MARK TWAIN

MARK TWAIN: ESKİMO KIZIN AŞK ÖYKÜSÜ

ESKİMO KIZIN AŞK ÖYKÜSÜ

“Evet, yaşamımla ilgili olarak bilmek istediğiniz her şeyi anlatacağım size Bay Twain,” dedi o yumuşak sesiyle, dürüstlük okunan gözlerini uysal bir bakışla yüzüme dikerek, “çünkü benden hoşlanmanız ve bana önem vermeniz çok nazik bir davranış.”

Dalgın bir hava içinde, elindeki küçük kemik bıçakla yanaklarındaki balina yağını kazıyıp kürkünün koluna aktarıyor, bir yandan da aurora borealis’in[8] gökyüzünden yağan alevli ışıklarının süzülerek akışını, ıssızlık içindeki kar kaplı ovayla dik yamaçlı buz dağlarını zengin renk tonlarıyla yıkayışını, neredeyse dayanılmaz görkemlilik ve güzellikte olan bu manzarayı seyrediyordu; ama şimdi silkinerek bu düşten uyanmıştı ve benim kendisinden istediğim o alçakgönüllü küçük öyküyü anlatmaya hazırlanıyordu.

Sedir olarak kullanmakta olduğumuz buz kütlesinin üstüne rahatça yerleşti, ben de onu dinlemeye hazırlandım.

Güzel bir yaratıktı. Bunu Eskimoların görüş açısından bakarak söylüyorum. Başkaları onu biraz fazla tombul bulabilirdi. Yirmi yaşına daha yeni girmişti, bu kabilede onun başkalarını kat kat geride bırakacak, en büyüleyici güzellikteki kız olduğuna inanılıyordu. Şimdi bile, açık havada, hantal ve şekilsiz kürk paltosu, pantolonu, çizmeleri ve kocaman başlığıyla, en azından yüzünün güzel olduğu açıkça görülüyordu, ama bedenin güzelliğini tahminle bulmak gerekiyordu. Gelip giden bütün o konuklar arasında, babasının konuksever konağında, onun dengi olabilecek tek bir kız bile görmemiştim. Gene de şımarmış değildi. Tatlı, doğal ve içtendi; çok güzel bir kız olduğunun farkında olsa bile, davranışlarında bunu ele verecek hiçbir şey yoktu.

Artık bana bir haftadır can yoldaşlığı ediyordu, tanıdıkça ondan daha çok hoşlanıyordum. Kutup bölgelerinin ender rastlanan incelikli ortamında şefkat ve özenle yetiştirilmişti, çünkü babası kabilenin en önemli kişisiydi ve Eskimo eğitiminin en üst düzeyine ulaşmış biri olarak görülüyordu. Lasca’yla –kızın adı buydu– yüzen görkemli buz parçalarının arasında, köpeklerin çektiği kızakla uzun yolculuklar yapmıştım; onun arkadaşlığından hep hoşlanmış, konuşmalarını da çok tatlı bulmuştum. Onunla balık avlamaya çıktım, ama o tehlikeli teknesine binmedim: Yalnızca onu kıyıdan, buzların üzerinden izledim öldürücü bir şaşamazlıkla kullandığı zıpkınla avını yakalayışını seyrettim. Birlikte fok avına çıktık, birkaç kez de Lasca ve ailesi, karaya vurmuş bir balinadan kazıyarak yağ çıkarırken ben kıyıda durup bekledim; bir keresinde de Lasca ayı avlamaya çıktığında, yolun bir kısmında ona eşlik ettim ama av sona ermeden geri döndüm, çünkü aslında ben ayılardan korkan biriyimdir.

Her neyse, Lasca şimdi öyküsünü anlatmaya hazırdı; söyledikleri şunlardı:

“Bizim kabilemiz de öteki kabileler gibi, donmuş denizlerin üzerinde hep bir yerden bir yere dolaşagelmiştir, ama babam iki yıl önce bundan bıktı, donmuş kar blokları kullanarak bu büyük konağı yaptı; şu konağa bir bakın, iki buçuk metre yükseklikte, ötekilerden üç ya da dört kat daha yüksek – biz de o zamandan beri burada oturuyoruz. Babam eviyle gurur duyuyordu, bu da anlaşılır bir şeydi, çünkü evi dikkatle incelediyseniz, bunun öteki evlere göre ne kadar mükemmel, çok daha eksiksiz olduğuna dikkat etmişsinizdir. Ama dikkatle incelemediyseniz incelemelisiniz, çünkü bu evin sıradan olanların çok ötesine geçen lüks donanımları bulunduğunu göreceksiniz. Örneğin, sizin ‘salon’ dediğiniz şeyin ucunda, konukları ağırlamak ve ailenin yemek yerken oturması için yapılan yükseltilmiş yer, bütün evlerde görmüş olduklarınızın en genişidir – öyle değil mi?”

“Evet, çok haklısın Lasca, en genişi. Birleşik Amerika’daki en mükemmel evlerde bile buna benzer bir şey yoktur.” Bunu kabul etmem onun gözlerinde gurur ve zevk dolu bir parıltı yarattı. Bu da benim gözümden kaçmadı, ipucunu yakalamıştım.

“Bunun sizi şaşırtmış olacağını düşündüm.” dedi. “Sonra başka bir şey daha var: Bu yüksek yer, her zamankine göre çok daha kalın kürklerle kaplanmıştır; her tür kürkten – fok, deniz samuru, gümüş grisi tilki, ayı, sansar, samur – her türlüsünden bol bol vardır burada; duvarların kenarlarına dayanmış, sizin yatak dediğiniz buz bloklarından oluşan uyuma sedirleri de öyledir. Sizin ülkenizde yüksek yerleriniz ve uyuma sedirleriniz daha iyi mi donatılmıştır?”

“Aslında değildir Lasca – onlar bunların yanına bile yaklaşamaz.” Bu söylediğim de gene onun çok hoşuna gitti. Onun düşündüğü, estetik zevkli babasının elinde tutma zahmetine katlandığı kürklerin sayısıydı, değerleri değil. Ona bu yığın yığın zengin kürklerin bir servet oluşturduğunu –ya da benim ülkemde oluşturacağını– söyleyebilirdim, ama o bunu anlamayacaktı, onun insanlarının zenginlik saydığı şeylerden değildi bunlar. Ona, üstündeki giysilerin ya da çevresindeki en sıradan insanların gündelik giysilerinin bin iki yüz ya da bin beş yüz dolar değerinde olduğunu, ülkemde bin iki yüz dolarlık tuvaletler giyerek balık avlamaya çıkan kimse tanımadığımı söyleyebilirdim, ama o bunu da anlamayacaktı; bu nedenle ben de hiçbir şey söylemedim. Lasca öyküsünü anlatmaya kaldığı yerden devam etti:

“Sonra yıkanma küvetleri. Bizim salonda iki küvetimiz var, evin geri kalan kısmında iki tane daha var. Salonda iki yıkanma küvetinin bulunması çok enderdir. Sizin ülkenizde salonda iki tane küvet var mıdır?”

O küvetleri hatırlayınca soluğum kesilecek gibi oldu, ama Lasca daha bunu görmeden kendimi toparlayıp büyük bir heyecan patlamasıyla şöyle dedim:

“Vallahi Lasca, ülkemin sırlarını açıkladığım için utanıyorum; bunun daha da ileri gitmesine izin vermemelisin, çünkü ben bunları sana sır olarak söylüyorum; ama şerefim üzerine yemin ederim ki New York kentinde en zengin adamların oturma odasında bile iki tane yıkanma küveti yoktur.”

Kürklerle kaplı ellerini masum bir sevinçle çırparak şöyle bağırdı:

“Aaa, ama siz doğru söylüyor olmazsınız!”

“Geçekten, ciddi söylüyorum, sevgili Lasca. Vanderbilt diye biri var, neredeyse dünyanın en zengin adamıdır. Şimdi ölüm döşeğinde bile olsam, sana şunu söyleyebilirim ki onun oturma odasında bile iki tane küvet yoktur. Vallahi, bir tane bile yoktur – bu söylediğim doğru değilse, öleyim daha iyi.”

Güzel gözleri hayret içinde sonuna kadar açıldı, sesinde bir tür korku ve hayranlıkla yavaş yavaş şöyle dedi:

“Ne kadar garip – ne kadar inanılmaz – insan bunu anlayamıyor. Kendisi yoksulluk içinde mi yaşıyor?”

“Hayır – sorun bu değil. Onun masrafa aldırdığı yok ama – şey – vallahi, bilirsin işte, gösteriş yapmak gibi bir şey olurdu bu. Evet, sorun burada, ardında yatan düşünce tam olarak bu, kendine göre sadelikten hoşlanan biridir o, gösterişten kaçınır.”

“Vallahi, bu alçakgönüllülük tutumu oldukça doğru bir şey,” dedi Lasca, “insan bu tutumu çok aşırıya götürmezse – iyi ama onun evi nasıl bir yerdir?”

“Doğrusu, ister istemez oldukça boş ve tamamlanmamış görünen bir yerdir ama–”

“Öyledir herhalde! Hiç böyle bir şey duymamıştım. Güzel bir ev midir – yani başka bakımlardan?”

“Oldukça güzeldir, evet. Çok beğenilen bir evdir.”

Kız bir süre suskun kaldı; düşlere dalmış halde, bir mumun ucunu kemirerek öylece oturdu; öyle görünüyordu ki üzerinde düşünerek bu meseleyi anlamaya çalışıyordu. Sonunda başını hafifçe bir yana eğerek, vardığı kararla ilgili kanısını dile getirdi:

“Benim düşünceme göre öyle bir alçakgönüllülük türü vardır ki işin özüne inildiğinde bu alçakgönüllülük bir gösteriştir; bir insanın salonuna iki yıkanma küveti koymaya kesesi elveriyorsa, ama koymuyorsa bunu gerçekten alçakgönüllü biri olduğu için yapıyor olabilir, ama herkesin gözüne batsın diye yapmaya çalışması olasılığı yüz kez fazladır. Benim değerlendirmeme göre, sizin Bay Vanderbilt’iniz yaptığını bilerek yapıyor.”

Onun bulunduğu yerde güvenilir bir ölçüt olsa da, ikili yıkanma küveti ölçütünün herkesi değerlendirmekte kullanılacak adil bir ölçüt olmadığını düşündüğümden, onun yargısını değiştirmeye çalıştım, ama bu kız kararını vermişti, ikna edilmesi olanaksızdı. Hemen ardından şunları söyledi:

“Sizin zenginlerinizin buz bloklarından yapılmış, bizimkiler kadar iyi, bu kadar güzel ve geniş uyuma sedirleri var mıdır?”

“Vallahi bizimkiler oldukça iyidir – yeterince iyidir – ama buz bloklarından yapılmış değildir.”

“Bilmek istiyorum işte! Neden buz bloklarından yapılmamıştır.”

Bunu yapabilmenin önündeki güçlükleri, buz getiren adamı dikkatle gözleyerek yakalamanız gereken bir yerde ya da buz faturasının buzdan daha ağır olduğu bir ülkede buzun ne kadar pahalı olduğunu açıkladım. O zaman Lasca bağırarak şöyle dedi:

“Aman Tanrım, siz buzunuzu satın mı alıyorsunuz?”

“Elbette satın alıyoruz, sevgili Lasca.”

Lasca hiç de sahtelik taşımayan bir kahkaha patlatarak şöyle dedi:

“Aaa, hiç bu kadar aptalca bir şey duymamıştım! Tanrım, buzdan çok bir şey yok – buzun hiçbir değeri yok ki! Vallahi, gözün görebildiği yere kadar yüzlerce mil uzanıyor buzlar. Bunların hepsine ben bir tek balığın sidik torbasını bile vermem.”

“Vallahi, bunun nedeni onların nasıl değerlendirileceğini bilmemeniz, sizi minik taşralı ahmaklar. New York’ta yazın ortasında bu buzlar elinizin altında olsa, onlarla pazardaki bütün balinaları satın alabilirdiniz.”

Lasca bana kuşku dolu gözlerle bakarak şöyle dedi:

“Doğru mu söylüyorsunuz?”

“Kesinlikle. Yemin ederek söylüyorum.”

Bu onun düşünceye dalmasına neden oldu. Sonra küçük bir iç çekişle şöyle dedi:

“Keşke ben orada yaşayabilseydim.”

Ben ona yalnızca onun anlayabileceği bir değer ölçütü göstermek istemiştim, oysa amacım gerçekleşmemişti. Yalnızca, New York’ta ucuza ve bol bol balina bulunduğu izlemini uyandırmış, balinalar için ağzının sulanmasına yol açmıştım. Yapılacak en iyi şey, neden olduğum bu kötü izlenimin etkisini azaltmaya çalışmak gibi görünüyordu, bu nedenle ben de şöyle dedim:

“Ama sen orada yaşasan balina etine değer vermezdin. Kimse vermez.”

“Ne?”

“Gerçekten vermezler.”

“Neden vermiyorlar?”

“Vallahi, ben – ben – ben, bunun nedenini hemen hemen hiç bilmiyorum. Bir önyargı nedeniyle sanırım. Evet, tam olarak böyle, yalnızca bir önyargı bu. Sanıyorum, yapacak daha iyi bir şey bulamayan biri, şu ya da bu zamanda bu konuda bir önyargı oluşturmuş; böyle bir kapris bir kere başladı mı, biliyorsun, sonsuza kadar devam eder.”

“Bu doğru – tam olarak doğru.” dedi kız düşünceye dalarak. “Bizim sabun konusundaki önyargımız gibi, burada – bizim kabilelerimizin de başlangıçta sabuna karşı bir önyargıları vardı, biliyor musunuz?”

Bunu ciddi olarak mı söylüyor diye kıza şöyle bir baktım. Ciddi söylediği açıkça görülüyordu. Duraksadım, sonra tedbirli bir havayla şöyle dedim:

“Bağışla beni. Sabuna karşı ön yargıları vardı mı dedin? Vardı mı?” – sesimin tonu alçalarak.

“Evet – ama bu yalnızca başlangıçtaydı, kimse sabun yemek istemiyordu.”

“Aaa – anlıyorum. Belirtmek istediğin fikri daha önce anlamamıştım.”

Lasca sözlerine devam etti:

“Bir önyargıydı bu. Yabancılardan alınıp ilk kez buraya getirildiği zaman kimse sabundan hoşlanmadı, ama moda olur olmaz herkes sabundan hoşlanmaya başladı; kesesi elveren herkeste artık sabun bulunuyor. Siz sabundan hoşlanır mısınız?”

“Evet, gerçekten! Sabun bulamasam ölürüm ben – özellikle de burada. Sen sabun sever misin?”

“Sabuna bayılırım ben! Siz sever misin?”

“Ben sabunu vazgeçilmez bir gereksinme olarak görürüm. Sen mumdan hoşlanır mısın?”

Lasca, gözlerini dans eder gibi oynattı, sonra şöyle dedi:

“Ah! Adını anmana gerek bile yok! Mum! – ve sabun!–”

“Ve balığın iç organları!–”

“Ve eritilmiş balina yağı!–”

“Ve sulu kar!–”

“Ve katı balina yağı!–”

“Ve çürümüş et! Ve ekşi lahana! Ve balmumu! Ve katran! Ve terebentin! Ve melas! Ve–”

“Yapmayın – ah, yapmayın n’olur – zevkten öleceğim!–”

“Sonra da bunların hepsini erimiş kar dolu kovada ikram edeceksin; komşuları davet edeceksin ve yumulacaksın!”

Ama bu ideal şölen tablosu Lasca’ya dayanılmaz geldi; bayıldı, oraya yığılıp kaldı zavallıcık. Yüzünü karla ovarak onu ayılttım, bir süre sonra da heyecanını yatıştırdım. Öyküsüne kaldığı yerden yavaş yavaş devam etti:

“Böylece biz de bu güzel evde oturmaya başladık. Ama ben mutlu değildim. Bunun nedeni şuydu: Ben sevgi için doğmuşum; bana göre, sevgi olmadan gerçek mutluluk diye bir şey olmaz. Ben yalnızca kendim olduğum için sevilmek istedim. Bir idol istiyordum, idolümün idolü olmak istiyordum; benim ateşli yaradılışımı idollerin karşılıklı birbirine tapmasından daha az bir şey tatmin edemezdi. Beni isteyen çok oldu – aslında isteyenlerin sayısı aşırı fazlaydı, ama taliplerimin hep ölümcül bir kusuru vardı, bu kusuru eninde sonunda keşfediyordum – içlerinden biri bile kendini ele vermezlik edemedi – onların istedikleri ben değildim, servetimdi.”

“Servetin mi?”

“Evet, çünkü benim babam bu kabilenin –ya da bu bölgelerdeki bütün kabilelerin– en zengin adamıdır.”

Ben babasının servetinin nelerden oluştuğunu merak ettim. Ev olamazdı – bu evin eşini kim olsa inşa edebilirdi. Kürkler olamazdı – kürklere değer verilmiyordu. Kızak, köpekler, zıpkınlar, tekne, kemikten yapılmış balık oltaları ve kancaları, bunlara benzer şeyler de olamazdı – hayır, bunlar servet sayılmıyordu. Öyleyse bu adamı böylesine zengin kılan ve bu sefil talipler ordusunu onun evine getiren şey ne olabilirdi? Sonunda bana öyle geldi ki bunu öğrenmenin en iyi yolu sormak olacak. Bu nedenle ben de sordum. Kız benim sorumu duyunca öyle gözle görülür bir sevince boğuldu ki soruyu sormam için sabırsızlık içinde beklemekte olduğunu anladım. Benim bunu öğrenmeyi istediğim kadar o da anlatmayı neredeyse acı çekerek bekliyordu. Bana iyice yaklaşarak, sır veriyormuş gibi şöyle dedi:

“Tahmin edin bakalım, babamın serveti ne kadar? – dünyada tahmin edemezsiniz!”

Bu mesele üzerinde derin derin düşünüyormuş gibi yaptım, o da benim endişeli ve zorluk içindeymiş gibi görünen yüz ifademi yutacakmış gibi sevinç dolu bir ilgiyle seyrediyordu; sonunda düşünmekten vazgeçip de yalvararak ona kutuptaki bu Vanderbilt’in değerinin ne olduğunu söyleyerek merakımı gidermesini istediğimde, Lasca ağzını benim kulaklarıma yaklaştırarak, etkileyici bir havayla şunları fısıldadı:

“Yirmi iki balık oltası – kemikten yapılmış değil – gerçek demirden yapılmış!”

Sonra bunun yaptığı etkiyi gözlemek üzere çarpıcı bir havayla geriye doğru sıçradı. Ben de onda umut kırıklığı yaratmamak için elimden gelen çabayı gösterdim.

Rengimi soluklaştırarak şöyle mırıldandım:

“Yüce Tanrım!”

“Şu anda sizin yaşıyor olmanız kadar doğru bu Bay Twain!”

“Lasca, beni kandırıyorsun– doğru söylüyor olamazsın.”

Lasca korkmuş ve rahatsız olmuştu. Bağırdı:

“Bay Twain, söylediklerimin her sözcüğü doğru – her bir sözcüğü. Bana inanıyorsunuz – bana gerçekten inanıyorsunuz artık değil mi? Bana inandığınızı söyleyin – ne olur bana inandığınızı söyleyin!”

“Ben – şey, evet, inanıyorum – inanmaya çalışıyorum. Ama her şey öylesine birdenbire oldu ki! Öylesine ani ve sarsıcı oldu ki! Böyle bir şeyi birdenbire yapmamalısın. Bu–”

“Ah, çok özür dilerim! Keşke düşünmüş olsaydım ki–”

“Neyse, ziyanı yok; ben de seni suçlamıyorum artık, çünkü gençsin ve düşüncesizsin; sonra bunun nasıl bir etki yapacağını önceden göremezdin–”

“Ama, ah Tanrım, iyi bir şey yapmadığımı kesinlikle önceden bilebilmem gerekirdi. Neden–”

“Anlıyorsun ya, Lasca, söze başlarken beş ya da altı olta deseydin, sonra da alıştıra alıştıra–”

“Ah, anlıyorum, anlıyorum – sonra yavaş yavaş bir tane daha, iki tane daha, sonra da – ah, neden düşünemedim ben bunu! “

“Üzülme çocuğum, ziyanı yok – artık kendimi daha iyi hissediyorum – biraz sonra bütünüyle atlatırım. Ama – hazırlıklı olmayan, üstelik bir de çok güçlü olmayan birinin üstüne tam yirmi iki tanesini birden atıvermek–”

“Ah, bir cinayet oldu bu! Ama – siz beni bağışlayın – bağışladığınızı söyleyin, ne olur!”

Tatlı sözlerle gönül almalar, okşamalar ve ikna etmelerden oluşan epeyce bereketli bir hasat topladıktan sonra onu bağışladım; o da yeniden mutlu oldu; yavaş yavaş anlatısını bir kez daha sürdürecek havaya girdi. Şimdi de ailenin hazinesinde başka bir şey –öyle anlaşılıyor ki bir tür mücevher– bulunduğunu, bana yeniden felç inmesin diye bunu pat diye açıklamamaya çalıştığını keşfettim. Ben o şey hakkında da bilgi edinmek istiyordum, ne olduğunu söylemesi için onu zorladım. Korkuyordu. Ama ben üsteledim, bu kez kendime hâkim olacağımı söyledim; o zaman şokun bana bir zararı olmayacaktı. Bu konuda Lasca’nın bir sürü endişesi vardı, ama o harika şeyi bana açıklama, benim göstereceğim şaşkınlığın ve hayranlığın zevkini çıkarma dürtüsü ağır bastı; Lasca o şeyin o anda üzerinde bulunduğunu itiraf etti; hazırlıklı olduğumdan emin olup olmadığımı sordu bana – bu böyle, uzun süre devam edip gitti – sonra Lasca elini koynuna sokup kare biçiminde, ezilmiş, pirinçten yapılmış bir metal parçası çıkardı, bu arada sürekli olarak gözlerimin içine endişeyle bakıyordu. Ben çok iyi ayarlanmış bir bayılma taklidi yaparak onun üstüne yığıldım, bu da onun sevinçten havalara uçmasına neden oldu, aynı zamanda korkusundan yüreği yerinden oynadı. Ben kendime gelip sakinleştiğimde, mücevheri hakkında ne düşündüğümü öğrenme hevesiyle doluydu.

“Ne mi düşünüyorum? Bunun şimdiye kadar gördüğüm en nadide şey olduğunu düşünüyorum.”

“Gerçekten mi? Bunu söylemeniz ne kadar hoş! Ama gerçekten çok sevilesi bir şey; bakın, öyle değil mi?”

“Vallahi, öyle demesem olmaz! Ekvatoru bana verseler, buna değişmem.”

“Beğeneceğinizi düşünmüştüm.” dedi Lasca. “Bence o kadar sevimli ki! Ayrıca bu enlemlerde bundan bir tane daha yok. İnsanlar buna bakmak için ta açık Kutup Denizi’nden kalkıp buralara geliyorlar. Daha önce bunlardan bir tane görmüş müydünüz?”

“Hayır,” dedim, “şimdiye kadar ilk gördüğüm bu.” Ona bu kocaman yalanı söylemek yüreğimi sızlattı, çünkü ömrüm boyunca onlardan milyonlarcasını görmüştüm; Lasca’nın bu alçakgönüllü mücevheri, ezilmiş bir New York Central hattı bagaj fişinden başka bir şey değildi.

“Bırak onu!” dedim, “Üzerinde taşıyarak, yalnız başına, hiçbir koruma, bir köpek bile olmadan dolaşamazsın böyle!”

“Susun! Bu kadar yüksek sesle konuşmayın,” dedi, “onu üstümde taşıdığımı kimse bilmiyor. Herkes onu babamın hazinesinde sanıyor. Genellikle orada durur.”

“Hazine nerede?”

Bu pervasızca sorulmuş bir soruydu; Lasca bir an irkilmiş, biraz da kuşkulu göründü, ama ben şöyle dedim:

“Aaa hadi, benden korkma. Ülkemde yetmiş milyon insan var; ben onlara bana güvenmemeleri gerektiğini söylesem bile, aralarında o sayısız balık oltası konusunda bana güvenmeyecek tek bir kişi bile yoktur.”

Bu ona güven verdi, çizgisinden biraz saparak konağın pencerelerini oluşturan saydam buz tabakalarının boyutları konusunda övündü, bunlara benzer şeyleri kendi ülkemde görmüş olup olmadığımı sordu, ben de ona hemen dürüstçe yanıt verip görmediğimi itiraf ettim, bu onu öylesine hoşnut etti ki duyduğu sevinci süsleyerek anlatacak sözcükleri bulamadı. Onu hoşnut etmek öylesine kolay, bunu yapmak öylesine büyük bir zevkti ki ben sözlerime devam edip şöyle dedim:

“Ah, Lasca, sen gerçekten çok talihli bir kızsın! – bu güzel ev, bu nadide mücevher, o zengin hazine, bütün bu zarif karlar, o görkemli buzdağları, sınırsız bir boşluk, ortalıkta rahatça dolaşan ayılar ve deniz aygırları, soylu bir özgürlük ve genişlik duygusu; herkesin hayranlık dolu bakışları senin üzerinde; sen istemeden herkes sana bağlılık ve saygı gösteriyor; genç, zengin, güzel, peşinden koşulan, kur yapılan, gıpta edilen, hiçbir isteği yerine getirilmeden, hiçbir arzusu doyurulmadan kalmayan birisin; istediğin anda senin olmayacak hiçbir şey yok – bu ölçülemeyecek kadar büyük bir talihlilik! Ben milyarlarca kız gördüm, ama bu olağanüstü şeylerden hiçbiri, senin dışında onların biri için bile gerçek anlamda söylenemez. Ayrıca sen bunu hak ediyorsun – hepsini hak ediyorsun Lasca – buna bütün kalbimle inanıyorum.”

Bunları söylemem onda sonsuz bir gurur ve mutluluk yarattı, son söylediklerim için bana gene teşekkür etti, sesinden ve gözlerinden çok duygulandığı anlaşılıyordu. Bunun üzerine o da şunları söyledi:

“Gene de her şey günlük güneşlik değil – bunun bir de gölgeli yanı var. Servetin yükü ağır, taşınması zor bir yük bu. Bazen, yoksul olmanın – hiç değilse aşırı zengin olmamanın – daha iyi olup olmadığını düşündüğüm olmuştur. Komşu kabileden insanların yanımdan geçerken bana baktıklarını ve saygılı bir hava içinde birbirlerine şunları söylediklerini duymak içimi acıtıyor: ‘İşte orada – o milyonerin kızı bu!’ Bazen de üzgün bir havayla, ‘Balık oltaları içinde yuvarlanıyor, benim – benimse hiçbir şeyim yok.’ diyorlar. Bu da benim yüreğimi acıtıyor. Ben çocukken ve biz yoksulken, istersek kapımız açık uyurduk; oysa şimdi – şimdi bir gece bekçimiz var. O günlerde babam herkese sevecen ve saygılı davranırdı; oysa şimdi asık suratlı, yukarıdan bakan bir tavır içinde; insanlarla yakınlık kurmaya katlanamıyor. Bir zamanlar tek düşüncesi ailesiydi, oysa artık hep balık oltalarını düşünerek dolaşıyor. Üstelik serveti herkesin ona karşı çekinerek ve yaltaklanarak davranmasına yol açıyor. Önceleri kimse yaptığı şakalara gülmezdi, çünkü şakaları hep bayat, uçuk ve kötüydü; bir şakayı gerçekten geçerli kılacak o tek öğeden – mizah öğesinden yoksundu; oysa şimdi herkes o iç kapayıcı şeylere kahkahalarla, kikirdeyerek gülüyor; herhangi biri bunları yapmazsa, babam derinden incinip alınıyor ve kırıldığını gösteriyor. Önceleri kimse onun herhangi bir konudaki kanısını öğrenme peşinde koşmazdı, babam gönüllü olarak kanısını belirttiği zaman da kimse onun düşüncesine değer vermezdi, babamın düşünceleri hâlâ zayıf, gene de herkes onların peşinde koşuyor, herkes onları alkışlıyor – üstelik babam gerçek incelikten ve dirayetten yoksun olduğu için alkışlanmasına kendisi yardımcı oluyor. Bütün kabilemizin havasını söndürdü. Bir zamanlar inanılmaz ölçüde açıksözlü ve mert bir ırktı benim kabilem; şimdiyse uşaklığa batmış, pısırık, ikiyüzlü insanlara dönüştü. Kalbimin ta derinlerinde milyonerlerin bütün tavırlarından nefret ediyorum! Bizim kabilemiz bir zamanlar atalarının kemikten yapılmış balık oltalarıyla yetinen, basit, sade insanlardan oluşuyordu; şimdiyse kendilerini açgözlülüğe kaptırmış durumdalar; yabancıların o değersiz, demirden yapılmış balık oltalarına sahip olabilmek için her türlü onur ve dürüstlük duygusundan vazgeçmeye hazırlar. Gene de bu üzüntü verici konular üzerinde durmamalıyım. Söylediğim gibi, benim düşlediğim, yalnızca kendim olduğum için sevilmekti.

Sonunda bu düş gerçekleşecek gibi görünüyordu. Bir gün yabancının biri çıkıp geldi, adının Kalula olduğunu söyledi. Ona adımı söyledim, o da bana beni sevdiğini söyledi. Kalbim şükran duyguları ve sevinçle sarsıldı, çünkü ona ilk görüşte âşık olmuştum, bunu ona hemen açıkladım. Buz parçalarının üstünde birlikte yürüyüşe çıktık, birbirimize her şeyimizi anlattık. Ah, geleceklerin en güzelini planladık. Sonunda yorulunca oturup yemek yedik, çünkü onun yanında sabun ve mum vardı, ben de yanıma biraz balina yağı almıştım. Acıkmıştık, hiçbir şey bu kadar güzel olamazdı.

Kalula, yerleşim yerleri uzakta, kuzeyde bulunan bir kabiledendi; babamın adını hiç duymamış olduğunu anladım, bu da beni çok sevindirdi. Demek istediğim şu: Böyle bir milyonerin bulunduğunu duymuştu, ama adını hiç duymamıştı – bu nedenle de, anlıyorsunuz ya, benim o adamın mirasçısı olduğumu bilemezdi. Benim bunu ona söylemediğimden emin olabilirsiniz. Sonunda kendim olduğum için seviliyordum ve tatmin olmuştum. O kadar mutluydum ki – ah, düşünebileceğinizden çok daha mutlu!

Yavaş yavaş akşam yemeği saati geldi, ben de alıp onu eve götürdüm. Bizim eve yaklaşırken Kalula şaşkınlığa düşerek şöyle bağırdı: ‘Ne kadar görkemli! Senin babanın evi mi bu?’

Bu ses tonunu duyunca ve gözlerinin hayranlıkla parladığını görünce yüreğime bir sancı girdi, ama bu duygum hemen geçti, çünkü onu o kadar çok seviyordum ki! O da öylesine yakışıklı ve soylu görünüyordu ki! Ailedeki bütün teyzelerim, halalarım, amcalarım, dayılarım ve kuzenlerim ondan çok hoşlandılar; eve birçok konuk davet edildi, ev ağzına kadar doldu; paçavralardan yapılmış bezden lambalar yakıldı; her yer sıcak, rahat ve havasızlıktan neredeyse boğucu duruma geldiğinde benim nişanlanmamı kutlamak için coşkulu bir şölen başladı.

Şölen bittiğinde babamın gururu ağır bastı, zenginliklerini sergileme, Kalula’nın rastlantıyla ne büyük bir servete konduğunu gösterme dürtüsüne karşı koyamadı – elbette asıl istediği, zavallı adamcağızın içine düştüğü şaşkınlığın zevkini çıkarmaktı. Ben ağlayabilirdim – ama babamı bu tutumundan vazgeçirmeye çalışmak için ağlamamın hiçbir yararı olamazdı, bu nedenle ben de hiçbir şey söylemedim, yalnızca orada öylece oturdum, olup bitenlere katlandım.

Babam herkesin gözleri önünde doğruca her şeyi sakladığı yere gitti, balık oltalarını çıkarıp getirdi, benim başımın üstünden savurarak attı; öyle ki oltalar parıldayarak, karmakarışık bir halde platformda, o yükseltilmiş yerde sevgilimin dizlerinin altına saçılıp kaldı.

Elbette bu afallatıcı manzara zavallı delikanlının soluğunu kesti. Kalula aptalca bir hayret içinde bakakaldı, tek bir kişinin nasıl olup da böylesine inanılmaz bir zenginliğe sahip olabileceğine şaştı. Sonra hemen zekice bir bakışla başını kaldırıp bağırdı:

‘Aaa, o ünlü milyoner sizsiniz!’

Babam ve geri kalanların hepsi mutluluk kahkahaları attılar, babam o hazineyi çöplerden oluşuyormuş gibi özensizce toparlayıp yeniden eski yerine taşıdığında, zavallı Kalula’nın şaşkınlığı görülmeye değerdi. Kalula şöyle dedi:

‘Bu gibi şeyleri nasıl oluyor da saymadan yerine kaldırabiliyorsunuz?’

Babam kendini beğenmiş bir havayla at kişnemesine benzer bir kahkaha atarak güldü ve şöyle dedi:

‘Vallahi, doğruyu söylemek gerekirse, insan senin hiçbir zaman zengin olmadığını hemen anlar, çünkü bir iki balık oltası senin gözünde böylesine büyük bir olay oluyor.’

Kalula’nın aklı karıştı, başı aşağıya düştü, ama şöyle dedi: ‘Ah, gerçekten de efendim, ben o çok değerli şeylerden birinin kancası kadar bile değerli olmadım, daha önce de elinde saymak için zaman harcamaya değmeyecek kadar çok şey bulunan zengin birini hiç görmedim, çünkü şimdiye kadar tanıdığım en varlıklı adam bunlardan ancak üç tanesine sahipti.’

Benim aptal babam gene içi boş bir sevinçle gürlüyormuş gibi bir kahkaha attı; oltalarını sayma, onları dikkatle gözetim altında tutma alışkanlığında olmadığı izleniminin aynıyla kalmasını sağladı. Gösteriş yapıyordu, anlıyorsunuz ya! Saymak mı? Vallahi, her gün sayıyordu aslında oltalarını!

Ben sevgilimle o sabah şafakta tanışmış ve yakınlık kurmuştum, onu üç saat sonra, tam karanlık basarken eve getirmiştim; çünkü o sırada altı ay süren geceye doğru ilerlerken günler kısalıyordu. Kutlama eğlencelerine saatlerce devam ettik, sonunda konuklar gitti, geride kalan bizler de duvarlar boyunca yerleştirilmiş uyuma sedirlerine dağıldık, çok geçmeden benim dışımda herkes düş görmeye başlamıştı bile. Ben uyuyamayacak kadar mutlu, uykuya dalamayacak kadar heyecanlıydım. Uzun, çok uzun bir süre öylece yattıktan sonra önümden belli belirsiz bir gölge geçti; evin babama ait olan ucunu kaplayan yarı karanlığın içinde kayboldu. Kim olduğunu çıkaramadım; erkek mi, kadın mı olduğunu da. Hemen sonra o gölge ya da bir başkasının gölgesi önümden geçip öteki yöne doğru gitti. Bütün bunların ne anlama geldiğini merak etmem hiçbir işe yaramadı, bu merak içindeyken uyuyakalmışım.

Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum, ama sonunda birden uyandım, babamın korkunç bir sesle, ‘Yüce Kar Tanrısı adına, balık oltalarından biri gitmiş!’ diye bağırdığını duydum. Bir şey bana bunun benim için büyük bir üzüntü demek olduğunu söyledi, damarlarımdaki kan dondu. Sezgim o anda doğrulanmış oldu. Babam, ‘Kalkın, herkes kalksın; yakalayın o yabancıyı!’ diyerek bağırıyordu. Sonra dört bir yandan bağırışlar, lanetler yağmaya başladı, belli belirsiz şekiller karanlığın içinde çılgınca koşuşturuyordu. Ben sevgilimin yardımına koştum, ama beklemekten ve ellerimi ovuşturmaktan başka ne yapabilirdim? – O benden daha şimdiden etten bir duvarla ayrılmıştı, elleri ayakları bağlanıyordu. Yanına gitmeme ancak onu denetim altına aldıktan sonra izin vereceklerdi. Kendimi onun o zavallı, aşağılanmış bedeninin üstüne attım, acılarımı ağlayarak onun göğsüne boşalttım, bu arada babam ve bütün ailem benimle alay ediyor, onun üstüne tehditlerini, utandırıcı adlandırmaları yağdırıyorlardı. O kendisine yapılan bu kötü muameleye sakin, onurlu bir duruşla katlanıyordu, bu da onu benim gözümde eskisinden daha değerli kılıyordu, onunla birlikte ve onun için acı çektiğim için kendimi gururlu ve mutlu hissediyordum. Babamın sevgili Kalula’mı idamla yargılamak üzere kabilenin yaşlılarının çağrılması emrini verdiğini duydum.

‘Ne?’ dedim, ‘Kayıp olta için arama yapılmadan önce mi?’

‘Kayıp olta mı?’ diye bağırdı hepsi bir ağızdan, aşağılayıcı bir tavırla; sonra babam, alay eder bir havayla, ‘Geri durun, herkese söylüyorum; duruma uygun biçimde ciddi olun – kızım o kayıp oltayı arayıp bulacakmış; ah, hiç kuşku yok, bulacaktır!’ Bu sözler üzerine hepsi birden yeniden kahkahalarla gülmeye başladılar.

Rahatsız olmuştum; hiçbir korkum, hiçbir kuşkum yoktu. Şöyle dedim:

‘Şimdi gülme zamanı sizin, sıra sizde. Ama bizim zamanımız da geliyor, bekleyin de görün.’

Elime bir bez lamba aldım. O kahrolası şeyi en kısa zamanda bulmam gerektiğini düşünüyordum, bu işe öyle bir özgüvenle giriştim ki oradaki insanlar ciddileşti, belki de çok aceleci davranmış olduklarından kuşkulanmaya başladılar. Ama heyhat, heyhat! Ah, o aramanın bana yaşattığı acılar! İnsanın parmaklarını on ya da on iki kez saymasına yetecek kadar uzun bir süre derin bir sessizlik oldu, sonra yüreğimin yağları erimeye başladı, o alay dolu sözler çevremde yeniden uçuşmaya başladı; giderek daha yüksek sesle, daha bir güvenle söyleniyordu bu sözler, en sonunda ben artık aramaktan vazgeçince, birbiri ardına acımasız kahkaha patlamaları gelmeye başladı.

O sırada ne acılar çektiğimi kimse hiçbir zaman bilmeyecek. Ama sevgim bana destek oldu, güç verdi; ben de Kalula’nın yanında bulunmam gereken yeri aldım, kolumu onun boynuna doladım, fısıldayarak kulağına şunları söyledim:

‘Sen suçsuzsun biriciğim, bunu biliyorum, ama bunu bana sen kendin söyle, içimi rahatlat, o zaman bizi bekleyen her neyse ona katlanabilirim.’

O şöyle yanıt verdi:

‘Şu anda ölümün kıyısında durduğum ne kadar kesinse, aynı kesinlikle suçsuzum. İçin rahat olsun, öyleyse; ah, yüreği yaralım, huzur içinde ol, ah içime çektiğim soluk, canımın canı!’

‘Tamam, öyleyse bırakın yaşlılar gelsin!’ Ben bu sözleri söylerken dışarıda karları ezen ayak sesleri çoğaldı, sonra da kapıda başları öne eğilmiş gölgeler – yaşlılar – belirdi.

Babam, tutukluyu resmi sözlerle suçladı, o gece olanları ayrıntılarıyla anlattı. Bekçinin kapının dışında olduğunu, evde de aileden ve bu yabancıdan başka kimsenin bulunmadığını söyledi. Aile kendi mülkünü çalar mıydı?

Sonra sustu. Yaşlılar dakikalarca suskunluk içinde oturdular, sonra hepsi birbiri ardından yanındakine şöyle dedi: ‘Yabancı için durum kötü görünüyor.’ Beni çok üzen sözler oldu bunlar. Sonra babam yerine oturdu. Ah, zavallı, zavallı ben! O anda sevgilimin suçsuz olduğunu kanıtlayabilirmişim, ama ben bunu bilmiyordum!

Mahkeme başkanı şunu sordu:

‘Burada tutukluyu savunacak kimse var mı?’

Ben ayağa kalkıp şöyle dedim:

‘Oltayı neden çalsın o, herhangi bir oltayı ya da hepsini? Bir gün sonra zaten hepsini varis olarak devralacaktı!’

Ayakta durup bekledim. Uzun bir sessizlik oldu, pek çok soluktan yükselen buharlar çevremde dolanıp beni sis gibi sardı. Sonunda yaşlılar birbiri ardına başlarını birkaç kez önlerine eğdiler ve mırıldanarak şunları söylediler:

‘Bu çocuğun söylediğinde gerçeğin gücü var.’

Ah, bu sözler yüreğimi nasıl da hafifletti! Öylesine geçici, ama ah, öylesine değerli sözlerdi ki bunlar! Yerime oturdum.

‘Başka bir şey söyleyecek kişi varsa şimdi konuşsun ya da sonsuza kadar sussun.’ dedi mahkeme başkanı.

Babam ayağa kalkıp şunları söyledi:

‘Geceleyin, yarı karanlıkta önümden bir gölge geçti, hazineye doğru gitti, sonra hemen geri döndü. Şimdi düşünüyorum da, o kişi bu yabancıydı.’

Ah, ben bayılacak gibi oldum! Bunun yalnızca benim bildiğim bir sır olduğunu sanıyordum, Yüce Buz Tanrısı’nın elleri bile yüreğimden koparıp alamazdı bu sırrı.

Mahkeme başkanı, sert bir ifadeyle zavallı Kalula’ma şöyle dedi:

‘Konuş!’

Kalula duraksadı, sonra yanıt verdi:

O bendim. O güzel oltaları düşündüğüm için uyuyamıyordum. Ruhumu yatıştırmak, zarar vermek istemeyen bir sevinç içinde boğulmak için çekilircesine oraya doğru gittim, oltaları öptüm, okşadım, sonra hepsini yeniden yerlerine koydum. Bir tanesini düşürmüş olabilirim ama hiçbirini çalmadım.

Ah, böyle bir yerde ne ölümcül bir itiraftı bu! Korkunç bir suskunluk oldu. Kalula’nın, kötü yazgısını kendi ağzıyla ilan etmiş olduğunu biliyordum, her şey bitmişti. Oradakilerin yüzlerinde bu sözcüklerin çivi yazısı gibi kazınmış olduğunu görebilirdiniz: ‘Bu bir itiraf! – Yarım yamalak, acemice ve zayıf.’

Ben, ölgün iç çekişlerle soluk alıp vererek orada öylece oturuyordum; her sözcük yüreğime bir bıçak saplanıyordu:

‘Mahkemenin kararı, sanığın suyla sınamadan geçirilmesidir.’

Ah, suyla sınamayı ülkemize getirene lanetler olsun! Bu sınama, kimsenin nerede bulunduğunu bilmediği uzak bir ülkeden kuşaklar önce getirilmiş buraya. Ondan önce atalarımız kehanet ve başka güvenilmez sınama yöntemleri kullanıyorlarmış, hiç kuşku yok ki bazı zavallı, suçlu yaratıklar canlarını bazen kurtarıyorlarmış; ama biz zavallı, cahil vahşilerden daha bilge kişilerin icadı olan suyla sınamada durum böyle değildir. Bu yöntemle masumların masum olduğu, hiçbir kuşkuya ya da soruya yer bırakmadan kanıtlanır, çünkü boğulurlar; suçluların da suçlu olduğu aynı kesinlikle kanıtlanır, çünkü boğulmazlar. Göğsümün içinde yüreğim parçalanıyordu, çünkü kendi kendime şöyle dedim: ‘O masum, dalgaların içine gömülecek, ben de onu bir daha hiç göremeyeceğim.’

Bundan sonra onun yanından hiç ayrılmadım. Bütün o değerli saatler boyunca onun kollarında yas tuttum, o da sevgisinin derin ırmaklarını benim üstüme akıttı; ah, öylesine perişan ama öylesine mutluydum ki! Sonunda benden koparırcasına aldılar onu, ben de hıçkırıklar içinde peşlerinden gittim, onu savurarak denize attıklarını gördüm, sonra ellerimle yüzümü kapadım. Izdırap mı? Ah, ben bu sözcüğün en derinlerde yatan anlamlarını biliyorum!

Bir an sonra insanlar kötücüllük dolu bir sevinçle bağırmaya başladılar, ben de irkilmiş bir halde ellerimi yüzümden çektim. Ah, o acı verici görüntü: Kalula yüzüyordu!

Yüreğim anında taş kesildi, buz kesildi. ‘Suçluydu ve bana yalan söyledi.’ dedim.

Onu aşağılama duygusu içinde arkamı dönüp evin yolunu tuttum.

Kalula’yı denizin açıklarına götürüp engin sularda güneye doğru kayarak ilerlemekte olan bir buzdağının üstüne oturttular. Sonra ailem eve geldi ve babam bana şöyle dedi:

‘Senin hırsız ölürken sana son iletisini göndererek şöyle dedi: – Ona benim suçsuz olduğumu, açlık çektiğim, yokluğa gittiğim bütün günler, bütün saatler, bütün dakikalar boyunca onu seveceğimi, onu düşüneceğimi, onun tatlı yüzünü görmeyi bana bağışlayan gücü kutsayacağımı söyleyin. – Oldukça güzel, hatta şiirli!’

Ben, ‘Pisliğin teki o – adının anıldığını bir daha duymak istemiyorum.’ dedim. Ah, düşünün, bütün bu olanlar boyunca hep masummuş!

Dokuz ay – dokuz sıkıcı, üzüntü dolu ay – geçti, sonunda kabiledeki bütün genç kızların yüzlerini yıkayıp saçlarını taradıkları o Büyük Yıllık Kurban günü geldi. Tarağımı ilk çekişimde, o kahrolası balık oltası, bütün bu aylar boyunca yuvalanmış olduğu yerden çıkıp geldi; ben de bayılarak, pişmanlıklar içindeki babamın kollarına yığıldım. Babam inleyerek,

‘Katlettik onu; ben de bir daha hiç yüzüm gülmeyecek!’ dedi.

Bu sözünü hep tuttu. Dinleyin: O günden bugüne, saçımı taramadığım bir tek ay olmadı. Ama ah, bütün bunların artık ne yararı var!”

Zavallı genç kızın alçakgönüllü küçük öyküsü böyle sona erdi. Buradan şunu öğreniyoruz ki, New York’ta yüz milyon dolarla Kuzey Kutbu’nun sınırında yirmi iki balık oltası parasal açıdan bakıldığında aynı üstünlüğü temsil ettiğine göre, para sıkıntısı içinde olan birinin on sentlik balık oltası satın alarak buradan oraya göç edebilecekken New York’ta kalması aptallıktır.

SEÇME ÖYKÜLER
MARK TWAIN
İNGİLİZCE ASLINDAN ÇEVİREN:
YURDANUR SALMAN
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir