Lenin’i Okumamak İçin On Neden

LENİN’İ OKUMAMAK İÇİN ON NEDEN – PAUL LE BLANC

Bu kitap, insanlık tarihindeki en büyük devrimci teorisyenlerden ve örgütçülerden biri olduğu genel olarak kabul gören birinin yazılarını bir araya getiriyor: Yakınlarının sevgiyle “İlyiç” olarak hitap ettikleri, dünyanın ise kod adı Lenin ismiyle tanıdığı Vladimir İlyiç Ulyanov. Rus sosyalist hareketinin Bolşevik kanadının önderiydi; bu kanat daha sonra 1917’de şiddete dayanan bir devrimle (Fransız Devrimi ya da Amerikan İç Savaşı kadar şiddetli olmasa da) iktidara geçtikten sonra Rus Komünist Partisi adını alacaktı.
Milyonlarca insanın gözünde Lenin bir kurtarıcıydı. Ölümünden sonra “Komünist” etiketini taşıyan ülkelerde bürokratlar ve memurlarca kendi despotluklarını meşrulaştırmak amacıyla sahiplenilirken, aynı zamanda kapitalist ülkelerde güç ve ayrıcalığın savunucularınca habis ve zalim bir fanatik olmakla suçlanacaktı. Komünizmin Soğuk Savaş sonundaki çöküşü ile birlikte küresel hâkimiyet bu sonuncuların güçlü sesine geçti. Bu kitap bu hâkimiyete bir meydan okumadır.
Lenin yaşayalı ve öleli çok oluyor. O zaman sorulabilir: Bizim yaşadığımız çok farklı dünyada onu okuma zahmetine neden katlanmalı? Gerçekten de sorulması gereken bir soru bu.

İşte size Lenin’i okumamak için on tane anlamlı neden:
1. Dünya olması gerektiği gibidir ve her şey gayet iyi gidiyor.
2. Herkes özgürlükten, bir şeyler yaratmak için fırsatlardan ve toplumsal dayanışmadan yararlanıyor.
3. Her birey hayatını etkileyen kararlarda belirleyici bir söz hakkına sahip.
4. Zulüm ve sömürü yok.
5. İnsanlığın sorunlarının, toplumumuzda ve dünyamızda zenginliğin ve gücün eşitsiz yapısı ile hiçbir ilişkisi yok.
6. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmenin yolunu keşfetmek kolay.
7. İşçilerin ve ezilen halkın mücadeleleri tarihi zaman israfıdır.
8. 1917’de Rusya’da yaşanan halk devrimi anlamsız bir sapmadır.
9. Lenin kadar karmaşık biri hakkında yalnızca başkalarının söylediklerine güvenmek iyidir.
10. Günümüzün gerçekleri ve gelecek için var olan olanakların geçmişte olan bitenlerle hiçbir ilişkisi yoktur.

Ama eğer bu on fikir size doğru gelmiyorsa, elinizdeki kitabı yararlı bulabilirsiniz. Bu fikirleri yadsımak, elbette Lenin’in her şey konusunda haklı olduğu anlamına gelmiyor; ama onun fikirlerinin tarihimizi ve çağımızı anlamak isteyenler açısından işe yarayabileceğini ima ediyor.

Liberallerin ve muhafazakârların tekrar ve tekrar ileri sürdükleri “Leninizm” yorumu şöyledir. Lenin “yeni tipte bir parti”nin mimarıydı: İnsanlığı toptan dönüştürmek için iktidara geçmek amacıyla emekçi kitleleri bir koçbaşı olarak kullanmaya kararlı Marksist aydınların önderlik ettiği bir devrimci öncü parti. Tabii insanlığın böylesine dönüştürülmesinin insanlık dışı sonuçlar yaratacağı tahmin edilebilirdi.23
Aslında, “her kim sosyalizme politik demokrasi dışında herhangi bir yoldan ulaşmak isterse, kaçınılmaz olarak hem ekonomik hem de politik açıdan saçma ve gerici sonuçlara ulaşacaktır” iddiasında bulunacak Marksizmden etkilenmiş bazı demokratik sosyalistler bile vardır. Peki, bu sözleri kim söylemiş, Keir Hardie mi, Rosa Luxemburg mu, Michael Harrington mu? Hayır. Aslında bu sözler Lenin’in kendisine ait.24
Lenin’in yazılarını bir araya getiren başka kitaplar da var. Ama bu kitap onun politik düşüncesinde başlangıçtan sonuna kadar mevcut olan özgürlük ve demokrasiye bağlılığı ön plana çıkarmak amacı çerçevesinde düzenlenmiş bulunuyor. Aynı zamanda, içinde yaşadığımız “küreselleşme” çağı için önemini bir ölçüde koruyan tutarlı analitik, stratejik ve taktik yönelişini de vurguluyor. Bu kitabın araştırmacılara ve öğrencilere Lenin’in Bolşeviklerinin hızla büyümüş olan gücünü ve başarısını daha berrak biçimde kavramak bakımından yararlı olacağı umulur. Böylece, daha sonra Yosif Stalin yönetiminde billurlaşan kanlı diktatörlüğe karşıt olarak, Rus Devrimi’nin ve Komünizmin ilk yıllarının görkemini ve trajedisini öne çıkarmak mümkün olacaktır. Bu kitap aynı zamanda aktivist eğilimdeki insanlar için de yararlı olabilir.
Özellikle, Yeryüzünün ezilen ve sömürülen çoğunlukları arasında, gerçek demokrasi, küresel adalet ve özgür ve eşit insanlardan oluşan bir toplum mücadelesinin bayrağını devralmak isteyenler için.
Lenin’in temel fikirlerinin kapsamlı ama kolay okunabilir bir örneklemesini kendi sözcükleriyle sunmanın yanı sıra, bu kitap bu fikirlerin içinden çıkmış oldukları tarihsel gerçeklikle bağlarını kuran özlü bir yaşam öyküsü de içeriyor. Ayrıca, Lenin’e yönelmiş birçok eleştiri arasından, bir dizi araştırmacı ve politik hasmı tarafından yöneltilmiş bazı önemli eleştirileri inceliyor. Yer verilen metinlerin tarihsel bağlamları ile ilave bağlarını araştıran kapsamlı bir yorum sunuyor. (…)

LENİN: KISA BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ
Öncü parti ve tek parti devleti teorisi ve pratiği Leninizmin merkezi doktrini değildir (tekrarlıyorum, değildir). Merkezi doktrini değildir, özel bir doktrin bile değildir bu. Böyle değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. (…) Bolşevizmin, Leninizmin merkezi doktrinleri vardı. Biri teorikti: kapitalizmin kaçınılmaz olarak barbarlığa sürükleneceği. Bir başkası toplumsaldı: Toplum içindeki yeri, gördüğü eğitim ve sayısı itibariyle, yalnızca işçi sınıfı kötüye gidişi engelleyebilir ve toplumu yeniden inşa edebilirdi. Politik eylem bu hedefleri yerine getirmek için bir parti örgütlemekten ibaretti. Bolşevizmin temel ilkeleri bunlardı.
C.L.R. James25
Vladimir İlyiç Ulyanov, 22 Nisan 1870’te (o zamanlar Rusya’da kullanılmakta olan eski tür takvime göre 10 Nisanda) Volga Nehri üzerinde bir taşra kenti olan Simbursk’ta doğdu (kente daha sonra Ulyanovsk adı verilecekti). Önceleri oldukça mutlu bir hayat yaşayan bir ailenin altı çocuğundan üçüncüsü idi. Babası İlya Nikolayeviç Ulyanov devlet okullarında görev yapan, herkesin saygı gösterdiği bir okul müdürüydü. Annesi Aleksandrovna Blank bir doktorun kızıydı; çocuklarına okuma ve müzik sevgisi aşılayacaktı. Babası 1886’da öldü; çok sevdiği ağabeyi Aleksandır ise, 1887’de, Çar Üçüncü Aleksandır’a üniversite öğrencilerince düzenlenen başarısız bir suikast girişimine karıştığı gerekçesiyle tutuklandı ve asılarak idam edildi.
1887’nin sonunda Lenin kendisi baskıcı Çarlık rejimine karşı barışçıl bir gösteride bulunmaktan ve radikal bir politik gruba üyelikten kısaca tutuklandı. Parlak bir öğrenciydi, Kazan Üniversitesi’ne yeni girmişti; ama protesto faaliyetlerine katılması, üniversiteden derhal atılmasına ve Kazan yakınlarında, polis gözetiminde yaşayacağı küçük bir köye sürgün edilmesine yol açtı. 1888’de Kazan’a dönmesine izin verildi, ama hiçbir üniversiteye kabul edilmediği için kendi başına çok disiplinli bir çalışma sürecine girdi. 1891’de San Petersburg Üniversitesi’nde hukuk sınavlarını başarıyla geçti. Tüm zamanını devrimciliğe ayırmaya başlamadan önce avukat olarak sadece birkaç ay çalışacaktı.

BİR DEVRİMCİNİN OLUŞUMU
Lenin devrimci olduğunda, Rusya nüfusunun yüzde 90’ı yoksulluk içinde yaşayan köylülerden oluşuyordu. Ülkenin on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yaşadığı esaslı sınai gelişme sonucunda ortaya çıkan ücretli işçiler sınıfı ve aileleri ise nüfusun yüzde 7’sini oluşturuyordu. Ayrıca serbest mesleklerden ve zengin işadamlarından (burjuvazi) oluşan küçük bir “orta sınıf” vardı. En yukarıda ise güçlü bir toprak aristokrasisinin tepesinde bir mutlak monarşi mevcuttu. Demokrasinin bütünüyle yokluğu, ifade özgürlüğü üzerinde kısıtlamalar, resmi Rus Ortodoks Kilisesi dışındaki bütün dini azınlıklar üzerinde baskı, kadın hakları konusunda ciddi sınırlamalar, Rus İmparatorluğu’nda yaşayan 100’den fazla ulusal azınlığın ezilmesi (Rusya’nın “halklar hapishanesi” olarak kötü bir şöhreti vardı), ülkenin hayatına damgasını vuran özelliklerdi. Bu koşullar birçok devrimci akımın doğmasına yol açmıştı.
Lenin, on dokuzuncu yılın daha erken aşamalarında yaşayan Rus devrimcilerinden, özellikle yazar Nikolay G. Çernişevskiy’den ve Halkın İradesi (Narodnaya Volya) adıyla bilinen popülist devrimci illegal gruptan derinlemesine etkilenmişti. Bu akım, illegal yöntemlerde uzmanlaşmış, köylülük temelli bir devrim yoluyla, Rusya’nın her yerinde köylerde uzun süredir var olmuş olan geleneksel komün (bazen “mir” olarak anılır) temeline büyük ölçüde yaslanacak bir sosyalist toplum kurmayı amaçlayan idealist militanlardan oluşuyordu. Lenin, özellikle illegal örgütlenme anlayışında bu gelenekten yararlanmakla birlikte, asıl Batı Avrupa’da Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından Komünist Manifesto, Kapital, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm vb. çalışmalarda geliştirilmiş olan işçi sınıfı yönelişinden derinlemesine etkilenecekti. Bu yöneliş Rus devrimci hareketine Georgi Plekhanov tarafından güçlü bir şekilde aşılanmıştı. Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi (1899) ve benzeri çalışmalarıyla Rus Marksistleri arasında etkili bir ses haline gelecekti.
Marksistler, Rusya’nın kapitalist bir dönüşüm geçirmekte olduğunu, sanayileşmenin fabrika temelli bir proletarya yaratmakta olduğunu, bu işçi sınıfının Çarlığı devirme mücadelesinde en etkili güç haline geleceğini ileri sürüyorlardı. Marksistlere göre, Halkın İradesi’nin yaptığı gibi Çar’a ve devlet yetkililerine karşı terörist faaliyetlere (suikastler vb.) girişmektense, işçi sınıfının daha iyi çalışma koşulları ve yaşam standartları için sendikalar oluşturması, daha ileri demokratik ve sosyal reformlar uğruna kitle gösterileri düzenlemesi, demokratik devrim mücadelesine önderlik etmek amacıyla kendi partisini kurması gerekiyordu. Bu tür bir devrim, Rusya’nın (varsayılmaktaydı ki kapitalist bir ekonomi ve demokratik bir cumhuriyet çerçevesinde) ekonomik ve politik gelişmesinin yolunu açacaktı. Sonra, işçi sınıfı çoğunluk haline geldiğinde, süreç sosyalist nitelikte bir ikinci devrimle taçlanacaktı. İşçiler ekonominin kontrolünü ellerine geçirerek herkesin çıkarına uygun biçimde yürütecekti. Marksistler başka ülkelerin işçilerinin de benzer bir yönde yürümesi gerektiğini ve yürüyeceğini düşünüyorlardı.

BOLŞEVİZMİN YÜKSELİŞİ
1898’de Marksistler bu yönelişlerini ileri taşımak amacıyla Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni (RSDİP) kurdular. Daha sonra, 1901-1902’de Popülistler de rakip Sosyalist Devrimci partiyi (SR’ler) kurdular. Her iki parti de Sosyalist (ya da İkinci) Enternasyonal olarak bilinen uluslararası federasyona üye oldu. Lenin SR’lere yönelik birçok polemik kaleme aldı, ama kısa süre sonra RSDİP içinde kimi üyelerle aralarında ciddi anlaşmazlıklar belirdi. İskra (“Kıvılcım”) adlı gazetenin sayfalarında Lenin, Plekhanov, Yulius Martov ve ötekiler, işçilerin sadece işyerindeki ekonomik meseleler üzerinde yoğunlaşması gerektiğini, demokratik mücadelenin önderliğinin kapitalizm yanlısı liberallere bırakılması gerektiğini ileri süren ve “Ekonomistler” olarak bilinen ekibi eleştirmeye başladılar. Lenin ve öteki İskra’cılar, işçi sınıfının geniş katmanlarını her türlü ezilme biçimine karşı kapsamlı bir ekonomik ve politik mücadele içine çekerek Çarlığı devirecek ve işçilerin çıkarlarını ileriye taşıyacak güçlü ve merkezileşmiş bir partinin inşasını savunuyorlardı.
Lenin bu fikirleri 1902’de yayınlanan Ne Yapmalı?’da popülarize etti. RSDİP’in 1903’te Brüksel ve Londra’da toplanan ikinci kongresinde “İskra’cılar” üstünlüğü ele geçirdiler. Ama kongre bitmeden önce kendileri iki örgütlü hizbe bölünmüşlerdi: Bolşevikler (sözcük, Rusça’da “daha çok” anlamına gelen bolşe kelimesinden geliyordu, bunlar daha çok oy almışlardı) ve Menşevikler (Rusça’da “daha az” anlamına gelen menşe’den). Lenin bu bölünmenin analizini Bir Adım İleri, İki Adım Geri (1904) başlıklı çalışmasında yapacaktı. Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler, Martov ve Plekhanov’un içinde olduğu Menşeviklerin savunduğundan daha disiplinli bir parti konusunda ısrarcıydılar. Ek olarak, Menşevikler Çarlığı yıkmak için işçilerle kapitalistler arasında bir koalisyonu savunurken, Lenin (örneğin 1905 tarihli Sosyal Demokrasinin Demokratik Devrimde İki Taktiği başlıklı polemik çalışmasında) Rusya’da gerçek bir demokratik devrim yaşanması için bir işçi-köylü ittifakının ve daha sonra “proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü”nün kurulmasının gerekli olduğunu ileri sürüyordu.
Bu dönemde Lenin devrimci yeraltında, hapishanede, Sibirya sürgününde, sürgüne gittiği Rusya dışında çok tutumlu koşullar altında belirsizlik içinde bir yaşam sürdürüyordu. (Yeraltı yaşamı sırasında en yakın yoldaşlarından biri olan Nadejda Krupskaya ile 1898’de evlenmişti.) 1900-1902 arası Münih’te, 1902’den 1903’e Londra’da, 1903-1905 arası ise Cenevre’de oturdu. Lenin ve Krupskaya, RSDİP içindeki illegal Bolşevik örgütün çalışmasının koordinasyonunda hayati bir rol oynuyor, ayrıca Vperyod (“İleri”) ve Proletari (“Proleter”) türü devrimci gazetelerin üretimi ve dağıtımını kolaylaştırıyorlardı.

1905 DEVRİMİ’NDEN 1914’E
1905’te, Çar’ın birliklerinin San Petersburg’da barışçıl bir gösterinin üzerine ateş açmalarının ardından işçilerin kendiliğinden ayaklanmasının tetiklediği ve yüzlerce grev ve köylü isyanının alevlendirdiği bir devrimci yükseliş, Çarlık rejimini, politik özgürlüklerin genişlemesini ve Duma adını taşıyan güçsüz bir parlamenter organın kurulmasını da içeren bir dizi önemli reform yapmaya zorladı.
Her ne kadar Lenin başlangıçta Sosyal Demokratların Duma’ya girmesini reddetse de (bu pozisyonunu 1906’da değiştirecektir), iş yerlerinde ve işçi mahallelerinde kendiliğinden ortaya çıkan ve devrimci faaliyete yön veren işçi vekilleri sovyetlerini (konseylerini) destekleyecekti. Aynı zamanda RSDİP’i, özel olarak da Bolşevik kanadını, radikalleşen işçilerin hızla katılmasına açmaya ısrarla taraftardı. Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki politik fark daralıyor, RSDİP’in üye sayısı süratle yükseliyordu. Menşeviklerin sol kanadında olan, San Petersburg sovyetinin başkanlığını yapan Lev Trotskiy, 1904 ile 1906 arasında yazdığı makalelerde, sürekli devrim fikrini bile savunuyordu: Buna göre, demokratik devrim işçilerin köylülerden destek alarak siyasi iktidarı ellerine geçirmesine yol açacak, böylece sosyalizme ilerleyen bir geçiş dönemi açılacak, Rus devrimi daha ileri sanayileşmiş ülkelerde işçi devrimlerinin yaratılmasına yardımcı olacaktı. Lenin o dönemde bu fikri tümüyle kabul etmese dahi, daha sonra 1917 devrimine yaklaşımında bu fikrin izlerini görmek mümkündür.
Ancak, 1905’in sonunda ve 1906 yılı boyunca, Çarlığın muhafazakâr güçleri devrimci dalganın önünü kesmeyi ve daha önce yapılmış olan reformları geri almayı başardı. Devrimciler bir kez daha yeraltına girmeye veya sürgüne gitmeye zorlanıyor, birçok sol aydın demoralize oluyordu.
Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki farklılıklar yeniden keskinleşiyordu. Ama Lenin kendini aynı zamanda Aleksandır A. Bogdanov’un önderliğini yaptığı bir grup Bolşevik ile de çatışma içinde buluyordu. Bu “ültra sol” Bolşevikler sendikal çalışmayı ve başka türden reformlara yönelik faaliyetleri aşağılıyor (bunun karşısına “silahlı mücadele”yi koyuyorlardı) ve de Bolşeviklerin Duma seçimlerine katılmalarının ve Duma’ya girmelerinin anlamlı bir şey olduğu fikrini sorguluyorlardı. Lenin ise, Duma’ya girmenin devrimci sosyalistlere legal ajitasyon ve eğitim bakımından güçlü bir araç sağlayacağı ve reform mücadelelerinin işçi sınıfı hareketine deneyim ve politik etkililik sağlama olanakları yarattığı konularında ısrarcıydı. Materyalizm ve Ampiryokritisizm (1909) başlıklı bir felsefi çalışma hazırlıyor, Bogdanov ve kimilerinin Marksizmde yaptığı ciddi felsefi revizyonlar olarak gördüğü şeyleri hedef alıyordu. Öte yandan, Menşevikler arasında bütün illegal devrimci örgütsel biçimlerin yerine tamamıyla legal ve reform yönelişli yapılar getirmeyi amaçlayan bir akım olan “Likidatörler”e karşı da sert bir mücadele sürdürüyordu. Lenin aynı zamanda aralarında Trotskiy’in, hatta Bolşevik saflardan bazı isimlerin de bulunduğu, RSDİP’in birliğini korumaya çalışan “uzlaştırmacılar”a karşı da keskin eleştiriler yöneltiyordu. Legal ve illegal çalışmayı birleştiren, devrimci Marksist bir programa dayalı, kendi içinde birlik sağlamış ve disiplinli bir örgütün çeşit çeşit yönelişlere sahip olan sosyalistlerle uzlaşma arayışı içinde yaratılamayacağı sonucuna ulaşmıştı.
1912’de Lenin ve fikir arkadaşları RSDİP içindeki bütün öteki akımlardan koparak kendi ayrı Bolşevik partilerini kurdular. Yeni Bolşevik RSDİP, Pravda (“Gerçek”) gazetesini yayınlamaya başladı. Yalnızca tutarlı bir stratejik yönelişleri yoktu; üç talebin öne çıktığı berrak bir programları da vardı: işçilerin lehine sekiz saatlik işgünü; köylülerin lehine toprak reformu; demokratik bir kurucu meclis. Bu üç talep, demokratik devrimde işçi-köylü ittifakı ihtiyacını vurgulamak için kullanılıyordu. Bolşeviklerin aynı zamanda legal reform çabalarını devrimci çalışmayla birleştiren ciddi ve disiplinli bir örgütsel yapısı vardı. 1912 ile 1914 arasında Lenin’in Bolşevikleri Rus devrimci hareketindeki bütün öteki akımları geride bırakacak, örgütlü işçiler arasında hâkimiyeti ele geçirecekti.
Bolşeviklerin başarıları, baş döndürücü bir hızda büyüyen Rus işçi sınıfı içinde yeni bir radikalizasyon dalgasıyla üst üste geldi. 1912’de Lena altın madenlerinde grevci işçilere karşı devletin uyguladığı şiddet, ülkenin yoğun bir işçi sömürüsü üzerinde yükselen merkezlerinde nüfus artışıyla birleştiğinde, hatırı sayılır bir kaynaşma ve büyüyen bir protesto hareketi yaratıyordu. Bazı gözlemcilere göre, 1914’e gelindiğinde, Rusya bir başka devrimci patlamanın eşiğine ulaşmıştı.

EMPERYALİST DÜNYA SAVAŞI
Ne var ki, bu militan yükseliş Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte yatışacak, Çarlık devleti savaşı her tür muhalefeti susturmak için kullanacaktı. Sosyalist hareket, yalnızca Rusya’da değil, savaşa giren her ülkede “yurtsever” ve savaş karşıtı kanatlara bölünecekti. Rusya’da sadece daha ılımlı olan “yurtsever” sosyalistlere açık çalışma izni veriliyordu; bu da onların işçi hareketi içinde, bu dönemde baskı altına alınan Bolşevikleri gölgede bırakmasına yaradı.
Lenin, 1912’de Polonya’nın Avusturya hâkimiyetinde olan bölgesinde Krakov’a taşınmıştı. 1914’te savaş çıkınca sınır dışı edilerek İsviçre’ye yollandı. Birçok Marksist gibi Lenin de savaş çıkacağını bekliyordu. Ama İkinci Enternasyonal’in kitlesel partilerinin her birinin, özellikle de daha önce az ya da çok demokratik bir parlamenter sistem çerçevesinde Ortodoks bir Marksist partinin bizatihi örneği olarak gördüğü Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD), kendi hâkim sınıflarının “yurtsever” talepleri karşısında gösterdiği teslimiyet onu derin bir şoka uğratmıştı. Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve birkaç başka şahsiyetin dışında, SPD liderleri ya Almanya’nın savaştaki hedeflerini destekliyor ya da savaş çabasına muhalefet etmekten kaçınıyorlardı. Luxemburg ve devrimci solda duran başkalarıyla birlikte, Lenin emperyalizmi (çeşitli “büyük güçler”in saldırgan ekonomik yayılmacılığını) başlayan katliamın esas müsebbibi olarak görüyordu. Bu savaşta rakip ülkelerin işçilerinin birbirlerini öldürmeye teşvik edilmesi onu öfkeden çılgına çeviriyordu; Almanya’nın “Ortodoks Marksizm” sembolü Karl Kautsky’yi, işçi sınıfı enternasyonalizmine ihaneti rasyonalize ettiği için hiç affetmeyecekti.
1914-1917 döneminde Lenin çabasını savaşa karşı bir devrimci sosyalist muhalefet geliştirme konusuna yoğunlaştırdı. Zimmerwald ve Kienthal konferanslarında, savaş karşıtı birtakım sosyalist akımlarla birlikte, İkinci Enternasyonal’in kendi uzlaşmaz savaş karşıtı beyanlarına sadık kalmamasını eleştirdi; yeni bir Enternasyonal, bir Üçüncü Enternasyonal kurulması gerektiğini savundu. Aynı zamanda, Birinci Dünya Savaşı’nın ekonomik temellerini araştırdığı bir çalışma hazırladı: Emperyalizm. Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (1916). İlaveten, milliyetçiliğin eleştirel bir analizini yaparak ileri ve ezen kapitalist “büyük güçler”in (devrimcilerin desteklememesi gereken) milliyetçiliği ile “büyük güçler” tarafından ezilen ve sömürülen halkların (devrimcilerin desteklemesi gereken) milliyetçiliği arasında bir ayrım geliştirdi. Bu bakış açısı, yani Asya, Afrika ve Amerika kıtalarındaki “beyaz olmayan” mazlum halkların kurtuluş mücadelelerine değer verilmesi ve bunların desteklenmesi, daha önceki Marksistler arasında yaygın değildi.
Bu dönemde Lenin aynı zamanda aslında politikaları kendisine en yakın olan Bolşevik olmayan devrimcilerle, en önemlisi de Luxemburg ve Trotskiy ile de tartışmaya girişti. Luxemburg’un (“Junius Broşürü”nde) ve Trotskiy’in (Savaş ve Enternasyonal’de) derhal barış çağrısını ve Avrupa Sosyalist Birleşik Devletleri savunusunu reddederek akla gelebilecek en bükülmez sloganı ileri sürdü: “Emperyalist Savaşı İç savaşa Dönüştür!” Her ne kadar bu sloganı yalnızca Grigori Zinovyev gibi en yakın çalışma arkadaşları kabul etmiş olsa bile, slogan Lenin için çok önemli idi, çünkü, Kautsky ve (Fransa’da) Jean Longuet gibi “ortayolcu” Sosyal Demokratlarla en ufak bir uzlaşmayı olanaksız kılıyordu. (Bunlar, 1916’ya gelindiğinde, başlangıçta benimsedikleri savaşı kabullenen tavırlarından geri adım atmışlardı, ama kendi partilerinin savaş taraftarı çoğunluklarından kesin bir kopuş konusunda isteksiz davranıyorlardı.) Lenin, savaş yorgunu kitlelere gerçek bir sosyalist dönüşüm yolunda önderlik etmenin, yalnızca sosyalistlerin bu tür uzlaşmacılardan kopartılması yoluyla mümkün olacağına inanıyordu.

ÇARLIĞIN ÇÖKÜŞÜ VE “İKİLİ İKTİDAR”IN YÜKSELİŞİ
Rusya içinde savaşa ilişkin yükselen düş kırıklığı, işçiler ve köylüler arasında yeni bir radikalizm dalgası yaratıyordu. Mart 1917’de Dünya Kadınlar Günü’nde Petrograd’da (San Petersburg’un adı 1914’te değiştirilmişti) kadın işçilerin başlattığı kendiliğinden bir ayaklanma, Rus ordusu (büyük ölçüde “üniforma altında köylüler”den oluşuyordu) ayaklanan işçilere katılıp Çarlık hükümetine karşı tavır alınca başarılı bir devrime dönüştü. Devletin yetkileri demokratik olarak seçilmiş işçi ve asker vekilleri konseyleri (sovyetleri) tarafından ve aynı zamanda Duma’daki politikacıların kurduğu kapitalizm yanlısı bir Geçici Hükümet tarafından üstlenilince bir “ikili iktidar” durumu doğdu. Birçok SR ve Menşevik, hatta bazı Bolşevikler de Geçici Hükümeti destekliyordu. Lenin Nisan 1917’de sürgünden dönerek bu yaygın yönelişe meydan okuyacaktı.
Çarlık rejiminin devrilmesinin hemen ardından Lenin can havliyle Rusya’ya dönmenin yolunu aramaya başlamıştı. Hükümetleri Lenin’i Rusya’nın savaşmaya devam etmesi konusunda bir tehdit olarak gören Büyük Britanya ve Fransa ona kendi ülkelerinden geçiş izni vermemişlerdi. Ama benzeri nedenlerle Alman hükümeti Lenin’e ve bütün öteki Rus sürgünlerine Almanya’dan geçiş izni verdi. Lenin’e düşman olanlar daha sonra bunu (ve Bolşeviklerin Almanya’dan almış olduğu iddia edilen parayı) kullanarak ona “Alman ajanı” diyerek çamur atacaklardı.
Lenin Petrograd’a varır varmaz Geçici Hükümet’in Rusya’nın savaşmasını engelleyemeyeceğine, kentlerde işçilerin yeterince yiyecek bulmasını sağlayamayacağına, köylülere toprak vermek amacıyla soyluların büyük malikânelerini dağıtamayacağına işaret ediyordu. Dolayısıyla, ona göre, işçiler ve devrimciler Geçici Hükümet’e hiçbir şekilde destek vermemeliydiler. Bunun yerine “bütün iktidar sovyetlere!” talebini ve “barış, ekmek, toprak!” şiarını ileri sürmeliydiler. Demokratik devrim, köylülük tarafından desteklenen bir işçi sınıfı devrimine dönüşmeliydi. Bu gelişme Almanya, Avusturya-Macaristan ve Fransa gibi ülkelerin savaş yorgunu ve radikalleşmekte olan işçilerini sosyalist devrim yolunda Rus yoldaşlarına katılmaya teşvik edecekti.
Bu “Nisan Tezleri”, önde gelen birçok Bolşevik de dahil olmak üzere, Rusya’nın sosyalistlerinin çoğunu şoka uğratacak, ama kısa sürede partinin tabanını ve Trotskiy gibi eski karşıtlarını Lenin’in saflarına kazanacaktı. Temmuz 1917’ye gelindiğinde, Bolşevikler, artık ılımlı bir sosyalist olan Aleksandır Kerenskiy’in yönetimine geçmiş olan Geçici Hükümet’e karşı bir kitle gösterisinin başını çekiyordu. Gösteri şiddet eylemlerine dönüşünce Geçici Hükümet baskıya başvurdu. Yeni kazanılmış ama büyük itibar sahibi olan Trotskiy de dahil olmak üzere, birçok Bolşevik tutuklandı, Lenin ise sınırı geçerek Finlandiya’ya kaçtı. Orada klasik Marksist çalışmasını, Devlet ve Devrim’i yazmaya başladı. Bu kitap işçi sınıfı devrimi ve sosyalist gelecek konusunda liberter ve demokratik bir vizyon sunuyordu. Olaylar o noktaya gelmişti ki, Lenin, çalışmasını bitiremeden önce, Bolşevik Merkez Komitesi’ne iktidarı devrimci yoldan ele geçirme konusunda pratik bir çağrı çıkarmayı olanaklı gördü.
Olayların böyle gelişmesinde karşı devrimci hasımlar kilit bir rol oynamıştı. Eylül 1917’de General Lavr Kornilov hem Geçici Hükümeti hem de sovyetleri devirmeyi amaçlayan sağcı bir askeri darbe düzenledi. Geçici Hükümet bütün devrimci militanları serbest bırakarak silahlandırdı. Bolşevikler, Menşeviklerle, SR’lerle, anarşistlerle ve başka gruplarla el ele vererek devrimi savundular. Kornilov yenilgiye uğratıldı, birlikleri devrimci ajitatörlerin etkisi altında eridi.

BOLŞEVİK DEVRİMİ VE RUS İÇ SAVAŞI
Gizlendiği yerden Lenin yoldaşlarına ısrarla Bolşeviklerin bir ayaklanma örgütleyerek sovyet iktidarını kurmaları için basınç yapıyordu. Lenin’in en sıkı izleyicilerinden iki Bolşevik, Grigori Zinovyev ve Lev Kamenev bu kadar cüretkâr bir adıma karşı çıkıyorlardı; ama yalnızca parti içinde değil, işçi sınıfının ve köylülüğün gittikçe büyüyen kesimlerinde var olan devrimci heyecanın içinde sesleri duyulmaz oldu. SR’lerde yaşanan bölünme Bolşevik taleplerini destekleyen güçlü bir sol kanadın oluşmasına yol açtı. Sovyetlerin kendisi (1905’te olduğu gibi başlarında yine Trotskiy vardı) artık “bütün iktidar sovyetlere!” tutumunu benimseyerek Trotskiy’in yönetiminde bir Askeri Devrimci Komite aracılığıyla Geçici Hükümeti deviren bir ayaklanma örgütleyecekti.
Rusya’da, modern takvime göre aslında 7 Kasım 1917’de gerçekleştirilen olaylı ama göreli olarak kansız Ekim Devrimi, dünyanın dört bir yanında memnuniyetsiz kitleler tarafından bir umut ışığı olarak görülecekti. Yirminci yüzyılın ana gelişmelerinden biri olan bu devrim, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin oluşumu ve modern Komünizmin yükselişi ile sonuçlanacaktı.
İlk Sovyet hükümeti olan ve (kısa süre sonra örgütlerine Komünist Parti adını verecek olan) Bolşevikler ile Sol SR’lerin bir koalisyonundan oluşan Halk Komiserleri Konseyi’nin (Sovyet Narodnıkh Komossarov ya da Sovnarkom) başında Lenin vardı. Yeni rejim Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmesini sağlamak amacıyla Almanya ile barış müzakerelerine girdi. Alman hükümeti barış anlaşmasının önkoşulu olarak toprak ve mali tavizler konusunda katı taleplerde bulundu. Sol SR’lerin, hatta Lenin’in kendi partisinin Sol Komünist adını taşıyan bir hizbinin de dahil olduğu birçok devrimci, tavizlere karşı çıkarak Alman emperyalizmine karşı devrimci bir savaş çağrısı yapacaktı.
Brest-Litovsk’taki Rus müzakere heyetinin lideri olarak barış görüşmelerini Alman emperyalist savaş hedeflerini teşhir etmek ve Alman hükümetinin “başı üzerinden” Alman kitlelerine seslenmek için kullanan Trotskiy, Almanya’nın genç Sovyet cumhuriyetine karşı askeri operasyonlara girişmesinin Alman işçi sınıfı tarafından ordu içinde ayaklanmalar ve grevlerle engelleneceğini umarak bir ara pozisyon savunuyordu. Trotskiy’in savunduğu, ne Almanların Brest-Litovsk diktat’ına teslim olmak ne de gerçekte mevcut olmayan bir Rus ordusuyla savaşa yeniden başlamaktı. Bu orta yol tutumu başlangıçta Sovyet hükümetince benimsenecekti; ama umulan kitle grevleri ve ayaklanmalar gerçekleşmeyince ve Alman ordusu kahredici bir taarruza geçince, Trotskiy “ne savaş ne barış” önerisini geri çekerek Lenin’le aynı pozisyona geldi.
Birçok Bolşeviğin ve SR’lerin çoğunluğunun kızgın muhalefetine rağmen Lenin Rusya’nın barışa ihtiyacı olduğu konusunda ısrar ediyor ve şimdi daha da katılaşmış olan Alman taleplerinin kabulünü küçük bir çoğunlukla onaylatıyordu: Sonuç Brest-Litovsk Antlaşması idi (3 Mart 1918). Sol SR’ler hükümetten çekiliyor ve şiddete dayalı bir muhalefet yaklaşımını benimsiyordu. Sağ SR’ler, hatta bazı Menşevikler de açıkça düşman bir tavır takınmışlardı. Kapitalizm yanlısı ve Çarlık yanlısı güçler yeni rejimi devirme konusunda kararlıydı; aralarında Büyük Britanya, Fransa, ABD ve Japonya da olan bir dizi yabancı ülke de onlarla aynı yoldaydı. Bu dönemde, aralarında Britanya, Çekoslovakya, Finlandiya, Fransa, Almanya, Japonya, Polonya, Romanya, Sırbistan, Türkiye ve Birleşik Amerika da olan yabancı ülkeler, değişik anlarda, gittikçe tırmanan, vahşi bir iç savaşta, askeri güçlerini de kullanarak karşı devrimci Rus güçlerini desteklediler. İşçi ve köylü kitleleri, devrimin kazanımlarını savunmak için yeni kurulmuş olan Kızıl Ordu’ya katılıyorlardı. Gereğinden erken yapılan kamulaştırmaların hızlandırdığı ekonomik çöküntü ve yeni hükümetin deneyimsizliği ve kaçınılmaz hataları bu çabaların etkisini zayıflatıyordu.
1918’de bazı SR’ler suikast girişimlerinde bulundular; bazı Bolşevikler hayatını yitirirken Lenin de bunlardan birinde ciddi şekilde yaralandı. Buna cevaben, Lenin’in inisiyatifiyle kurulan ve başına Feliks Cerjinskiy’in getirildiği Çeka (özel güvenlik güçleri) “devrimin düşmanları” olarak algılanan herkese yönelik olarak tutuklamalara ve infazlara dayanan bir Kızıl Terör kampanyası başlattı. 1918’in başında, Sovnarkom, temsili olmadığını düşündüğü Kurucu Meclis’i, bu kurumun çok daha derinlemesine demokratik olan sovyet demokrasisinin gerisinde kaldığı gerekçesiyle lağvetmişti. Ama 1919’a gelindiğinde bu demokrasi büyük ölçüde buharlaşmıştı. Komünistlerin muhalif sol partileri baskı altına almasının ve işçi sınıfının (ekonominin kendisi çöküntü içinde olduğundan) bir politik güç olarak göreli çözülüşünün sonucunda, sovyetler, Sovnarkom’un ve Komünist Parti’nin kararlarına noter görevi yapan boş kabuklar haline gelmişti.
Komünizm karşıtı karşı devrimcilerin (“Beyazlar” olarak biliniyorlardı) kanlı saldırılarına cevaben Komünistlerin (“Kızıllar”) gaddarca politikaları daha da derinleştirildi. Gittikçe daha fazla gerici ve Çarlık yanlısı generallerin önderliğine geçen Beyazlar, çoğu zaman Komünizm düşmanlığını demokrasi karşıtlığıyla, işçi sınıfı düşmanlığıyla, köylü düşmanlığıyla ve anti-Semitizmle birleştiriyorlardı. Buna rağmen, yabancı ülkelerin hükümetleri, kendi işçi sınıflarına “kötü örnek” olacağından korktukları bu deneyimi sona erdirmek için Beyazlara yüklü maddi yardımda bulunuyorlardı.
Lenin ve Rus Komünistleri, sosyalist devrimin başka ülkelere yayılmasının kendi devrimlerinin nihai zaferi için hayati bir önem taşıdığı kanaatindeydiler. 1919’da Komünist Enternasyonal’in (Üçüncü Enternasyonal) ilk kongresini topladılar; böylece dünyanın her yerinde Komünist partilerin kuruluş süreci başlatılmış oldu. Bu yeni partilerin, (işçi sınıfının çoğunluğunun desteği olmadan iktidarı ele geçirme girişiminde bulunma veya “sırf” reformlar uğruna mücadele etmeyi reddetme türünden) “ültra sol” hatalara düşebileceği kaygısı, Lenin’i 1920’de “Sol” Komünizm. Bir Çocukluk Hastalığı kitabını yazmaya sevk etti. Komünist Enternasyonal’in ikinci ve üçüncü kongrelerinde, Komünistlerin kapitalistlerin ve gericilerin saldırılarına karşı işçilerin haklarını korumak ve ilerletmek amacıyla kendilerinden daha ılımlı sosyalistlerle güç birliği yapmasını öngören “birleşik cephe” taktiğini savundu. (Bu taktik, aynı zamanda, işçilerin çıkarları uğruna en etkili mücadeleyi verdiğini kanıtlayacak olan Komünistlerin artan sayıda işçi tarafından desteklenmesini sağlayacaktı.) Lenin, yeni Sovyet cumhuriyetinin geleceğinin ancak işçi sınıfı devriminin başka ülkelere yayılması yoluyla güvence altına alınabileceğine ilişkin inancından hiç vazgeçmedi, ama bu umutlarının gerçekleştiğini görmeye ömrü yetmeyecekti.

“SAVAŞ KOMÜNİZMİ”NDEN YENİ EKONOMİ POLİTİKASI’NA
Lenin’e göre, Rus iç savaşı sırasında kendisi ve yoldaşları büyük hatalar yapmışlardı. Örneğin, istilacıları püskürten Kızıl Ordu (Lenin’in desteğiyle, buna karşılık Kızıl Ordu’nun komutanı Trotskiy’in itirazlarına rağmen), Polonya işçileri ve köylülerinin devrimci biçimde ayaklanmasını kışkırtma umuduyla Polonya’yı istila etmişti. Sonuç, şiddetli bir karşı saldırının Rus birliklerini Polonya topraklarından püskürtmesi olmuştu.
Hataların en büyüklerinden biri “Savaş Komünizmi” adı verilen politikanın uygulanması olmuştu. Geniş kapsamlı kamulaştırmalar sanayiyi biçimsel olarak, devletin deneyimsiz ellerine teslim etmişti; katı bir merkezi planlama uygulama girişimleri ise, ekonomiye otoriter ve bürokratik unsurları sokuyordu. Ayrıca, tarım üzerinde devlet kontrolü sağlamak amacıyla, “yoksul köylüler”i “zengin” olduğu iddia edilen köylülere karşı kışkırtma çabalarına da girişilmişti. Bu tür sanayi ve tarım politikaları kırtasiyenin yaygınlaşması, darboğazlar ve kıtlıklarla sonuçlanıyor, işçiler arasında memnuniyetsizlik, köylüler arasında ise öfke yaratıyordu.
Yaygın inanca aykırı olarak, bu politikalar hiç de geleceğin ideal komünist toplumuna “kestirmeden” ulaşma çabasının ürünü değildi; Marx, komünizme ancak yüksek emek üretkenliği, bolluk ve üretim araçlarının gerçekten demokratik tarzda kontrolü temelinde yaşanacak uzun bir dönemden sonra ulaşılabileceğini vurgulu biçimde belirtmişti. Savaş Komünizmi’nin politikaları akla yakın biçimde ancak iç savaş ve işgal koşullarında çaresizlik içinde başvurulan olağanüstü önlemler olarak gerekçelendirilebilirdi. 1921’e gelindiğinde, Savaş Komünizmi deneyimi köylü isyanlarına ve daha önce Bolşevizm yanlısı olan, Petrograd’ın hemen dışındaki Kronştadt donanma üssünde işçilerin ve denizcilerin ayaklanmasına yol açmıştı.
Daha önce Trotskiy de dahil bazı Komünistlerin önermiş olduğu yeni politikaların benimsenmesine Lenin bu aşamada öncülük edecekti. 1921’de Yeni Ekonomi Politikası (Rusça kısaltmasıyla NEP) kabul edilerek kırsal bölgelerde küçük ölçekli kapitalist üretime ve ekonominin tamamında piyasa mekanizmasının geri dönüşüne izin verildi. İleriki yıllarda Bolşevik teorisyenlerden birinin, Nikolay Buharin’in adı, NEP reformlarının muhafaza edilmesiyle özdeşleşecektir. Bu tür değişimler iç savaşın ve dış müdahalenin sona ermesi ile birleşince ekonomide iyileşmelere yol açıyor ve yaralı Sovyet cumhuriyetinde milyonlarca insana yararlı sağlık, eğitim ve sosyal refah alanlarında önemli politikaların uygulamaya konmasına olanak yaratıyordu.
Ama öte yandan Lenin’in önderliğinde Komünist Parti siyasi iktidar üzerindeki tekelini güçlendirmek, hatta bir olağanüstü önlem olarak ilk kez hizipleri yasaklayarak demokrasiyi parti içinde dahi kısıtlamak üzere önlemler alıyordu. Özel olarak, sendika önderi Aleksandır Şlyapkinov ile feminist aydın Aleksandra Kolontay’ın önderliğinde kurulan ve devlet aygıtı ve ekonomi üzerinde işçi sınıfının daha çok kontrol sahibi olmasını savunan İşçi Muhalefeti’nin fikirlerini ifade etmesi engellenmiş oluyordu. Bu önlemler, dar ve baskıcı bir diktatörlüğün kalıcı olarak gelişmesi açısından hem emsal oluşturacaktı hem de bir çerçeve.

LENİN’İN NİHAİ YENİLGİSİ VE MİRASI
Lenin, kendi ifadesiyle, Sovyet cumhuriyetinin “bürokratik olarak yozlaştığı” konusunda gittikçe kaygılanıyordu. Mayıs 1922’de bir felç geçirdi, sonbaharda ise çalışmaya dönecek kadar toparlandı, ama Aralıkta bir ikinci felç onu tekrar yatağa düşürdü. Bu dönemde, 1923’ün ilk aylarına kadar, dikkatini, Komünist Partisi’ni ve Sovyet hükümetini pençesine almaya başlayan bürokratik despotizmi aşmanın ve devlet aygıtı üzerinde işçi ve köylülerin kontrolünü güçlendirmenin yolları üzerinde yoğunlaştıracaktı.
Lenin bazı parti liderlerinin Ruslar dışındaki milliyetlere karşı baskıcı politikalar benimsenmesi yolundaki eğilimine karşı çıkıyordu. Bunların başında, 1922’de partinin genel sekreteri olmuş olan Yosif Stalin vardı. Ayrıca, Lenin demokratik merkeziyetçilik kavramını “tartışma özgürlüğü, eylem birliği” olarak görmüşken, şimdi parti aygıtını yürütmekte olan Stalin ve çevresindekiler kavramı çarpıtıyorlardı: Bürokratik bir “merkeziyetçilik” parti içi demokrasiyi kovuyordu. Amaç kendi politikalarının sorgulanmasının engellenmesi ve muhalefetin bastırılmasıydı.
Lenin parti içinde kendi pozisyonları doğrultusunda mücadele amacıyla Trotskiy’le bir ittifak arayışı içine girdi ve karşı çıktığı eğilimlerin önde gelen temsilcisi olarak belirlediği Stalin’den kesin biçimde koptu. Son vasiyetinde Stalin’in parti liderliğindeki pozisyonundan alınmasını talep edecekti. Ama Mart 1923’te üçüncü bir felç onu tamamen aciz kıldı. 21 Ocak 1924’te Moskova dışındaki Gorkiy köyünde bulunan kır evinde son bir ölümcül inme geçirdi. Gösterişli bir devlet töreninden sonra Lenin’in mumyalanmış cesedi Moskova’daki Kızıl Meydan’da bir anıt kabre yerleştirildi.
Sovyetler Birliği’nde milyonlarca insan ve dünyanın her yanında Komünistler ve devrimciler Lenin’in yasını tuttu; ama Stalin rejiminin daha sonraki politikaları bir yandan Lenin’le abartmalı tarzda özdeşleşirken, bir yandan da terk edildi. Kendisi daha hayattayken, “proletarya diktatörlüğü” (yani işçi sınıfının politik hâkimiyeti) olarak gördüğü rejim, güç koşullarda, bir tek parti diktatörlüğüne doğru yozlaşmıştı. Ama ölümünden sonra bu rejim, her şeyden önce bürokratik yöneticilerin maddi ve öteki ayrıcalıklarını savunan acımasız bir bürokratik despotizme doğru evrildi.
Lenin’e hayattayken en yakın olanlar, otoritelerinin Stalin’in politik aygıtınca ezildiğini göreceklerdi. Bunların çoğu ileride, Komünistlerin ve başka türden devrimciler arasından yüz binlerce gerçek ya da muhayyel muhalifin ortadan kaldırıldığı 1930’lu yıllardaki temizliklerde öldürülecekti. “Leninizm”in bu Stalinist versiyonuna alternatifler, özellikle Trotskiy ve Buharin tarafından ayrı ayrı geliştirilecekti. Ama 1943’te Stalin tarafından lağvedilen Komünist Enternasyonal’de ve dünya Komünist hareketinde Stalin’in yönelişi baştan aşağı hâkim hale gelecekti. Stalin 1956’da daha sonraki Komünist liderler tarafından mahkûm edildiğinde bile, onun adını çağrıştıran bürokratik sistem ve demokratik olmayan yöntemler ayakta kaldı.
1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte bir sembol ve bir teorisyen olarak Lenin’in etkisinin ne ölçüde devam edeceği soruları sorulmaya başladı. Lenin siyaset teorisinin birçok boyutuyla ilgilenmişti, ama onu başkalarından ayırt eden katkısı Rusya’da 1917’de bir sosyalist devrim yapabileceğini kanıtlamış olan bir partinin tasarlanması ve örgütlenmesidir. En sert eleştiricileri için bile Lenin’in politik namusu ve kişisel çıkarlara kayıtsız kalışı, ayrıca yirminci yüzyılın en büyük devrimcilerinden biri sıfatıyla tarihteki yeri tartışma ötesidir. Politik yelpazenin değişik renklerinden insanlar arasında hararetli biçimde tartışılan şey, Lenin’in gelecek için ne önem taşıdığıdır; bu da elbette hayatını, yazdıklarını ve eylemlerini nasıl yorumlayacağımıza bağlı bir şeydir.

LENİN’E ELEŞTİRİLER
[Özgürlüğün zorunluluğa teslim oluşunda, Marx] kendisinden önce devrim konusundaki öğretmeni Robespierre’in yaptığını, kendisinden sonra ise en büyük öğrencisi Lenin’in, bugüne kadar Marx’ın öğretisinden esinlenmiş olan en önemli devrimde yapacağını yaptı. Bütün bu teslimiyetleri, özellikle de Lenin’de görülen sonuncusunu, önceden belirlenmiş şeyler olarak görmek âdet haline gelmiştir; bunun ana nedeni, bu insanların her birini ve yine en çok Lenin’i yalnızca birer haberci olarak değil de kendi başlarına düşünmeyi zor bulmamızdır. (Belki kaydetmeye değer ki, Lenin, Hitler ve Stalin’den farklı olarak, yalnızca “daha iyi” değil, aynı zamanda karşılaştırılamaz derecede yalın bir insan olduğu halde, son sözü söyleyecek biyografi yazarını henüz bulmamıştır; bu, belki de onun yirminci yüzyıldaki rolünün çok daha ikircikli ve anlaşılması güç oluşundandır.)
Hannah Arendt26
Kesinlikle Leninist olmayan araştırmacı Robert C. Tucker’a göre, yirminci yüzyılın devrimcileri arasında, Lenin “birçok bakımdan en dikkat çekeni ve en etkilisiydi.”27 Belki de bu yüzden, bazıları acımasız olan sayılamayacak kadar çok eleştirici ordusunu üzerine çekmesi doğaldır. Lenin’i anlamak isteyenler için bu orduların arasında yolunu bulabilmek gereklidir; hiç kuşku olmasın, bunu yaparken öğrenilecek çok şey de vardır.
Lenin’e yöneltilebilecek çok eleştiri vardır. Ancak, eleştirinin karakterini eleştiricinin politik yönelişinden ayırmak çoğunlukla olanaksızdır. Burada tam bir tarama yapmak olanaksızdır. Ama dört etkili yaklaşımın ele alınması, durumu örneklemek açısından yararlı olabilir:
• Genel olarak devrimin, özel olarak da sosyalizmin demokratik ve eşitlikçi ideallerinin arzu edilir olduğunu yadsıyan, dolayısıyla Lenin’i bunlara bağlılığı dolayısıyla mahkûm eden muhafazakâr bir eleştiri;
• Sosyalizmin demokratik ve eşitlikçi ideallerini kucaklamakla birlikte, Lenin’in, ister istemez bunların tersini getiren devrimci ütopyacılığını karşısına alan bir eleştiri;
• Demokratik ideallere sözde destek veren ama bunların gerçekleşmesine ilişkin pratik bir kaygı duymayan, aynı zamanda Lenin’de gerçekten demokratik özelliklerin varlığını yadsıyan, 1946-90 arasında Soğuk Savaş’ın anti-komünist haçlı seferine yazılmış araştırmacılarda özellikle hâkim olan bir eleştiri;
• Yirminci yüzyılın sonu ile yirmi birinci yüzyılın başının radikal aktivistleri arasında görülen, demokratik ve liberter ideallerin gerçekleşmesi yolunda ilerleme konusunda pratik kaygıları yoğun bir şekilde yaşayan, Lenin’i bu tür bir çabanın önünde bir engel olarak gören bir eleştiri.

MUHAFAZAKÂR ELEŞTİRİLER
Lenin’den hoşlanmayan birçok biyografi yazarından biri olan muhafazakâr Stefan T. Possony, Lenin’i şöyle betimliyor:
Kendini hep haklı gören, kaba, talepkâr, acımasız, despot, formalist, bürokratik, disiplinli, kurnaz, hoşgörüsüz, inatçı, tek yanlı, kuşkucu, mesafeli, asosyal, soğukkanlı, hırslı, hedefini bellemiş, intikam düşkünü, kindar, garez tutan, tehlike ile yalnızca kaçınılmaz göründüğünde yüz yüze gelebilen bir korkak: Lenin tümüyle kendine düşkün bir adamdı ve bu konuda bütünüyle huzurluydu.
Daha da ünlü bir başka muhafazakâr, Winston Churchill, her ne kadar Lenin’de daha hoş kişisel özellikler olduğunu teslime yanaşsa da, 1929’da şöyle yazıyordu:
Erkeklerin ve kadınların hayatının imha edilmesinde hiçbir Asyalı fatih, ne Timurlenk, ne de Cengiz Han onun şanına yaklaşabilir. (…) Lenin Büyük Reddiyeci idi. Her şeyi reddediyordu. Tanrı’yı, Kralı, Ülkeyi, ahlâkı, antlaşmaları, borçları, kiraları, faizi, yüzlerce yılın yasalarını ve âdetlerini, yazılı veya üstü kapalı her tür sözleşmeyi, olduğu haliyle insan toplumunun bütün yapısını reddediyordu.
Possony’nin sözcükleriyle, Lenin “özgürlük ile totalitarizm arasında dünya çapındaki büyük mücadele”yi başlatan kişiydi. Bu, Churchill’in 1919’da Lenin ve Bolşevikleri hakkındaki yargısı ile tutarlıdır:
Onların savaşı, uygar topluma karşı hiçbir zaman sona eremeyecek bir savaştır. Onlar varlıklarının ilk koşulu olarak, dünyada şu anda geçerli olan bütün kurumların ve her Devlet ve Hükümetin devrilmesinin ve yıkılmasının peşindeler. Onlar da dünya çapında, uluslararası bir Cemiyet istiyorlar, ama her ülkedeki mağlûpların, canilerin, uyumsuzların, isyankârların, hastalıklıların, meczupların, çılgınların Cemiyeti bu; onlar ile tarihin şafağından bu yana inşa etmeyi başarabildiğimiz uygarlık düzeni arasında, Lenin’in haklı olarak ilan ettiği gibi, ne mütareke olabilir, ne anlaşma.28
Ancak, işaret etmek gerekir ki, hem Possony, hem de Churchill, kendileri gibi düşünenlerin çoğu gibi, bazı insanların, bazı sınıfların, bazı halkların ötekilere göre üstün olduğu bilgisinden pek emindirler. Üstün entelektüel ve kültürel özelliklere sahip olanların, eşitlik ve “halkın yönetimi” gibi ütopik anlayışlar adına devrilmesini amaçlayan devrimlerin uygarlığın dokusunu imha ettiğini ve böylece kargaşa ve despotizmin yolunu açtığını da bilmektedirler. Elbette, bu bakış açısından bakıldığında, mevcut toplumsal düzeni devirerek özgür ve eşit insanlardan oluşan yeni ve radikal biçimde demokratik bir toplum oluşturmaya gönül vermiş olan Lenin bir canavardır.29
Öyleyse, klasik muhafazakâr varsayımları paylaşmayanlar, Lenin hakkındaki bu spesifik değerlendirmeyi sorgulamak için yeterli bir zemine sahiptirler. Kuşkusuz, büyük devrimciyi keskin biçimde eleştirmek, ne Churchill’in gerici belâgatına ne de Possony’nin karakter katli eğilimine bağlıdır. Aslında, Lenin’i gerçekten tanıyanlar, dürüst kaldıkları sürece, onun kişisel olarak aşağılanmasına katılamazlardı. Lenin’i kişisel olarak tanıyan ve 1916’da onu ve hayat arkadaşı Nadejda Krupskaya’yı İsviçre’deki sürgün dönemlerinde ziyaret etmiş bulunan Menşevik Rafael Abramoviç gibi bir keskin politik hasma göre bile, “evindeki Lenin’den daha basit, daha iyi yürekli, daha az gösteriş meraklısı birini düşünmek bile zordur.” Bir başka Menşevik önder Yulius Martov’a göre de, “Lenin’in kişiliğinde kişisel bir gururun hiçbir işareti yoktu”, “başkalarının yanındayken, kendi bilgisiyle caka satacağına bilgi kazanmak için fırsat arardı.”30
İlginç bir şekilde, bu tür görüşler, Rusya’da doğmuş olan ve anti-komünist sağcılar arasında ünlü bir şahsiyet haline gelen ABD’li bir gazetecinin, Isaac Don Levine’in eski bir kitabı aracılığıyla yeni kuşaklara aktarılmıştır. Lenin’e tavizsiz bir eleştirellikle yaklaşan, ama hayatının ayrıntılarına ilişkin bir duyarlılıkla örülmüş olan 1924 tarihli portresinde (Churchill’in 1929’da söylediklerinin kaynağı olduğuna kuşku yok), Levine dar politik sınırların üzerine çıkar. Yazar komünist önderin “çocuklarla ilişki kurmaktan ve onları eğlendirmekten gerçek bir haz duyduğunu”, “okşamayı ve oynamayı sevdiği kedilere karşı kadınsı bir zaafı olduğunu” ifade eder. Bilgili gazeteci Lenin’in öteki merakları arasında bisiklete binmek, amatör fotoğrafçılık, satranç, paten, yüzme, avcılık olduğunu belirtir; yalnız bazen avlamaya çıktığı hayvanları vurmaya gönlü elvermemiştir (öldürmekten kaçındığı bir tilki için “biliyor musun, o kadar güzeldi ki” dediği söylenir). İyi bilgi alan Britanya ajanı Bruce Lockhart’a göre, “modern ‘trekking’in atası idi (…) açık havada yaşamayı tutkuyla seviyordu.” Ve tabii Lenin, “sert” ve katı yürekli bir devrimci olabilmek için “Beethoven’den vazgeçtiği” yolundaki efsaneye karşıt olarak, müziğe çok düşkündü. Levine şöyle yazıyor: “İsviçre’deki dönemi boyunca, Lenin siyasi mültecilerin kendi aralarında düzenledikleri ev konserlerinden büyük bir zevk alıyordu. Enstrüman çalan ya da şarkı söyleyen biri gerçekten yetenekli ise, Lenin başını kanepeye yaslar, dizlerini ellerinin arasına alır ve öylesine derin bir ilgiyle dinlemeye başlardı ki, sanki çok derin ve gizemli bir deneyim yaşıyor gibi görünürdü.”31
Keskin gözlemci anti-komünist Levine’in vurguladığı, daha açıkça politik özellikleri de var Lenin’in: “konuşması veciz, harekete geçtiğinde enerjik, gerçekçi”, Marksizme sarsılmaz bir inançla bağlı, “yöntemler bakımından olağandışı çevik ve esnek” olmakla birlikte “devasa” denebilecek bir “bilgi birikimi”ne sahip. “İddialarını destekleme kapasitesi muhteşemdi.” “Taktik hata ve yenilgileri kolaylıkla kabul etme” yeteneği olsa da, “büyük fikrinin [yani devrimci Marksizmin] geçerli olmayabileceği” türünden bir şeyi düşünmeyi bile asla aklından geçirmedi. Levine bütün bunların sonucunda şöyle diyor:
Lenin’de olağanüstü olan şey, bu sarsılmaz, neredeyse fanatik inançla, kişisel hırs, kibir veya gururun bütünüyle yokluğunu bir araya getirmesiydi. Bencil değildi, kişiliğine en ufak bir laf söylemek mümkün değildi, mahcup bir karakteri vardı, neredeyse çileci âdetlere sahipti, politik düşmanlarına dediği dedik ve alaycı tarzda bir muameleyi benimserken insanlarla yüz yüze temasında aşırı derecede alçakgönüllü ve nazik olan Lenin, izlediği politikalar açısından zaman zaman cüretkâr ve kışkırtıcı idi. (…)32
İşte tam da bu tür politikalar başka eleştiricilerin oklarını çekmiştir.

SOSYALİST ELEŞTİRİLER
Eski Menşevik Rafael Abramoviç’in 1962’de yayınlanan Soviet Revolution kitabında Possony türü muhafazakârlara çok önemli görünen kişilik aşağılamasından iz yoktur. Yazarın iddiası Lenin’in yeterince Marksist olmadığıdır: “Lenin daima analitik bir Marksist bakışı güçlü bir romantik ütopyacılık damarıyla birleştirmiştir. [1917’de monarşiyi deviren] Şubat Devrimi’nden sonra ütopyacılık hâkim hale gelmiştir.” Menşevikler açısından ise, “yaklaşan Rus devriminin burjuva [yani kapitalist] karakterini ve Rus proletaryasının kendi kendisini sınırlamasının tarihsel zorunluluğunu görmek” çok hayati olmuştur.
Lenin’in ütopyacılığı daima “burjuvazisiz, burjuvaziye karşı bir burjuva devrimi yapmaya” yatkın olmasından ve geri Rusya’da “yüz milyon köylüden ve kentsel nüfusun alt orta sınıfından oluşan bir büyük kitlenin içinde kaybolmuş olan sayıca zayıf işçi sınıfının, iktidara geldiği takdirde, istibdadın yerini alacak olan burjuva demokratik düzen çerçevesinde iktidarın yükünü kaldırmaktan bütünüyle aciz kalacağını” kavrayamamaktan kaynaklanıyordu. 1917’ye gelindiğinde Lenin, akılsızca, sosyalizme geçiş yolunda bir ilk adım olarak devrimci konseyler (sovyetler) üzerinde yükselen bir radikal demokrasi kurmak amacıyla, köylülük tarafından desteklenen işçilerin devrimine önderlik ediyordu.
İşler kaçınılmaz olarak yanlış yürüdüğü için, Lenin’in rejimi başlangıçtaki süper-demokrasiden uzaklaşacaktı. 1920’li yılların başında, Menşeviklerin en önde gelen lideri olan Yulius Martov “gerçekliğin bu yanılsamaları tuzla buz ettiğini”, Lenin ile Bolşeviklerin ütopyacı sabırsızlığının beklenen radikal demokrasiyi getirmek yerine, ütopyacıların “bürokrasi, polis, erlerden bağımsız komuta kadroları olan bir ordu, toplumun kontrolünün üzerine yükselmiş olan mahkemeler vb.” kurmasına yol açan bir kargaşa doğurduğunu belirtiyordu.33
Menşeviklerin eleştirisi (yani Lenin’in onların savunduğu “işçi-kapitalist ittifakı”nı reddetmesinin felâkete yol açtığı görüşü) tutarlıdır, ikna edicidir ve Marksist teorinin ve Rusya gerçekliğinin önemli veçhelerine denk düşmektedir. Ama daha önce görmüş olduğumuz gibi, cevap verilmesi o kadar da güç bir argüman değildir. Bolşevikler dışında başkaları da (güçlü Sol Sosyalist Devrimci Parti, anarşistlerin çoğu, hatta Menşeviklerin bir bölümü) reddetmiştir bunu. Bu konuda Lenin’in bir süre boyunca çalışma arkadaşı, bir süre boyunca da onu eleştiren iki kişinin tanıklığına kulak vermek gerekir: Simon Liberman ve Angelica Balabanoff.
Liberman ( pek çok devrimci gibi) burjuva bir aileden gelen bir Menşevikti; dolayısıyla, Menşeviklerin önerdiği işçi-kapitalist ittifakı gerçekleşseydi sınıfın partneri olacak kapitalistlerin gerçek görüşlerini izleyebileceği bir konumda idi. “Bunların çoğunluğu Çarlık rejimine karşıydı; çünkü bu rejimde bir feodal engel görüyorlardı.” İyi haber buydu; ama hemen ardından gelen kötü haber ağır basıyordu:
Ama Çarlık ve feodalizme karşı devrimin tek gerçek ve savaşan gücünü temsil eden işçi sınıfıydı. Sanayiciler işçilerden ve aynı zamanda köylülerden korkuyorlardı. İşçi sınıfının ve kısmen köylülüğün arzularına ve taleplerine karşı koyabilmek amacıyla Çarlık rejimiyle barışmaya hazır ve istekli olduklarını açıkça ilan ediyorlardı.34
Angelica Balabanoff Sosyalist Enternasyonal’de çok saygı gören bir şahsiyetti; çeşitli Avrupa ülkelerinde faaliyet göstermiş bir Rus devrimcisiydi ve Çar’ın devrilmesinden sonra Rusya’ya döndüğünde Lenin’le yakın mesai yapacak, ama 1920’li yılların başında açık sözlü bir eleştirel yaklaşımla ondan kopacaktı. 1938’de yayınlanan anılarında şöyle diyordu:
Çoğu Marksist gibi ben de sosyal devrimin yüksek derecede sanayileşmiş, öncü ülkelerden birinde başlayacağını bekleyecek tarzda yetiştirilmiştim; öte yandan, Lenin’in Rusya’daki olaylara ilişkin analizi bana neredeyse ütopik görünüyordu. Daha sonra, Rusya’ya dönüşümü takiben, bu analizi bütünüyle kabul edecektim. O zamandan beri şundan hiç kuşku duymadım: Eğer devrimciler (aralarında Menşeviklerin birçoğu ve Sol Sosyalist Devrimciler de olmak üzere) köylüleri, işçileri ve askerleri Rusya’da geniş kapsamlı bir Sosyalist devrimin gerekli olduğuna ikna edememiş olsalardı, Çarlık ya da ona benzer bir istibdat rejimi yeniden tesis edilmiş olurdu.35
Tabii Liberman ve Balabanoff Lenin’in perspektiflerine ve politikalarına (Lenin’in hedeflerine, aklına ve de kişiliğinin olumlu yönlerine ilginç ve gayet açık bir saygı göstermekle birlikte) kendi eleştirilerini yöneltiyorlardı. Onların eleştirileri, Lenin’in o dehşet verici iç savaş döneminde Sovyet rejiminin otoriter yozlaşmasına yaptığını düşündükleri katkıya yönelmişti. İnsan Lenin’in bu sosyalist eleştiricileri hakkında ne düşünürse düşünsün, bunlarda işçilerin ve ezilenlerin çıkarlarını nasıl ileri taşımak gerektiği konusunda gayet pratik yönelişli bir kaygı mevcuttur ve bu eleştirilerine belirli bir yön verir ve ışık tutar.
Lenin’in en büyük sosyalist eleştiricisi olan, parlak devrimci Marksist Rosa Luxemburg’un özellikle 1918’de yazdığı “Rus Devrimi”nde dile getirdiği derin gözlemler içeren eleştirisi açısından bu, bütünüyle doğrudur. (Luxemburg bu metni, kendisi Alman Komünist Partisi’nin kuruluşuna girişmeden birkaç ay önce kaleme almış, Almanya’da işçi devrimini ileri taşıma konusundaki başarısız çabasının ardından öldürülmüştür.) “Yalnızca önderlik etmeyi, yani işleri ileri taşımayı bilen bir parti, fırtınalı zamanlarda destek kazanır” dedikten sonra ekliyordu: “Bir parti, tarihsel bir anda, cesaret, devrimci uzak görüşlülük ve tutarlılık adına ne verebilirse, Lenin, Trotskiy ve öteki yoldaşlar bunu fazlasıyla yapmışlardır.” Ama muhalefet partilerine yönelik otoriter politikalara sert bir tepki veriyor, “özgürlük daima ve sadece farklı düşünenin özgürlüğüdür” iddiasını ileri sürdükten sonra, “yaratıcı gücü yalnızca engellenmemiş, kıpır kıpır hayat gün yüzüne çıkarır” diyor, “bütün hatalı girişimleri” de bunun “düzelteceğini” belirtiyordu. Emekçi kitlelerin toplum üzerindeki kontrollerini “sınırsız basın ve toplanma özgürlüğü” ve “fikirlerin özgür mücadelesi” temelinde genel seçimler aracılığıyla sürdürmesinin gerekliliğine değindikten sonra Luxemburg dramatik bir açılım yapıyordu:
Sosyalist demokrasi ancak vaat edilmiş topraklarda, sosyalist ekonominin temelleri yaratıldıktan sonra başlayacak bir şey değildir; bu olana kadar bir avuç sosyalist diktatörü sadık biçimde desteklemiş olan değerli halkımıza bir Noel hediyesi gibi gelmez. Sosyalist demokrasi sınıf hâkimiyetinin yıkılmasının, sosyalist partinin iktidara el koymasının ilk demleri ile eşzamanlı olarak başlar. Proletarya diktatörlüğü [yani işçi sınıfının politik hâkimiyeti] ile aynı şeydir.
Bu söylenenler sadece Marx ile değil, aynı zamanda Lenin’in kendisinin kısa süre önce ifade ettiği görüşlerle tutarlıdır. Luxemburg yeni Sovyet rejimini başlangıçtaki geniş sovyet demokrasisinin bütün dünyadan yalıtılma ve yabancı işgalinin etkisi altında çökmüş olması dolayısıyla suçlamıyordu: “Lenin ve arkadaşlarının bu koşullar altında en halis demokrasiyi, en örnek diktatörlüğü ve serpilip gelişen bir sosyalist ekonomiyi el çabukluğuyla yaratmalarını beklemek, insanüstü bir şey talep etmek olurdu.” Özgürlüğün ve demokrasinin kurallarını sert biçimde kısıtlayan olağanüstü önlemler anlaşılabilir ve savunulabilirdi. “Tehlike ancak zorunluluğu bir erdem olarak sunduklarında, bu ölümcül koşulların onlara dayattığı bütün taktikleri bütüncül bir teorik sistem halinde dondurmaya ve bunları uluslararası proletaryaya sosyalist taktiklerin bir örneği olarak tavsiye etmeye yöneldiklerinde doğuyor.” Lenin, Trotskiy ve diğerlerinin muhalefeti ve muhalifleri şeytan gibi gösterme ve Rus Komünist Partisi’nin iktidar tekelini “proletarya diktatörlüğü” olarak yüceltme yolundaki güçlenen eğilimine karşı Luxemburg ciddi bir uyarı yapıyordu: “Uğruna mücadele ettikleri ve acılar çektikleri uluslararası sosyalizme iyilik yapmış olmuyorlar; Rusya’da zorunluluk ve baskı altında benimsenen bütün çarpıklıkları, uluslararası sosyalizmin ambarına bunlar yeni keşiflermişçesine yerleştirmek istiyorlar.” Aslında, buna ek olarak denebilir ki, bu yalnızca uluslararası sosyalizme iyilik yapmamak değildi; aynı zamanda, (Balananoff ve Liberman gibi daha uzun yaşayacak eleştiricilerin ileri sürdüğü gibi) kuşatılmış Sovyet Cumhuriyeti’nde, daha sonra Stalinizm olarak anılacak şeyin billurlaşmasına katkıda bulunacak bir politik kültürün yerleşmesine katkıda bulunuyordu.36

AKADEMİK ELEŞTİRİLER
Luxemburg’a ve klasik Menşevik eleştiriye karşıt olarak (ama elbette Menşeviklerin anti-Leninist sunumundan etkilenerek) 1940’lı yıllarda Lenin’in yönelişine daha derin gibi görünen bir eleştiri yöneltilmeye başladı. Bu eleştiri 1950’li yıllarda ve sonrasında, ta yirmi birinci yüzyılın başına kadar serpilip gelişecekti. Bu eleştiri çoğu yönüyle liberal, hatta kalıntı düzeyinde ılımlı sosyalist yaklaşımlarla tutarlıydı, ama daha önceki Menşeviklerden farklı olarak sosyalist bir işçi sınıfı hareketi kurmaya eğilimi olmayan araştırmacı ve ideologlar tarafından geliştirilmişti. Bunlar daha ziyade ABD’nin SSCB ile küresel çaptaki güç mücadelesinin bir parçası olarak yönlendirdiği Soğuk Savaş anti-komünizminin oldukça rahat entelektüel kovuklarında yaşamaya yatkındılar. Söz konusu eleştiri, Soğuk Savaş’ın sonundan bu yana devrimci politik faaliyete ilgi duymayan akademisyenler ve aydınlar arasında varlığını sürdürmüştür. Bu da birçoğunun Lenin’in “örgüt sorunu” konusundaki düşüncesini kavrama, açıklama ve çarpıtma tarzlarını hiç kuşkusuz etkilemiştir.
Lars Lih’in son dönemde Lenin’in “ders kitabı yorumu” olarak nitelediği yaklaşım, 1902 tarihli Ne Yapmalı? broşüründeki, belirli bir pasajın hatırı sayılır ölçüde çarpık bir yorumuna dayanır. Bu pasaj şu cümleyle açılır: “İşçiler arasında Sosyal Demokrat bir bilinç gelişmiş olamayacağını söyledik. Bu bilincin onlara dışarıdan taşınması gerekir.”37 Bu Lenin’in insanı şaşkına çevirecek derecede küstah ve zararlı seçkinciliğinin klasik ifadesi olarak gösterilir. Çok kapsamlı, eksiksiz, harikulâde bir çalışma olan Lenin Rediscovered (2006) başlıklı kitabında Lih, söz konusu pasajı bağlamına yerleştirmiş ve açıklamıştır:
Lenin 1890’lı yılların Rusyasında iki büyük gücün birbirine doğru nasıl yaklaştığının öyküsünü anlatmaktadır. Bu güçlerden biri –Sosyal Demokrasiden etkilenen devrimci aydınlar– [Ne yapmalı?’nın] ilk bölüm[ün]de ele alınmıştı; dolayısıyla, Lenin şimdi öteki güçten, yani 1890’lı yılların ortasının grev hareketinden söz edecektir. Grev hareketini betimler, kararlılıkları dolayısıyla işçilere övgüler yöneltir ve bu dönemde işçilerin henüz inanmış Sosyal Demokratlar haline gelmemiş olduğunu ileri sürer. Kıssadan hisse, iki gücün birbirine ihtiyacı olduğu ve durdurulamaz bir güçle birbirlerine doğru hareket etmekte olduklarıdır (…)38
Oysa, komünizm karşıtı araştırmacıların “ders kitabı yorumu”ndan çok farklı bir anlayış yayılır. 1962’de yayınlanan ve Soğuk Savaş’ın el kitaplarından biri olan The Nature of Communism’de, Robert V. Daniels’ın, Lenin’in broşürünün “partinin ne olması ve ne yapması gerektiği konusunda belirgin biçimde yeni bir anlayış”ı yansıttığını söylediğini görüyoruz. Sınıf mücadelesine yönelik bir kitlesel işçi partisi yerine, Lenin’in partisi “devrimci bir kitle hareketinin geliştirilmesine adanmış, sıkı biçimde organize edilmiş ve disiplinli bir ‘profesyonel devrimciler’ örgütü olacaktı”. “Kitlelerin, kendi başlarına bırakıldıklarında devrimci olmayacağı” varsayımı üzerinde yükselen Leninizm, iddiaya göre, “işçi sınıfı hareketi[nin] ancak, Marksizmin rehberliğinde işçilere doğru sosyalist zihniyeti aşılayan bilinçli aydınların önderliği aracılığıyla devrimcileştirilebileceği”ni ileri sürüyordu. A. J. Polan, 1984 tarihli Lenin and the End of Politics kitabında, Lenin’in 1902 çalışmasının “devrimci partinin halkın bilinciyle savaşarak onlara bilimsel ve devrimci politika vermesinin gerekli olduğu iddiasında bulunur” diyerek meseleyi daha da özlü biçimde özetlemiştir.39
Adam Ulam, etkili çalışması The Bolsheviks’te (1965) Lenin’e şunu söyletir: “Sosyalist bilinç işçiler arasında var olamaz.” Bu, Lenin’in, (sosyalist düşünceler düşünmekten aciz) cahil işçileri sosyalist bir devrimde yönetmek için sadece kendisi gibi aydınların uygun olduğunu düşündüğü anlayışını desteklemek için kullanılır…artık bu nasıl olacaksa. Bu tutarsızlık, Lih’in Lenin’in iddiasını yeniden şekillendirmesi ile açıklığa kavuşur: “1890’lı yılların ortalarının kahramanca grevlerini yapan işçilerin henüz sosyalist bilinci yoktu ve bu onlardan beklenemezdi.” Bu on dokuzuncu yüzyılda olup biten hakkında bir gözlemdir. Oysa Ulam Lenin’e genel olarak işçiler hakkında muazzam bir genelleme yaptırtır. Bu tuhaf kavrayış başka birçoklarının yapıtında da boy gösterir: Örneğin, Alfred G. Meyer, Leninism (1956) başlıklı daha eski bir çalışmada Lenin’in “genellikle hâkim fikrinin proletaryanın bilinçli olmadığı ve olamayacağı” olduğunu belirtir; James D. White ise çok daha yakın bir tarihte, Lenin, The Practice and Theory of Revolution’da (2001) aynı noktayı tekrarlayarak, Lenin’e göre “sosyalist bilincin daima işçi sınıfının dışında kaldığını, çünkü bu sınıfın asla dar maddi sınıf çıkarlarının ötesini göremeyeceğini” ileri sürer.40
Bütün bunlar çok anlamsızdır. Lenin’in yazılarında ve yaşam öyküsünde ve Bolşeviklerin tarihinde bunları yalanlayan çok fazla şey vardır. Mantıksal olarak da, Lenin’in şayet işçi sınıfının oluşturduğu çoğunluğun sosyalist olmaktan aciz olduğuna inansaydı, çalışmalarını ve hayatını sosyalizm (yani toplumun politik ve ekonomik yaşamının halk tarafından yönetilmesi) uğruna mücadeleye adaması pek de beklenemezdi. Ne de, şayet Lenin’in fikirleri ve örgütü kendilerine bu kadar tepeden bakıyor olsaydı, aklı başında, duyarlı işçilerin Lenin’in partisine nasıl olup da kitleler halinde katıldığını (çünkü durum tam da buydu) açıklamak mümkün olurdu. İnsan, Soğuk Savaş ideologlarının Lenin’e atfettiği ideoloji temelinde, devrim yapmaya muktedir bir kitlesel işçi partisi inşa edemez (Lenin’in Bolşevikleri ise zaman içinde tam da böyle bir parti haline gelmiştir). Sosyalist eleştiricilerden farklı olarak, akademik eleştiriciler Lenin’in perspektiflerinin işçilerin kurtuluşu ve zulme dayalı kapitalist toplumun aşılması mücadelesinde anlamlı olup olmadığını belirlemekten ziyade Lenin’e olumsuz özellikler atfetmekle uğraşırlar. Elbette eleştirilerine rengini veren ve analizlerindeki eksiklerin kaynağını açıklayan da budur.
1970’li ve 80’li yıllarda, işçi hareketini ciddiye alan, Lenin’i ve partisini bağlamına yerleştiren ve “Leninizm”in anlamına (hem olumlu hem de eleştirel yönde) önemli ışık tutan dikkat çekici sayıda sosyal tarihçinin ciddi bir dizi çalışması gündeme geldi.41
Ancak, 1991’de SSCB’nin çöküşüyle birlikte, Rus Devrimi’nin tarih yazımında, yalnızca Soğuk Savaş yorumlarını canlandırmakla kalmayan, aynı zamanda, Richard Pipes’ın The Russian Revolution (1991) kitabında olduğu gibi haşin bir muhafazakârlık dozu taşıyan bir tepkisellik hissedilmeye başladı. Peter Kenez’in de belirttiği gibi, Pipes’ın kitabında, genç yaşından ölümüne kadar “kibirli, anti-sosyal, zalim bir yaratık” olarak betimlenen Lenin “başroldeki kötü adam”dır. Gerçekten de, Kenez’in söylediği gibi, “yazar devrimcilere karşı öyle bir nefret duymaktadır ki bir tarihçi olmaktan çıkar, devrimcileri suçlayan bir savcıya dönüşür”. Pipes’ın halkın çoğunluğu hakkındaki görüşü klasik muhafazakâr bakışın damgasını taşır: Ronald Suny’nin yerinde özetiyle, “‘hayal edilebilecek her türden öfkenin, hasetin, hıncın’ yönettiği, en sonunda bunlar sayesinde kendilerini tutan ‘dehşet ve korku engeli’ni parçalayan irrasyonel yaratıklar”dır bu insanlar. Tabii Lenin ve öteki devrimci aydınlar tarafından manipüle edilmekten başka şansları yoktur. Pipes, çoğu Soğuk Savaş ve Soğuk Savaş sonrası araştırmacısının hatırı sayılır derecede sağına düşen bir yaklaşım sunmaktadır. Ama bu yaklaşım, dünyanın daha iyi bir yönde nasıl değiştirilebileceğinin kavranması ya da Bolşeviklerin bu yöndeki çabalarında başarılarının ve başarısızlıklarının ne olduğunun anlaşılması bakımından hiçbir yarar sağlamaz.42

RADİKAL AKTİVİSTLERİN ELEŞTİRİLERİ
Yirminci yüzyıl sonu ve yirmi birinci yüzyıl başının radikal aktivistleri tarafından ileri sürülen bir dizi Leninizm eleştirisi de vardır. İlginçtir ki, bunların birçoğu yukarıda değindiğimiz eleştirilerin bazılarının ya da tamamının eleştirel olmayan bir tarzda kabulünü içerir. Bu eleştirilerin arasında yüzeysel, bilgisiz ve (akademik eleştirilerde ve Soğuk Savaş ideologlarında da görüldüğü gibi) pek de tutarlı olmayan yaklaşımlara rastlamak vakayı adiyedendir.
Ne var ki, çağdaş aktivistlerin beslendiği başka kimi entelektüel akımlar daha tutarlı ve derinlemesine eleştiriler yaparlar; bunun önde gelen bir örneği anarşizmdir. Lenin’i birinci elden tanıklık temelinde en çarpıcı biçimde eleştirenlerden biri Aleksandır Berkman’ın dokunaklı anılarını anlattığı The Bolshevik Myth’tir (1925); Rus Devrimi’nin en seçkin tarihçilerinden biri ise, The Russian Anarchists ve Kronstadt 1921 (ciddi tarihçiliği saptırmak yerine ilerleten, anarşizm yanlısı bir kitap) başlıklı çalışmaları okunması zorunlu kaynaklar olan Pavel Avriç’tir. Ne var ki, bu eleştirilerin en ses getirici nitelikteki unsurları iç savaş döneminin felâketlerine ve bunu izleyen otoriter uygulamalara odaklanır ve Balabanoff ve Liberman, hatta Victor Serge gibi Bolşevizm yanlısı seslerin önemli eleştirileriyle kesişir. Eleştirinin bu hedefleri Leninizmin tarihinin daha ileri evrelerinin ayrılmaz parçaları olmakla birlikte, erken tarihinin bir parçası değildir. Hatta şu da iddia edilebilir: 1917 sonrası dönemin sorunlarının eleştirisi, Lenin’in düşüncesinin, bu girişin ilerideki sayfalarında ele alınacak temelleriyle de pek tutarsız değildir.43
Anarşist perspektiflerle bir ölçüde örtüşen bir başka meydan okuma, Lenin’in yönelişinin daha temel boyutlarını sorgular: (a) işçi sınıfının devrimci mücadeleyi ileri taşımak bakımından belirleyici bir güç olduğuna ilişkin Marksist görüşü; (b) işçilerin (ya da herhangi bir devrimci gücün) devlet iktidarını ele geçirmesi gerektiği anlayışını. Bunların yerine, ilkeli aktivistler halkın çeşitli ezilmiş kesimleriyle birleşerek kapitalist “küreselleşme”nin çeşitli boyutlarını geriletmeli ve birbiriyle bağ kurarak gittikçe daha iyi bir dünya yaratacak olan “özgür mekânlar”, kurtarılmış bölgeler, özgürlük ve dayanışma vahaları yaratmalıdır. Ne var ki, bunun sonuçta Lenin’inkinden daha etkili ve kalıcı bir yöneliş olacağı hiç de açık değildir.44
Lenin’in düşüncesinin önemli boyutları gibi görünen birtakım başka noktaları hedef alan bir eleştiri de, bir zamanlar Leninist gelenekle özdeşleşen şu ya da bu örgüte mensup olmuş bazı aktivistlerce ileri sürülmüştür. Bunlar arasında en ilginç olanlardan biri, yıllarca önce sosyalist-feminist tarihçi ve aktivist Sheila Rowbotham tarafından dile getirilmişti: Rowbotham Leninist parti ile, parti üyelerinin içinde çalıştıkları geniş toplumsal hareketler ve parti dışı örgütler (sendikalar, mahalle örgütleri, kadının kurtuluşu grupları, savaş karşıtı koalisyonlar vb.) arasındaki ilişki konusunda sert bir eleştiri yapıyordu:
Tekil üye, özerk bir gruba aidiyet ile [Leninist] örgüt arasında bölünmüş bir bağlılık yaşayacaktır. Teori partinin daha önemli olması gerektiğini söylemektedir. Seçenekler, ya örgütten ayrılmaktır (içeriden bakıldığında bu sosyalist politikayı bırakmak gibi görünür), ya merkezi [yani Leninist örgütün önderliğini] görmezlikten gelmektir (bu durumda demokratik merkeziyetçiliğin işe yaramadığı ortaya çıkmıştır), ya da çizgiyi sineye çekmektir [yani özerk gruba zarar verecek olsa bile Leninist örgütün çizgisini]. Öyleyse, söz konusu sosyalist ne kadar sekter olmayan biri olsa da, karşısında çok çıplak seçenekler ve başka insanların öz faaliyetini geliştirmeye destek olmaktansa parti disiplinini kabul etmeyi onaylayan bir politik ideoloji vardır.
Rowbotham ekler: “Eğer ileri düzeyde bir merkeziyetçiliği kabul eder ve kendinizi her şeyin üzerinde merkezi bir görev olarak iktidarı ele geçirme üzerinde yoğunlaşan [devrimci] profesyoneller olarak tanımlarsanız, [daha geniş özerk gruptaki] insanların çoğunun öz faaliyetinin ve özgüveninin gelişmesini zorunlu olarak azaltırsınız.”45
Leninist olduğunu iddia eden şu ya da bu grubun üyelerinin, daha geniş bir Leninist olmayan örgütün aleyhine manipülasyona başvurmasının bol bol örneği olduğu elbette doğrudur, ama bir “Leninist manipülasyon tunç kanunu” olduğu da doğru değildir. Aslında, tam ters yönde davranışın, yani açık, dürüst, yaratıcı, ilkeli Leninistlerin sendikaların, toplumsal hareketlerin vb. inşasına katılmasının da örnekleri vardır.
1930’lu yılların ABD işçi mücadelelerinden tanıklıklar, Rowbotham’ın ileri sürdüğü teze karşı örnekler sunmaktadır. Flint’teki Büyük İşgal ve Grev’de ortaya çıkan ve United Auto Workers sendikasının kurulmasına (1937) katkıda bulunan Women’s Emergency Brigade’in bir militanı aradan yıllar geçtikten sonra şöyle diyor: “Bir Sosyalist Parti, bir de Komünist Parti vardı, örgütlenmemize destek olduklarını biliyorum. Her ne kadar ben hiçbir zaman bir partiye üye olmadıysam da, şayet onların bize verdiği eğitim ve pratik bilgi olmasa, işi başaramazdık.” Benzer bir şey, daha sonra 1934 Minneapolis Genel Grevi’nin önderlerinden biri olacak olan Farrell Dobbs tarafından, kamyoncular sendikasının (Teamsters) bir şubesinin örgütlenmesine katkıda bulunan Trotskist Dunne kardeşler için söylenmiştir: “Grant ve Miles’ın grev sırasındaki davranış tarzları beni çok etkilemişti. Ne yapılacağını biliyor görünüyor ve gerekeni yapacak cesareti buluyorlardı. (…) Kendi kendime düşündüm, eğer bir komünist örgüte katılırsam, onların bildiği şeylerden bazılarını ben de öğrenebilirdim.” Olaydaki Dunne kardeşlerin en büyüğü, örgütçü ve grev önderi Vincent Raymond Dunne gayet olağan bir şeymiş gibi şunu söylüyordu: “Politikamız güçlü sendikalar kurmak ve inşa etmekti, ki işçilerin söyleyecek bir şeyi olsun, bugünkü düzenin sosyalist bir topluma dönüştürülmesine yardım edebilsinler.” Gazeteci ve görgü tanığı Charles Rumford’ın belirttiği gibi, belki 400, belki 500 Minneapolis işçisi Ray Dunne’ı kişisel olarak tanıyor, “dürüst, zeki, kendini düşünmeyen bir adam ve kamyon şoförleri sendikası için mükemmel bir örgütçü olarak görüyorlardı. Bir Kızıl olduğunu her zaman bilmişlerdi; bunda yeni bir şey yoktu.” Bu tür olumlu deneyimler başka bağlamlarda da bulunabilir; bu elbette daha sorunlu deneyimlerin önemini ortadan kaldırmaz. Mesele şudur ki, bu tür sorunlar Leninist örgütsel şemanın otomatik sonuçları değildir.46
23 Liberal gazeteci David Remnick’e göre, Lenin “insanı model yapmak için kullanılan plastik gibi görüyor ve en radikal türden toplum mühendisliği aracılığıyla yeni bir insan doğası ve davranışı modeli yaratmayı hedefliyordu”. Remnick daha sonra muhafazakâr tarihçi Richard Pipes’tan bir alıntı yapar: “Bolşevizm tarihte bir ülkenin bütün hayatını bir master plana tâbi kılma konusundaki en cüretkâr girişimdi. İnsanlığın binlerce yıl boyunca biriktirmiş olduğu bilgeliği, işe yaramaz saçmalık olarak elinin tersiyle itme çabasıydı.” Time/CBS News People of the Century: One Hundred Men and Women Who Shaped the Last One Hundred Years (New York: Simon and Schuster, 1999), s. 51. [ABD politik kültüründe “liberal”, Avrupa ve Türkiye bağlamından farklı olarak “ilerici”, “sosyal demokrat” benzeri bir kavram olarak kullanılır. –çev.]

24 V.I. Lenin, “Two Tactics of Social-Democracy in the Democratic Revolution”, Collected Works, Cilt 9 (Moskova: Progress Publishers, 1962), s. 29.
25 C.L.R. James, “Lenin and the Vanguard Party”, Anna Grimshaw (der.), The C.L.R. James Reader (Oxford: Blackwell, 1992), s. 327–28. Bu bölüm, yazarın Colliers Encyclopedia (1995) ve and Immanuel Ness vd. (der.), International Encyclopedia of Revolution and Protest (Oxford: Blackwell, 2009) için hazırladığı malzemeye yaslanmaktadır.
26 Hannah Arendt, On Revolution (Londra: Penguin Books, 1990), s. 65.
27 Robert C. Tucker, “Lenin and Revolution”, Robert C. Tucker (der.), The Lenin Anthology (New York: W.W. Norton, 1975) içinde, s. xxv.
28 Stefan T. Possony, Lenin: The Compulsive Revolutionary (Chicago: Henry Regnery Co., 1964), s. vii, 392; Winston S. Churchill, The Aftermath: The World Crisis 1918–1928 (New York: Charles Scribner’s Sons, 1929), s. 64–6; Martin Gilbert, Winston S. Churchill, Volume IV: 1916–1922, The Stricken World (Boston: Houghton Mifflin Co., 1975), s. 903.
29 Muhafazakâr bakışın klasik bir ifadesi Russell Kirk, The Conservative Mind: From Burke to Eliot (Chicago: Henry Regnery Co., 1960)’da bulunabilir. Possony’nin elitizmi ve ırkçılığı, Nathaniel Weyl ve Stefan Possony, The Geography of Intellect (Chicago: Henry Regnery Co., 1963), s. 144, 147, 266, 267, 268, 271, 288, 289’da “bilimsel” olarak ortaya konulmuştur. Churchill’in benzer özellikleri ile ilgili olarak, Clive Ponting, Churchill (Londra: Sinclair-Stevenson, 1994)’teki mebzul miktardaki alıntı ve belgeye bakılabilir.
30 Her iki alıntı için bkz. Isaac Don Levine, The Man Lenin (New York: Thomas Seltzer, 1924), s. 13, 36.
31 Ibid., s. 157, 160, 176. Bu müzik düşmanlığı efsanesinin daha ayrıntılı biçimde ele alınması için bkz. Paul Le Blanc, Marx, Lenin, and the Revolutionary Experience: Studies of Communism and Radicalism in the Age of Globalization (New York: Routledge, 2006), s. 83–85.
32 Levine, The Man Lenin, s. 179, 192, 193. Levine’in (gelenekselci bir elitizmden ziyade düş kırıklığına uğramış bir liberterliğin yol açtığı) muhafazakâr yöndeki gelişmesine Richard Gid Powers, Not Without Honor: The History of American Anticommunism (New York: Free Press, 1996), s. 99, 149, 229, 230’da değinilmektedir.
33 Raphael Abramovitch, The Soviet Revolution (New York: International Universities Press, 1962), s. 210, 214, 216; Julius Martov, “Dictatorship of the Minority”, in Irving Howe (ed.), Essential Works of Socialism (New York: Bantam Books, 1971), s. 261, 262. Menşeviklerin 1903-21 dönemi üzerine bir inceleme ve yazılarından kısa bölümler Abraham Ascher (der.), The Mensheviks in the Russian Revolution (Ithaca, New York: Cornell University Press, 1976)’da bulunabilir. Ayrıca Ziva Galili’nin mükemmel çalışması The Menshevik Leaders in the Russian Revolution: Social Realities and Political Strategies (Princeton, NJ: Princeton University Press, 1989)’a bakınız. André Liebich, From the Other Shore: Russian Social Democracy After 1921 (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 1998), 1917 sonrası Menşevizminin vazgeçilmez bir entelektüel tarihidir.
34 Simon Liberman, Building Lenin’s Russia (Chicago: University of Chicago Press, 1945), s. 55–56.
35 Angelica Balabanoff, My Life as a Rebel (Bloomington: Indiana University Press, 1973), s. 144.
36 Rosa Luxemburg, “The Russian Revolution”, Mary-Alice Waters (der.), Rosa Luxemburg Speaks (New York: Pathfinder Press, 1970) içinde, s. 374–75, 389–90, 391, 393–95. The Rosa Luxemburg Reader (New York: Monthly Review Press, 2005) başlığıyla derledikleri değerli antolojide, Peter Hudis ve Kevin Anderson anti-komünist Bertram D. Wolfe’u izleyerek Luxemburg’un (Rus sosyalist hareketi içindeki hizip çatışmalarına katıldığı) Birinci Dünya Savaşı öncesinde Lenin’e yönelttiği eleştirilerle daha sonraki bu eleştirisi arasında güçlü bir bağlantı olduğunu ileri sürerler. Wolfe’un bu konudaki ana iddiaları Rosa Luxemburg, The Russian Revolution and Leninism or Marxism? (Ann Arbor, MI: University of Michigan Press, 1961)’daki “Giriş” yazısında s. 11-16 ve 22’de yer alır. Bu yorum bence olgular tarafından doğrulanmamaktadır. Bkz. “Luxemburg and Lenin on Organization” başlıklı yazım, Paul Le Blanc (ed.), Rosa Luxemburg, Reflections and Writings (Amherst, NY: Humanity Books, 1999) içinde.
37 Lars T. Lih, Lenin Rediscovered: “What Is To Be Done?” in Context (Leiden, Hollanda: Brill, 2006), s. 375.
38 Ibid., s. 645.
39 Robert V. Daniels, The Nature of Communism (New York: Vintage Books, 1962), s. 19–20; A.J. Polan, Lenin and the End of Politics (London: Metheun, 1984), s. 9.
40 Adam B. Ulam, The Bolsheviks (New York: Macmillan Co., 1965), s. 179; Alfred G. Meyer, Leninism (New York: Frederick A. Praeger, 1962), s. 29; James D. White, Lenin, The Practice and Theory of Revolution (Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2001), s. 60, vurgular sonradan; Lih, Lenin Rediscovered, s. 647–48.
41 Bu konudaki klasik inceleme hâlâ şu kaynaktır: Ronald G. Suny, “Toward a Social History of the October Revolution”, American Historical Review, Cilt 99, no. 1, Şubat 1983. Şu kaynakta da örnekler bulunabilir: Daniel H. Kaiser (ed.), The Workers’ Revolution in Russia, 1917: The View From Below (Cambridge: Cambridge University Press, 1987).
42 Richard Pipes, The Russian Revolution (New York: Alfred A. Knopf, 1990), s. 26; Peter Kenez, “The Prosecution of Soviet History: A Critique of Richard Pipes”, “The Russian Revolution”, The Russian Review, Cilt 50, no. 3, Temmuz 1991, s. 346, 348; Ronald Grigor Suny, “Revision and Retreat in the Historiography of 1917: Social History and Its Critics”, The Russian Review, Cilt 53, no. 2, Nisan 1994, s. 171.
43 Alexander Berkman, The Bolshevik Myth, Diary 1920–1922 (New York: Boni and Liveright, 1925); Paul Avrich, The Russian Anarchists (New York: W.W. Norton, 1978); Paul Avrich, Kronstadt 1921 (New York: W.W. Norton, 1974). Anarşizmin sınırlarına değinen bir kaynak: Le Blanc, Marx, Lenin and the Revolutionary Experience, s. 199–219.
44 Bu doğrultuda bakış açıları geliştiren önemli çalışmalardan bazıları şunlardır: Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics, 2. basım (Londra: Verso, 2001); John Holloway, Change the World Without Taking Power, 2. basım (Londra: Pluto Press, 2005); Michael Hardt and Antonio Negri, Empire (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 2001).
45 Bu pasaj şu kaynaktan alınmıştır: Paul Le Blanc, Lenin and the Revolutionary Party (Amherst, New York: Humanity Books, 1993), s. 353–54; Rowbotham’ın bu görüşleri şu yazıda dile getirilmiştir: “The Women’s Movement and Organizing for Socialism”, Sheila Rowbotham, Dreams and Dilemmas, Collected Writings (London: Virago, 1983) içinde, s. 316–38.
46 Women’s Emergency Brigade’in mensubundan yapılan alıntı şu belgesel filmdendir: Lorraine Gray ve Lyn Goldfarb, With Babies and Banners: Story of the Women’s Emergency Brigade (The Women’s Labor History Film Project/New Day Films, 1978); buna ek olarak şu kaynağa bakılabilir: Sol Dollinger ve Genora Johnson Dollinger, Not Automatic: Women and the Left in the Forging of the Auto Workers’ Union (New York: Monthly Review Press, 2000); Farrell Dobbs, Teamster Rebellion (New York: Monad/Pathfinder, 1972), s. 24–25; V.R. Dunne ve Walker alıntıları için bkz. Paul Le Blanc, A Short History of the U.S. Working Class: From Colonial Times to the Twenty-First Century (Amherst, NY: Humanity Books, 1999), s. 85. Ayrıca bkz. Paul Le Blanc, “Revolutionary Vanguards in the United States During the 1930s”, John Hinshaw ve Paul Le Blanc (der.), U.S. Labor in the Twentieth Century: Studies in Working-Class Struggle and Insurgency (Amherst, New York: Humanity Books, 2000) içinde; Alan Wald, “African Americans, Culture, and Communism: National Liberation and Socialism”, Paul Le Blanc (der.), Black Liberation and the American Dream: The Struggle for Racial and Economic Justice (Amherst, New York: Humanity Books, 2003) içinde; Fred Halstead, Out Now: A Participant’s Account of the American Movement Against the Vietnam War (New York: Monad/Pathfinder Press, 1978).

KİTABIN KÜNYESİ
V. İ. Lenin
Seçme Yazılar: Devrim, Demokrasi, Sosyalizm
İngilizceden Çeviren: Sungur Savran
Yordam Kitap
Birinci Basım: Şubat 2011
İkinci Basım: Aralık 2014

NOT

Lenin’in 1895-1923 yılları arasında yazdığı kitap, makale ve politik belgelerden bölümler ve parçalar içeren bu kitapta Paul Le Blanc tarafından yapılan Revolution, Democracy, Socialism: Selected Writings (Pluto Press, Londra, 2008) adlı derleme esas alınmıştır. Le Blanc’ın yaptığı bölümlemelere sadık kalınmış, derleyenin, her bölümün başına yazdığı açıklayıcı notlar da korunmuştur. Ancak İngilizce derlemede bulunan “Amerikan İşçilerine Mektup” makalesi kitaba alınmamıştır. Ayrıca Le Blanc’ın İngilizce derlemenin başına eklediği uzun giriş yazısı ise kitabın sonuna alınmıştır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here