılışçılığın tartışmak uygun olabilir ama elbette bilimde pek değil; benzer şekilde biyoloji kursları Amerikan Yerlileri?nin yaratılış efsaneleri konusunda konferansları içermemelidir. Üstelik, yaratılışçılığın arkasındaki varsayımlar, sâdece evrimci biyolojiye değil tüm bilimlere karşı çatal dişli bir saldırıdan oluşur. Bir, eğer evren ve Dünya sâdece on bin yaşındaysa, o zaman modern kozmoloji, astronomi, fizik, kimya, jeoloji, paleortoloji, paleoantropoloji ve ilk insan tarihi bilimlerinin tümü geçersizdir.
4. Doğanın gerçekleri ve İncil?in yasaları arasında şaşırtıcı bir bağlantı vardır.
Aynı zamanda doğada bu konuda hiçbir gerçek bulunmayan İncil?deki yasalar arasında ve bu konuda İncil?de hiçbir yasa bulunmayan doğadaki gerçekler arasında şaşırtıcı bağlantılar vardır.
5. Doğal seçme teorisi gereksiz tekrarlarla doludur ya da bir çeşit dolambaçlı mantık yürütmedir. Yaşamlarını sürdürenler en iyi uyum sağlayanlardır. En iyi uyum sağlayanlar kimlerdir?
Bazen tekrarlar bilimin başlangıcıdır ama hiçbir zaman sonu değildirler. Yer çekimi tekrarlanıyor olabilir ama onun sonucu, bu teorinin bilim adamlarının doğru bir şekilde fiziksel etkileri ve olguyu öngörmelerini sağlaması yoluyla kanıtlanmıştır. Aynı şekilde, doğal seçme ve evrim teorisi test edilebilir ve önceden haber verme güçlerine bakılarak gerçek olmadığı kanıtlanabilir. Örneğin, nüfusun genetiği oldukça açık şekilde ve matematiksel öngörüyle doğal seçmenin ne zaman bir nüfus üzerinde değişiklik yapıp yapmayacağını gösterir.
6. Yaşamın kökenleri ve insanların, bitkilerin ve hayvanların varlığı için sâdece iki açıklama vardır: Bu, ya bir yaratıcının işidir ya da değildir. Evrim teorisi kanıtlarla desteklenmediği için yaratılışçılık doğru olmalıdır.
Ya o ya o yanlış düşüncesinden ya da yanlış alternatifler yanlış düşüncesinden sakının. Eğer A yanlışsa B doğru olmalıdır. Oh? Neden? Ayrıca B, A? dan bağımsız olarak kendi ayakları üzerinde durmamalı mı? Kuşkusuz. Bu yüzden eğer evrim teorisinin tamamen yanlış olduğu ortaya çıksa bile bu, bu yüzden yaratılışçılığın doğru olduğu anlamına gelmez.
7. Evrimci teori, Marksizmin, komünizmin, ateizmin, ahlaksızlığın ve Amerikan kültürünün genel çöküşünün temelidir ve bu yüzden çocuklarımız için kötüdür.
Atom bombası, hidrojen bombası ve birçok daha yıkıcı silahın icat edilmiş olması gerçeği atom çalışmalarını terk etmemiz gerektiği anlamına gelmez.
Üstelik, Marksist, komünist, ateist ve hâttâ ahlaksız evrimciler olabilir ama belki de birçok kapitalist, Tanrı? ya inanan, agnostik ve ahlaklı evrimciler de vardır.
8. Evrim teorisi, yakın dostu lâik hümanizmin yanı sıra gerçekten bir dindir, bu yüzden devlet okullarında öğretilmesi uygun değildir.
Evrimci biyoloji bilimine din demek, din tanımını, tamamen anlamsız yapacak kadar genişletmektir. Başka bir deyişle din, dünyayı yorumlamak için içinden baktığımız herhangi bir lens haline gelir. Ama din bu değildir. Din, iman ve görünmeyenle ilgilidir; bilim, deneysel kanıt ve test edilebilir bilgiye yoğunlaşır.
9. Önde gelen birçok evrimci, teori konusunda kuşkucudur ve onu sorunlu bulmaktadır. Örneğin, Eldredge ve Gould?un kesintili denge teorisi Darwin?in yanlış olduğunu kanıtlar.
Yaratılışçıların, bilim güçlerini yanlarına çekme çabalarında, önde gelen bir yaratılışçılık karşıtı sözcüden ?Gould?dan- alıntı yapmaları, özellikle ironiktir. Yaratılışçılar, ya saflıkla ya da kasıtlı olarak evrimciler arasındaki organik değişikliğin nedensel etmenleri konusundaki sağlıklı bilimsel tartışmayı yanlış anlamışlardır. Eldredge ve Gould?un kesilen denge teorisi, Darwin?in evrim teorisinin düzeltilmesi ve ilerletilmesidir. Bu, Darwin?in teorisinin yanlış olduğunu, Einstein?ın görecelilik teorisinin Newton?un yanlış olduğunu kanıtlanmasından daha fazla kanıtlamaz.
10. ?İncil, Tanrı?nın yazılı sözüdür… Onun tüm sacları tarihsel ve bilimsel olarak doğrudur. Tekvin?de tanımlanan büyük Tufan, büyüklüğü ve etkisi dünya çapında olan tarihsel bir olaydı.
Böyle bir inanç cümlesi açıkça dinidir. Bu, onu yanlış yapmaz ama bu yaratılış biliminin gerçekten yaratılış dinî olduğu anlamına gelir ve bu ölçüde kilise ve devleti ayıran duvarda gedik açmaktadır. Yaratılışçılar tarafından finanse edilen ve denetlenen özel okullarda onlar çocuklarına istediklerini öğretmekte özgürdürler.
11. Her nedenin etkileri vardır. ?X? in? nedeni ?X gibi? olmalıdır. Zekanın nedeni zeki ?Tanrı- olmalıdır. Bütün nedenleri zaman içinde geriletin ve ilk nedene ?Tanrı?ya- gelirsiniz. Her şey hareket halinde olduğu için bir tane, hareket etmek için başka bir hareket ettiriciye gerek duymayan esas hareket ettirici ?Tanrı- olması gerekir. Evrendeki her şeyin bir amacı vardır, bu yüzden amacı olan bir tasarımcı ?Tanrı- olması gerekir.
Eğer bu doğru olsaydı doğanın, doğaüstü değil doğal bir nedeni olması gerekmez miydi? Ama ?X? in? nedenleri ?X gibi? olmak zorunda değildir. Yeşil boyanın ?nedeni? hiç birisi yeşil gibi olmayan mavi ve sarı boyanın karışmasıdır. Hayvan gübresi, meyve ağaçlarının daha iyi büyümesine neden olur. Meyve lezzetlidir ve bu nedenle hiç gübre gibi değildir! Parlak bir şekilde, on dördüncü yüzyılda St. Thomas Aquinas tarafından önerilen (ve daha parlak bir şekilde David Hume tarafından on sekizinci yüzyılda çürütülen) ilk neden ve esas hareket ettirici tezi, sâdece bir soruyla kolayca ters çevrilir: Kim ya da ne Tanrı? ya neden oldu ve hareket ettirdi? Son olarak Hume?un gösterdiği gibi, tasarımın amaçlı olması çoğunlukla aldatıcı ve özneldir. ?Erken kalkan kuş solucanı alır? sözü, eğer siz kuşsanız akıllıca bir tasarımdır, eğer solucansanız o kadar iyi değildir.
12. Bilim adamları, hiçbir şey yoktan yaratılamaz demektedirler. Öyleyse, Büyük Patlama için malzeme nereden geldi? Stanley Miller’in inorganik bir ?çorbadan? amino asitleri yaratması ve diğer biogenik moleküller yaşamın yaratılması değildir.
Bilim, evrenin başlangıcından önce ne vardı ya da zaman başlamadan öncesi ne zamandı veya Büyük Patlama için malzeme nereden geldi gibi, ?nihai? tipte belirli sorulara cevap vermek için donanımlı olmayabilir. Yaşamın kökenine gelince, biyokimyacıların inorganikten organik karışımlara doğru evrimleşme, amino asitlerin ve protein zinciri yapısının yaratılması, ilk kabataslak hücre, fotosentezin yaratılması, cinsel üremenin bulunuşu ve bunun gibi şeyler için çok mantıklı ve bilimsel bir açıklaması vardır. Stanley Miller, hiçbir zaman yaşamı yarattığını iddia etmedi, sadece onun yapı taşlarından bazılarını yaratmıştı.
Bilimsel Temelli Tezler ve Cevaplar
13. Nüfus istatistikleri görmektedir ki, eğer var olan nüfustan geriye doğru, var olan nüfus artış hızını kullanarak tahminde bulunursak, günümüzden ortalama olarak 6300 yıl önce (M.Ö. 4300) yaşayan sadece iki kişi vardı. Bu, insanlığın ve uygarlığın oldukça genç olduğunu kanıtlar. Nüfus artış hızının yüzde 0.5’inde ve aile başına ortalama 2.5 çocukla 25.000 kuşağı düşünerek, Dünya ? diyelim ki bir milyon ? yaşındaysa, var olan nüfus 2100 üzeri 10 kişi olacaktı; bu, bilinen evrende sadece 130 üzeri 10 elektron olduğu için olanaksızdır.
Onların modelini uygularsak M.Ö. 2600’de Dünya’nın toplam nüfusunun yaklaşık 600 kişi olduğunu buluruz. M.Ö. 2600’de Mısır’da, Mezopotamya’da, İndus Nehri Vadisi’nde ve Çin’de gelişen uygarlıklar olduğunu yüksek derecede bir kesinlikle biliyoruz. Eğer Mısır’a, son derece cömert bir şekilde dünya nüfusunun altıda birini verirsek, o zaman piramitleri 100 kişi inşa etti, diğer mimari anıtlardan bahsetmeye gerek görmüyorum ? kesinlikle bir ya da iki mucizeye… ya da belki de eski astronotların yardımına gerek duyuyorlardı!
14. Doğal seçme, hiçbir zaman türler içindeki önemsiz değişikliklerden ? mikro evrimden ? başka herhangi bir şey için açıklama yapamaz. Makro evrimi açıklamak için evrimciler tarafından kullanılan dönüşümler her zaman zararlı, nadir ve rastgeledir ve evrimci değişikliğin itici gücü olamaz.
Fullerton, California Devlet Üniversitesi’nde evrimci biyolog Bayard Brattstrom’un, öğrencilerin beyinlerine işlediği dört kelimeyi hiç unutmayacağım: ?Mutantlar canavar değildir.? Onun önem verdiği nokta, insanların mutantları ? kasaba panayırındaki iki başlı inekler ve benzerleri ? algılayışının, evrimcilerin tartıştığı tipten mutantlar olmamasıdır.
15. Fosil kayıtlarında hiçbir yerde, özellikle insanlar dâhil olmak üzere hiçbir geçiş biçimi yoktur. Tüm fosil kaydı evrimciler için rahatsızlık vericidir. Örneğin, Neanderthal örneği kireçlenmeyle, raşitizmle ve kavisli bacaklara, çıkıntılı alna ve büyük iskelet yapısına neden olan diğer hastalıklarla bozulan hastalıklı örneklerdir. Homo erectus ve Australopithecus sadece maymundur.
Yaratılışçılar her zaman Darwin’in Türlerin Kökeni’ndeki, ?Öyleyse neden her jeolojik yapı ve her katman böyle arada bulunan bağlantılarla dolu değildir? Jeoloji kesinlikle, böyle herhangi iyi bir şekilde aşamalı olarak değişen organik zinciri ortaya çıkarmamaktadır ve bu belki de teorime karşı getirilebilecek en ciddi itirazdır,? diye sorduğu ünlü paragrafından alıntı yaparlar. (1859, s. 310) Yaratılışçılar alıntıyı burada sona erdirirler ve Darwin’in bölümünün sorunu açıkladığı geri kalan kısmını göz ardı ederler.
İkinci bir cevap, konuşma sanatıyla ilgilidir. Yaratılışçılar, sadece bir geçiş fosili istemektedir. Onlara bunu verdiğinizde, o zaman bu iki fosil arasında bir boşluk olduğunu iddia ederler ve bu ikisi arasında bir geçiş biçimi sunmanızı isterler. Eğer yaparsanız şimdi fosil kaydında iki boşluk daha vardır ve bu sonsuza kadar gider. Sadece bunu göstermek tezi çürütür.
16. Termodinamiğin İkinci Yasası, evrimciler evrenin ve yaşamın, İkinci Yasa tarafından öngörülen entropinin tam zıttı olarak, kaostan düzene ve basitten karmaşığa doğru gittiğini belirttikleri için, evrimin doğru olamayacağını kanıtlar.
Her şeyden önce hepsinin en büyüğü olandan ? Dünya üzerindeki 600 milyon yıllık yaşam tarihinden ? farklı herhangi bir ölçüye göre türler, basitten karmaşığa doğru evrimleşmez ve doğa, basit şekilde kaostan düzene doğru ilerlemez. Kaos teorisindeki son araştırmalar düzenin, Termodinamiğin İkinci Yasası’nı hiç bozmadan, görünürdeki kaostan kendiliğinden ortaya çıkabileceğini ve çıktığını ileri sürmektedir (bkz. Kauffman 1993). Evrim, Termodinamiğin İkinci Yasası’nı, bir kimsenin zıplayarak yer çekimi yasasını bozduğundan daha fazla bozmaz.
17. Yaşam biçimlerinin en basiti bile tesadüfen bir araya gelmek için fazlasıyla karmaşıktır. Sadece 100 parçası olan basit bir organizmayı ele alın. Matematiksel olarak parçaları birleştirmek için 158 üzeri 10 kadar olası yol vardır. Evrende ya da başlangıçtan beri geçen zamanda, insanları oluşturmayı bir yana bırakın, bu olası yolların en basit yaşam biçimi içinde bir araya gelmesi için bile yeterli molekül yoktur. Yalnızca insan gözü bile evrimin rastgeleliği ile yapılan açıklamalara karşı çıkar.
Doğal seçme rastgele değildir, şansla iş görmez. Doğal seçme kazançlarını korur ve hataları yok eder. Göz, tek bir ışığa duyarlı hücreden bugünün karmaşık gözü haline binlerce değilse bile yüzlerce, birçoğu halâ doğada var olan basamaktan geçerek gelmiştir (bkz. 1986). Maymunun, Hamlet’in kendi kendine konuşmasının başındaki on üç harfi tesadüfen yazması için 13 üzeri 26 deneme yapması gerekir. Bu, Güneş sistemimizin yaşamı boyunca geçmiş olan toplam saniye sayısının on altı katıdır.
18. Tufan sırasındaki hidrodinamik sıralama, jeolojik katmanlardaki görünür fosil dizisini açıklamaktadır. Daha karmaşık, daha akıllı ve daha hızlı organizmalar daha yukarıda ölürken, basit, bilgisiz organizmalar denizde öldü ve onlar alt tabakalarda yer aldı.
Tek bir trilobit bile daha yüksek bir katmana sürüklenmedi mi? Hiçbir şaşkın at kumsalda değil miydi ve daha alt bir katmanda boğulmadı mı? Tek bir geri zekâlı insan yağmurdan kurtulmadı mı?
19. Evrimcilerin tarihleme teknikleri tutarsızdır, güvenilmezdir ve yanlıştır. Gerçekte, El Paso’daki Texas Üniversitesi’nden Dr. Thomas Barnes’in, Dünya’nın manyetik alanının yarı ömrünün 1400 yaşında olduğunu gösterdiği zaman kanıtladığı gibi, on bin yıldan daha yaşlı değilken, yaşlı bir dünya hakkında yanlış izlenim vermektedirler.
Her şeyden önce, jeofizik, onun zaman içinde inip çıktığını göstermişken, Barnes’in manyetik alan tezi, manyetik alanın bozulmasının doğrusal olduğunu varsaymaktadır. Yanlış bir dayanak noktasından hareket ediyordu.
20. Tür düzeyinin üzerindeki organizmaların sınıflandırılması, keyfî ve insan yapısıdır. Sınıflandırma, özellikle türler arasındaki birçok bağlantı olmadığı için hiçbir şeyi kanıtlamaz.
Sınıflandırma bilimi, diğer tüm bilimler gibi gerçekten insan yapısıdır ve kuşkusuz organizmaların evrimleşmesi mutlak olarak herhangi bir şeyi kanıtlayamaz. Ama onun organizmaları gruplaması, ona karşı bir öznellik ögesi olsa da, keyfîden başka her şeydir.
21. Eğer evrim aşamalıysa türler arasında boşluklar olmamalıdır.
Evrim her zaman aşamalı değildir. Genellikle oldukça dağınıktır. Ve evrimciler, hiçbir zaman boşluklar olmaması gerektiğini söylemediler. Son olarak, boşluklar yaratılışı, insanlık tarihindeki boş noktaların tüm uygarlıkların aynı anda yaratıldığını kanıtlamasından daha fazla kanıtlamamaktadır.
22. Coelecanth ve at nalı yengeci gibi ?yaşayan fosiller? tüm yaşamın birden yaratıldığını kanıtlamaktadır.
Yaşayan fosillerin varlığı basit şekilde onların görece olarak statik ve değişmeyen çevrelerine uygun bir yapı evrimleştirmiş olduğu anlamına gelmektedir. Böylece onlar, ekolojik yerlerini sağlar sağlamaz durdular.
23. Yeni başlamış yapı sorunu, doğal seçmeyi çürütmektedir.
Kötü gelişmiş bir kanat, ektotermik sürüngenler için bir ısı düzenleyicisi gibi çok iyi gelişmiş başka bir şey olabilir. Ve yeni başlayan aşamaların tamamen yararsız olduğu doğru değildir.
24. Birbirine benzer yapılar (yarasanın kanadı, balinanın yüzgeci, insanın kolu), akıllı tasarımın kanıtıdır.
Mucizeler ve özel ilahî takdir isteyerek yaratılışçılar, doğadaki herhangi bir şeyi Tanrı’nın işinin kanıtı olarak seçip alabilirler ve geri kalanı göz ardı edebilirler. Birbirine benzer yapılar gerçekten özel yaratılış paradigmasında hiçbir anlam taşımaz. Neden bir balinanın yüzgecinde bir insanın kolundaki ya da bir yarasanın kanadındaki aynı kemikler olsun? Kesinlikle gücü her şeye yeten akıllı bir tasarımcı daha iyisini yapabilirdi. Birbirine benzer yapılar, ilahî yaratımın değil, değişikliklere uğramış nesillerin işaretidir.
25. Özel olarak evrimci teorinin ve genel olarak bilimin tüm tarihi, yanlış teorilerin ve yıkılan düşüncelerin tarihidir. Nebraska Adamı, Piltdown Adamı, Calaveras Adamı ve Hepseropithecus bilim adamlarının yaptığı büyük hatalardan sadece bir kaçıdır. Açıkçası bilime güvenilemez ve modern teoriler geçmiştekilerden daha iyi değildir.
Yine aynı anda bilimin otoritesine dikkat çekmek ve bilimin temel çalışmalarına saldırmak yaratılışçılar için çelişkilidir. Üstelik, bu tez bilimin yapısı konusunda büyük bir yanlış anlamayı ortaya koymaktadır. Bilim sadece değişmez. Sabit bir şekilde geçmişin düşünceleri üzerine inşa olur ve geleceğe doğru ilerleyicidir. Bilim adamları gerçekten birçok hata yaparlar ve aslında bilim bu şekilde ilerler.
Tartışmalar ve Gerçek
Bu yirmi beş cevap, sadece evrimci teoriyi destekleyen bilim ve felsefenin yüzeyini kurcalar. Eğer bir yaratılışçıyla karşılaşırsak, birçok kere yaratılışçılarla karşılaşmış olan Stephen Jay Gould’un sözlerine kulak verecek kadar akıllı olacağız:
Tartışma, bir sanat biçimidir. Tezlerin kazanması hakkındadır. Gerçeğin keşfedilmesi hakkında değildir.
SAVUNULAN BİLİM, TANIMLANAN BİLİM
Eşit Zaman mı Yoksa Her Zaman mı?
Genel olarak yaratılışçılar, İncil’i harfi harfine okuyan Hıristiyan kökten dincilerdir ? örneğin, Tekvin altı günde yaratılıştan söz ettiği zaman bu, 24 saatlik altı gün anlamına gelir. Kuşkusuz özel olarak, 24 saatlik gün yorumuna bağlı kalan genç Dünya yaratılışçıları; İncil’deki günleri, jeolojik çağları temsil eden mecazi konuşmalar olarak almak isteyen yaşlı Dünya yaratılışçıları ve ilk yaratılış ile insanların ve uygarlığın çıkışı arasında bir zaman boşluğuna izin veren boşluk yaratılışçıları dâhil olmak üzere birçok değişik tipte yaratılışçı vardır.
1991’de Gallup’un yaptığı bir kamuoyu araştırması, Amerikalar’ın yüzde 47’sinin, ?Tanrı’nın insanı son on bin yıl içinde şimdiki durumunda yarattığına? inandığını buldu. ?İnsanın daha az gelişmiş yaşam formlarından milyonlarca yılda geliştiği ama Tanrı’nın insanın yaratılması dâhil olmak üzere bu süreci kontrol ettiği? şeklindeki merkezci görüş, Amerikalılar’ın yüzde 40’ı tarafından kabul edilmektedir. Sadece yüzde 9, ?İnsan, milyonlarca yılda daha az gelişmiş yaşam biçimlerinden gelişmiştir. Tanrı’nın bu süreçte hiç payı yoktur,? diye inanmaktadır. Kalan yüzde 4, ?Bilmiyorum,? diye cevap veriyordu.
O zaman neden bir tartışma vardır? Çünkü bilim adamlarının yüzde 99’u, Amerikalılar’ın sadece yüzde 9’u tarafından paylaşılan katı doğalcı görüşü kabul etmektedir. Bu, rahatsız edici bir farklılıktır. Sokaktaki insanla fildişi kulesindeki uzman arasında böyle geniş bir ayrımın olduğu başka herhangi bir inancı hayal etmek zor olacaktır.
Tanımlanan Bilim
İyi kurulmuş gerçeklerin üzerine test edilebilir hipotezler biçimlendirilir. Test süreci, ?bilim adamlarını, değerli gözlemsel ya da deneysel destek toplayan o hipotezler üzerinde özel bir değerde uzlaşmaya yönlendirir.? Bu ?özel değere, teori? denir. Bir teori, ?büyük ve çeşitli bir gerçek kütlesini açıkladığında,? ona, ?sağlam? denir; eğer ?daha sonra gözlemlenen yeni olguları sürekli olarak öngörüyorsa,? o zaman ?güvenilir? olarak kabul edilir. Gerçekler dünyanın verisidir; teoriler, bu gerçekler hakkındaki açıklayıcı düşüncelerdir. ?Açıklayıcı bir ilke, açıklamak için aradığı ilkeyle karıştırılmamalıdır.? Yapılar ve diğer test edilemeyen ifadeler bilimin bir parçası değildir. ?Doğası gereği, test edilemeyen bir açıklayıcı ilke bilim alanının dışındadır.? Böylece bilim, olgular için sadece doğal açıklamaları arar.
Bilim, gözlemlerimiz için doğaüstü açıklamaları değerlendirmek için donanımlı değildir; bilim, doğaüstü açıklamaların doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda yargıda bulunmadan, onların düşünülmesini dinsel inanç alanına bırakır.
Bilimde hiçbir açıklayıcı ilkenin son olmaması bilimsel yöntemin yapısından ileri gelir. ?En sağlam ve güvenilir teori bile… kesin değildir. Bilimsel bir teori, sonsuza kadar yeniden incelemeye konu olur ve ? Ptolemeci astronomide olduğu gibi ? yüzyıllarca kullanıldıktan sonra en sonunda reddedilebilir.? Yaratılışçıların kesinliği, bilim adamlarının işlerinin düzenli ve doğal bir parçası olarak karşılaştığı belirsizlikle derin bir zıtlık içinde durur. ?İdeal bir dünyada her bilim kursu, evrenle ilgili gözlemlerimizi açıklamak için sunulan her teorinin bu nitelikleri taşıdığı hakkındaki tekrarlanan anımsatıcıları içerecekti:
?Bugün elde edebildiğimiz kanıtları inceleyerek şimdi bilebildiğimiz kadarıyla bu böyledir. Ama Gell-Mann’ın belirttiği gibi yaratılışçılar şu takıntıya sahiptirler: ?İncil yanılmazdır. Kanıtın ne olduğu önemli değildir, sonuna kadar kendi doktrinlerine inanmaya devam edeceklerdir.? Böylece Gell-Mann şunu belirtti: Yaratılışçılar ?bilim yapmıyorlar. Onlar sadece kelimeyi içeri sokuyorlar?.
Yaratılışçılar Cevap Veriyor
Ama yaratılışçıların ?seküler? bütünlüğü, bilim adamlarının tamamen hatalı olduğunu ileri sürdükleri, aşağıdaki aşamalı şekilde cesur ifadelerin ağırlığı altında sorgulanabilir hâle gelmektedir: ?Yaratılış bilimini destekleyen bilimsel kanıt kitlesi, evrimi destekleyenler kadar kuvvetlidir. Aslında daha kuvvetli olabilir?; ?Evrimin kanıtı inanmaya yönlendirildiğimizden çok daha az zorlayıcıdır. Evrim, laboratuarda gerçekten gözlemlenemediği için bilimsel bir ‘gerçek’ değildir. Evrim daha çok, bilimsel bir teori ya da tahmindir?; ?O da kötü bir tahmindir. Evrimdeki bilimsel sorunlar o kadar ciddidir ki doğru bir şekilde bir ‘efsane’ olarak nitelenebilirdi.
BÖLÜM 4, TARİH VE SAHTE TARİH
SOYKIRIMIN HİÇ OLMADIĞINI KİM SÖYLÜYOR VE BUNU NEDEN SÖYLÜYORLAR?
Tarihçiler, ?İnsan, soykırımı nasıl inkâr edebilir?? diye sorduklarında ve inkârcılar, ?Biz soykırımı inkar etmiyoruz? diye cevap verdiklerinde iki grubun soykırımı farklı şekillerde tanımladığı açıkça ortaya çıkar. İnkârcıların açıkça reddettiği, soykırımın pek çok tanımında bulunan üç noktadır:
1. Esas olarak ırka dayalı soykırımın kasıtlılığı vardı.
2. Yüksek düzeyde teknik, iyi organize edilmiş gaz odaları ve krematoryumlar kullanan yok etme programı uygulandı.
3. Tahminen beş ila altı milyon Yahudi öldürüldü.
İnkârcılar, Nazi Almanyası’nda anti semitizmin yaygın olduğunu ya da Hitler’in ve birçok Nazi önderinin Yahudiler’den nefret ettiğini inkâr etmezler. Onlar, Yahudiler’in mallarına el konulduğunu, Yahudiler’in toplandığını ve zorla, genel olarak çok kötü davranıldıkları ve aşırı kalabalığın, hastalığın ve zorla çalıştırmanın kurbanları yapıldıkları toplama kamplarına konulduğunu da inkâr etmezler.
Açık Tartışma İçin Bir Dava ilanında özetlendiği gibi inkârcılar şunları söylemektedir:
1. Avrupa Yahudiliği’ni yok etmek için hiçbir Nazi politikası yoktur. ?Yahudi sorununa? Son çözüm, Reich’in dışına sürülmekti. Savaştaki erken başarılar yüzünden Reich, sınır dışı edebileceğinden daha fazla Yahudi’yle karşılaşıyordu. Savaştaki daha sonraki başarısızlıklar yüzünden Naziler, Yahudiler’i gettolara ve sonunda kamplara kapattılar.
2. Ölümün başlıca nedenleri, esas olarak savaşın sonunda müttefiklerin Alman destek hatları ve kaynaklarını yok etmesinden kaynaklanan hastalık ve açlıktı. Gaz odaları, sadece elbise ve battaniyelerin bitlerini öldürmekte kullanılıyordu ve krematoryumlar hastalıktan, açlıktan, aşırı çalışmadan, vurulma ya da asılmadan dolayı ölen insanların cesetlerini yok etmek için kullanıldılar.
3. Beş ila altı milyon değil 300.000 ila iki milyon arasında Yahudi gettolarda ve kamplarda öldü ya da öldürüldü.
İnsanlara soykırımdan bahsettiğim zaman, ortak olarak işittiğim şeylerden biri, onların saçmalayan ırkçılar ya da deliliğin eşiğindeki kaçıklar olması gerektiğidir. Soykırımın hiç olmadığını kim söyleyecekti?
Soykırım inkârının, Yahudi gündemine yerleşmiş olarak kuvvetli bir komplo izi vardır. Tarihsel Araştırma Merkezi için yayınlanan ?Holocaust? News, ilk sayısında, ?’soykırım’ yalanının Siyonist-Yahudi şaşırtıcı propaganda makinesi tarafından, dünyadaki Yahudi olmayan insanların akıllarını Yahudiler konusunda, Siyonistler Filistinliler’in anayurtlarını elden gelen tüm acımasızlıkla çaldıkları zaman hiçbir protestoda bulunmasınlar diye, suçluluk duygularıyla doldurma amacıyla yayıldığını? iddia etmektedir.
Soykırım inkârcıları tezlerini ileri sürdükçe, onlara daha fazla inanmaktadırlar ve Yahudiler ve diğerleri, onlara karşı çıktıkça, soykırım inkârcıları Yahudilerin İsrail için yardım ve sempati, ilgi. Güç v,b, kazanabilmeleri amacıyla soykırımı ?yaratmak? için bir çeşit Yahudi komplosu olduğuna daha fazla ikna olmaktadırlar.
Birçok inkârcının inandığı gibi soykırım konusunda hiçbir zaman değiştirilemeyecek sabit bir doğruluk ilkesi yoktur. Soykırım incelemesine girdiğiniz zaman ve özellikle konferanslar ve seminerlere katılmaya ve soykırım tarihçileri arasındaki tartışmaları izlemeye başladığınız zaman, soykırımın esas ve önemsiz noktaları hakkında birçok sürtüşme olduğunu keşfedersiniz.
İnkârcılar eğer soykırımın yapısında ufak bir çatlak bulabilirlerse, tüm büyük yapının yıkılacağını düşünüyormuş gibi görünürler. Bu, onların düşünce biçimlerindeki temel hatadır. Soykırım, tek bir olay değildir. Soykırım, on binlerce yerdeki binlerce olaydır ve tek bir sonuçta birleşen milyonlarca veri parçasıyla kanıtlanmaktadır. Soykırım, onun hiçbir zaman ilk olarak bu yalnız veri parçalarıyla kanıtlanmamış olması basit gerçeğinden dolayı önemsiz hatalar ya da oradaki buradaki tutarsızlıklarla yalanlanamaz.
Kaç Tane Yahudi Öldü?
Soykırım inkârının son esas ekseni, Yahudi kurbanların sayısıdır. Paul Rassinier, ?Soykırım Efsanesini Çürütmek: Nazi Toplama Kamplarının İncelenmesi ve Avrupa Yahudiliğinin İddia Edilen Yok Edilmesi? adlı kitabında, ?1931 ve 1945 arasında en az 4.419.908 Yahudi’nin Avrupa’dan ayrılmayı başardığını? (1978 s. x) ve bu yüzden altı milyondan çok daha az Yahudi’nin Naziler’in ellerinde öldüğünü iddia ederek bir sonuca varıyordu. Ama pek çok soykırım bilgini Yahudi kurbanların toplam sayısını 5.1 ila 6.3 milyon arasına koymaktadır.
Varsayımlar değişirken bağımsız olarak farklı yöntemler ve farklı kaynak malzemeler kullanan tarihçiler, soykırımın kurbanı olan beş ila altı milyon Yahudi’ye ulaşmaktadırlar.
Son olarak inkârcıya basit bir soru sorulabilir: Eğer soykırımda altı milyon Yahudi ölmediyse onların tümü nereye gitti? İnkârcı, onların Sibirya ve Kalamazoo’da yaşadıklarını söyleyecektir ama milyonlarca Yahudi’nin Rusya, Amerika ya da herhangi bir yerin iç bölgelerinin dışında aniden ortaya çıkması saçmalık olacak kadar olanaksızdır. Soykırımdan kurtulup geri gelen çok nadirdir.
Bugün sınıflandırmacılara bağlı olarak üçten altmış ırka kadar olan herhangi bir yerdedirler. Cavalli-Sforza ve meslektaşları şu sonuca varıyordu: Tek bir insan türü olduğu konusunda kuşku olmamasına rağmen sınıfsal ayrımın herhangi bir özel düzeyinde durmak için açıkça hiçbir somut neden yoktur. Örneğin, Avustralyalı Aborijinler’in, kesinlikle daha benzer göründükleri için güneydoğu Asyalılar’dan daha çok, Afrikalı siyahlarla yakın bağları olduğu düşünülebilir. Ama genetik olarak Avustralyalılar, Afrikalılar’dan en uzak ve Asyalılar’a en yakındır.
İnsanlar, ilk olarak bunu yapmaları on binlerce yıl alarak, Afrika’dan göç ettikleri sonra Orta ve Uzak Doğu’dan Güneydoğu Asya’ya ve Avustralya’ya doğru yol aldıklarından dolayı, kavramsal sezgilerimize ters düşse bile evrimci bir bakış açısından bu anlam taşımaktadır. Neye benzediklerinden bağımsız olarak Avustralyalılar ve Asyalılar, evrimsel olarak daha yakından ilişkili olmalıdırlar ve öyledirler.
Ve örneğin, Avrupalılar’ın, yüzde 65 Asya genleri ve yüzde 35 Afrika genleri taşıyan arada bulunan melez bir nüfus olduğunu kim sezecekti? Ama evrimci bir bakış açısından bu şaşırtıcı değildir.
Bir kere, ?Amerikalı? bir ırk değildir; bu yüzden ?Asyalı-Amerikalı? ve ?Afrikalı-Amerikalı? gibi etiketler halâ bizim kültür ve ırkı karıştırdığımızı göstermektedir.
İkincisi, insan tarihte ne kadar geri gidebilir? Asya ve Amerika arasındaki Bering Boğazı’nı geçtikleri tarihe yirmi ya da otuz bin yıldan fazla önceye gidersiniz. Amerikan Yerlileri gerçekten Asyalı’dır. Ve Asyalılar, birkaç yüz bin yıl önce belki de Afrika’dan çıkmıştı bu yüzden gerçekten ?Amerikan Yerlisi’nin? yerine ?Afrikalı-Asyalı-Amerikan Yerlisi’ni? koymalıyız.
Son olarak Afrika’dan çıkma teorisi (tek ırksal köken) doğru çıkarsa o zaman tüm modern insanlar Afrikalı’dır (Cavalli-Sforza şimdi bunun yetmiş bin yıl önce olmuş olabileceğini düşünmektedir). Bu teori, Candelabra (çoklu ırksal köken) teorisine yol açsa bile sonuç olarak tüm insanlar Afrika’dan gelmiştir ve bu yüzden Amerika’daki herkes, ?Afrikalı-Amerikalı? kutusunu işaretlemelidir.
Anne tarafından büyükannem Alman’dı ve anne tarafından büyükbabam Yunanlı’ydı. Bir dahaki sefere o formlardan birini doldururken ?Diğeri? işaretleyip ve ırksal ve kültürel mirasım konusunda doğruyu yazacağım: ?Afrikalı-Yunan-Alman-Amerikalı?.
Ve bundan gurur duyacağım.
ÜMİT SONSUZA KADAR SÜRER
Neden ilk doğanlar daha tutucudur ve otoriteden etkilenirler? Neden sonradan doğanlar daha liberal ve ideolojik değişikliğe daha açıktır? Doğum sırası ve kişilik arasındaki ilişki nedir?
İlk doğanlar, ilk oldukları için ebeveynlerinden, daha fazla özgürlük ve daha az ideolojik fikir aşılama ve yetkililere itaat eğilimi gösteren sonradan doğanlardan daha çok ilgi görürler. İlk doğanlar genel olarak daha küçük kardeşlerin bakımı gibi daha büyük sorumluluklar taşırlar ve böylece vekil ebeveynler haline gelirler.
Sonra doğanlar çoğunlukla ebeveyn otoritesinden bir adım uzaktırlar ve böylece daha yüksek bir otoritenin inançlarına uyma ve benimsemeye daha az eğilimlidirler. Sulloway bunu, çocukların sınırlı ebeveyn kaynakları ve onaylaması için rekabet etmeleri gerektiği, Darwinci bir kardeş rekabeti modelini uygulayarak bir adım ileri taşımıştır.
İlk doğanlar daha büyüktür, daha hızlıdır ve daha yaşlıdır ve bu yüzden her şeyin aslan payını alırlar.
Sonra doğanlar, ebeveynlerinden maksimum faydayı sağlamak için yeni alanlara yönelirler. Bu, sonradan doğanlar daha az geleneksel olanları ararken, ilk doğanların neden daha geleneksel kariyerlere yönelme eğiliminde olduklarını açıklar.
Gelişim psikologları olan J. S. Turner ve D. B. Helms şunu belirtiyordu: ?Çoğunlukla ilk doğanlar ebeveynlerinin ilgi merkezi haline gelir ve onların zamanlarını tekellerine alırlar. İlk doğanların ebeveynleri, sadece genç ve çocuklarıyla oynamaya istekli değillerdir, aynı zamanda onlarla konuşarak ve faaliyetlerine katılarak çok zaman harcarlar. Bu ikisi arasındaki ilişki bağlarını kuvvetlendirmeye yönelir (1987, s. 175)?.
Oldukça açık bir şekilde bu ilgi, böylece otoriteye itaati ve düşünmek için ?doğru yolun? kontrollü kabulünü güçlendirerek, daha çok ödül ve ceza içerecektir. R. Adams, B. Phillips (1972) ve J. S. idwell (1981), ilginin bu yaygınlığının ilk doğanların, onaylanma için sonradan doğanlardan daha fazla mücadele etmesine neden olduğunu bildirmektedirler ve H. Markus (1981), ilk doğanların sonra doğanlardan daha meraklı, bağımlı ve uyumlu olma eğiliminde olduğu sonucunu çıkarıyordu.
Son olarak R. Nisbett (1968), sonra doğanların görece olarak, risk almaya ve böylece ?aykırı? düşünmeye bağlı olan tehlikeli sporlara ilk doğanlardan daha fazla katıldıklarını göstermektedir.
Dr. Pangloss gibi Barrow ve Tipler de inanılmaz iddialarını, bazı görünüşte rastlantısal koşullar, olaylar ve belirli bir şekilde olması gereken, aksi halde yaşamın olamayacağı fiziksel sabitlerle ilişkilendirirler.
Barrow ve Tipler, Dirac’ın Büyük Sayılar Hipotezi olarak bilinen bu ilişkinin rastlantı olmadığını varsayarlar. Sabitlerin herhangi birini değiştirin ve evren bildiğimiz şekliyle yaşamın var olamayacağı kadar farklı olacaktır ve evren de olamayacaktır.
Bu tezde iki sorun vardır:
1. Piyango Sorunu. Evrenimiz, her biri biraz farklı fizik yasalarına sahip olan (bütünü bir çoklu evren olan) birçok kabarcık evren içinde sadece bir kabarcık olabilir.
Son günlerde öncülüğünü Lee Smolin (1992) ve Andrei Linde’nin (1991) yaptığı bu tartışmalı teoriye göre, bir kara deliğin her çöküşünde evrenimizin yaratıldığı varlık gibi bir tekliğe doğru çökmektedir. Ama her çöken kara delik, yeni bir bebek evren yarattığında o bebek evren içinde fizik yasalarını biraz değiştirir. Belki de milyarlarca çöken kara delik olduğu için biraz farklı fizik yasaları olan milyarlarca kabarcık vardır. Sadece bizimki gibi fizik yasaları olan o kabarcıklar bizim yaşam biçimlerimize yol açabilirler. Bu kabarcıkların birinde yer alan her kim olursa olsun, kendininkinin tek kabarcık olduğunu ve bu yüzden kendilerinin tek ve özel olarak tasarlandıklarını düşünecekti.
Bu, piyango gibidir ? herhangi bir kişinin kazanması hiç olanak dâhilinde değildir ama birisi kazanacaktır!
Caltech bilim adamı Tom Mc Donough ve bilim yazarı David Brin (1992), heyecanla şöyle yazıyorlardı: ?Belki de varlığımızı ve fizik yasalarımızın uygun mükemmelliğini, önceki evrenlerin sayısız kuşağının deneme yanılma evrimine ve her biri kara deliklerin yetiştiren derinliklerinde üreyen anne-çocuk evrenler zincirine borçluyuz?.
Copernicus’un zamanından beri evren konusundaki bakış açımız genişlemektedir; güneş sistemi, galaksi, evren, çoklu evren. Kabarcık evren, sonraki mantıksal adımdır ve fizik yasalarının görünürdeki tasarımı için en iyi açıklamadır.
2. Tasarım Sorunu. David Hume’un, tesadüfilik konusundaki ?İnsan Anlayışı İle İlgili Bir Sorgulama (1758)? adlı parlak analizinde ileri sürdüğü gibi, her şeyin doğru yerinde olduğu düzenli bir dünya, sadece bizim onunla olan deneyimimiz o şekilde olduğu için o şekilde görünür. Doğayı olduğu gibi algılarız bu yüzden bizim için bu, dünyanın nasıl tasarlanmış olması gerektiğidir.
Frank Tipler, büyük bilinmeyenleri tevazuuyla değil ama sonsuz iyimserlikle karşılamaktadır. Kitabını tek cümleyle özetlemesi istendiğinde Tipler, ?Mantıksallık sınırsız olarak artmaktadır; ilerleme sonsuza kadar sürer; yaşam hiçbir zaman ölmez? cümlesini öneriyordu.
Nasıl? Tipler’in karmaşık tezleri üç noktada özetlenebilir:
1. Evrenin uzak geleceğinde, insanlar ? Tipler evrendeki tek yaşam demektedir ? Samanyolu galaksisi ve en sonunda tüm diğer galaksilerin geri kalanına yerleşerek Dünya’yı terk edecektir. Eğer bunu yapmazsak Güneş, Dünya’yı kapatacak ve onu kor halinde yakacak kadar genişlediğinde kötü sona mahkûm olacağız. Bu yüzden, eğer yapmamız gerekiyorsa yapacağız.
2. Eğer bilim ve teknoloji şimdiki hızıyla ilerlemeye devam ederse (1940 lar’daki oda büyüklüğündeki bilgisayarlardan bugünün diz üstü bilgisayarlarına kadar nereden nereye geldiğimizi düşünün), bir ya da yüz bir sene içinde sadece galaksi ve evrene yerleşmek olanaklı olmayacak ama süper bellekli süper bilgisayarlar ve süper sanal gerçekler esas olarak biyolojik yaşamın yerine geçecektir (yaşam ve kültür, sadece bu süper bilgisayarlarda üretilecek olan bilgi sistemleridir ? genler ve belleklerdir).
3. Evren en sonunda çöktüğünde, insanlar ve onların süper bilgisayarları o ana kadar yaşamış olan her insanı yeniden yaratmak için çökme sürecinin enerjisini kullanacaktır. Bu süper bilgisayar tüm niyetler ve amaçlar için her şeyi bilen ve her şeyi yapabilecek güçte olduğu için Tanrı gibidir ve ?Tanrı? hepimizi kendi sanal gerçeği içinde yeniden yaratacağından, biz tüm niyetler ve amaçlar için ölümsüzüz.
İNSANLAR NEDEN SAÇMA ŞEYLERE İNANIR?
Saçma şeyler pornografi gibidir ? tanımlaması zordur ama onu gördüğünüz zaman anlarsınız. Her iddia, olay ya da kişi bireysel olarak incelenmelidir. Bir kişi için saçma olan diğeri için sevilen bir inanç olabilir. Bunu kim söyleyebilir ki?
Tony Robbins, çıplak ayakla, ayaklarını yakmadan sıcak kömürler üzerinde yürüyebilir mi? Kesinlikle yürüyebilir. Ben de öyle. Siz de öyle. Ama siz ve ben bunu, meditasyon yapmadan, ilahi söylemeden ya da bir seminer için yüzlerce dolar ödemeden yapabiliriz çünkü ateşte yürümenin zihin gücüyle hiç ilgisi yoktur. İlgisi olduğuna dair inanç, benim saçma dediğim şeydir.
Ateşte yürüyenler, medyumlar, UFOloglar, uzaylılarca kaçırılanlar, cryonicistler, ölümsüzlükçüler, Objektivistler, yaratılışçılar, soykırım inkârcıları, aşırı uçta Afro merkezciler, ırksal teorisyenler ve bilimin Tanrı’yı kanıtladığına inanan kozmologlar ? birçok saçma şeye inanan birçok insanla karşılaştık. Ve sizi temin edebilirim ki, böyle insanları ve inançları yirmi yıl izledikten sonra bu kitapta sadece yüzeyi kurcaladım. Bunları ne yapacağız?
Kültürümüzde ve düşüncemizde, böyle inançlara yol açan neler oluyor? Kuşkucular ve bilim adamları tarafından önerilen teoriler çoktur: hiç eğitim olmaması, yanlış eğitim, eleştirel düşünce yokluğu, dinin yükselişi, dinin çöküşü, geleneksel dinin yerini mezheplerin alması, bilim korkusu, Yeni Çağ, Karanlık Çağlar’ın yenilenmesi, çok fazla televizyon, yeterli okuma olmaması, yanlış kitapları okuma, yoksul ebeveynler, kötü öğretmenler, basit eski cahillik ve aptallık.
Kanada, Ontario’dan bir gazeteci bana, ?karşı olduğunuz şeyin en aşağılık somutlaşması? dediği bir şeyi gönderdi. Bu, yerel kitapçısından aldığı, üzerine, YENİ ÇAĞ BÖLÜMÜ BİLİM BÖLÜMÜNE TAŞINMIŞTIR yazılmış olan parlak turuncu renkli bir karton işaretti.
?Toplumun kolayca, sorgulama ve eleştirel incelemenin yerine büyü ve batıl inancı koymasından gerçekten korkuyorum? diye yazıyordu. Bir kültür olarak bilimi sahte bilimden, tarihi sahte tarihten ve duyguyu saçmalıktan ayırmakta sorunumuz var gibi görünmektedir. Ama sorunun bundan daha derinde yattığını düşünüyorum. Bunu anlamak için kültürün ve toplumun katmanlarını bireysel insanın aklı ve kalbine kadar kazmalıyız. İnsanların neden saçma şeylere inandığı sorusuna verilecek tek bir cevap yoktur ama altta yatan, hepsi birbirine bağlı olan bazı güdüleri, bu kitapta tartışmış olduğum ayrı örneklerden toparlayabiliriz:
Teselli İnancı. İnsanların saçma şeylere inanmalarının nedeni, diğer herhangi bir şeyden daha fazla inanmak istemeleridir. İyi hissettirir. Rahatlatıcıdır. Teselli edicidir. 1996’da yapılan bir Gallup anketine göre, yetişkin Amerikalılar’ın yüzde 96’sı Tanrı’ya, yüzde 90’ı cennete, yüzde 79’u mucizelere ve yüzde 72’si meleklere inanmaktadır.
Kuşkucular ve bilim adamları dokunulmaz değildir. Modern kuşkucu hareketin kurucularından ve tüm saçma inanç biçimlerini yok edenlerden biri olan Martin Gardner, kendini, Tanrı’ya inanan bir filozof ya da daha geniş bir kavramla bir fideist olarak sınıflandırmaktadır. Gardner şöyle açıklamaktadır:
Fideizm, bir şeyi inanca ya da akli nedenlerden daha çok duygusal nedenlere dayanarak inanmaya gönderme yapmaktadır. Bir fideist olarak Tanrı’nın varlığını ya da ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlayan herhangi bir delil olduğunu düşünüyorum. Dahası, daha iyi kanıtların ateistlerden tarafa olduğunu düşünüyorum. Eğer metafizik inanç için kuvvetli duygusal nedenlere sahipseniz ve bu, bilim ve mantıksal akıl yürütmeyle keskin bir şekilde çelişmiyorsa ve eğer bu yeterli tatmini sağlıyorsa bir inanç atılımı yapmaya hakkınız vardır (1996).
Benzer şekilde sık sık sorulan ?ölümden sonra yaşam konusunda tutumunuz nedir?? sorusuna verdiğim stardart yanıt, ?Kuşkusuz ondan yanayım? demektir. Ölümden sonraki yaşamdan yana olmam gerçeği onu elde edeceğim anlamına gelmez. Ama onu kim istemez?
Ani memnuniyet. Birçok saçma şey, ani memnuniyet önerir. 900’lü numarası olan psişik yardım hattı klasik bir örnektir. Sihirbaz/mentalist olan bir arkadaşım böyle bir yardım hattı işletmektedir. Arayanlar yanlışları unutur ve doğruları hatırlar ve en önemlisi onlar medyumun haklı olmasını isterler.
Kuşkucular, medyum yardım hatlarında dakikada 3.95 dolar harcamazlar, inananlar harcarlar. Konuşacak birisine en çok gerek duyarak, gece ve hafta sonları ararlar. Geleneksel psikoterapi resmîdir, pahalıdır ve zaman alıcıdır. Derin anlayış ve gelişme, aylar ya da yıllar alabilir. Memnuniyetin gecikmesi ilkedir, çabuk tatmin istisnadır. Tersine medyum, sadece bir telefon uzaklığındadır (Arkadaşım da dâhil olmak üzere birçok 900’lü numarası olan medyum bunu, ‘zavallı insanlara öğüt vermek? olarak haklı çıkarmaktadır.)
Basitlik. Bir insanın inançlarının ani memnuniyeti, çoğunlukla karmaşık ve belirsiz nedenlere dayanan bir dünya için basit açıklamalarla daha kolaylaştırılır. İyi ve kötü şeyler, görünüşte rasgele bir şekilde hem iyi hem kötü insanlara olmaktadır. Bilimsel açıklamalar çoğunlukla karmaşıktır ve eğitim ile birlikte çalışma çabası gerektirmektedir. Batıl inanç, kadere inanmak ve doğaüstü, yaşamın karmaşık labirentinde daha basit bir yol sağlar.
Ahlak ve Anlam. Şu anda, ahlak ve anlamın bilimsel ve seküler sistemlerinin pek çok insan için göreceli olarak tatmin edici olmadığı kanıtlanmıştır. İnsanlar, daha yüksek bir güce inanç olmadan neden ahlak olacağını sormaktadırlar. Etiğin temeli nedir? Yaşamın nihai amacı nedir? En önemli olan nedir? Bilim adamlarının ve seküler hümanistlerin bu güzel sorulara güzel cevapları vardır ama birçok nedenden dolayı bu cevaplar büyük ölçüde halka ulaşmamıştır. Pek çok insan için bilim, sonsuz, umursamaz ve amaçsız bir evreni gösterirken sadece soğuk ve zalim bir mantık öneriyor gibi görünmektedir. Sahte bilim, batıl inanç, efsane. Büyü ve din, basit, ılımlı ve teselli edici ahlak ve anlam yasaları önerir.
Ümit Sonsuza Kadar Sürer. Tüm bu nedenleri bir araya getirmek, bu kitabın son bölümünün başlığıdır. Bu, benim insanların doğal olarak her zaman daha büyük mutluluk ve tatmin olma düzeyleri arayarak ileriye bakan bir tür olduğu konusundaki kanaatimi ifade etmektedir.
Ne yazık ki, bunun doğal sonucu, insanların hepsinin daha iyi bir yaşam için gerçekçi olmayan beklentilere sarılmaya ya da daha iyi bir yaşamın sadece diğerlerinin yaşamlarını azaltarak, hoşgörüsüzlük ve cehalete tutunarak elde edilebileceğine inanmaya çok istekli olmalarıdır. Ve bazen, bir yaşamın olmasına yoğunlaşınca bu yaşamda sahip olduklarımızı kaçırırız. Bu, farklı bir ümit kaynağıdır ama ne olursa olsun ümittir: İnsan zekâsının merhametle birleşerek sayısız sorunumuzu çözebileceği ve her yaşamın kalitesini arttırabileceği konusunda ümittir; tarihsel ilerlemenin tüm insanlar için daha büyük özgürlükler ve kabul edişe doğru yürüyüşüne devam ettiği konusunda ümittir ve aşk ile empati kadar, mantık ve bilimin de bize evrenimizi, dünyamızı ve kendimizi anlamamıza yardım edebileceği konusunda ümittir.
Akıllı İnsanlar Neden Saçma Şeylere İnanır?
Daha etkileyici olan, Lehigh Üniversitesi biyokimya profesörü ve ?Akıllı Tasarım? hareketinin kutsal kitabı hâline gelen 1996 yılında yazılan ?Darwin’in Kara Kutusu? adlı kitabın yazarı olan Michael Behe’dir. Ve ikisi de, William F. Buckley tarafından evrim ve yaratılış konusunda PBS televizyonundaki bir tartışmada takımına katılmaları için davet edildikleri zaman tutucu aydınlar zümresinin nihai kabulünü elde ettiler.
Ama bahse girerim ki, Saçma bir şeye inanan akıllı bir insanın en mükemmel örneği, Tulane Üniversitesi’nde teorik matematik profesörü ve dünyanın önde gelen kozmologlarından ve global genel relativistlerinden biri olan Frank Tipler’dır. Tipler, Stephen Hawking, Roger Penrose ve Kip Thorne gibi tanınmış kişilerle yakın arkadaş olmaktan hoşlanmaktadır. Önde gelen fizik dergilerinde yüzlerce teknik makale yayınlamıştır ve geleneksel fizik yaptığı dönemde meslektaşları arasında düşünceleri saygı görüyordu. Yine de Tipler, aynı zamanda 1996 yılında, Tanrı’nın var olduğunu, sonraki yaşamın gerçekliğini ve hepimizin evrenin uzak geleceğinde kendimizden sanal olarak ayırt edilebilir bir gerçekliği yeniden yaratmaya yetecek büyüklükte bir belleği olan süper bir bilgisayar yoluyla diriltileceğimizi kanıtladığını ileri sürdüğü ?Ölümsüzlüğün Fiziği: Modern Kozmoloji, Tanrı ve Ölülerin Diriltilmesi? adlı kitabı yazmıştı. Bu, Uzay Yolu dizisinin holodeck’inin<!–[if !supportFootnotes]–>[1]<!–[endif]–> büyük iradesidir.
Bu inancı, Tipler’ın çok yüksek zekâsıyla nasıl uzlaştırabiliriz? Bu soruyu onun bazı meslektaşlarına yönelttim. Bir UCLA kozmoloğu, Tipler’ın paraya gereksinmesi olmuş olması gerektiğini yoksa neden böyle bir saçmalık yazılacağını düşündüğünü söyledi. Diğerleri, daha az yazılabilir değerlendirmelerde bulundular. Hatta (şimdi ayıplanan ses üreten aletiyle) şunu söyleyen Stephen Hawking’e bile sordum: ?Benim düşüncem hakaret içerecektir.?
Ona, Hawking’in değerlendirmesini anlattığım zaman Tipler, ?fizik yasalarına hakaret edemezsiniz? diye yanıtladı. Ama burada amacım, bu iddiaların geçerliliğini değerlendirmek değildir (Dembski ile Tipler’ı tanıyorum ve onları arkadaş olarak görüyorum, yine de Dembski’nin düşüncelerini ?Nasıl İnanıyoruz? adlı kitabımda eleştiriyorum ve Tipler’ın teorisini bu kitabın sondan bir önceki bölümü yapıyorum). Amacım daha çok, zekâ ve inançlar arasındaki ilişkileri incelemektir.
Saçma Şeyler, Akıllı İnsanlar
Skeptic dergisinin genel yayın yönetmeni, Kuşkucu Derneği’nin yetkili müdürü ve Scientific American’ın ?Kuşkucu? köşe yazarı olarak görevim sırasında, belirsiz bir şekilde ?saçma şeyler? diye bahsettiğimiz şeylerin analiz ve açıklaması günlük, rutin bir iş olmaktadır. Ne yazık ki saçma bir şeyin, pek çok insanın üzerinde anlaştığı resmî bir tanımı yoktur çünkü o, onu çevreleyen bilgi üssü ve onu duyuran birey ya da topluluk bağlamında yapılmakta olan özel iddiaya çok fazla bağımlıdır. Bir insanın saçma inancı, diğerinin normal teorisi olabilir ve belli bir zamandaki saçma bir inanç sonunda normal hale gelebilir. Gökten düşen taşlar, bir zamanlar birkaç kaçık İngiliz’in inancıydı; bugün kabul edilmiş bir meteor teorisine sahibiz.
Büyük ölçüde ?saçma bir şeyle? kastettiğim şudur:
Özel çalışma alanında pek çok insan tarafından kabul edilmeyen bir iddia,
Ya mantıksal olarak olanaksız olan ya da yüksek derecede olanaklı olmayan bir iddia ve/veya
Kanıtın büyük ölçüde anekdotları dayandığı ya da doğrulanmadığı bir iddiadır. Başka bir örnek vermek gerekirse, soğuk füzyon neredeyse tüm fizikçiler ve kimyacılar tarafından kabul edilmedi, yüksek derecede olanaklı değildi ve olumlu sonuçlar doğrulanmamıştı. Yine de soğuk füzyonun geleceği için ümidini yitirmeyen bir avuç akıllı insan vardı (Arthur C. Clarke en dikkate değer olandır).
Saçmalıkları çürütme ve açıklanmayan açıklama işinde olan bizler için bu, Zor Soru dediğim şeydir: Akıllı insanlar neden saçma şeylere inanır? Benim Kolay Cevabım ilk önce biraz paradoksal görünecektir: Akıllı insanlar saçma şeylere inanır çünkü onlar akıllı olmayan nedenlerden dolayı ulaştıkları inançları savunmada yeteneklidirler.
Yani, pek çok zaman pek çoğumuz deneysel kanıtlarla ve mantıksal akıl yürütmeyle çok az ilgili olan, çeşitli nedenlerle inançlarımıza sahip oluruz. Nadiren herhangi birimiz bir masa dolusu gerçeğin önüne otururuz, artı ve eksilerini değerlendiririz ve daha önce inandığımız şeyden bağımsız olarak en mantıklı ve akla uygun olan inancı seçeriz. Bunun yerine, dünyanın gerçekleri bize, yaşamımız boyunca biriktirmiş olduğumuz teorilerin, hipotezlerin, önsezilerin, ön yargıların ve peşin hükümlerin renkli filtresi içinde gelir. Sonra bilgi kütlesini sıralarız ve zaten inandığımız şeyleri en çok onaylayanları seçeriz ve onaylamayanları görmezden gelir ya da bahane buluruz.
Kuşkusuz bunu hepimiz yaparız ama akıllı insanlar hem yetenekli hem eğitimli olduğu için bunda daha iyidirler.
İnancın Psikolojisi
İnanç psikolojisinin, Zor Soruya Verdiğim Cevabın yapısının özüne giden, bazı ilkeleri vardır.
1. Zekâ ve İnanç
Zeki insanların bazı batıl ve doğaüstü inançlara inanmasının daha az olası olduğu konusunda bazı kanıtlar olmasına rağmen, genel sonuçlar kuşkulu ve sınırlıdır. Örneğin, 1974’te Georgia’da lise son sınıf öğrencileriyle yapılan bir çalışma, bir IQ testinde daha yüksek puan alanların düşük IQ puanı alan öğrencilerden önemli ölçüde daha az batıl inançlı olduklarını gösterdi.
Birçok durumda, zekâ, inanca dikey ya da ondan bağımsızdır. Geometride dikey, ?bir şeye dik açı yapan? demektir; psikolojide dikey, ?istatistiksel olarak bağımsızdır. Deneysel bir tasarımı vardır, öyle ki inceleme altındaki değişkenlere istatistiksel olarak bağımsız davranılabilir? demektir, örneğin, yüksek zekâ düzeylerinde, yaratıcılık ve zekânın göreceli olarak dikey olması (yani istatistiksel olarak ilgisiz olması) kavramı gibi (OED).
Sezgisel olarak, daha zeki olan insanlar daha yaratıcı olacaklar gibi görünmektedir. Aslında neredeyse önemli ölçüde zekâ tarafından etkilenen herhangi bir meslekte (ör. Bilim, tıp, yaratıcı sanatlar) uygulamacı nüfusun arasında belirli bir düzeye geldiğinizde (ve bu düzey 125 puanlık bir IQ derecesi olarak ortaya çıkar) o meslekteki en başarılı olan ve ortalama arasında, zekâ olarak hiçbir fark yoktur. O noktada yaratıcılık ya da başarı motivasyonu ve başarıya yönelmek gibi diğer değişkenler zekâdan bağımsız olarak yönetimi ele alır. (bkz. Hudson 1966; Getzels ve Jackson 1962).
İki kere Nobel alan ve bilimsel bir deha olan Linus Pauling’in gözlemlediği gibi insan, ?birçok düşünceye sahip olmalı ve kötü olanları fırlatıp atmalı… Birçok düşünceye ve bir çeşit seçme ilkesine sahip olmazsanız iyi düşüncelere sahip olmazsınız.? Örneğin bilimde, Nobel ödülünü almanın bir numaralı belirleyicisi, kısmen bir insanın üretkenliğinin ölçüsü olan dergilerde alıntı yapılma oranıdır.
Simonto’nun belirttiği gibi, Shakespeare sadece iyi olduğu için değil ama ?belki de İngilizce konuşulan evlerde sadece İncil’in Shakespeare’in tüm eserlerini içeren bir ciltten daha fazla bulunması olası olduğu? için de bir edebiyat dehasıdır. Aslında modern zamanlarda icra edilen tüm klasik müziğin neredeyse beşte biri, sadece üç besteci tarafından yazılmıştır: Bach, Mozart ve Beethoven.? Başka deyişle, bu yaratıcı dehalar çok fazla akıllı değildir ama onlar üretken ve seçicidir (Aynı zamanda bkz. Sulloway, 1996).
Böylece zekâ, aynı zamanda bir insanın inançlarını biçimlendiren değişkenlere de dikeydir…
2. Cins ve İnanç
Aslında bazı çalışmalar, kadınların batıl inançlara daha fazla sahip olduğunu ve erkeklerden daha çok doğaüstü olayları gerçek olarak kabul ettiklerini bulmuştur. Örneğin, New York Şehri’nde 132 erkek ve kadınla yapılan bir çalışmada, bilim adamları, erkeklerden daha fazla kadının tahtaya vurmaya ya da merdivenin altından geçmenin kötü şans getireceğine inandığını buldu.
Başka bir araştırma, erkeklerden daha fazla kolejli kadının önceden bilmeye inandığını açıkça söylediğini göstermekteydi.
Böyle çalışmalardan çıkan genel sonuç zorlayıcı görünse de bu yanlıştır. Burada sorun, sınırlı örneklemedir. Örneğin, yaratılışçıların, soykırım ?revizyonistlerinin? ya da UFOlogların herhangi bir toplantısına katılırsanız, neredeyse hiç kadın görmezsiniz. Konu ve akıl yürütme şekliyle ilgili çeşitli nedenler dolayısıyla yaratılışçılık, revizyonizm ve UFOloji erkek inançlarıdır. Geleceği görmek kadınların işidir, hayalî canavarları izlemek erkeklerin işidir. Erkekler ve kadınlar arasında inanç gücü açısından hiçbir fark yoktur, sadece inanmayı seçtikleri şey farklıdır.
3. Yaş ve İnanç
Otuz yaşın altındaki insanların, daha yaşlı gruplardan daha batıl inançlı olduğunu gösteren 1990 yılındaki bir Gallup araştırması gibi çalışmalar, daha yaşlı insanların daha genç insanlardan daha kuşkucu olduklarını göstermektedir. Başka bir çalışma (dolunay sırasında suç oranlarının daha yüksek olduğunu ileri süren) daha genç polis memurlarının, dolunay etkisine daha yaşlı polis memurlarından daha fazla inandıklarını gösteriyordu. Son olarak , Frank Sulloway ve ben, dindarlık ve Tanrı’ya inancın yaşla birlikte tekrar eskisi gibi yükselmeye başladığı yetmiş beşe kadar düzenli olarak azaldığını bulduk.
4. Eğitim ve İnanç
Psikolog S. H. ve L. H. Blum (1974), eğitim ve batıl inanç arasında olumsuz bir bağıntı buldu (eğitim arttıkça batıl inançlar azalıyordu).
Başka bir çalışma (Pasachoff ve diğerleri 1971), şaşırtıcı olmayacak şekilde, doğa ve sosyal bilimcilerin sanat ve insani alanlardaki diğer meslektaşlarından daha kuşkucu olduklarını buldu; çok uygun olarak bu bağlamda psikologlar hepsinin (belki de inancın psikolojisini ve kandırılmanın ne kadar kolay olduğunu en iyi anladıkları için) en kuşkucusuydular.
Son olarak, Richard Walker, Steven Hoekstra ve Rodney Vogl (2001), üç farklı kolejdeki üç bilim öğrenci grubu arasında, bilim eğitimiyle doğaüstüne inanma arasında hiçbir ilişki olmadığını keşfettiler. Yani, ?kuvvetli bir bilimsel bilgi temeline sahip olmak bir kişinin mantıksız inançlara karşı izole edilmesi için yeterli değildir.
5. Kişilik ve İnanç
Açıkçası, insan düşüncesi ve davranışı karmaşıktır ve böylece yukarıda bildirilen çalışmalar nadiren basit ve tutarlı bulguları gösterir. Örneğin, mistik deneyimlerin nedenleri ve etkileri karışık bulguları gösterir.
Ama zekâ, cinsiyet, yaş ya da eğitim tarafından belirlenen herhangi bir grup içinde, saçma şeylere inanma ya da inanmamayla ilgili herhangi bir kişilik özelliği var mıdır? İlk önce kişiliğin, en iyi özelliklerle ya da göreceli olarak kararlı olan eğilimlerle tanımlandığını belirtelim. Frank Sulloway ve benim yönettiğimdin ve inanç konusundaki çalışmada, deneyime açıklığın dindarlığın ve Tanrı’ya inancın daha düşük düzeyleriyle ilgili olarak daha yüksek açıklık düzeyleriyle birlikte en önemli gösterge olduğunu bulduk.
6. Kontrol Yeri ve İnanç
İnanç psikolojisi konusundaki en ilginç araştırma alanlarından biri, psikologların kontrol yeri dedikleri alandır. Dış kontrol yeri konusunda yüksek puan alan insanlar, koşulların kontrollerinin ötesinde olduğuna ve olayların sadece onların başına geldiğine inanma eğilimindedirler. İç kontrol yeri, bir kimseyi yargılarında daha güvenli olmaya, yetki konusunda kuşkucu olmaya ve dış etkilere daha az itaatkâr ve uyumlu olmaya iterken, dış kontrol yeri, dünya konusunda daha büyük kaygıya yol açar. İnançlarla ilgili olarak çalışmalar, inananlar dış kontrol yerinde yüksek puan alırken, kuşkucuların iç kontrol yerinde yüksek puan aldığını göstermektedir.
İnanç konusunda kontrol yeri etkisi aynı zamanda, çevrenin belirsizliği ve batıl inanç düzeyi arasında bir ilişkinin olduğu çevre tarafından azaltılmaktadır (belirsizlik arttıkça batıl inançlarda artmaktadır). Beyzbol oyuncularının batıl inançlarını düşünün. Bir beyzbol topuna vurmak son derece zordur, sopayla yapılan her on vuruşta, güç bela üç tanesine vurmak en iyi başarıdır. Ve vurucuların onlara iyi şans getireceğine inandıkları törenlere ve batıl inançlara çok güvendikleri bilinir. Ama aynı batıl inançlı oyuncular sahaya çıktıkları zaman, pek çoğu yüzde 90 oranında topu yakalamayı başardıkları için batıl inançları bırakırlar. Böylece inancı biçimlendirmeye gelen kendileri, zekâya dikey olan diğer değişkenlerde olduğu gibi insanın bağlamı ve inanç sistemi önemlidir.
7. Etki ve İnanç
Mezhepleri inceleyen bilginler, ?Kim mezheplere katılır?? sorusuna verilecek hiçbir basit cevap olmadığını açıklamaktadırlar. Araştırma, mezhep üyelerinin üçte ikisinin normal işlevleri olan ailelerden geldiklerini ve mezhebe katıldıkları zaman hiçbir psikolojik anormallik göstermediklerini ortaya koymaktadır (Singer, 1995). Akıllı insanlar da akıllı olmayan insanlar da mezheplere katılırlar ve kadınların, J. Z. Knight’ın ?Ramtha’ya? dayanan mezhebi gibi gruplara katılması daha olasıyken erkeklerin, milislere ve diğer hükümet karşıtı gruplara katılmaları daha olasıdır.
Saçma Şeyleri Savunmada Akıllı Ön Yargılar
Sulloway ve ben deneklerimize, neden Tanrı’ya inandıklarını ve neden diğer insanların Tanrı’ya inandıklarını düşündüklerini sorduğumuz (ve onların yazılı cevaplar vermelerini sağladığımız) zaman, düşünceli ve uzun tezlere boğulduk ve onların değerli bir veri kaynağı olabileceklerini keşfettik. Cevapları kategorilere ayırdığımızda verilen başlıca nedenler şunlar oldu:
İNSANLAR NEDEN TANRI’YA İNANIR?
1. Dünyanın ya da evrenin iyi tasarımı / doğal güzelliği / mükemmelliği / karmaşıklığı konusuna dayanan tezler. (% 28.6)
2. Günlük yaşamda Tanrı deneyimi / Tanrı’nın içimizde olduğu duygusu. (% 20.6)
3. Tanrı’ya inanmak rahatlatıcıdır, sıkıntıyı hafifleticidir, teselli edicidir ve yaşama anlam ve amaç verir. (% 10.3)
4. İncil öyle söylemektedir. (% 9.8)
5. Sadece öyle olduğu için / iman / ya da bir şeye inanma gereksinmesi. (% 8.2)
NEDEN İNSANLAR DİĞER İNSANLARIN TANRI’YA İNANDIĞINI DÜŞÜNÜR?
1. Tanrı’ya inanmak rahatlatıcıdır, sıkıntıyı hafifleticidir, teselli edicidir ve yaşama anlam ve amaç verir. (% 26.3)
2. Dindar insanlar Tanrı’ya inanmak için yetiştirilmiştir. (% 22.4)
3. Günlük yaşamda Tanrı deneyimi / Tanrı’nın içimizde olduğu duygusu. (% 16.2)
4. Sadece öyle olduğu için / iman / ya da bir şeye inanma gereksinmesi. (% 13.0)
5. İnsanlar inanmaktadırlar çünkü ölümden ve bilinmeyenden korkarlar. (% 9.1)
6. Dünyanın ya da evrenin iyi tasarımı / doğal güzelliği / mükemmelliği / karmaşıklığı konusuna dayanan tezler. (% 6.0)
Avukatlar, (davayı kazanmanın, iddianın doğru ya da yanlış olmasının önüne geçtiği yerde) kasıtlı olarak müvekkillerine en iyi uyan kanıtları seçerek ve karşıt kanıtları göz ardı ederek, mahkemede kullanılan, karşı karşıya gelen mantık yürütme stili içinde bir çeşit onaylama ön yargısını kasıtlı olarak kullansalar da, psikologlar aslında, genellikle bilinçsiz olarak hepimizin bunu yaptığımıza inanırlar.
Onaylama ön yargısı, sadece yaygın olmakla kalmaz ama onun etkileri, insanların yaşamları üzerinde güçlü bir şekilde etkili olabilir. 1983’teki bir çalışmada, John Darley ve Paul Gross, deneklere sınava giren bir çocuğun videosunu gösterdi. Diğer gruba, çocuğun düşük bir sosyoekonomik sınıftan olduğu anlatılırken bir gruba, çocuğun yüksek sosyoekonomik sınıftan olduğu anlatıldı.
Sonra deneklere, sınavın sonuçlarına dayanarak çocuğun akademik yeteneklerini değerlendirmeleri istendi. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, çocuğun düşük sosyoekonomik sınıftan olduğu anlatılan grup çocuğun yeteneklerini not düzeyinin altında değerlendirirken, yüksek sosyoekonomik sınıftan olduğu söylenen grup, çocuğun yeteneklerini not düzeyinin üzerinde değerlendirdi.
Onaylama ön yargısı, insanın duygusal durumlarını ve ön yargılarını etkileyebilir. Normal insanlar basitçe, böyle rasgele bedensel işaretleri göz ardı ederken, hastalık hastaları her küçük acı ve ağrıyı bir sonraki büyük hastalık felaketinin belirtisi olarak yorumlarlar. Paranoya, başka bir onaylama ön yargısı biçimidir. Eğer kuvvetli bir şekilde ?onların? sizi yakalamak için geldiklerine inanırsanız, yaşamdaki geniş anormallik ve rastlantı çeşitliliğini, bu paranoyak hipotezi destekleyen kanıtlar olarak yorumlarsınız. Aynı şekilde ön yargı, bir çeşit onaylama ön yargısına dayanır. Bir grubun özelliklerinin ön yargılı beklentileri insanı, o grubun üyesi olan bir bireyi o beklentiler adına değerlendirmeye yönlendirir.
Son olarak ve buradaki amaçlarımız için en önemlisi, onaylama ön yargısı, saçma inançları onaylamak ve haklı çıkarmak için çalışır. Örneğin, medyumlar, falcılar, avuç okuyanlar ve astrologların tümü, müşterilerine gelecekte ne bekleyeceklerini (bazıları buna ?işaretler? der) anlatırken, onaylama ön yargısının gücüne dayanır. Onlara (birden fazla sonucun olanaklı olduğu iki yönlü olaylar yerine) tek yönlü olayları sunarak, olayın olmayışı görülmezken, olayın oluşu görülür.
Şöyle söylersek, akıllı insanlar inançlarını mantıklı argümanlarla mantıklı hale getirmekte daha iyidirler ama sonuç olarak onlar, diğer durumları düşünmeye daha az açıktırlar. Böylece zekâ inandığınız şeyi etkilemese bile, akıllı olmayan nedenlerle inançlar elde edildikten sonra, inançların nasıl haklı çıkarıldığını, mantıklı hale getirildiğini ve savunulduğunu gerçekten etkiler.
KAYNAKÇA:
İNSANLAR NEDEN SAÇMA ŞEYLERE İNANIR- Prof. Dr. Michael Shermer
(Why people Believe Weird Things)
Altın Bilek Yayınları, 2006-Birinci Basım: Haziran 2007-Türkçesi: Zeynep Reyhan Koç
* (http://www.1000zet.de) sitesinden alınmıştır. Derleyen: Halit YILDIRIM)
Kitabın Künyesi
İnsanlar Neden Saçma Şeylere İnanır?
Yazar: Michael Shermer
Yayınevi: Altın Bilek Yayınları
Çevirmen: Zeynep Reyhan Koç
Sayfa sayısı: 615