musa_anterAslen Çerkesdir. Amcasının oğlu ve kendisi gibi içki düşkünü Kemal Efendi, Fırat Yurdu’nda aşçım idi. Bu bakımdan “Çerkes” di diyorum. Yoksa Neyzen’in ağzından değil milliyetini, insanlığını bile dinlemek mümkün değildi.

Adana Lisesi’nden beri hâlâ arkadaşlığımı sürdürdüğüm, Rodos Adası’ndan İhsan Ada, Neyzen’in çok yakını idi. İhsan Ada bir ara Vatan’da yazı işleri müdürlüğü, daha sonra Hatay milletvekilliği yaptı. Hiç kullanmadığı diplomasını Hukuk Fakültesinden almıştı. Sık sık Fırat Yurdu’na gelirdi. İmkanlarım ölçüsünde yardımcı olmaya çalışırdım. Bir gün, Mahmudiye Oteli’nde kalan ve kendisini çok seven Neyzen Tevfik ile beni tanıştırdı. Neyzen sarhoştu. O mahmur gözleri ile bana bakarak, “Ulan sen Kürt müsün?” dedi. “Evet” dedim. “Öyleyse gel otur” dedi. Yani demek oluyor ki, eğer Kürt olmasaymışım “otur” demeyecekti.

Otel odasının konforu, boktandı. Eski boyalı mavi bir karyola, üstünde beşinci sınıf bir yatak yorganı, iki tane en adisinden kırık sandalye, yarı yeşil bir sürahi ile bir bardak…

Oturdum. Bir ara daldı. Konuşmadı. Sonra bana dönerek “Sen de İhsan gibi eşşek misin?” dedi. Huyunu bildiğim için “Evet” dedim. “İyi” dedi. Yani eşşekliğimi kabul etmiştim; hoşuna gitmişti. Ondan sonra sık sık ziyaretine gittim. Tabii, İhsan ile… Ama bizi adam yerine koyup konuştuğu hiç olmazdı. Bazen güzel, o orijinal üslubu ile başkasına küfür yağdırır, hicvederdi. Bazen de genel hicivler yapardı. Ben de burada, beğendiğim ve bana hatıra olmuş birkaç hicvini yazacağım.

Eski İstanbullular Pandelli’yi bilirler. Adını sahibinden alıyordu. Eminönü’nde, Mısır Çarşısı’nın ötesindeydi. Türkiye’nin İstanbul, Ankara’daki tüm edip ve şairleri orada buluşurlardı. Haddim olmayarak ben de giderdim. Pandelli Efendi, Heybeliada Rum Ortodoks Mektebi’nden mezun, kültürlü, Fransızca, Yunanca, Türkçe bilen, ayrıca zeki ve nüktedan bir adamdı, iki kere lokantasına gidenin tüm soysopunu, kültür derecesini, ahlakını anlardı. Zaten lokantasına gidenler herhangi bir içki ve yemek siparişinde bulunmazlardı. Pandelli yüzlerine bakar, gerekeni masalarına gönderirdi. Sabahları kendisi Balık Pazarı’na ve Mısır Çarşısı’na gider, fiyatlarına bakmadan balıkların ve etlerin en iyisini alırdı. Balıkçılar ve kasaplar, onun bu huyunu bildikleri için ellerindeki en iyi şeylerini Pandelli Usta’ya saklarlardı.

Pandelli, vitrin buzdolaplarından yapılmış uzun tezgahının arkasında hep ayakta dururdu. Önünde orijinal bir kadeh içinde daima süt gibi rakısı eksik olmazdı. Tüm gelen gidenlerle kültür seviyelerine göre sohbet eder, şakalaşırdı. O ara, Hasan Âli Yücel -dostum Can Yücel’in babası- hem şair ve hem de Maarif Bakanı idi. Pandelli’nin de müşterisiydi.

Pandelli Usta, Neyzen Tevfik’i çok severdi. Aylarca peşine adam takardı bir gün lokantasına gelmesi için. Bir keresinde ben de aracı olmuştum. Neyzen, “Siktir et kefereyi! Öyle boktan müşterileri var ki, ben o kenefe girmek istemem” dedi. Aynen sözlerini Pandelli’ye anlattım. Hiç komadı. “Doğruyu söylüyor. Ne yapalım, kader bizi hela bekçisi yaptı” dedi. Buna rağmen bir gün keyfi yerindeyken ve Hasan Âli Yücel ile konuşurken, “Hasan Bey, bu kadar imkanın varken Neyzen Tevfik’in böyle sefil yaşamasında senin ne kadar mesul olduğunun farkında mısın?” deyince, Hasan Âli, “Bırak Usta o serseriyi, ayyaşın biri… Pezevenk adam olmaz” demiş. Bunları, beni sevdiğini söyleyen Pandelli anlatmıştı. O vakit benim de Fırat Talebe Yurdum vardı. Ben de piyasadan aldığım malzemeye dikkat ederdim. Adım ‘Pandelli’ye çıkmıştı. Zaten yakınlığımızın sebebi de buydu.
Dolaşa dolaşa, olayı Neyzen Tevfik’e anlattım. Neyzen, yine her zamanki gibi sarhoş ve formundaydı. “Yaa!..” diye uzun bir “ya” çekti. Arkadaşından şu tekerlemeyi söyledi:

“Hasan Âli Yücel
Dest-i hilkat hamurunu
Necaset ile yoğurmuş
Anan seni sıçacakken

Yanlışlıkla doğurmuş”

Ben ve İhsan hemen kaydettik ve tabi ağzımızda durmadı. Bu, yerinde -ama Can Yücel’in hatırı için, yerinde olmayan- tekerlemeyi şurda burda söyledik. Kısa bir zamanda hem İstanbul’a, hem bütün Türkiye’ye yayıldı.

Neyzen’in, Sultan Hamit zamanından beri İstanbul Belediyesi’nden her ay beş altın lira alması vardı. Sonra zaman değişti. Güya Cumhuriyet oldu. Neyzen parayı sevmez ve tutmazdı. Derdi ki, “Bu bok, cebe koymak için değildir. Üstüne atılınca, yani para eline geçince derhal defetmek gerekir.” İşte o kağıt beş lirasını, üç-beş ayda bir aklına geldikçe gider belediye muhasebesinden alırdı. Yine bir seferinde parasını almaya gidince, memurlar sıkıla sıkıla, “Efendim, bundan böyle maaşınızı veremiyoruz” demişler. Atatürk’ün İnönü devrinin sona ermesi olan 1947’ye kadar İstanbul, Ankara ve İzmir’in valileri, seçimsiz olarak bu illerin belediye reisliğini de yürütürlerdi. İşte İstanbul valisi, aynı zamanda belediye reisi de olan Doktor Lütfi Kırdar bütçeyi tetkik ederken Neyzen’in tahsisatına rastlıyor. “İradeyi Seniye” ile İstanbul Şehremanetinden her ay beş lira almaya hak kazanan Neyzen Tevfik’i görünce, “Yahu, bu ne demek? İradeyi Seniye padişah emri; şehremaneti ise imparator devrindeki İstanbul belediyesi idi. Cumhuriyet devrinde böyle şey olur mu?” deyip bütçeden Neyzen’in tabirince onu “tay” ediyor. Yani uçuruyor, çıkarıyor. İşte Neyzen, Lütfi Kırdar’a bu nedenle kızgınmış. Bir gün Fatih Parkı karşısında bir meyhanede otururken, bakıyorlar ki, o zamana göre korkunç bir gürültü. Meğer Reisicumhur İnönü geçiyormuş. Etraftaki tüm motorsiklet ve jipler korna çalıyorlar. Fakat tesadüfen İnönü’nün arabası bir trafik tıkanıklığında tam meyhanenin önünde durmuş. Neyzen, yine mahmur mahmur bakarak, “Kim bunlar?” demiş. “İsmet Paşa” diye cevap vermiş yanındaki İhsan Ada. “Peki, o heykel gibi herif kim?” “Lütfi Kırdar” demiş İhsan. Lütfi Kırdar, uzun boylu, esmer, iri yarı tipik bir Kürt erkeği idi. Bir de melon şapkası vardı. Neyzen’in dediği gibi, cidden müheykel, yani heykele benziyordu. Neyzen, sık sık kriz gibi girdiği asabi hallerden birisine girerek, hemen şu dörtlüğü söyleyiveriyor:

“Yaa İstem Paşa; sıçtın Kürt Lütfü’yü İstanbul’a vali diyerek
Bari tüy dik de, üfür aleme karşı bokunu
Ama teskin edemezsin halkın terese karşı olan hışmını
Sokmuş olsan götüne partinin altı okunu”

Musa Anter
Hatıralarım (1-2)
avesta yayınları

Previous Story

Musa Anter’in Hatıralarında Halide Edib ve A. Adnan Adıvar

Next Story

Modern Zaman Tuzağı; ‘Sevdiğin İşi Yap!’ – Fırat Devecioğlu

Latest from Anlatı

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ