Irk Kavramını Kim İcat Etti? Felsefi Düşüncede Irk ve Irkçılık – Robert Bernasconi

Irk Kavramını Kim İcat EttiIrksal olarak kutuplaşmış bir ortamda, hiçbir insan, hatta dışardan gelmiş biri olsa bile, toplumun kıyısında bir yerde duramaz. Daha başlangıçta, kişinin gelip ortada görünmesi bile o toplumdaki yerini belirler – belki de fazlasıyla belirler. Albert Memmi’nin 1950’lerde Sömürgeleştiren ve Sömürgeleştirilen adlı eserinde üstünde durduğu bir noktayı yeniden ifade edersek, sömürgeci ilişkilerin hüküm sürdüğü bir ortama yeni gelen biri, genellikle kendi denetiminin ötesindeki yollarla, kaçınılmaz biçimde ya sömürgeleştirenlerden ya da sömürgeleştirilenlerden biri haline gelmeye doğru çekilir. (…) Böyle bir bağlamda, ırk kavramının tutarlılığını ya da geçerliliğini yadsımak, teorik bir konum olarak her zaman mümkün olsa da, insanı sosyo-politik gerçeklikten söz etmekte çaresiz bırakır. Çünkü ırkın kurumsallaştığı yer tam da böyle bir yerdir: insanın nasıl yaşayacağı, çocuklarının nasıl eğitileceği, başkalarına nasıl görüneceği ondan bağımsız olarak çoktan belirlenmiştir.

TANITIM BÜLTENİ
Popüler bilinçte ırkçılık genellikle ırkçı eylemleri hatırlatır ve düşünceyle, felsefeyle ilişkilendirilmez. Her ne kadar “ırk”ın bir kavram olarak kullanılmaya başlamasından önce de bu tür tarihsel pratikler vardıysa da, insanlar arasındaki farklılıkların deneyimlenmesinden ırkçı bir zihniyetin doğuşu, Batılı düşünürlerce bu kavrama bilimsel bir statü verilmesiyle mümkün olmuştur. Dolayısıyla ırkçı edimler, yüzyıllara uzanan bir düşünce tarihi üzerinden felsefenin önde gelen isimlerinin “insanlık” ve “ırk” tanımlamalarına bağlanır: Locke, Kant, Hegel ve Herder…
Robert Bernasconi’nin bu düşünürlerde ırk fikrinin izlerini takip ederek ırkçılığı kölecilik ve sömürgecilik pratikleriyle ilişkilendirirken “Batı Uygarlığı”nın temel çelişkilerini sergilediğini, felsefenin masumiyetini sorgulayarak teoriyle uğraşan ellerin her zaman sanıldığı kadar temiz olmadığını gösterdiğini düşünüyoruz…

OKUMA PARÇASI
Giriş, s. 7-10

Bu kitapta toplanmış olan makaleler özel bir bağlamdan kaynaklanıyor. Hepsi de 1988’de İngiltere’den Amerika’ya taşındığım zaman tanık olduğum Siyah karşıtı ırkçılığı anlama girişimimin bir parçası olarak yazıldı. Bu bağlamın akılda tutulması okuyucu için önemli olacaktır, çünkü ırk düşüncesinin sürekli değişen dünyası içinde dünün ortodoksluğu bugünün sapkınlığı (ya da bunun tersi) olabilir. Başka bir deyişle, bir yerde ve bir zamanda aydınlatıcı ve ilerici olabilen bir görüş, başka bir yerde ve hatta aynı yerde ama başka bir zamanda çarpıcı bir biçimde ırkçı olabilir. Konuya karşı duyarlılık bu gerçeği görmezden gelmek için bir özür sayılamaz.

Irksal olarak kutuplaşmış bir ortamda, hiçbir insan, hatta dışardan gelmiş biri olsa bile, toplumun kıyısında bir yerde duramaz. Daha başlangıçta, kişinin gelip ortada görünmesi bile o toplumdaki yerini belirler – belki de fazlasıyla belirler. Albert Memmi’nin 1950’lerde Sömürgeleştiren ve Sömürgeleştirilen adlı eserinde üstünde durduğu bir noktayı yeniden ifade edersek, sömürgeci ilişkilerin hüküm sürdüğü bir ortama yeni gelen biri, genellikle kendi denetiminin ötesindeki yollarla, kaçınılmaz biçimde ya sömürgeleştirenlerden ya da sömürgeleştirilenlerden biri haline gelmeye doğru çekilir. Beyaz nüfusun çoktan beridir her şeyi siyah beyaz, Siyahlar ve Beyazlar cinsinden gördüğü Memphis gibi bir şehre gelince de buna çok benzer bir şey oluyor. Hispanik, Hintli ve Doğu Asyalı topluluklar gitgide büyümüşse de Memphis’te, bu bugün için de doğrudur. Böyle bir bağlamda, ırk kavramının tutarlılığını ya da geçerliliğini yadsımak, teorik bir konum olarak her zaman mümkün olsa da, insanı sosyo-politik gerçeklikten söz etmekte çaresiz bırakır. Çünkü ırkın kurumsallaştığı yer tam da böyle bir yerdir: insanın nasıl yaşayacağı, çocuklarının nasıl eğitileceği, başkalarına nasıl görüneceği ondan bağımsız olarak çoktan belirlenmiştir.

Bu derlemedeki bir iki makale genelde toplum içinde kurumsallaşmış olan ırkçılığa da değinmektedir ama konunun bu yönüyle asıl olarak başka bir kitapta uğraşmak niyetindeyim. Bu kitapta bulunan makalelerdeki amacım daha sınırlı. Filozofların ırkçılığın kurumsallaşmasına nasıl katkıda bulunduklarıyla ve bu konuyu nasıl ele aldıklarıyla ilgileniyorum. Felsefeyi bir Yunan icadı olarak sunan ve felsefenin özünü oluşturan belli başlı anları Batı ile sınırlayan felsefi kanonun belli bir etno-merkeziyetçiliği kurumsallaştırdığına dair çok şey yazıldı son yıllarda. On sekizinci yüzyıldaki felsefe tarihlerinin Hint, Çin, Mısır, vs. düşüncesini henüz hâlâ doğallıkla kapsadıkları gerçeği, on dokuzuncu yüzyılın başında yenilenen felsefi kanonun daha fazla sorgulanmayı gerektiren bir Avrupa kavrayışıyla sınırlı olduğunu ortaya koymaktadır. Felsefe tarihinin bir anlatıymış gibi sunuluşu içinde kanonun bu şekilde kavranmasının halen büyük ölçüde el değmemiş olarak kaldığı düşünüldüğünde, sınırlılıkla ilgili tespitimiz daha da doğru hale gelecektir. Anlatının dışında kalan her şeye çevreselmiş gibi bakılması bir yana, anlatıya ait olan, örneğin Yahudi ve İslam düşüncesinin katkısı gibi şeylere bile pek az yer verilir. Kanonun Avrupalı etno-merkeziyetçiliği yansıtması bir yana, akademik felsefeciler, büyük filozoflar olarak sunulan düşünürlerden bazılarının ırkçılığın tarihine yaptıkları özgül katkıları geniş ölçüde görmezden gelmeye devam ediyorlar. Bu kitap, belli sayıda araştırmacının dengeyi yeniden kurma yönündeki gitgide artan çabalarının bir parçasıdır.
Tek tek makalelerin ardındaki niyeti bilmenin okuyucuya yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Locke üstüne yazdığım makaleyi, onun siyaset felsefesinin Kuzey Amerikan siyasi kültürünü anlamakta önemli bir anahtar olduğuna inandığım için yazdım; ama bunun yanı sıra, Locke’un bilgi teorisine ilişkin yazılarının siyasi bağlamlarından bağımsız olarak okunamayacakları ve okunmamaları gerektiği üstünde ısrar etmek istedim. Kuşkusuz ben de kendi siyasi bağlamım içinde tartışıyorum bunları. Kant üstüne kaleme aldığım makale, ırk kavramına dair iyi bir tarihsel çalışma bulamadığımdan, kavramın modern biçimini nerede kazandığını kendim için araştırmaya başlamama dayanıyor. Kant’ın bu hikâyenin baş kahramanı olduğu açık hale geldiğinde kimse benden çok şaşıramazdı herhalde. Modern ırksal ideolojinin babalarından biri olduğuna işaret edildiği için Herder üstüne çalışmaya başladım. Onda kurtarıcı birtakım özellikler bulmayı ümit ediyor değildim; “başkasına bakışa” tarihsel olarak hükmetmiş olanların, kendilerini görüldükleri gibi görmeleri gerektiği fikrini bulmayı ise hiç beklemiyordum. “Bakışın” (gaze) önemi, Sartre ve ırksal azınlıkların görülmezliği üzerine olan makaleleri belirledi. Özellikle bu iki makale, ırksal olarak bölünmüş bir toplumda yaşama deneyimi olmaksızın yazılamazdı. Ancak yazarken en çok bunaldığım, beni en çok rahatsız eden makale yine de Hegel üstüne yazdığımdır: Kolay değil, bu makalede Hegel’in kaynakları çarpıttığını öne sürdüm. Benden sonra yazacak birileri, ilerde Hegel’in bu çarpıtmaların sorumlusu olarak görülebilecek bir kaynağa dayanarak yazmış olduğunu ortaya koysa bile, benim iddiam bundan zarar görmeyecektir. Bu iddiayla, tarihsel gelişmeye dair bazı varsayımların, temelden ırkçı olan sömürgeci bir zihniyeti beslemiş olduklarını öne sürüyorum. Bugün pek az kişi Hegel’in tarih felsefesine açıkça katılsa da, ekonomik ve hatta toplumsal gelişmeyle ilgili fikirlerde, Hegel’in düşünce biçiminin bazı özellikleri epey yaygın bir biçimde sürdürüyor varlığını. Bu bakımdan kitapta tartışılan konular, onları harekete geçiren dolaysız bağlamın çok ötesine uzanan geniş bir anlama sahipler.
Önemli bir düşünürü ırkçı fikirler ileri sürdü diye okumayı, hatta öğretmeyi bırakmamız gerektiğine inanan kişilerden değilim. Bununla birlikte, eğer bu düşünürlerin felsefelerine ırkçı fikirlerin girdiğine dair kanıtlar varsa, bunlara işaret etmemenin sorumsuzluk olduğunu ve hatta bu tür kanıtların olmadığı durumlarda bile ırkçı fikirleri görmezden gelmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Bunu, kendimizi ahlaki olarak bu düşünürlerden üstün hissedelim diye değil, kendi ırkçılıklarımıza karşı cephe almak için ek nedenler ve kaynaklar bulalım diye söylüyorum. Cinsiyetçilik, homofobi, dinsel hoşgörüsüzlük ve benzeri diğer tahakküm biçimlerine karşı da benzer yaklaşımların kullanılmasını aynı şekilde savunurum. Düşünürlerin başarısızlıkları da yaptıkları olumlu katkılar da görmezden gelinmemelidir. Örneğin, Sartre’ın ırkçılık, anti-Semitizm ve sömürgecilikle ilgili görüşlerine, genellikle yapılageldiğinden daha fazla önem verilmesi gerektiğine inanıyorum.

Batı’nın dünyadaki konumunu ve üstünlük hissini ayakta tutan şey en başta ekonomik ve teknolojik üstünlüğü olsa da, her konuda üstün olduğu iddiası Hegel ve belli bir ölçüde de Kant tarafından örneklenmiştir. Herder bu iddiaya, en azından bazı bakımlardan, derin bir kavrayışla meydan okumuştur. Kant ile Herder arasındaki tartışmanın, yalnızca derin sırların peşine düşebilen bir tecessüsün yöneleceği bir konu olduğunu düşünüyorum. Bu kitapta yer alan makaleler arasındaki boşlukları doldurmak ve bunların felsefede gündeme getirdiği soruları izlemek için burada tartışılan meseleler üstüne çalışmaya devam edecek olmamın bir nedeni de budur.

Sözlerimi bitirmeden önce bu kitap projesinin yaratıcısı olan Zeynep Direk’e içten teşekkürlerimi ifade etmek isterim. Bu makalelerin bir kitapta toplanması gerektiği fikri ona ait. Kendisi bu kitabı oluşturan makaleleri Türkçe’ye kazandıracak çevirmenler buldu ve makalelerin yayına hazırlanması sürecinde sorumluluk üstlendi. Bu kitap İngilizce olarak yayımlanmadan önce Türkçe olarak yayımlanıyor. Makalelerden ikisi, Kant üstüne yazılmış olan “Irk Kavramını Kim İcat Etti?” adlı makalem ile “Görünümlerin Kamusal Alanında Irksal Azınlıkların Görülmezliği” adlı makalem henüz İngilizce olarak yayımlanmadı. Bu yüzden bu kitabı kendimin olduğu kadar onun kitabı olarak da görüyorum…

Zeynep Direk, “Irk kavramının mucitleri”
(Virgül, Sayı 52, Haziran 2002)
Robert Bernasconi kıta Avrupa’sı felsefesinin İngiltere ve Amerika cihetinde, Heidegger üstüne yazdığı iki kitabı (The Question of Language in Heidegger’s History of Being ve Heidegger in Question) ve Levinas’ın felsefesini tanıtan ve sorgulayan pek çok makalesiyle daha otuzlu yaşlarının sonuna gelmeden parlak bir akademik kariyer sahibi oldu. Irk Kavramını Kim İcat Etti? adlı kitabında toplanan makaleleri, onun uluslararası akademik felsefe çevrelerini oldukça rahatsız etmiş, eleştirel bir biçimde karşılanmayıp görmezlikten gelinmiş, hatta neredeyse ayıplanmış çalışmalarının önemli bir kısmıdır. Irk sorusunun felsefe tarihinde nasıl ele alındığını inceleyen bu makalelerin uluslararası felsefe sahnesinde göz ardı edilmelerinin sebebi, onları üreten bakış açısının yanlışlığının gösterilmesi ya da Bernasconi’nin metinleri yorumlarken veya çalışmasının tarihsel kısmında hatalar yapmış olduğunun ortaya koyulması değildir. Şok dalgasını yaratan şey atalara, babalara alenen dil uzatan cesaretidir. Kimse felsefede baba katli oyununun kaçınılmaz olduğunu inkâr edecek değil. Fakat, bu oyun “dekonstrüktif” bir tarzda oynanır, yani baba bir yandan öldürülürken diğer yandan diriltilir. Bernasconi açık ki fazla ileri gitmiş. Avrupa merkezciliğin eleştirisi dozunda yapılmalıdır ki, Batılı olmanın anlamı içinde, Batı’nın dünyanın geri kalan kısmına felsefe ile rehberlik etme rolü icra edilebilsin. Ne var ki, Batı felsefesinin rehber olma rolü, Kant ve Hegel gibi filozofların felsefelerine ırkçı fikirler bulaşmış olduğunu ya da John Locke gibi liberal bir düşünürün, şahsen müdahil olduğu köle ticaretinin haklılığını felsefesinde mesele haline bile getirmemiş olduğunu göz ardı ederek korunamaz. Batı felsefesinin, bir felsefeler çoğulluğu ortamında bir rehberlik misyonu taşıması, onun başkası karşısında kendi özgürlüğünün keyfiliğinin hesabını verebilmesine; kendi içindeki ırkçılığa karşı özeleştiri yoluyla daha donanımlı olmayı başarmasına bağlıdır. Bu yüzden, örgülerinde ırkçı fikirlerin bulunduğu modern Batı felsefesi tarihine ait metinler çok özenli bir biçimde okunmalıdır.

Kant’ın, Hegel’in ırkçı fikirlere sahip olduklarının gösterilmesi karşısında, felsefeciler kendi ayaklarının altındaki zeminin çekilmesinden kaynaklanan bir baş dönmesi, ürkütücü bir boşluk duygusu yaşamaktadırlar. “Hegel Ashanti Mahkemesinde” adlı makale, Hegel’in Afrika’yı nasıl gördüğünü, kullandığı seyahatnamelerde anlatılan tecrübeleri nasıl Afrikalıların aleyhine çarpıtıp abartarak, onları dünya kültürünün tarihsel gelişimine hiçbir olumlu katkıda bulunmamış halklar konumunda bıraktığını anlatıyor. Bernasconi’ye göre, Kant’la başlayan, Hegel’le doruğuna ulaşan “tarihsel gelişmeye dair bazı varsayımlar temelden ırkçı olan sömürgeci bir zihniyeti beslemiş”tir. (s. 9) “Hegel Ashanti Mahkemesinde”nin Batılı felsefeciler tarafından alımlanmasını en iyi anlatan tepki belki de şudur: “Bernasconi, Hegel’in ırkçı olduğunu göstermeye çalışıyor. Peki, ama ne yapalım Hegel ırkçıysa? Hayatımızda bir şey değişecek mi?” Daha da manidar bir tepki, Bernasconi’nin Kant’ın ırk kavramının mucidi olduğunu iddia eden makalesini sunduğu konferansta dinleyici olarak bulunan Habermas’ın tepkisidir. Rivayet odur ki Habermas yanında oturan kişiye dönüp şöyle demiştir: “Şimdi de Kant’ı elimizden almaya çalışıyorlar.” Bu ve benzeri anekdotlarla bu çalışmanın bir skandal olarak alımlandığı boyutunu hissettirmeye çalışmıyoruz. Yalnızca, sorulsa, ırkçılığa karşı olduklarını açıkça söyleyen, bundan asla şüphe etmeyen kıta Avrupa’sı felsefesinin saygın ve ilerici akademisyenlerinin, konunun felsefe tarihi içinde ciddi bir biçimde ele alınmasının önünde bir bariyer oluşturduklarını ima ediyoruz. Felsefe hâlâ fazlasıyla beyaz bir oyun. Buna karşın son iki yılda çok önemli bir gelişme olmuştur: Bernasconi’nin bu makaleleri, ABD’de ve başka ülkelerde felsefe disiplini içinde, ırk meselesini konu alan derslerde okutulmaya, hazırladığı seçkiler ders kitabı olarak kullanılmaya başlamıştır. (bkz. The Idea of Race, Robert Bernasconi ve Tommy Lee Lott (yay. haz.), Hackett Publishers Co., 2000 ve Race, Robert Bernasconi (yay. haz.) Blackwell Publishers, 2001.) Zaten bu çalışmaların amacı da bu yeni kulvarı oluşturmaktı.

Kitap, içinde bulunan Kant üstüne yazılmış bir makaleden adını alıyor. Deleuze ve Guattari, Felsefe Nedir? adlı eserde, felsefi faaliyeti, düşünürün önceden serdiği bir içkinlik düzleminde kavram icat etmesi olarak tanımlamışlardı. Bu tanım, kavramların mucitlerinin imzasını taşıdığını ima eder. Bernasconi’ye göre, “bilimsel ırk kavramı,” Aydınlanmanın en büyük düşünürü Kant tarafından imzalanmıştır. (Robert Bernasconi, bunu Race adlı seçkinin girişinde yazar. a.g.e, s. 1.) Aslında, XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren görünür nitelikleri temelinde insanları sınıflandırmak için “ırk” sözcüğü kullanılmaya başlamıştır. Ancak sözcüğün içerdiği mananın bulanıklığı yapılan çeşitli sınıflandırmalara bakılınca ortaya çıkar. Kant, 1775 yılında insanların dünyanın birden fazla bölgesinde, çok kökenli bir biçimde ortaya çıktıklarını öne süren teze (polygenesis) karşı tek kökenli oluşumu savunurken, özellikle ten rengi gibi kalıcı kalıtımsal nitelikleri açıklamak için ırk kavramına başvurmuş ve onu “açıkça” tanımlamıştır. Günümüzün bilimi “bilimsel bir ırk kavramının” olmadığını göstermiştir; çünkü “ırk” kavramına tekabül eden bilimsel bir gerçeklik yoktur. Analitik felsefeden Antony Appiah buna dayanarak, “ırk kavramı”nın sahte ve son çözümlemede boş bir kavram olduğunu, “ırkların” biyolojik anlamda bilimsel bir temeli olmadığını göstermenin ırkçılıkla mücadele etmeye yeteceğini ileri sürmüştür. (bkz. Antony Appiah, “The Uncompleted Argument: Du Bois and the Illusion of Race”, Critical Inquiry, Autumn 1985.) Bu sava karşı şunları söylemek gerekir: Irkçılık ırkın bilimsel anlamda bir gerçekliği olmadığını göstermekle bitmiyor. Zaten ırkçılığın bilimsel anlamda bir ırk kavramına ihtiyacı yoktur, çünkü onu besleyen tarihsel, antropolojik, sosyo-kültürel ve elbette ekonomik kaynaklar vardır. Ayrıca, fenomenolojik olarak bakıldığında, ırkın yaşanan tarihsel ve toplumsal bir gerçekliği vardır. Bilimsel olarak ırkın bir gerçekliği olmadığını ispatlamak, dünyada başkasının bakışı altında ırklılaştırılmış bir bedene bürünmüş olarak yaşama ve ayrımcılığa maruz kalma tecrübesinin gerçekliğini ortadan kaldırmaz. Irk kavramını biyolojinin sınırlarının dışına çıkarıp onu tarihsel, felsefi, sosyolojik, edebi, antropolojik araştırmalara dayanarak daha geniş bir anlamda ele almadan ırklı varoluşun tecrübesi de anlamlandırılamaz. Irk kavramının bilimsel bir gerçekliği olmadığı bulgusunun ortaya çıkmasına kadar geçen yüzyıllar sırasında, ırkın bilimsel bir gerçeklik olduğunun doğruluğuna inanılması ırkçılığı beslemiş, ırklılaştırılmış bedenin tarihsel ve toplumsal bir biçimde yaşantılanmasını yoğun bir biçimde belirlemiştir. Bernasconi’nin “Irk Kavramını Kim İcat Etti?” adlı makalesi bu süreci Kant’ın başlattığını öne sürdüğü için önemlidir.

Fenomenoloji ve varoluşçuluk, yaşanan tecrübenin taşıdığı anlamın araştırılmasında analitik yaklaşımlardan çok daha zengin olanaklar sunarlar. Örneğin Sartre’ın bakış fenomenolojisi, ırkçılığı, antisemitizmi, sömürgeciliği anlamada oldukça ileri bir adımı temsil eder. Siyah’ın yaşadığı tecrübeyi betimleyen Franz Fanon Merleau-Ponty’nin öğrencisidir. Bernasconi, ırksal ideolojinin kurucularından biri olarak okunan Herder’de de benzer bir fenomenoloji bulur: Herder, ona göre, hem Avrupalı kültürlerin Avrupalı olmayan kültürleri kendi standartlarıyla, bu kültürlerin tutarlılığını kuran şeyi yıkıcı bir biçimde yargılamasını eleştirdiği ve radikal bir çoğulculuk önerdiği için önemlidir, hem de “Beyazların genelde kendilerini diğer insanların onları gördükleri gibi görmekteki isteksizliklerini ya da beceriksizliklerini” vurguladığı için dikkate değerdir. (s. 100) Fenomenolojik-varoluşçu bakış açısının bir başka avantajı da, ırk sorununu cinsiyet ve sınıf kavramları ile iç içe geçmişliği içinde ele almaya olanak tanımasıdır. Politik fenomenolojiyi geliştirmeye yönelik bir yaklaşımla Sartre’a geri dönmek önümüzdeki dönemde önem kazanacak gibi görünmektedir.

KİTABIN KÜNYESİ
Irk Kavramını Kim İcat Etti?
Felsefi Düşüncede Irk ve Irkçılık
Robert Bernasconi
Çeviri: Zeynep Direk, İsmail Esiner, Tendü Meriç, Nazlı Ökten
Kapak Tasarımı: Semih Sökmen
Metis Yayınları
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Haziran 2000
4. Basım: Eylül 2015

İÇİNDEKİLER
Giriş: Felsefi Düşüncede Irk ve Irkçılık
Locke’un İnsan Hakkında Neredeyse Gelişigüzel Konuşması: Köleliğin Doğal Hukuka Dayanarak Haklılaştırılmasında Kelimelerin İkili Kullanımı
Irk Kavramını Kim İcat Etti? Aydınlanmanın Irkı İnşa Edişinde Kant’ın Rolü
Hegel Ashanti Mahkemesinde
Herder’in Avrupa-Merkezcilik Eleştirisi
Sartre’ın Bakışının Geriye Çevrilmesi: Irkçılık Fenomenolojisinin Dönüşümü
Görünümlerin Kamusal Alanında Irksal Azınlıkların Görünmezliği

Robert Bernasconi
Memphis Üniversitesi’nde felsefe profesörüdür. Bu görevinden önce on üç yıl süreyle Essex Üniversitesi’nde ders vermiş olan yazarın çalışmaları Heidegger, Levinas ve Derrida’nın felsefeleri üzerinde yoğunlaşmıştır. The Question of Language in Heidegger’s History of Being ve Heidegger in Question isimli kitaplarının yanı sıra, Gadamer’in yazılarını bir araya getiren The Relevance of the Beautiful and Other Essays’in, David Wood ile birlikte Derrida and Difference ve The Provocation of Levinas’ın ve Simon Critchley ile birlikte Re-Reading Levinas başlıklı kitapların editörlüğünü üstlenmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir