fay kırığı 2Siyasal roman deyince hemen akla gelen isimlerden biri olan Mehmet Eroğlu, Fay Kırığı üçlemesinin ikinci kitabında yine insana, yine Türkiye’ye ve yine bu topraklarda yaşananlara dokunuyor. Türk-Kürt, Laik-Müslüman ve zengin-yoksul eksenindeki fay hattı üzerinden ülkedeki bölünüşe ayna tutuyor. Günümüzün yükselen Müslüman burjuva sınıfını daha yakından tanımak adına da dikkat çekici bir roman sunuyor.

“Romanın odağında hep insan olmalı” ilkesiyle hareket eden ve roman anlayışını bu temele dayandıran Mehmet Eroğlu, Fay Kırığı üçlemesinin ikinci kitabı “Emine”nin merkezine yine insanı oturtuyor; hem de tüm gölgeli, karanlık ve trajik yanlarıyla… Yazar, bu on üçüncü romanında, iki ayrı dünyanın insanı olan Mehmet ve Emine’nin trajik hikâyesine paralel bir çizgide, son dönem Türkiye’sinin panoramasını da ustaca resmediyor.

Türkiye tarihinin son yirmi beş yıllık zaman dilimine bir mercek tutacak olursak hiç de iç açıcı bir manzarayla karşılaşmıyoruz. Coğrafi olarak zaten bir deprem bölgesi olan ülkemiz dini, siyasi, ekonomik, etnik ve kültürel alanda da oldukça hareketli bir fay hattı. Özellikle son on beş yıldaki gerilimlerle oluşan çatlaklar bir hayli derin; bölünmeler almış başını gidiyor. Fayın iki ayrı yakasında duran insanlar söz konusu: Türk-Kürt, Laik-Müslüman ve zengin-yoksul. İşte Eroğlu’nun üçlemesinde ele aldığı üç önemli fay kırığı; bu şekildeki etnik, dini ve ekonomik sınıf ayrımından oluşuyor. İçinde yaşadığı toplumu ve dünyayı sorgulayan, insanlığa karşı sorumlulukları olan, yaşadığı çağa ve geleceğe ışık tutan bir yazar olarak Eroğlu; çatışan değerleri, bu değerler arasında sıkışan insanları, amansız çelişkileri; tüm bunların sahnelendiği Türkiye’yi, bu topraklardaki bölünüşü ve fayın her iki tarafındaki insanları adeta fotoğraflıyor. Ülkemizin çok yakın tarihini ve bu dönemde oluşan derin çatlakları göze görünür kılıyor; unutturmamak adına yaşananların altını bir kez daha çiziyor.

Üçlemenin giriş romanı olan Mehmet, 2005-2006 yılları arasındaki olaylara ağırlık verirken ikinci kitap Emine, 2006-2008 arası dönemi İstanbul ekseninde anlatıyor. Rojin ismini taşıyan son kitap ise 1993-1994 yılları arasını kapsayacak ve Hakkâri-Şemdinli’de geçecek. İlk kitapta “Nasıl bir insanım?” sorusuna yanıt arayan Mehmet, ikinci kitapta bu kez Emine ile birlikte aynı sorunun peşine düşüp cevabın ayak izlerini sürüyor. Emine; oldukça zengin ve bir o kadar da muhafazakâr Kadıoğulları Ailesi’nin, modernlikle inançları arasına sıkışmış türbanlı kızı. Mehmet ise Tanrı ile arası pek de iyi olmayan, Hakkâri’deki askerlik döneminin izlerini hem bedeninde hem de ruhunda taşıyan, sıradan insanın temsilcisi. Anadolu sermayesiyle İstanbul burjuvazisini evlendiren Abdullah Kadıoğulları’nın, cemaat dışından seçilmiş damadı… Yani ülkedeki fay hatları üzerinde yaşayan iki insan… “Dünyaları tamamen birbirine zıt bu iki insanı birleştirmeye aşkın gücü yetecek mi?” soru cümlesi, roman boyunca insanın beyninin bir köşesinde dolanırken bir yandan da günümüzün yükselen Müslüman burjuvazisi ve bu sınıfın yaşam şekli, zenginlikle İslamiyet arasındaki ahlaki ve sosyal çelişki üzerine yoğun bir biçimde düşünmek zorunda kalıyorsunuz.

İranlı düşünür Ali Şeriati’nin geleneğinden gelen yazar İhsan Eliaçık’ın literatüre kazandırdığı “abdestli kapitalizm” kavramı ile de karşılaşıyoruz eserde. Müslüman burjuvazinin hiç hazzetmediği, üstelik “komünist” diye nitelediği Hasan Hoca’nın söylevleri, Müslümanlık ile kapitalizmin nasıl bu kadar iç içe olabildiği, İslam’ın mülkiyete nasıl baktığı üzerine bir kez daha düşünmeye sevk ediyor okuru. Hoca, İslam dininin devrimci yanına dikkatleri çekiyor ve sosyalist bir İslam anlayışının mümkün olup olamayacağını sorgulatıyor insana. İhsan Eliaçık’ın fikirlerini çağrıştıran cümleler kuran Hasan Hoca, kitabın bir bölümünde gerçekten Eliaçık’ın sözcükleriyle konuşuyor. Eroğlu, Hoca’nın uzunca bir monologunu Eliaçık’tan alıntı olarak veriyor. Bir Müslüman’ın sosyalist olabileceğini ancak kapitalist olamayacağını ifade eden Hoca, burada abdestli kapitalizme vurgu yapıyor: “İşyerine mescit açmayı, iftar ve sahur yemeği çıkarmayı sosyalist politika alternatifi sanıyorlar. (…) ortaklaşacı üretim, paylaşım düzeni, ücret politikası, üründe emekçinin payı, artı değerin kime gittiği ve emeğin hakkı üzerinde kafa yormadan fabrikaya mescit açıp iftar ve sahur yemeği çıkarmakla yetinirseniz, hele de ‘İslam’da grev yoktur, sendika caiz değildir’ diye broşür dağıtırsanız, olsanız olsanız abdestli kapitalist olursunuz. Ne yapmamız gerektiği açık. Ben diyorum ki, Peygamberimizin mülk ile ilgili tutumunu esas alalım. Efendimiz, ölürken yedi dirheminin bile yoksullara verilmesini isteyerek öldü. Tekrar söylüyorum: İslamcılar lüks içinde yaşayamazlar. (İhsan Eliaçık)”

Eroğlu’nun romanı, altı çizilmesi ve de bir kenara not edilmesi gereken önemli aforizmalarla dolu. Bu özlü sözlere bir kaç örnek vermeden geçemeyeceğim: “Belki ideolojiler hayatı kısıtlıyor, yoksullaştırıyor ama yine de hayat için, içinde insanlık ideali barındıran bir ideolijiden daha iyi bir proje yok.”, “Gururumuz yaralandğında, tamiri için bizi en çok sevene gideriz.”, “Erdem öldü mü, zaafın saltanatı başlar.”, “Bu ülkede zengin olmak için, yaratıcılık ve öngörü değil, ilişki, yakınlık ve kayırma gerekir.”, “Ne yazık kı barışın temelinde, ölümler, trajediler yatıyor. Barışın yolu, barışla tezat gibi… Ama isyanın olduğu yerde, özgürlüğün de yeşereceğini nasıl unutabiliriz?”, “Başını belaya sokmak: İnsan türünün geleneksel hastalığıydı bu.”, “Şiir, sözcük tasarrufuyla resim çizebilmek, müzik besteleyebilmektir. Ses, zarif bir biçimde gürültüden uzaklaşır, müziğe dönüşür. Aşk da şiir gibi, her şeyi dönüştürüyor: Çalıyı çiçeğe…”, “Ahlak, insanın kendisinin keşfettiği, gönüllü olarak kabullendiği bir şey değildir. Toplumun mirasıdır bize.”, “Mizah kibre karşı koymak için icat edilmiş en zekice silahtır.”, “Okumak, hayat hakkında öyküler dinlemektir aslında. Zaman zaman okumaktan sıkılmamızın nedeniyse, karşılaştığımız hayatın kendine has bir lezzeti, gizi ve trajedisinin olmamasıdır.” Türkiye’nin güncel siyasi sorunlarıyla iç içe yürüyen Emine’nin hikayesi, insana ve hayata dair, gizi ve trajedisi olan gayet lezzetli, sıkmayan bir hikaye… Eroğlu, hayat ve günümüz Türkiyesi üzerine akıcı ve düşündürücü bir öykü anlatıyor.

Elif Şahin Hamidi
(elif.sahin@gmail.com)

“Fay Kırığı 2/Emine”, Mehmet Eroğlu, 579 s., Agora Kitaplığı, 2011

Kaynak: Remzi Kitap Gazetesi, Aralık 2011 sayısı

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Anayasalarda İlginç Maddeler – Cemal Süreya

Next Story

Tolstoy: Sanat tükenir, sanatçı ezilir ve ortalığa bir anlamsızlık hakim olursa, hem kendimizi hem de geleceğimizi yitiririz.

Latest from Elif Şahin Hamidi

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ