MARK TWAIN

MARK TWAIN: 1.000.000 STERLİNLİK BANKNOT

1.000.000 STERLİNLİK BANKNOT[11]

Yirmi yedi yaşımdayken San Francisco’da bir madencilik şirketinde komisyonculuk yapıyordum, hisse senedi trafiğinin bütün inceliklerinde uzman olmuştum. Dünyada yapayalnızdım, zekâmdan ve tertemiz adımdan başka güvenebileceğim bir şey yoktu, ama sonunda bunlar beni servet sahibi yapacaktı, beni bekleyen bu gelecekten memnundum.

Cumartesi günleri öğleden sonraki toplantının ardından zamanım bana kalıyordu, ben de bu zamanı koydaki küçük bir yelkenlide geçirmeyi alışkanlık edinmiştim. Bir gün çok fazla gitmiştim; denizin açıklarına sürüklendim. Tam gece inmek üzereyken, tam umudumu yitiriyorken, Londra’ya gitmekte olan küçük bir yelkenli gemi beni aldı. Uzun ve fırtınalı bir yolculuk yaptık, bu yolculuk karşılığında onlara para ödeyemediğim için beni sıradan bir denizci gibi çalıştırdılar. Londra’ya ayak bastığım zaman üstümdeki giysiler paçavraya dönmüş, yıpranmış, kirlenmişti; cebimde de yalnızca bir dolar vardı. Bu para bana yirmi dört saat süreyle yiyecek ve yatacak yer sağladı. Bir sonraki yirmi dört saat boyunca ne yiyecek bir şey ne de yatacak bir yer bulabildim.

Ertesi sabah saat on sıralarında, pejmürde ve aç bir halde Portland Place’te ayaklarımı sürüyerek yürüyordum ki bakıcısının elinden tutup çeke çeke götürmekte olduğu bir çocuk – bir kere ısırılmış – kocaman bir armudu su mazgalına attı. Ben elbette hemen durdum, arzu dolu gözlerimi o çamurlu ganimetin üzerine diktim. Armudu yemek için ağzım sulanıyordu, midem ona aş eriyordu, tüm varlığımla yalvarırcasına onu istiyordum. Ama ne zaman oraya doğru bir hamle yapsam, geçmekte olan birinin gözü benim bu niyetimi yakalayıveriyordu; bunun üzerine ben de eğildiğim yerden hemen doğruluyor, hiçbir şeyle ilgilenmiyormuş gibi görünüyor, armudu aklımdan bile geçirmiyormuş gibi yapıyordum. Aynı şey defalarca yinelendi; ben de armudu yerden alamadım. Umarsızlık içinde, artık her türlü utancı göze alacak, armudu yerden kapacak duruma gelmiştim ki arkamda bir pencere açıldı ve bir beyefendi yüksek sesle şöyle dedi:

“İçeri girin, lütfen.”

Göz kamaştırıcı bir üniforma giymiş uşak tarafından içeriye alındım, yalnızca iki beyefendinin oturmakta olduğu görkemli bir odaya girdim. Beyefendiler uşağı gönderdiler, beni oturttular. Kahvaltılarını bitirmişlerdi, geriye kalanların görüntüsü beni neredeyse mahvediyordu. O yiyeceklerin karşısında aklımı toparlayamıyordum, ama bana ikram edilmediği için, çektiğim acılara elimden geldiğince katlanmak zorundaydım.

Şimdi, ben gelmeden biraz önce orada bir şeyler olmuş; ben bunu ancak günler sonra öğrenebildim; bunları şimdi size anlatacağım. Bu iki yaşlı erkek kardeş, o olaydan iki gün önce oldukça ateşli bir tartışmaya girmişler, bu tartışmalarını da, İngilizlerin her şeyi halletmek için kullandıkları yolla, iddiaya girerek bitirmişler.

İngiltere Bankası’nın, bir keresinde bir yabancı ülkeyle yaptığı devlet alışverişi nedeniyle, özel bir amaç için kullanılmak üzere, her biri bir milyon sterlinlik iki banknot çıkarmış olduğunu anımsayacaksınız. Şu ya da bu nedenle, bu banknotlardan biri kullanılmış ve iptal edilmişti, öbürü hâlâ bankanın kasasında duruyordu. İşte bu iki erkek kardeş sohbet ederken, yolu Londra’ya düşmüş, kimsesiz, çok dürüst ve zeki bir yabancının elinde bir milyon sterlinlik bir banknot bulunsa ve onu nasıl ele geçirmiş olduğunu açıklayamayacak durumda olsa, yazgısı ne olur diye merak etmeye başlamışlar. Kardeş A, yabancının açlıktan öleceğini söylemiş; kardeş B, açlıktan ölmeyeceğini söylemiş. Kardeş A, yabancının o banknotu bir bankaya ya da başka bir yere veremeyeceğini, çünkü hemen oracıkta tutuklanacağını ileri sürmüş. Böylece kardeş B, o adamın ne olursa olsun o milyonla otuz gün yaşayabileceğine, üstelik hapse de atılmayacağına yirmi bin sterline iddiaya gireceğini söyleyinceye kadar tartışıp durmuşlar. Kardeş A, onun bahse tutuşma önerisini kabul etmiş. Kardeş B de Banka’ya gidip o banknotu satın almış. Tam bir İngiliz’in yapacağı gibi, anlıyorsunuz ya; iliklerine kadar korkusuz. Sonra bir mektup yazdırmış; bu mektubu onun yanında çalışan memurlardan biri, güzel yuvarlak hatlı el yazısıyla yazmış; sonra iki kardeş bütün gün boyunca pencerenin önünde oturup mektubu verecekleri uygun adamın çıkıp gelmesini beklemeye başlamışlar.

Dürüst görünüşlü ama yeterince zeki olmayan pek çok yüz görmüşler, zeki olan ama yeterince dürüst olmayan yüzler de görmüşler, bu özelliklerin ikisini de kendinde bulunduran ama yeterince yoksul görünüşlü olmayan kişiler görmüşler. Her zaman bir kusur bulunuyormuş, ta ben çıkıp gelinceye kadar; ama biraderler benim istenen özellikleri her şeyiyle karşıladığım konusunda görüş birliğine varmışlar, bu nedenle oybirliğiyle beni seçmişler, ben neden içeriye davet edildiğimi öğrenmek için orada beklemekteydim. Bana kendimle ilgili sorular sormaya başladılar, kısa sürede öykümü başından sonuna kadar öğrenmişlerdi. Sonunda bana, onların amaçlarına hizmet edecek kişi olduğumu söylediler. Ben de onlara gerçekten çok memnun olduğumu belirttim ve bu amacın ne olduğunu sordum. Bunun üzerine ikisinden biri bana bir zarf uzatarak açıklamayı o zarfın içinde bulacağımı söyledi. Ben tam zarfı açmak üzereydim ki beyefendi, “Olmaz.” dedi, zarfı alıp kaldığım yere götürmemi, başından sonuna kadar dikkatle incelememi, acele ya da düşünmeden davranmamamı söyledi; bunun üzerine onlara veda edip, açıkça eşek şakası gibi görünen bir şeyin hedefi olduğum için içerlemiş ve hakarete uğramış olarak oradan ayrıldım, ama zengin ve güçlü insanlardan gelen hakaretlere içerleyecek koşullarda bulunmadığım için buna katlanmak zorundaydım.

Artık o armudu yerden alıp bütün dünyanın gözleri önünde yiyecek duruma gelmiştim ama armut gitmişti; bu talihsiz olayda kaybetmiştim ama bunu düşünmek o adamlara karşı duyduklarımı hiç hafifletmiyordu. Ev gözden kaybolur olmaz elimdeki zarfı açtım ve içinde para bulunduğunu gördüm! O insanlarla ilgili görüşüm değişti, bakın bunu size söylüyorum! Bir dakika bile kaybetmeden o banknotu ve parayı yeleğimin cebine sokuşturup en yakın aşevine koştum. Sonunda bir lokma daha yiyemeyecek duruma geldiğimde, cebimdeki parayı çıkardım ve açtım, ilk gördüğümde neredeyse bayılıyordum. Bir milyon sterlin! Vallahi, bu benim başımı döndürdü.

Tam olarak kendime gelinceye kadar orada afallamış bir halde, gözlerimi kırpıştırarak oturup banknota bir dakika süreyle bakakalmış olmalıyım. Ondan sonra dikkatime ilk çarpan şey, aşevinin sahibi oldu. Adam gözlerini banknota dikmiş, taşlaşıp kalmıştı. Tüm bedeni ve tüm ruhuyla tapınma halindeydi ama sanki elini ayağını kıpırdatamıyormuş gibi görünüyordu. Bir anda ne yapmam gerektiğini anladım, yapılacak tek makul şeyi yaptım. Elimdeki banknotu ona uzatarak aldırmaz bir havayla şöyle dedim:

“Üstünü verin, lütfen.”

Bunun üzerine adam normal duruma döndü, parayı bozamayacağı için bin bir özür diledi, ben ne yaparsam yapayım, adam paraya elini sürmüyordu. Paraya bakmak istiyordu, gözlerini üstünden ayırmıyordu, gözlerindeki açlığı gideremiyor gibiydi, ama el sürülemeyecek, sıradan toprak olamayacak kutsal bir şeymiş gibi ona dokunmaktan çekiniyordu. Ben,

“Bu sizin için zorluk yaratıyorsa özür dilerim,” dedim, “ama ısrar ediyorum. Lütfen bu parayı bozun, başka param yok.”

Ama adam bunun hiç önemli olmadığını söyledi; küçük hesabın başka bir zamana kadar ödenmeden kalmasına hiç itirazı yoktu. Ben uzun süre o mahalleye bir daha uğrayamayacağımı söyledim, ama adam bunun hiçbir sakıncası olmadığını, bekleyebileceğini, üstelik istediğim zaman, istediğim her şeyi yiyebileceğimi, hesabımın da istediğim kadar yüklü olabileceğini söyledi. Benim kadar zengin bir beyefendiye, salt neşeli bir kişiliğim olduğu için, giyinme konusunda da herkesin ortasında böyle şakacı davranmayı seçtiğim için güvenmekten korkmamakla hata etmediğini umduğunu belirtti. Biz bunları konuşurken, aşevine başka bir müşteri giriyordu; aşevinin sahibi bana o canavarı göz önünden kaldırmam için işaret etti, sonra yerlere kadar eğilerek beni kapıya kadar geçirdi; ben de hemen, polis tarafından yakalanıp, bana yaptırılan bu yanlışı düzeltmeye zorlamadan önce o evin ve kardeşlerin yolunu tuttum. Epeyce gergindim; hiç de hatalı olmasam da aslında fena halde korkuyordum ama insanları şunu bilecek kadar iyi tanıyordum. İnsanlar bir sokak serserisine bir sterlin olduğunu sanarak bir milyon sterlinlik bir banknot verdiklerinde, yapmaları gereken şeyi yapıp kendi miyopluklarına kızmak yerine, o serseriye karşı çılgın bir öfkeye kapılırlar. Eve yaklaşınca heyecanım yatışmaya başladı, çünkü evde her şey çok sakin görünüyordu; bu da beni yapılan yanlışlığın henüz fark edilmemiş olduğuna ikna etti. Zili çaldım. Aynı uşak ortaya çıktı. Ben de ona beyefendileri sordum.

“Gittiler.” Uşak bunu kendi kabilesine özgü, yukardan bakan, soğuk havasıyla söylemişti.

“Gittiler mi? Nereye gittiler?”

“Yolculuğa çıktılar.”

“İyi ama nereye?”

“Kıta Avrupası’na sanıyorum.”

“Kıta Avrupası’na mı?

“Evet, efendim.”

“Hangi yoldan – hangi rotayla?”

“Bilmiyorum, efendim.”

“Ne zaman dönerler?”

“Bir ay sonra, öyle dediler.”

“Bir ay mı? Ah, işte bu harika! Onlara nasıl haber iletebileceğim konusunda bana bir fikir verebilir misiniz? Bu son derece önemli.”

“Veremem, gerçekten. Nereye gittikleri konusunda hiçbir fikrim yok efendim.”

“O zaman bu aileden biriyle görüşmem gerekiyor.”

“Aile de burada değil, aylardır yurtdışındalar – Mısır’da ya da Hindistan’da sanıyorum.”

“Tanrım, çok büyük bir hata yapıldı. Gece olmadan geri dönerler. Onlara benim buraya geldiğimi, her şey yoluna girinceye kadar da gelmeye devam edeceğini, korkacakları bir şey olmadığını söyler misiniz?”

“Söylerim, eğer dönerlerse, ama döneceklerini sanmıyorum. Sizin bana bazı sorular sormak üzere bir saat sonra buraya döneceğinizi söylediler, ama size şunu söylemem gerekiyor ki her şey yolundaymış, zamanında burada olacaklar ve sizi görmek isteyecekler.”

Bu nedenle ben de bu işten vazgeçip oradan ayrıldım. Başından sonuna kadar ne büyük bir bilmeceydi bu böyle! Aklımı kaçıracak gibiydim. “Zamanında” burada olacaklarmış. Ne anlama gelebilirdi bu? Aaa, mektup her şeyi açıklayabilirdi belki. Mektubu unutmuştum; çıkarıp okudum. Mektupta şunlar yazıyordu:

Siz zeki ve dürüst bir insansınız, yüzünüzden anlaşılıyor. Biz, sizin yoksul ve yabancı biri olduğunuz kanısındayız. Zarfın içinde bir miktar para bulacaksınız. Bu para size, faiz istemeden, otuz gün süreyle ödünç verilmiştir. Bu süre sona erdiğinde bu eve gelin. Sizin üzerinize bir iddiaya girdim. Ben iddiayı kazanırsam, benim sizi atayabileceğim herhangi bir konuma –yani aşinası olduğunuz ve doldurabilecek ölçüde yetkin olduğunuzu kanıtlayabileceğiniz bir konuma– getirilebilirsiniz.

İmza yok, adres yok, tarih yok.

Alın size içinden çıkılmaz bir durum! Sizler bundan önce olup biten her şeyi biliyorsunuz, ama ben bilmiyordum. Benim için bu her şeyiyle derin, karanlık bir bilmeceydi. Oynanmakta olan oyunun ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim yoktu; bana iyilik mi, yoksa kötülük mü yapıldığını da bilmiyordum. Bir parka girip oturdum, düşünerek bu durumu çözmeye ve yapacağım en iyi şeyin ne olacağını bulmaya çalıştım.

Bir saatin sonunda akıl yürütme çabalarım şu kararda billurlaştı.

Bu adamlar belki benim iyiliğimi istiyorlar, belki de kötülüğümü istiyorlar; buna karar verebilmenin bir yolu yok – bunu bir kenara bırakalım. Bir oyun, bir plan ya da deney peşindeler; bunu bilebilmenin de bir yolu yok – bunu da bırakalım bir kenara. Benim üzerime bir iddiaya girmişler; bunun ne olduğunu öğrenebilmenin de bir yolu yok – bunu da bırakalım bir kenara. Böylelikle belirlenemeyen nitelikleri ayıklamış olduk; meselenin geri kalan kısmı elle tutulabilir, somut, belki kesin olarak sınıflandırılıp adlandırılabilecek bir şey. Bu banknotu ait olduğu kişinin hesabına yatırılmak üzere İngiltere Bankası’na götürürsem, banka bunu yapacaktır, çünkü onlar o kişiyi tanıyorlar, oysa ben tanımıyorum; ama bana bu banknotun elime nasıl geçtiğini soracaklardır; onlara gerçeği söylersem, beni bir tımarhaneye tıkacaklardır doğal olarak ya da yalan söylediğim için beni hapse atacaklardır. Banknotu herhangi bir yerde bankaya yatırmaya çalışır ya da onunla para çekmeye kalkışırsam, başıma aynı şeyler gelecektir. İstesem de istemesen de, o adamlar geri dönünceye kadar bu koskocaman yükü taşımak zorundayım. Bu banknot hiç işime yaramayacak bir şey, bir avuç kül kadar işe yaramaz bir şey, gene de bir yandan yaşamımı sürdürmek için dilenirken ona iyi bakmam, gözümün önünden ayırmamam gerekiyor. İstesem bile o banknotu kimseye veremem, çünkü ne dürüst bir vatandaş ne de bir soyguncu böyle bir şeyi kabul edebilir ya da onunla başını derde sokmak isteyebilir. O iki erkek kardeş güvendeler. Bana verdikleri bu banknotu kaybetsem ya da yaksam bile onlar gene de güvende olacaklardır, çünkü ödemeyi durdurabilirler, banka onların kayıplarını tazmin eder, ama bu arada benim ücret almadan ya da kâr sağlamadan bir ay süreyle ızdırap çekmem gerekiyor – yeter ki o iddianın ya da her neyse işte o şeyin kazanılmasına yardım edeyim ve bana vaat edilen o konumu elde edeyim. O konuma gelmeyi çok isterim; bu tür adamların elinde, atanmaya değecek konumlar bulunur.

O konu üzerine enine boyuna düşünmeye koyuldum. Umutlarım iyice yeşermeye başladı. Kuşkusuz bana ödenecek aylık çok büyük olacaktı. Bir ay sonra işe başlayacaktım, ondan sonra da her şey yoluna girecekti. Kısa sürede kendimi çok çok iyi hissetmeye başladım. Artık yeniden sokakları arşınlamaya başlamıştım. Bir terzi dükkânına girdim. İçimi, üstümdeki paçavralardan kurtulma, bir kez daha doğru dürüst giysilere kavuşma özlemi kapladı. Buna yetecek param var mıydı? Hayır, elimde bir milyon sterlinden başka hiçbir şey yoktu. Bu nedenle kendimi zorlayarak yoluma devam ettim. Ama çok geçmeden gene ayaklarım geriye doğru sürüklendi. Günaha çağrı beni amansızca pençesine almıştı. Yiğitçe yaşadığım bu iç savaşım boyunca ileri geri yürüyerek o dükkânın önünden tam altı kez geçmiş olmalıyım. Sonunda direnmekten vazgeçtim, vazgeçmek zorundaydım. Kimsenin üstüne olmadığı için ellerinde kalmış bir takım elbise bulunup bulunmadığını sordum. Sorduğum adam, başka bir adamı gösterdi, ama bana yanıt vermedi. Bana gösterilen adama gittim; o da bir tek söz bile etmeden başıyla bana başka bir adamı işaret etti. Ona gittim, o adam bana şöyle dedi:

“Şimdi size bakacağım.”

O sırada her neyle uğraşıyorsa, işini bitirinceye kadar bekledim, sonra adam beni alıp arka tarafta bir odaya götürdü, reddedilmiş bir yığın takım elbiseyi aşağıya indirdi, içlerinden en eski püskü görüneni bana vermek üzere seçti. Elbiseyi giydim. Üstüme olmadı, hiç de güzel bir yanı yoktu, ama yeniydi, ben de onu üstüme geçirmeyi çok istiyordum; bu nedenle kusur falan bulmadım ama biraz sıkılmış bir havayla şöyle dedim:

“Para için birkaç gün bekleyebilirseniz bu benim için büyük bir kolaylık olacak. Üstümde bozuk para yok.”

Adam, yüzüne olabilecek en ifadeyi takarak şöyle dedi:

“Haa, yok demek? Vallahi, bunu beklemiyordum elbette. Ben sizin gibi beyefendilerin yanlarında yalnızca büyük bozuk para taşımalarını beklerdim.

Sabrım taşmıştı; şöyle dedim:

“Dostum, bir yabancıyı her zaman üstündeki giysilere göre değerlendirmemelisin.

Ben bu elbisenin parasını ödeyebilecek durumdayım, yalnızca sizi yüksek değerde bir banknotu bozma zahmetine sokmak istememiştim.”

Bunun üzerine adam, tavrını biraz değiştirdi ama gene de belli bir havaya girerek şöyle dedi:

“Kötü bir niyetle söylemedim, ama uyarma açısından bakacak olursak, şunu belirtebilirim: Üstünüzde taşımakta olduğunuz herhangi bir banknotu bozamayacağımız gibi bir sonuca bu kadar kolay varmanızın size pek uygun düşecek bir şey olmadığını söyleyebilirim. Tam tersine, bozabiliriz.”

Banknotu adamın eline verip şöyle dedim:

“Aaa, pekâlâ; özür dilerim.”

Adam banknotu gülümseyerek aldı, dört bir yanı kaplayan içinde katmanlar, kırışıklıklar, sarmallar olan, göle bir tuğla attığınızda, tuğlanın düştüğü yere benzeyen o kocaman gülümsemelerden biriydi bu, sonra elindeki banknota baktığı anda gülümsemesi dondu, katılaştı, sarardı; Vezüv’ün yamaçlarında küçük eşikler oluşturarak katılaşmış halde gördüğümüz dalgalı, solucanlara benzeyen lav akıntıları gibi oldu. Bir gülümsemenin böyle ortasında kesiliverdiğine ve sonsuza dek öylece donup kaldığına daha önce hiç tanık olmamıştım. Adam banknotu elinde tutarak bu görünüm içinde öylece kalakaldı; dükkânın sahibi olup biteni anlamak için koşarak geldi ve canlı bir sesle sordu:

“Eee, ne var? Sorun nedir? Eksik olan ne?”

Ben, “Sorun falan yok. Paranın üstünü bekliyorum.” dedim.

“Haydi, haydi; git ona parasının üstünü getir Tod, ver ona parasının üstünü.”

Tod sert bir sesle yanıt verdi: “Paranın üstünü mü getireyim? Söylemesi kolay efendim; ama şu banknota bir de kendiniz bakın.”

Dükkânın sahibi paraya şöyle bir baktı, pes tonda anlamlı bir ıslık çaldı, sonra bir dalışta istenmeyen giysilerden oluşan yığının içine atladı, sürekli kendi kendine konuşuyormuş gibi bir şeyler söyleyip durarak giysileri oraya buraya çekiştirmeye başladı.

“Eksantrik bir milyonere lafı bile edilmeyecek böyle bir takım elbise satmaya kalkışıyorsun, Tod aptalın tekidir – anadan doğma aptaldır. Hep böyle şeyler yapar durur. Bütün milyonerleri buradan uzaklaştırır, çünkü bir milyoneri bir sokak serserisinden ayıramaz, hiçbir zaman da ayıramamıştır. Aaa, aradığım şeyi buldum işte. Lütfen üstünüzdekileri çıkarın efendim; sonra da ateşe atın onları. Bana bir iyilik yapın ve şu gömlekle şu takım elbiseyi giyin, tam size göre, en uygunu – sade, zengin, mütevazı ve düklere yaraşır bir soyluluğu var, bir yabancı prens için sipariş üzerine yapılmıştı – belki siz de tanıyorsunuzdur onu efendim, zat-ı samileri Halifax Voyvodası’dır; bunu bize bırakıp kendisi bir yas için bir takım elbise aldı, çünkü annesi ölecekti – ama ölmedi. Neyse, bunun sakıncası yok, işler her zaman bizim, yani onların istediği gibi gitmiyor. İşte pantolon tamam, üstümüze harika oturdu efendim, şimdi sıra yelekte, hah, gene tam oturdu! Şimdi de ceket – Tanrım! Şuna bir bakın, hele! Mükemmel – başından sonuna kadar! Daha önceki hiç böylesine başarılı bir şey görmemiştim.”

Ben de memnunluğumu dile getirdim.

“Çok doğru efendim, çok doğru; bu, sorunu geçici olarak çözecek, söylemeden edemeyeceğim. Ama bekleyin de ölçülerinize göre size nasıl bir şey hazırlayacağız, onu görün. Haydi Tod, eline defteri kalemi al, işe başla. Bacak uzunluğu 32 inç.” – falan filan. Ben daha bir tek söz bile edemeden tepeden tırnağa ölçümü aldı, tören giysisi, sabah giysisi, gömlekler, başka her türlü şey için emirleri yağdırmaya başladığı zaman şöyle dedim:

“Ama sevgili bayım, ben bu siparişleri veremem, elbette siz belirsiz bir süre beklemeye hazır değilseniz ya da parayı bozamazsanız.”

“Belirsiz bir süre mi! Bu çok zayıf bir sözcük efendim, çok yetersiz kalan bir sözcük efendim, çok yetersiz kalan bir sözcük. Sonsuza dek – doğru sözcük bu olacaktır efendim. Tod, bütün bunları acele yapıp bitir, hiç zaman kaybetmeden beyefendinin adresine gönder. Küçük müşteriler beklesin. Beyefendinin adresini hemen yaz ve–”

“Kaldığım yeri değiştiriyorum. Uğrayıp yeni adresimi size bırakırım.”

“Çok iyi olur efendim, çok iyi olur. Bir dakika – sizi geçireyim efendim. Buyurun – iyi günler efendim, iyi günler.”

İşte, bundan sonra olacakları anlamıyor musunuz artık? Doğal olarak oradan oraya dolaşıyor, canım ne isterse alıyor, sonra da paramın üstünü istiyordum. Bir hafta içinde gereksinme duyduğum bin bir rahatlık ve lüksle muhteşem bir biçimde donatılmıştım, Hanover Meydanı’nda pahalı bir otele yerleşmiştim. Akşam yemeklerini otelde yiyordum, ama kahvaltı için hep, bir milyon sterlinlik banknotla ilk yemeğimi yediğim Harris’in o alçakgönüllü aşevine gidiyordum. Harris’in başına konan talih kuşu olmuştum. Yeleğinin cebinde bir milyon sterlinlik banknotlar taşıyan o çatlak yabancının, aşevinin koruyucu azizi olduğu haberi dört bir yana yayılmıştı. Bu haber yetmiş de artmıştı. Aşevi yoksul, bata çıka ilerleyen, küçük, zar zor ayakta durabilen bir yer olmaktan çıkıp, ünlü, müşterilerle dolup taşan bir yere dönüşmüştü. Haris öylesine müteşekkirdi ki bana zorla para veriyor, kesinlikle hayır dedirtmiyordu; böylece, meteliksiz olsam da harcayacak param oluyordu; zenginler ve itibarlılar gibi yaşıyordum. Böyle giderse bir yerde çakılıp kalacağımı biliyordum, ama bu işin içine düşmüştüm bir kere, ya yüze yüze düze çıkacaktım ya da iyice dibe batıp boğulacaktım. Aksi halde salt gülünç olacak bir duruma ciddi, aklı başında, evet, hatta trajik bir boyut katacak felaket yaklaşmaktaydı, anlıyorsunuz ya. Geceleyin karanlıkta işin trajik yanı öne çıkıyor, beni sürekli uyarıyor, sürekli tehdit ediyordu; bu nedenle yatağımda inleyerek dönüp duruyordum, uykuyu yakalamak güçleşiyordu. Ama neşeli gün ışığında trajedi öğesi zayıflayıp gözden kayboluyordu, havalarda uçmaya başlıyordum; diyebilirsiniz ki mutluluktan başım dönüyordu, esriyip kendimden geçiyordum.

Bu da doğal bir şeydi, çünkü bir dünya başkentinde ünlü kişilerden biri olup çıkmıştım; bu da benim başımı döndürüyordu; üstelik az buz da değil, adamakıllı. Artık İngiliz, İskoç ya da İrlanda gazetesi olsun, eline bir gazete alıp da içinde “yelek cebinde milyonluk sterlin taşıyan kişi”ye, onun en son yaptıklarına ve söylediklerine gönderme yapan bir haber okumadan edemiyordunuz. Başlangıçta bu gibi haberlerde kişisel dedikodu sütununun en altında yer alıyordum, sonra adım şövalyelerin üstünde, sonra da baronların üstünde yer almaya başladı; ünüm arttıkça, bu tırmanarak böyle devam etti; sonunda olabilecek en büyük yüksekliğe ulaştım, kraliyete mensup olmayan bütün düklerin ve İngiltere başrahibinin dışında bütün din büyüklerini de geçerek orada kaldım. Ama bakın, uyarıyorum sizi, bu gerçek bir ün değildi; o ana dek ben yalnızca tanınmışlığa ulaşmıştım. Ardından her şeyi doruğa çıkaran büyük darbe –bir bakıma coşku dolu onaylama– geldi; bu da bir anda tanınmışlığı yok olup gitmeye mahkûm olan o değersiz şeyi, ünün getirdiği kalıcı altına dönüştürdü, Punch benim karikatürümü yayınladı! Evet, artık gerçekten yaratılmış bir insandım ben, yerim sağlamlaşmıştı. Hâlâ alaya alınabilirdim, ama artık saygı gösterilerek; kahkahalarla gülünerek değil, kaba saba sözlerle değil; durumuma gülümseyebilirlerdi ama kahkahalar atamazlardı. Punch, beni üstümde paçavralar uçuşarak, Londra Kulesi’ni satın almak üzere, oradaki nöbetçilerden biriyle sıkı pazarlık ederken gösteriyordu. Vallahi, daha önce hiç dikkat çekmemiş bir genç adamın bundan nasıl etkilendiğini tahmin edebilirsiniz, bir düşünün; şimdiyse, o kişinin ağzından çıkan her şey alınıp her yerde yineleniyordu; bu genç adam, adının ağızdan ağza, durmadan her yerde uçuşarak dolaştığını duymadan bir adım bile atamıyordu: “İşte gidiyor, bu o!” Kocaman bir kalabalık gözlerini onun üzerine dikmeden kahvaltısını edemiyordu, binlerce opera dürbünü ateşini üzerine çevirmeden bir opera locasına giremiyordu. İşte, bütün gün böyle görkemli bir hava içinde yüzüyordum – her şeyin miktarı bu denli artmıştı.

Biliyor musunuz? Paçavraya dönmüş olan eski takım elbisemi atmamıştım; arada bir onları giyip ortaya çıkıyordum ki, böylece eskiden tattığım o ufak tefek şeyler satın alma, hakarete uğrama, sonra da beni alaya alan kişiyi milyonluk sterlini çekerek öldürüp yere serme zevkini yeniden tadabileyim. Ama bunu yapmaya uzun süre devam edemedim. Resimli gazeteler, bu kılığımı öylesine tanır bir duruma getirmişti ki, ne zaman ona bürünsem, hemen tanıyordum; arkama kocaman bir kalabalık takıyordum; bir şey satın almaya kalktığımda da, ben daha sterlini çekmeye vakit bulamadan adam bana bütün dükkânını krediyle satmayı teklif ediyordu.

Üne erişimim aşağı yukarı onuncu gününde, Amerikan orta elçisine saygılarımı sunmak ve ülkemin bayrağına karşı görevimi yerine getirmek üzere elçiliğe gittim. Orta elçi beni içinde bulunduğum duruma uygun bir hevesle kabul etti, görevimi yerine getirmekte bu denli gecikmiş olduğum için beni biraz payladı, bağışlaması için tek bir yol bulunduğunu, bu yolun da o akşam vereceği akşam yemeği davetinde konuklarından birinin hastalanmasıyla boşalan koltuğu benim doldurmam olduğunu söyledi. Ben de o koltuğu dolduracağımı söyledim ve konuşmaya başladık. Orta elçiyle babamın okul arkadaşı oldukları, sonra Yale’de birlikte okudukları, babamın ölümüne kadar da yakın dost olmayı sürdürdükleri ortaya çıktı. Bundan dolayı da orta elçi, ayırabileceğim bütün boş zamanlarımı onun evinde geçirmemi istedi, ben de bunu yapmayı çok istiyordum elbette.

Aslında bu, istemenin de ötesinde bir şeydi; çok sevinmiştim. O yıkıcı darbe geldiğinde, orta elçi yıkımın içine bütünüyle yuvarlanmaktan kurtarabilirdi beni, ben bunun nasıl olacağını bilmiyordum, ama belki o düşünüp bir yolunu bulabilirdi. Artık iş işten geçmiş olduğu için, sırrımı ona açmayı göze alamadım, Londra’da yaşadığım bu korkunç maceramın başlangıcında bunu hemen yapabilirdim oysa. Hayır, bunu göze alamazdım artık, iyice derinlere batmıştım, yani böylesine yeni edinmiş olduğum bir dosta sırlarımı açma tehlikesiyle yüzleşemeyecek kadar derinlere batmıştım; gene de boğulacak kadar derinlere batmış da değildim kendi gözümde. Çünkü anlıyorsunuz ya, ödünç aldığım her şeye karşın, kendi sınırlarımın –aylığımın sınırları içinde demek istiyorum– içinde kalmaya özen gösteriyordum. Elbette aylığımın ne olacağını bilemezdim, ama şunu düşününce, iyi bir tahminde bulunabilmek için haklı bir nedenim vardı: Bahsi kazanırsam, yetkin olduğumu kanıtlamam koşuluyla, o zengin, yaşlı beyefendinin bana bağışlayacağı konumda iyi bir seçme hakkım olacaktı – ben de yetkin olduğumu kesinlikle kanıtlayacaktım, bu konuda hiçbir kuşkum yoktu. Bahsi kazanmaya gelince, bu konuda da hiçbir kuşkum yoktu; ben hep şanslı olmuştum.

Şimdi benim tahminime göre gelirim, yılda altı yüz ile bin arasında olacaktı; diyelim ki altı yüz oldu, sonra da ben değerimi kanıtlayarak daha yüksek bir rakama ulaşıncaya dek yıldan yıla yükselecekti. Şimdilik birinci yılda alacağım aylığın miktarı kadar borca girmiş durumdaydım. Herkes bana ödünç para vermeye çalışıyordu, ama onların hepsine şu ya da bu bahaneyle direnmiştim; bu nedenle şu anda borcum yalnızca ödünç alınmış üç yüz sterlinlik paraydı, öbür üç yüz sterlin de geçinme harcamalarımdan ve satın aldıklarımdan oluşuyordu. İnanıyordum ki ikinci yıllık aylığım, tedbirli ve tutumlu davranırsam, ayın geri kalan kısmında beni idare edecekti; ayrıca buna büyük bir dikkat göstermeye de kararlıydım. Bu ayım bitecekti, işverenim yolculuğundan dönecekti, ben de gene güvende olacaktım, çünkü iki yıllık aylığımı, bana borç verenlerin arasında gerektiği gibi bölüştürecektim, sonra da hemen bana verilen işte çalışmaya başlayacaktım.

Akşam yemeğine davet edilenler on dört kişilik güzel bir gruptu. Shoreditch Dükü’yle Düşesi, kızları Lady Anne-Grace-Eleanor-Celeste-falan-filan-de-Bonun, Newgate Kontu ve Kontesi, Vikont Cheapside, Lord ve Lady Blatherskite, her iki cinsiyetten unvanı olmayan bazı kişiler, orta elçiyle eşi ve kızı, onların kızlarını ziyarete gelmiş bir kız arkadaşı; yirmi iki yaşında, Portia Langham adında bir İngiliz kız; ben bu kıza iki dakika içinde âşık oldum, o da bana âşık oldu – bunu gözlüğüm olmadan bile görebiliyordum. Bir başka konuk daha vardı, bir Amerikalı – ama öykümü biraz ileriye atlayarak anlatıyorum. Bütün bu insanlar daha oturma odasında, akşam yemeği için iştah açıcı içkilerini içip, yeni gelenleri soğuk bakışlarıyla süzerken, uşak bağırarak yeni gelen birini tanıttı:

“Bay Lloyd Hastings”

Her zamanki nezaket sözleri ve davranışları sona erer ermez, Hastings beni gördü, koşarak bana doğru gelip nezaketle elini uzattı; sonra tam elimi tutmak üzereyken durup biraz utanmış bir havayla şöyle dedi.

“Affedersiniz efendim, sanırım ben sizi tanıyorum.”

“Elbette beni tanıyorsunuzdur, dostum.”

“Hayır. Acaba siz – o –o?”

“Yelek cebi canavarı mı? Ben oyum gerçekten. Takma adımla hitap etmekten çekinmeyin bana, buna alıştım artık.”

“Şuna bakın hele, bu gerçekten bir sürpriz. Sizin kendi adınızı birkaç kez takma adınızla yan yana gördüm, ama sözü edilen Henry Adams’ın siz olabileceğiniz hiç aklıma gelmemişti. Vallahi, daha altı ay önce Frisco’da, Blake Hopkins’de maaşlı memur olarak çalışıyordunuz; fazla mesai ödemesi karşılığında akşamları geç saatlere kadar kalıp bana Gould ve Curry Extension’ın belgelerini, istatistiklerini düzenlemek ve denetlemekte yardım ediyordunuz. Şimdi Londra’da olduğunuzu, kocaman bir milyoner olduğunu, göz kamaştırıcı bir üne kavuştuğunuzu düşününce! Vallahi, bu Binbir Gece Masalları’nı yeniden yaşamak gibi bir şey. Tanrım, bunların hepsini birden kafam almıyor, kavrayamıyorum; başımın dönmesi geçsin diye biraz zaman tanıyın bana.”

“Gerçek şu ki Lloyd, sizin durumunuz benimkinden daha kötü sayılmaz. Durumu ben kendim bile kavrayamıyorum.”

“Aman Tanrım, bu gerçekten sersemletici bir şey değil mi? Miner’s restorana gidişimizin tam üçüncü ayı–”

“Hayır, What Cheer’e.”

“Doğru, What Cheer’di gerçekten de; oraya gecenin ikisinde gitmiştik, Extension belgeleri üzerinde iki saat sıkı çalışıp ter döktükten sonra birer pirzola yiyip kahve içmiştik, sizi benimle birlikte Londra’ya gelmeniz için ikna etmeye çalışmıştım, size maaşlı izin vermeyi bütün harcamalarınızı karşılamayı, satışı başarıyla gerçekleştirirseniz fazladan ödeme yapmayı teklif etmiştim, sizse beni dinlemiyordunuz, başarılı olamayacağımı söylüyordunuz; işleri bırakamayacağınızı, döndüğünüzde ipin ucunu yakalayamayacağınızı ileri sürüyordunuz. Oysa şimdi buradasınız. Bütün bunlar ne kadar garip! Nasıl oldu da geldiniz buraya? Ayrıca sizin bu inanılmaz duruma gelmenize neden olan şey neydi gerçekten?”

“Aaa, bu tam bir rastlantı. Çok uzun bir hikâye – bir romans bile diyebilir buna insan. Size her şeyi anlatacağım, ama şimdi olmaz.”

“Ne zaman?”

“Bu ayın sonunda.”

“Ayın sonuna on beş günden fazla var. İnsanı meraktan öldürecek kadar uzun bir zaman bu. Bir hafta sonra olsun.”

“Yapamam. Nedenini öğreneceksiniz ama yavaş yavaş. Söyleyin bana şimdi, işler nasıl gidiyor?”

Lloyd’un neşesi bir anda sönüverdi, içini çekerek şöyle dedi:

“Sen gerçek bir peygamberdin Hal, gerçek bir peygamber. Keşke buraya hiç gelmeseydim. Sana işten söz etmek istemiyorum”

“Ama etmelisin. Bu gece gelip benimle birlikte kalmalısın, buradan çıktığımız zaman bana her şeyi anlatmalısın.”

“Ah, anlatabilir miyim? Sen ciddi misin?” dedi ve gözlerinde yaşlar belirdi.

“Evet; hikâyeyi başından sonuna kadar dinlemek istiyorum, her şeyiyle.”

“Sana öylesine müteşekkirim ki! Bana ve işlerime birinin insanca ilgi gösterdiğini görmek, bir insanın sesinde ve gözlerinde onun ilgisini uyandırdığımı görmek, burada başıma gelenlerden sonra – Tanrım! Bunun için dizlerimin üstüne çöküp dua edebilirim.”

Elime sımsıkı sarıldı, canlandı, akşam yemeği için dipdiri bir havaya büründü – ama yemek olmadı. Hayır, her zaman olan şey oldu; o kötü ve can sıkıcı İngiliz düzeni içinde her zaman görülen şey oldu – kime öncelik tanınacağı sorusu çözülemedi; bu nedenle akşam yemeği de yenmedi. İngilizler, akşam yemeği davetine gitmeden önce her zaman karınlarını doyururlar, çünkü onlar karşı karşıya kalacakları tehlikeleri bilirler, ama bir yabancıyı kimse uyarmaz, o da bu tuzağa kolayca düşer. Elbette bu kez kimsenin canı yanmadı, çünkü hepimiz daha önce akşam yemeklerine gitmiştik; Hastings dışında hiçbirimiz işin acemisi değildik; orta elçi onu davet etmişti etmesine ama İngiliz adetleri gereğince, akşam yemeği hazırlatmadığını ona son anda söylemişti. Herkes koluna bir hanım taktı, art arda sıraya girerek yemek salonuna indi, çünkü hareketleri böyle yapmak alışkanlık gereğiydi; ama işte, yemek salonuna gelince tartışmalar başladı; Shoreditch Dükü, kendisine öncelik tanınmasını isteyerek masanın başına oturması gerektiğini söyledi; kral ailesinden gelmeyen, yalnızca bir ulusu temsil eden orta elçiden üstün olduğunu ileri sürüyordu; ama ben haklarımı savundum ve onun bu isteğine boyun eğmedim. Dedikodu sütununda adım kral ailesinden gelmeyen bütün düklerden önce geliyordu, bunu böylece belirttim; adımın o dükten de önce geldiğini iddia ettim. Ne kadar mücadele edebilirsek ve ettiysek de bu mesele çözüme kavuşturulamadı; sonunda o akılsızca haksız doğumdan ve eskillikten gelen hak kozunu oynadı, ben onun “Fatih” elini gördüm ve onu Adem’in mertebesine “çıkardım”; adımın gösterdiği gibi ben de doğrudan Adem’in soyundan geliyordum; oysa o kendi adının ve son Norman kökeninin gösterdiği gibi, Adem’in bir yan soyundan geliyordu; bu nedenle hepimiz, gene sıra sıra olarak yeniden oturma odasına döndük ve dikey durumda bir öğle yemeği yedik – bir tabak sardalye ve çilek; gruplar oluşturuyorsunuz ve yemeğinizi böyle ayakta yiyorsunuz. Böyle olunca, önceliklere göre diziliş o kadar zorlayıcı olmuyor; en üst düzeydeki iki kişi havaya bir şilinlik atıyor, kazanın çilekleri önce yeme hakkı oluyor, kaybeden de şilini alıyor; sonra iki kişi daha aynı şeyi yapıyor ve bu böyle sürüp gidiyor. İçeceklerimizi içtikten sonra masalar getirildi; hepimiz oyun başına altı peni koyarak kâğıt oynadık. İngilizler hiçbir oyunu eğlence olsun diye oynamıyorlar. Bir şey kazanmaz ya da kaybetmezlerse –bunlardan hangisinin olduğuna aldırmıyorlar– oyun da oynamıyorlar.

Harika vakit geçirdik; ikimiz, Miss Langham’la ben kesinlikle çok iyi vakit geçirdik. O beni öylesine büyülemişti ki ikili ardıllığın üstüne çıkıp çıkmadığımı anlamak için elimdekileri sayamıyordum bile; kazandığım zaman da kazandığımı hiç anlayamıyordum; dıştaki sıradan yeniden başlıyordum ve her seferinde oyunu kaybediyordum; ama anlıyorsunuz ya, benimle tamı tamına aynı durumda olduğundan kız da aynı şeyleri yapıyordu; bunun sonucu olarak ikimiz de o eli kazanamıyorduk ya da neden kazanamadığımızı pek anlayamıyorduk; yalnızca mutlu olduğumuzun farkındaydık, bundan başka bir şeyi bilmek istemiyorduk; oyunun kesintiye uğratılmasını da istemiyorduk. Ben ona söyledim –söyledim, gerçekten söyledim– onu sevdiğimi söyledim; o da – o da saçları da kıpkızıl kesilinceye kadar kızardı ama bundan hoşlandı, hoşlandığını söyledi. Ah, hiç öyle bir akşam yaşamamıştım! Ne zaman sayı yapsam, altına bir not ekliyordum; o ne zaman bir sayı alsa, notumu aldığını belirtiyordu, ikimizin elindekileri aynı sayıyordu. Ben bunun ardından, “Tanrım, ne kadar da tatlı görünüyorsun.” demeden, o “İki sayı.” bile diyemiyordu; o da, “On beş iki, on beş dört, on beş altı ve bir çift sekiz, sekiz onluk – gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” diyordu; kirpiklerinin altından şöyle bir yan bakıyordu; bilirsiniz işte, ne kadar olabilirse o kadar tatlı ve şeytanca. Ah, bütün bunlar çok ama çoook – çok fazlaydı!

Vallahi, ona karşı çok açık ve dürüst davrandım; şu dünyada bir meteliğim bile olmadığını, yalnızca söz edildiğini çok duymuş olduğu bir milyonluk sterlinin bulunduğunu söyledim; üstelik o da bana ait değildi; bu durum onda çok büyük bir merak uyandırdı; sonra alçak sesle konuşarak hikâyeyi başından sonuna kadar ona anlattım; bu da onu gülmekten kırıp geçirdi. Bütün bunlarda gülünecek ne buluyordu, ben bunu hiç anlamıyordum, ama gülüyordu işte; her yarım dakikada yeni bir ayrıntı yakalıyordu; ben de yatışması için anlattıklarıma bir buçuk dakika kadar uzun bir süre ara vermek zorunda kalıyordum. Vallahi, işte o kız, o kahkahaları atarken sakatlanacak duruma geldi – gerçekten geldi; hiç böyle bir şey görmemiştim. Yani hiç böyle acı dolu bir hikâyenin –bir insanın yaşadığı zorlukların, endişelerin ve korkuların– daha önce o türden bir etki yarattığını hiç görmemiştim. Bu nedenle, ortada neşelenecek bir şey yokken bu kadar neşelenebildiğini görünce onu daha da çok sevdim, çünkü işlerin gidişine bakılırsa yakında bu tür bir eşe gereksinmem olabilirdi, anlıyorsunuz ya! Elbette ona iki yıl, ben aylığıma kavuşuncaya kadar beklemek zorunda olacağımızı anlattım; onun buna itirazı yoktu, yalnızca harcamalar konusunda olabildiğince dikkatli davranacağımı umuyordu; harcamaların üçüncü yıl yapacağım ödemeleri engelleme tehlikesi yaratacak ölçüde denetimden çıkmasına izin vermeyeceğimi umduğunu söyledi. Sonra biraz endişelenmeye başladı; acaba birinci yılın aylığını, benim alacağım miktardan daha yüksek bir rakamdan başlatarak yanlış mı yapıyoruz diyordu. Bu sağduyulu bir endişeydi ve benim özgüvenimi eskisine göre biraz sarsmıştı, ama iş açısından bakıldığında bana iyi bir fikirde vermiş oldu; ben de bu öneriyi dürüstçe benimsedim.

“Portia, canım, o yaşlı beyefendiyle yüzleşmeye gittiğim gün sen de benimle birlikte gelir misin?”

“Ha–yır; yanında olmam seni yüreklendirmeye yardım edecekse olur. Ama – bu yerinde olur mu?”

“Hayır, olacağını sanmıyorum – aslında yerinde olmayacağından korkuyorum, ama anlıyorsun ya, o kadar çok şey buna bağlı ki–”

“Öyleyse ne olursa olsun geleceğim; yerinde olsun, olmasın.” dedi çok güzel ve iyi yüreklik olunan hevesle. “Ah, sana bir yardımım dokunacağını bilmek beni çok mutlu edecek!”

“Yardım etmek mi dedin, canım? Vallahi her şeyi sen yapmış olacaksın. Öylesine güzel, öylesine dayanılmaz birisin ki sen orada olunca, ben alacağımız aylığı o yaşlı adamları iflas ettirecek noktaya kadar yükseltebilirim, onlar da buna direnecek cesareti hiçbir zaman bulamazlar.”

Ahhh!.. Bütün kanının nasıl da yüzüne çıktığını, mutlu gözlerinin nasıl da parladığını görmeliydiniz.

“Seni hınzır dalkavuk! Söylediklerinde bir tek doğru sözcük bile yok, ama gene de geleceğim seninle. Belki bu sana, başkalarından her şeye senin gözlerinle bakmalarını beklememeyi öğretir.”

Umutlarım kaybolmuş muydu? Özgüvenim yeniden yerine gelmiş miydi? Buna şu olguya bakarak buna kendiniz karar verebilirsiniz: İçimden ilk yıl için aylığımı hemen bin iki yüze çıkardım. Ama bunu söylemedim: Sürpriz yapmak üzere ondan gizledim.

Eve varıncaya kadar yol boyunca havalarda uçuyordum. Hastings konuşuyordu, ben bir tek sözcüğünü bile duymuyordum. Hastings’le birlikte benim kaldığım yerin oturma odasına girdiğimizde, içinde yaşadığımı gördüğü sayısız rahatlığa ve lükse onun ateşli bir havayla yağdırdığı övgüler beni kendime getirdi.

“Şurada bir durayım da her şeyi doya doya içime sindireyim. Aman Tanrım! Bir saray burası – tam bir saray! İçinde insanın arzu edebileceği her şey var; yanan, güzel bir şömine ve her şeyiyle hazır bir sofra. Henry, bu yalnızca bana senin ne kadar zengin olduğunu göstermekle kalmıyor; ta derinlerimde, iliklerime kadar ne kadar yoksul olduğumu da gösteriyor bana – ne kadar da yoksulum, ne kadar da sefilim, ne kadar da yenik düşmüş, perişan mahvolmuş bir haldeyim ben!”

Allah kahretsin! Onun böyle konuşması kanımı dondurdu. Korkudan gözlerim fal taşı gibi açıldı; altında krater kaynayan bir santimlik bir yer kabuğunun üstünde durmakta olduğumu anladım. Ben hayal kurmakta olduğumun farkında değildim – yani bir süredir kendimin bunun farkında olmasına izin vermiyordum; oysa şimdi – ah, Tanrım! Adamakıllı borca batmıştım, şu dünyada bir tek meteliğim bile yoktu; güzel bir kızın mutluluğu ya da çekeceği acılar benim elimdeydi, önümde hiçbir zaman gerçek olmayacak – ah, hiçbir zaman olamayacak –bir aylıktan başka bir şey yoktu! Ah, ah, ah! Mahvolmuştum ben, hiç umudum kalmamıştı! Hiçbir şey kurtaramazdı beni!

“Henry, günlük gelirinin getireceği, üzerinde hiç düşünmediğin küçük kazançlar bile–”

“Ah, günlük gelirimmiş! Al şu sıcak İskoç viskisini, dik de ruhunu şenlendir! Haydi birlikte içelim! Ya da hayır – karnın aç, otur şuraya da –”

“Bir lokma bile yiyemem; bunlar geride kaldı artık. Bugünlerde hiçbir şey yiyemiyorum, ama bak, yere yığılıncaya kadar içebilirim seninle. Gel!”

“Fıçıları devirelim; sonuna kadar senin yanındayım! Hazır mısın? Haydi, içiyoruz! Haydi bakalım. Tamam, öyleyse Lloyd, sen de öykünü anlat bana, ben demlenirken”

“Anlatmak mı? Ne yeniden mi?”

“Yeniden mi dedin? Ne demek istiyorsun?”

“Yani başından sonuna kadar yeniden dinlemek mi istiyorsun demek istiyorum.”

“Başından sonuna kadar yeniden dinlemek mi istiyorsun da ne demek? Bu, çok akıl karıştırıcı bir soru gerçekten. Dur, elindeki o sıvıdan daha fazla içme artık. Ona ihtiyacın yok.”

“Bana bak Henry, beni korkutuyorsun. Buraya gelirken yolda sana bütün öyküyü anlatmadım mı ben?”

“Sen mi?”

“Evet, ben.”

“Bir tek sözcüğünü bile duyduysam, ne olayım.”

“Henry, bu ciddi bir şey. Beni rahatsız ediyor. Orada, orta elçinin evinde neydi aldığın?”

İşte o zaman her şeyi birden anlayıverdim ve her şeyi yiğitçe kabul ettim.

“Dünyanın en güzel kızını aldım – esir aldım!”

Bunun üzerine Lloyd hemen benim yanıma koştu; el sıkıştık, ellerimiz acıyıp tutmaz oluncaya kadar; bir daha sıkıştık, bir daha, bir daha sıkıştık, o da eve gelirken kat ettiğimiz üç mil boyunca süren öyküsünün bir tek sözcüğünü bile duymadığım için beni hiç suçlamadı. Sonra o sabırlı, iyi yürekli, dost haliyle oturdu, öyküyü başından sonuna kadar yeniden anlattı. Özetlendiğinde her şey gelip şuna dayanıyordu: Lloyd, İngiltere’ye çok büyük bir fırsat olarak gördüğü bir şey uğruna gelmişti; Gould ve Curry Extension’ı, büyük “yerel hissedarları”na satmak için bir “opsiyon” elde etmişti, bir milyon doların üstünde elde edebileceklerinin hepsini kendine saklamak niyetindeydi. Çok sıkı çalışmıştı, bildiği bütün yolları kullanmıştı, denemediği hiçbir dürüst girişim kalmamıştı; dünyada sahip olduğu bütün parayı neredeyse harcamıştı, kendini dinleyecek tek bir kapitalist bulamamıştı; elindeki opsiyonun süresi de ayın sonunda doluyordu. Kısacası mahvolmuştu. Sonra birden yerinden fırlayıp bağırdı:

“Henry, sen beni kurtarabilirsin! Beni sen kurtarabilirsin, ve kocaman evrende bunu yapabilecek tek insan sensin. Yapar mısın bunu? Yapmaz mısın bunu?”

“Nasıl yapacağımı söyle! Haydi, konuşsana be oğlum.”

“Bana bir milyon ve “opsiyon” içi ülkeme dönecek yol parasını ver. Sakın, sakın reddetme!”

Bir tür ızdırap dolu bir durumun içine düşmüştüm. Tam şu sözleri söylemek üzereydim: “Lloyd ben de yoksulun tekiyim – meteliksizin biriyim, üstelik borca batmış durumdayım.” Ama başımın içinden akkor halinde bir fikir çıkıp geldi; çene kemiklerimi kilitledim, kendimi yatıştırdım, bir kapitalist kadar soğuk bir havaya girinceye kadar bekledim. Sonra ticaretten anlar ve kendine hâkim bir hava takınarak şöyle dedim:

“Seni kurtaracağım, Lloyd–”

“Öyleyse ben şimdiden kurtulmuş sayılırım! Tanrı sonsuza dek merhametini senden esirgemesin! Eğer bir gün gelir de ben–”

“Bırak da sözümü tamamlayayım Lloyd. Seni kurtaracağım, ama o yolla değil; çünkü bütün o sıkı çalışmalarından sonra, girdiğin bütün o risklerden sonra sana haksızlık olur bu. Maden ocağı satın almama falan gerek yok; Londra gibi bir ticaret merkezinde bunu yapmadan da sermayemi işletebilirim; bunu zaten yapıyorum, sürekli; ama bak, ne yapacağımı anlatayım sana. O maden hakkında her şeyi biliyorum elbette, çok çok değerli olduğunu biliyorum, biri isterse bunun için yemin bile edebilirim. Benim adımı rahatça kullanarak onu on beş gün içinde nakit olarak üç milyona satacaksın, sonra kendi aramızda hisseleri tek tek paylaşacağız.”

Biliyor musunuz, kapıldığı çılgın sevinç havası içinde öylesine dans edecek bir duruma geldi ki bütün mobilyaları tutuşturup odun gibi yakabilir, orada bulunan her şeyi kırıp parçalayabilirdi; ben ayağına çelme takıp onu yere düşürmeseydim, sonra da elini kolunu sımsıkı bağlamasıydım…

Sonra tam bir mutluluk içinde yerde öylece yatıp kaldı ve şöyle dedi:

“Senin adını kullanabileceğim! Senin adını – bunu bir düşünsene! Tanrım, bütün o zengin Londralılar sürü sürü gelecekler; hisseleri almak için birbirleriyle dövüşecekler! Ben kurtulmuş bir adamım artık, sonsuza dek kurtuldum, yaşadığım sürece de seni hiç unutmayacağım!”

Yirmi dört saat dolmadan Londra arı kovanına döndü! Benim hiçbir şey yapmam gerekmiyordu; Tanrı’nın her günü evimde oturmaktan gelenlerin hepsine şunları söylemekten başka:

“Evet; adımı kullanmasını ona ben söyledim. Adamı tanıyorum, madeni de biliyorum. Tertemiz bir kişiliği vardır onun, madenin değeri de istediği fiyattan kat kat fazladır.”

Bu arada ben bütün akşamlarımı orta elçinin evinde Portia’yla birlikte geçiriyordum. Ona madenden hiç söz etmedim, bunu sürpriz olmak üzere saklıyordum. Aylıktan söz ediyorduk, aylıktan ve sevgiden başka hiçbir şeyi ağzımıza almıyorduk; bazen sevgiden, bazen aylıktan, bazen de sevgiden ve aylıktan birlikte söz ediyorduk. Aman Tanrım! Orta elçinin karısıyla kızı bizim bu küçük sevgimize nasıl da ilgi gösteriyorlardı; rahatsız edilmemiz için, orta elçinin hiçbir şeyden haberi olmaması, hiçbir şeyden kuşkulanmaması için nasıl da sayısız, zekice numaralar icat ediyorlardı; vallahi, ikisi de çok çok hoş davranıyorlardı!

Sonunda o ay bittiği zaman, benim Londra ve County Bankası’ndaki hesabımda bir milyon dolar vardı; Hastings için de aynı şey ayarlanmıştı. Kendi düzeyime en uygun düşecek biçimde giyinmiş olarak Portland Place’teki evin yanından arabayla geçtim; görünüşe bakılırsa, kuşlarım yeniden yuvaya dönmüşlerdi; arabayla orta elçinin evine gittim, değerli varlığımı yanıma aldım; birlikte olanca şevkimizle aylıktan söz ederek oraya geri döndük. Portia öylesine heyecanlı, öylesine neşe doluydu ki dayanılmayacak ölçüde güzel görünüyordu. Şöyle dedim:

“Sevgilim, senin bu güzelliğine bakıyorum da, yılda üç binin bir peni bile altında istemek cinayet olur.”

“Henry, Henry, sen bizi mahvedeceksin!

“Hiç korkma. Sen yalnızca bu güzel görünüşünü devam ettir ve bana güven. Her şey yoluna girecek.”

Bu nedenle durum öyle gerektirdi ki, yol boyunca bu kez benim onu yüreklendirmem gerekti. Oysa o bana yalvarıp duruyor ve şöyle diyordu:

“Ah, lütfen şunu unutma, çok fazla para istersek hiç aylık alamayabilirsin, o zaman halimiz ne olur? Hayatımızı kazanabilmemiz için hiçbir şey yok elimizde”

Aynı uşak tarafından içeriye alındık, o iki yaşlı beyefendi oradaydılar. Yanımdaki harika yaratığı görünce çok şaşırdılar elbette, ama ben onlara şöyle dedim:

“Beyefendiler, size rapor vermeye hazırım.”

Benim adamım, “Dinlemekten memnunluk duyacağız” dedi, “çünkü artık kardeşim Abel’le girişmiş olduğum iddiayı bir sonuca bağlayabiliriz. Benim kazandığımı ortaya çıkarırsanız, elimde bulunan ve sizin isteyeceğiniz herhangi bir konuma geleceksiniz. Bir milyon sterlinlik banknot yanınızda mı?”

“İşte, burada efendim.” dedim ve banknotu ona verdim.

“Ben kazandım!” diye bağırdı ve eliyle Abel’in sırtına vurdu. “Şimdi ne diyorsun bakalım buna kardeşim?”

“Kabul etmek gerekiyor ki bu işten sağ salim çıkmış, ben de yirmi bin sterlini kaybetmiş oldum. Buna dünyada inanmazdım.”

“Size verilecek bir raporum daha var.” dedim, “Üstelik bu rapor epeyce uzun. Yakında yeniden buraya gelmeme izin vermenizi rica ediyorum; o zaman bu bir ay içinde başıma gelenleri size ayrıntılarıyla anlatacağım, söz veriyorum, size dinlemeye değecek şeyler anlatacağım. Bu arada şuna bir bakın.”

“Şuna bakın hele, Tanrım! 200.000 sterlinlik bir hesap. Sizin mi bu?

“Benim. Bunu, kullanmam için ödünç verdiğiniz o küçük miktarı otuz gün boyunca akıllıca kullanarak kazandım. Ayrıca o miktarı, ufak tefek şeyleri satın almak için kullandım, karşılığında da banknotu gösterdim.”

“Şuna bir bakın, ne hayret verici! İnanılmaz bir şey bu, Tanrım!”

“Öyle demeyin, bunu size kanıtlayacağım. Bu sözlerimi desteksiz söylenmiş şeyler olarak almayın.

Ama şaşırma sırası şimdi Portia’nındı. Gözleri sonuna kadar açılmıştı ve şöyle dedi:

“Henry, bu gerçekten senin paran mı? Beni kandırıyor muydun sen?

“Kandırıyordum gerçekten, canım. Ama sen beni bağışlayacaksın nasıl olsa, bunu biliyorum.”

Dudaklarını iyice büzerek somurttu ve şöyle dedi:

“O kadar emin olma! Beni böylesine kandırmış olduğun için yaramazın tekisin sen.”

“Ah, sen bunu atlatırsın sevgilim, atlatırsın; eğlence olsun diye yaptım, bilirsin işte. Haydi gel, gidelim artık.”

Benim adam, “Ama durun, durun biraz! Şu konum var, biliyorsunuz. Sizi o konuma atamak istiyorum.” dedi.

“Vallahi,” dedim, “size ne kadar minnettar olduğumu bilemezsiniz, ama ben gerçekten öyle bir konuma atanmak istemiyorum.”

“Ama benim elimde bulunan konumların en seçkinine atanacaksınız.”

“Gene teşekkürler, bütün kalbimle, ama ben onu bile istemiyorum.”

“Henry, senden utanıyorum. Bu iyi yürekli beyefendiye yeterince teşekkür bile etmiyorsun. Senin yerine ben yapabilir miyim bunu?”

“Elbette yapabilirsin canım, eğer daha iyisini yapabileceksen. Dene bakalım da görelim.”

Benim adamıma doğru yürüdü, çıkıp kucağına oturdu, kollarını onun boynuna doladı, sonra da tam ağzının ortasına bir öpücük kondurdu. Bunun üzerine iki yaşlı beyefendi kahkahayı patlattılar, ama ben kalakalmıştım, taşlaşmıştım bile diyebilirsiniz. Portia şöyle dedi:

“Baba, o bana senin elinde onun kabul edebileceği bir konum bulunmadığını söyledi; ben de kırıldım, en az–”

“Sevgilim, o senin baban mı?”

“Evet, üvey babam; babaların en sevgilisi. Şimdi anlıyorsun, değil mi? Bu gibi bağlantılarım olduğunu hiç bilmeden, orta elçinin evinde, babamla Abel Amca’nın planının sana ne dertler, ne endişeler yaşattığını bana anlattığın zaman neden böyle kahkahalar atarak gülebildiğimi?”

Elbette ben de artık hiçbir kandırmaca olmadan açık açık konuştum ve hemen konuya girdim.

“Ah, benim çok sevgili beyefendiciğim, daha önce söylediklerimi geri almak istiyorum. Sizin elinizde benim istediğim bir konum bulunuyor.”

“Adını söyle yeter.”

“Damatlık.”

“Vallahi, bilmem ki! Ama biliyorsunuz, daha önce bu konumda hizmet vermiş değilsiniz; elbette bu nedenle de–”

“Bir deneyin beni – ah deneyin, yalvarıyorum size beni yalnızca otuz ya da kırk yıl süreyle deneyin ve eğer–”

“Ah, peki tamam; istediğiniz çok küçük bir şey; hadi, alın götürün kızı.”

Mutlu muyduk, ikimiz? Kısaltılmamış sözlüklerde bile bunu anlatmaya yetecek sayıda sözcük bulunamaz. Bir iki gün sonra, benim o banknotla yaşadığım serüvenlerin, bütün bu serüvenlerin nasıl sonuçlandığının öyküsünü başından sonuna kadar öğrendiğinde, bütün Londra konuşmaya başladı mı ve çok eğlendi mi? Evet.

Benim sevgili Portia’mın babası, o dost canlısı ve konuksever banknotu alıp İngiltere Bankası’na geri götürdü ve bozdurdu. Banka, banknotu iptal edip ona hediye etti o da aynı banknotu düğünümüzde bize armağan etti; o zamandan beri banknot, evimizin en kutsal köşesinde, çerçevesinin içinde, duvarda asılı duruyor. Çünkü o banknot bana Portia’mı kazandırdı. O banknot olmasa Londra’da kalamazdım, orta elçinin evine davet edilemezdim, Portia’yla hiç tanışamazdım. Bu nedenle hep şöyle diyorum: “Evet, bu bir milyon sterlinlik bir banknot gördüğünüz gibi; ama benim ömrüm boyunca bir tek şey bile satın almadı; ama sonunda değerinin onda birine en değerli sözleşmeyi yaptı.”

DİPNOTLAR

[1] The Mysterious Stranger (1916 – ölümünden sonra yayımlanmıştır)

[2] Groschen: Kuruş, en küçük para birimi (ç. n.)

[3] Sabbath: Sept günü, kutsal dinlenme günü (ç. n.)

[4] um Gottes Willen!: Tanrı aşkına! (ç. n.)

[5] Başyargıç (ç. n.)

[6] The Man That Corrupted Hadleyburg (1900)

[7] The Esquimaux Maiden’s Romance (1893)

[8] Aurora borealis: Kuzey kutup dairesinde, geceleri gökyüzünde görülen renkli ışıklar. (ç. n.)

[9] The Celebrated Jumping Frog of Calaveras County (1867)

[10] finesse (Fr.): İncelik, kurnazlık; ustalık (ç. n.)

[11] The £1,000,000 Bank Note (1893)

SEÇME ÖYKÜLER
MARK TWAIN
İNGİLİZCE ASLINDAN ÇEVİREN:
YURDANUR SALMAN
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir