Ten ve TaşAvrupa kıtasındaki kafelerin kökeni on sekizinci yüzyıl başlarındaki İngiliz kahvehanesidir. Bazı kahvehaneler atlı araba istasyonlarına yapılan ilaveler olarak ortaya çıkmışken, bazıları da başlı başına ayrı bir işletme olarak ortaya çıkmıştır. Londra’daki sigorta şirketi Lloyd’s işe bir kahvehane olarak başlamış ve buradaki kurallar diğer kent mekanlarının çoğunda da muaşeret kurallarını belirlemiştir; Lloyd’s kahvesinde bir fincan kahve ısmarladınız mı herkesle konuşma hakkına sahip oluyordunuz.

Kahvehanede yabancıları birbiriyle konuşmaya iten şey sadece sohbetseverlik değildi. Yol koşulları, şehirdeki durum ya da iş hakkında bilgi edinmenin en önemli yolu konuşmaktı. Toplumsal mertebe farklılıkları insanların görünüşlerinde ve aksanlarında açıkça ortaya çıksa da, serbestçe konuşma ihtiyacı insanların birlikte bir şeyler içtikleri sürece bunlara dikkat etmemelerini gerektiriyordu.
On yedinci yüzyılın sonlarında modern gazetenin ortaya çıkışı konuşma itkisini iyice körükledi; odadaki raflarda sergilenen gazeteler insanlara tartışılacak mevzular veriyordu, yazılı söz konuşmadan daha kesin gibi görünmüyordu.

Ancien Regime’in Fransız kafe’si adını İngiliz kahvehanesinden alıyordu ve işleyişi büyük ölçüde onunkine benziyordu; yabancılar kafelerde serbestçe tartı­şıyor, dedikodu yapıyor ve birbirlerine bilgi veriyorlardı: Devrim’den önceki yıllarda kafedeki bu karşılaşmalardan sık sık siyasi gruplar oluşmuştu. Başlangıçta birçok farklı grup aynı kafede, mesela Sol Yaka’daki özgün Cafe Procope’da buluşuyordu;
Devrim’in patlak verdiği sıralarda ise Paris’te birbirleriyle çekişen her siyasi grubun kendi yeri vardı. Devrim sırasında ve sonrasında kafeler en çok Palais-Royal’de yoğunlaşıyordu; burada, on dokuzuncu yüzyıl başlarında, bir toplumsal kurum olarak kafeyi dönüştürecek bir deney başlatıldı. Söz konusu deney Palais-Royal’in merkezi boyunca ahşap galerie du bois’nın dışına birkaç masa koymaktan ibaretti. Açıkhavadaki bu masalar siyasi grupları örtülerinden mahrum bıraktı; bu masalar bir araya gelip komplolar kurmaktansa etrafı seyreden müşterilere hizmet ediyorlardı.
Baran Haussmann’ın Paris’in özellikle İkinci Şebeke caddeleri üzerinde bü­yük bulvarlar yaratması açık hava mekanlarını bu şekilde kullanmayı teşvik etti; geniş caddeler kafeye yayılacak çok daha fazla alan sunuyorlardı. İkinci Şebeke’deki cafeler dışında, Haussmann’ın Parisi’nde kafe hayatının iki merkezi daha vardı: Biri Grand Cafe, Cafe de la Paix ve Cafe Anglais’nin de bulunduğu Opera civarında merkez, diğeri ise en ünlü kafeleri Voltaire, Soleil d’Or ve François Premier olan Quartier Latin’deki merkez. On dokuzuncu yüzyılda büyük kafelerin müşterileri, içeceklerin fiyatı daha yoksullara pek imkan tanımadığı için, orta ve üst sınıf mensuplarıydı. Üstelik bu dev kafelerde Parisliler Amerikalılar’ın trende davrandıkları gibi davranıyorlardı; kafe müdavimi yalnız kalmaya hakkı olduğu beklentisindeydi. İnsanların bu kocaman yerlerdeki sessizliği, arka sokaklardaki cafes intimes’deki (samimi kafeler) canlı muhabbete bağlı kalan işçi sınıfı­na can sıkıcı geliyordu.

Açıkhavada, büyük kafeye ait bir masada insanın tek bir yerde oturup kalması bekleniyordu; durmadan sahne değiştirmek isteyenler barda ayakta duruyorlardı. Bu sabit bedenlere yapılan hizmetin hızı ayakta duranlara yapılanınkine görece yavaştı. Örneğin 1870’lerde en yaşlı garsonların kafelerin dış masalarına tahsis edilmesi yaygın bir uygulama haline gelmişti, bu masalarda oturan müşteriler yaşlı garsonların yavaşlıklarını dert etmiyorlardı. Teras ta kafe müdavimleri sessizce oturup gelip geçen kalabalığı izliyorlardı; kafelerde her biri kendi düşüncelerine gömülmüş bireyler olarak bulunuyorlardı.

Forster’ in yaşadığı döneme gelindiğinde Londra’da Piccadilly Circus civarında birkaç büyük, Fransız tarzı kafe açılmıştı, ama şehrin daha yaygın içme mekanı, şüphesiz, pub’du. Edward dönemi Londrası1ndaki publar, bütün sıcaklıklarına rağmen, kıta Avrupası’ndaki kuzenleri kafelerin adabı muaşeretinin bazı parçalarını benimsemişlerdi; insanlar barda ayakta dururken serbestçe konuşabilseler bile, diğer yerlerde sessizce ve tek başlarına oturuyorlardı. Londra’daki publar gibi, Paris’teki kafeler de çoğunlukla bulundukları semte hitap ediyorlardı; bulvarda, Opera ve Quartier Latin’deki kafelerde, buraları ticari olarak ayakta tutanlar turistler ya da metresleriyle birlikte takılacak yer arayan ki barlar değil müdavimlerdi.
Şüphesiz pub, sokakla mekansal olarak kafe gibi irtibat kurmuyordu; sidik, bira ve sosisin birbirine karışmış, rahatlatıcı kokularının buram buram tüttüğü bir sığınak gibi görünüyordu. Ama bir kafe terasında oyalanan Parisli de sokaktan kopuktu; kıtayı trenle sessizce kat eden Anierikalınınkine benzeyen bir alanda ikamet ediyor, sokaktaki insanlar ona sadece bir manzara, bir fon gibi gö­rünüyorlardı. Gezgin Augustus Hare 11bulvarlarda ya da Tuileries Bahçeleri1ndeki sandalyelerden birinin üzerinde yarım saat geçirince son derece oyalayıcı bir tiyatro gösterisi seyretmiş kadar oluyorsunuz, diye yazıyordu. Daha doğrusu,pubda da kafede de bu gösteri kişinin oturduğu yerde daldığı düşüncelerinin tiyatrosunda cereyan ediyordu.
Kendini seyirlik haline getiren dış kalabalık artık devrimci bir güruhun tehditkarlığını taşımıyordu; sokaktaki insanlar da bir bira ya da fine içen kişiden herhangi bir şey talep etmiyorlardı. 1808’de, Paris’te tehlikeli siyasi unsurlar arayan polis casusları kafelere sızmak için epey zaman harcıyorlardı; 1891 ‘de polis kafe casusluğuyla uğraşan büroyu tasfiye etti. Hareketli ve etrafı seyreden bireylerle dolu bir kamusal alan -Paris’te olduğu kadar Londra1da da- artık siyasi bir alanı temsil etmiyordu.

Yani koltuk gibi kafe de pasif olanla bireysel olanı birbirine bağlayan bir konfor mekanı sunuyordu; Ama bütün bunlara rağmen kafe yoğun biçimde kente ait ve kentli bir yerdi, hala da öyledir. İnsan ondan kopuk olsa bile hayatla çevreleniyordu, çevrelenir. Konfor mekanı, kent mimarisinin mekanik anlamda yalıtılmasıyla birlikte, biraz daha içselleşmiştir.

Richard Sennett
Ten ve Taş
Batı Uygarlığında Beden ve Şehir
Metis Yayınları
Çeviren: Tuncay Birken

BİRBİRİNDEN İLGİNÇ DEĞERLENDİRMELERLE TARİHE BAKIŞINIZDA DEVRİM YARATACAK BU KİTABI KESİNLİKLE ALMANIZI ÖNERİYORUZ.

Previous Story

Ressam Kemal Çelik ile Söyleşi – Ayşe Kaygusuz

Next Story

Tüm zamanların en iyi televizyon dizileri

Latest from Politika

SLAVOJ ŽIŽEK: Tabiat zaten kaotiktir, en vahşi afetleri, anlamsız ve öngörülemez felaketleri yaratmaya eğilimlidir. Bizlerse onun hain kaprislerine acımasızca tabiyiz, bizleri kollayıp gözeten Tabiat Ana diye bir şey yok. Tabiatın dengesini bozuyor filan değiliz, sadece onu sürdürüyoruz.

Sakınmanın Yolları Peki, ekolojik tehditler gerçekten de o kadar başa çıkılamaz mı? Liberal kapitalizmin bazı müdafileri çevreci harekete “XXI. yüzyılın Komünizmi” diye dudak büküyor;
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ