Necip Fazıl KısakürekHayata gözlerini, başı gövdesinden büyük bir çocuk olarak 26 Mayıs 1904 günü Çemberlitaş’ta dört katlı bir konakta açan Ahmet Necip (asıl adı buydu) varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Hariciye nazırlığına kadar yükselmiş bir paşanın damadı olan dedesi Maraşlı Kısakürekzade Hilmi Bey, Mecelle yazarları arasında yer almış, fakat aynı zamanda Fransız kültürüyle de beslenmiş, Légion d’Honneur nişanı sahibi bir hukukçuydu. Babaannesi Zafer Hanım Halep valiliği, Hariciye Nezareti müsteşarlığı ve Zaptiye Nazırlığı yapmış olan Salim Paşa’nın kızıydı. Babası hukukçu Fazıl Bey ailenin tek erkek evladıydı. Fazıl Bey küçük yaşta Mediha Hanım ile evlendirilmiş, Hukuk Fakültesi’ni oğlu Necip doğduktan sonra bitirmişti.

İleriki yıllarda halalardan, dayılardan ve onlardan oluşan geniş bir aileden bahseden ve özellikle ümmi ve dinine düşkün, Kuran okumakla ve tefekkürle zamanını geçiren anne annesinden (adını vermeden) söz eden Necip Fazıl yıllar sonra “Muhasebe” şiirinde ailesini şu dizelerle yargılayacaktı: “…/Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!/Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,/Orta kat: “Mavs” oynayan annem ve âşıkları,/Alt kat: Kızkardeşimin “Tamtam”da çığlıkları./Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim/Buyurun ve maktaından seyredin, işte evim!/bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!/Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş…”

O okul senin, bu okul benim

Necip’in çocukluğu hastalıklar ve yaramazlıklar ile geçti. Oğlundan umduğunu bulamamış dedesi tarafından çok şımartılarak büyütülen küçük Necip eğitimine mahalle mektebinde başladı, 1912’de Gedikpaşa’daki Fransız Frerler Okulu’na geçmişti. “Tadsız ve haşin” bulduğu bu okuldan bir müddet sonra ayrıldı ve Amerikan Koleji’ne devam etti. Bu okulu sevdi ancak haylazlık yüzünden kovuldu. Ardından Büyükdere’de Emin Efendi Mahalle Mektebi’ne geçti ama orada da kalmadı. Sırasıyla İstanbul Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi ve Vaniköy’deki Rehber-i İttihat Okulu’na devam etti. Kız kardeşi Sema’nın 5 yaşında ölümü üzerine annesi vereme yakalanıp, aile Heybeliada’ya göçünce Heybeliada Bahriye Okulu’na girdi. Ahmet Necip olan adının Necip Fazıl olması bu okulda oldu. Hasta yatağındaki annesinin “senin şair olmanı ne kadar isterdim” demesi de bu dönemde oldu. Militarizm ve orduya sevgi duymasında bu okulda aldığı üç harp sınıfı etken oldu.

Batı kültürüyle hemhal oluş

İleriki yıllarda, Nazım Hikmet’ten iki yıl sonra girdiği ve Yahya Kemal, Aksekili Ahmet Hamdi, Hamdullah Suphi, İbrahim Akşî gibi hocalardan ders aldığı bu okuldan söz ederken “Ne oldumsa bu mektepte oldum!” diyecek ama müdürünü de “Batı delisi” diye eleştirmekten geri durmayacaktı. Halbuki (kaynakçada makalesini bulacağınız) Taner Timur’un otobiyografilerinden özetlediği gibi “okumaya Michel Zevaco ve Alexandre Dumas ile başlamış; Amerikan Kolejinde öğrendiği İngilizceyi ilerlettikten sonra Lord Byron, Oscar Wilde, hatta Shakespeare’i asıllarından okumuş; roman denilince de Paul ile Virginie’yi, Graziella’yı, Marcel Proust’u, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi anmıştı. Puccini müziği, Max Linder filimleri ve babasıyla Tepebaşı Tiyatro’sunda seyrettiği ve ‘tek seyredişte adeta ezberledim’ dediği Çardaş Fürstin opereti de anıları arasındaydı.” Kısacası ilk gençliğinde ve birazdan göreceğimiz gibi ileriki yıllarda Batı kültürü ile arası gayet iyiydi.
1921 yılında girdiği Darülfünun Felsefe Bölümü’nde dönemin ünlü edebiyatçıları ile tanıştı. Ahmet Haşim, Faruk Nafiz, Yakup Kadri, Nazım Hikmet, Ahmet Kutsi, Ahmet Hamdi, Peyami Sefa ilk akla gelenler. İlk şiirleri de bu yıl yayımlandı. Daha sonra O ve Ben adlı otobiyografik eserinde belirteceği gibi “kendisini artık dünyada tanımayan tek kişinin kalmadığını, kahvede, sokaklarda, salonlarda hep ondan konuştuklarını sanıyordu.”

Paris’teki kabus yılları

Bu özgüven içinde, bölümünü bitirmeden, hükümetin sağladığı bir bursla Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’ne girdi. Burada ünlü sezgici ve mistik filozof Henri Bergson’la tanıştı. Necip Fazıl’ın Paris hayatını kendi ağzından (O ve Ben’den) özetleyelim: “Kadını, kumarı, içkisi, bohem hayatı, şüpheci felsefesi, sara nöbetleri içinde sanatı; çözmeye çalıştıkça dolaşan ve büsbütün meseleleriyle Paris… Kâbus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicabım ve İslami edebim manidir.”

Bir yıl geçmemişti ki, bu hicap duyulacak hayat Ankara’nın da kulağına gitti ve kendisini Türkiye’ye çağırmak için Milli Eğitim Bakanlığı Paris’e bir müfettiş yolladı. NFK, Babıali adlı kitabında anlattığına göre, Zeki Mesut adlı müfettişin verdiği son aylığı ve memlekete dönüş parasını da kumar masasında kaybetti.

Entelektüel çevreye giriş

Felsefeci olarak değil iyice azıtmış bir kumar tutkunu olarak Türkiye’ye döndükten sonra önce Felemenk Bahr-i Sefid Bankası’nda işe başladı. Ardından Osmanlı Bankası’nın Ceyhan, İstanbul ve Giresun şubelerinde çalıştı. İlk şiir kitabı Örümce 1925’te yayımlandı. Yine bu dönemde aralarında Ahmet Hamdi, Yahya Kemal, Ahmet Kutsi Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Abidin Dino, Pertev Naili, Peyami Sefa, Eşref Şefik, Fikret Adil, Mesut Cemil, Elif Naci, İbrahim Çallı’nın da olduğu entelektüeller grubuna katıldı.

‘Beyza Hanım’la tanışma

Bu yıllarda devlet katında çok saygı gördü, piyesleri devlet tiyatrolarında sahnelendi. Kaldırımlar adlı ikinci şiir kitabı bu yıllarda (1928) yayımlandı. Kumar, içki ve kadına ‘Beyza Hanım’ diye kodlanan kokainin katılması da bu yıllarda oldu. NFK ‘beyza’yı tatmadığını iddia etti ama Babıalı kitabında onu içenler kadar güzel anlattı: “Beyza Hanımefendi adı ve sanıyla kokain (…) Küçük bir şişe içinde naftalin gibi pırıl pırıl, ince ve beyaz bir toz (…) Burnunda ve yanak adalelerinde hafif bir donma hissi ve peşinde dipsiz bir huzur, sulhçu mizaç ve her şeyi bağışlama, oluruna bırakma zevki (…) Bu bir hal; lafla anlatılamaz. Bir kere, iki kere çekmekle de anlaşılamaz; devam etmek ve onunla ünsiyet kazanmak lazım…”

Rejimle sıkı fıkı olma

Bu arada CHP iktidarı ile arasını iyice düzelten Necip Fazıl 1929’de İş Bankası Ankara Şubesi’nde muhasebe memuru olarak göreve başladı, askerliğini yaptı, ardından Trabzon, İstanbul ve Edirne Şubelerinde muhasebecilik yaptı.

Bu dostane ilişkinin nişanesi olarak Aralık 1930’da meydana gelen Menemen Olayı’ndan sonra Ankara Türkocağı’nda Kubilay’ı anma toplantısında yaptığı ve 5 Ocak 1931 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayımlanan konuşmasında şöyle dedi: “…Gözüme görünen şeyi açıkça, kaidesiz, tertipsiz ve imansız söylüyorum. Eğerzayıf tutarsan, eğer inkılâbın yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kubilay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin… Türkiye’nin nüfus kütüğündeki softa ve mürtecilerin yeşil kanını kurutacaksın; bu kadar…”

1932’de yazdığı “Bir Hikaye Birkaç Tahlil” adlı hikayesinde rejimin terminolojsi ile “softa kimdir?” sorusuna şöyle cevap verdi: “…Onu tarife hacet yok. Onu tanırız. Yürüyüşünden, duruşundan, bakışından, kaçışından tanırız. O zaten kendini gizlemiyor. Dün başına sarık sarıyordu. Bugün giydiği şapka, hüsnü nazarında gene sarık. Bugünün sarıklısı dünden daha çok, daha yezittir. (…) Zamanın akışını zorlayan, kendi iddiasından başka hiçbir yenilik olmayan deliller müstesna, her yeni şey karşısında ‘eski’nin ısrarı softalıktır. İslamlık çıktığı gün putperestler softaydı. Asırlardır ilim ve cemiyetin terakkisi karşısında da İslamlık softadır.”

Seyyid Arvasi ile tanışma

Necip Fazıl, 1934’de Beyoğlu’nda Ağa Camii’nde cumaları ders vermekte olan Nakşibendi büyüklerinden Vanlı Seyyid Abdülhakim Arvasî ile tanıştı ve kendi ifadesine göre hayatı değişti. Arvasi ile evinde yapılan sohbeti “buhran gecesi” olarak adlandırdı. O gün Arvasi kendisine “keşke bu kadar zeki olmasaydın!” demişti. Bu iltifat, çocukluğundan beri kendisini çok özel, çok zeki, çok farklı biri olarak gören Necip Fazıl’a muhtemelen çok iyi gelmişti. Arvasi’nin etkisini ise “Mürşid” şiirinde şöyle anlattı: “Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;/Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!” Bu öyle bir ilişkiydi ki, Kafakağıdı kitabında dediği gibi, Necip Fazıl “Köpeğin olarak kendi köpekliğimden kurtulayım; insan olayım!” diye yalvaracak ama eserlerinde Arvasi’ye çok az referans verecekti. Arvasi ile ölümüne (1943) kadar yoğun ilişki içinde olan Necip Fazıl’ın, bugün müritlerinin tekrarlamayı pek sevdikleri gibi “geçmişini bürüp çöpe atması”na daha çok vardı. O büyük temel çivisinin üzerine yeni bir binanın inşa edilmesi çok uzun sürecek, NFK hem CHP ile ilişkisine hem de içkili, kadınlı, kumarlı bohem hayatını uzunca sürdürecekti.

CHP’den alınan örtülü ödenek

Necip Fazıl 1935’te İş Bankası Genel Müdürlük kadrosuna alındı ama bir süre sonra ayrıldı ama çok sürmedi ayrılık. Gerisini Kafakağıdı’ndan okuyalım: [“Hemen Ankara… Eski Umum Müdürü, o zaman İktisat Vekili Celâl Bayar’la karşı karşıya:- Gel bakalım, şair, nerelerdesin? Duyduğuma göre bankadan istifa etmişsin!..- Öyle oldu. Bir mevsim, suların dibinde yatan bir denizaltıya döndüm. Şimdi su yüzüne çıkabiliyorum.”

Celâl Bayar, fazla tafsilat istemedi, gülümseyerek sordu:- Tekrar bankaya girmek ister misin?- Onun için geldim.” Bir telefonla iş halloldu, kendisine, İş Bankası’nın teftiş heyetinde bir kadro bulundu.

1936 sonunda, bir edebiyat dergisi çıkarmaya karar verdi. Yine doğruca, Celal Bayar’ın evine gitti ve “Memleketin buna ihtiyacını takdir edersiniz. Eğer emrinizdeki bankalardan İş Bankası ve Sümerbank bana bir senelik peşin ilân karşılığı muayyen bir para verirlerse bir mesele kalmaz…” dedi. Celal Bey kendisine hak verdi ve şairimize 1.600 lira takdim etti. Bir mebusun ayda 200 lira aldığı günlerde iyi paraydı bu. NFK devletten para almanın ne kadar kolay olduğunu belki de o gün anlamıştı.

İlişkiler o kadar iyiydi ki, Atatürk’ün ölümü üzerine 26 Kasım 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesine şu coşkulu cümleleri yazdı:
“(…) Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi iki Atatürk var. Zaman tasnifinde bunlardan biri düşmanın denize dökülüşüne, öbürü bugüne kadar sürer (…) Biri ölüm hükmü giymiş bir milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir başarıyla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, bir an evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler âlemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti… (…) İnkilâbcı Atatürk, Tanzimattan beri Türk cemiyetinin Avrupa medeniyet manzumesine kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi (…) Milli Kahraman’ın ölümü önünde duyduğumuz matem hissini, tek bir emniyet duygusu ile teselliye muktediriz: Teknesinde Atatürk’ü yoğuran Türk milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daima gebe kalacağı emniyeti…”

Bu güzel satırların ödülü, Atatürk’ün ölümü üzerine kurulan Celal Bayar hükümetinde Maarif Vekili olan ve bir kitabını ‘hakkında her vasfın âciz kaldığı şaire’ diye ithaf eden Hasan Ali Yücel tarafından Dil Tarih Fakültesi kadrosundan Yüksek Devlet Konservatuarı’na tayin edilmek oldu.

Büyük Doğu yılları

Necip Fazıl bir siyasi eylemciydi. Sesini 1943-1978 yılları arasında beş devre halinde 512 sayı çıkan Büyük Doğu mecmuası aracılığıyla kamuya ulaştırıyordu. Dergi adını Kısakürek’in 1938 yılında Ulus Gazetesi’nin düzenlediği Milli Marş yarışması için yazdığı Büyük Doğu adlı şiirden almıştı. Dergide başlangıçta dönemin önemli isimlerinin yazıları yayımlandıysa da, daha sonra değişik takma adlarla Necip Fazıl’ın yazdığı yazılar egemen oldu. Necip Fazıl’ın takma isimlerinden bazıları şöyleydi: Be.De., BAB, İstanbul Çocuğu, BÜYÜK DOĞU, Fa, Tenkitçi, N.F.K., ?, Ne-Mu, Ahmet Abdülbaki, Abdinin Kölesi, HA.A.KA., Adıdeğmez, Bankacı, Be-De, Prof. Ş. Ü., Dilci, İstanbullu, Muhbir, Sarıçizmeli, Dedektif X Bir…

Hala Atatürk’e övgü

Derginin siyasi-ideolojik çizgisi zaman içinde şekillendi. NFK’ın ‘İptidai’ diye adlandırdığı ilk dönemde, mecmuada dini içerikli pek çok yazı çıktığı halde CHP ve Tek Parti rejimi ile ilişkiler gevşek de olsa sürüyordu. Örneğin 1943’te yayımlamaya başladığı Büyük Doğu (Büyükdoğu şeklinde de yazılır) mecmuasının 9. sayısı “Atatürk’ün Altın Anahtarla Açtığı Son Fabrika Kapısı… Şimdi Onun Ruhu Ayni Anahtarla Türkün Zafer Kapısında…” başlıklı kapakla çıkmıştı. 10. sayıda ise “Atatürk Dirilecektir!” başlıklı bir yazı yayınlandı. Methiye şöyle devam ediyordu: “Bir gün Atatürk dirilecektir!!! Evet, lâf ve hayal, yahut fikir ve remz âleminde değil, doğrudan doğruya madde ve hakikat dünyasında Atatürk hayata dönecektir!!! Bir gün Atatürk, Etnografya müzesindeki taş sandukasının kapağını omuzlarile kaldırıp, ufkî (yatay) vaziyetten şakulî (dikey) hale geçecek ve sırtında mareşal üniforması, Ankara’da Atatürk bulvarında görünecektir!!! Bir gün onu, kâfurîden yontulmuş asîl ve mevzun parmaklarile kılıcının kabzasını kavramış, zarif ve ince endamile bir masaya eğilmiş ve gök gözlerile dünya haritasını süzmeğe başlamış olarak göreceğiz!!! Bugün, dünya muhasebe ve muvazenesinde Türk milletine ait hakların terazi kefesinde görüneceği andır!!! İşte o gün başımızda bulunacak olan şahsiyet, günün gerektireceği üstün kurtarıcılık vasıflarına göre, ruhile olduğu kadar maddesile de Atatürk’ten başkası olmıyacaktır. Zira, Türk milletinin içindeki Atatürk’lerin harekete geçmelerile, onun sandukasını devirip bu Atatürk’lerin derisi içine yerleşmesi ayni ana rast gelecektir!!!”

DP ile ilişkilerin limonileşmesi

Ama ilişkilerin limonileşmesi yakındı. 1943 yılının Aralık ayında “dini neşriyat yapmak ve rejimi beğenmemek” gerekçesi ile Büyük Doğu birkaç aylığına kapatıldı. Ardından Necip Fazıl Devlet Konservatuvarı’ndaki görevinden kovuldu. Dergi Şubat’ta tekrar yayımlandı, ama Mayıs 1944 ile Eylül 1945 arası, tekrar kapatıldı. Gerekçe “Allah’a itaat etmeyene itaat olunmaz” hadisinin Tek Parti yönetimini işaret ettiğine inanılmasıydı. Necip Fazıl’a göre, o günlerde Başbakan Şükrü Saraçoğlu kendisine “Allah ve ahlaktan bahsetmek yasaktır” şeklinde tamim yollamıştı.

Bu kapatılmalar Necip Fazıl’ı radikalleştirdi. Büyük Doğu’da daha çok dini içerikli (Peygamber’in, Dört Halife’nin, bazı din büyüklerinin hayatı, şeriatın faziletleri gibi konularda) yazı çıkmaya başladı. Çoğu ‘Adıdeğmez’ mahlasıyla yazan Necip Fazıl’ın kaleminden çıkan bu yazılarda CHP, İsmet İnönü, Falih Rıfkı Atay, Tevfik Sağlam gibi siyasi figürler, Atatürk heykelleri, genç kızlar arasında kürtajın artışı, kadının çalışması, okul müsamerelerinde ve ulusal bayramlarda genç kızların mini şort ya da mini etek giymeleri sert şekilde eleştiriliyordu.
Adıdeğmez, “Kaçgöç kaldırıldı ve kadın açıldı. (Ve bütün mumlar söndü.) (…) Kadına, tütün ameleliğinden hakimlik makamına kadar her iş sahası sunuldu. (Ev ve aile ocağı güme gitti.)” diyordu, “Bizim bir kavgamız var ki, hiç durmuyor. Dinmeyen bir sağanak gibi yıldırımlı bulutlardan sel sel boşanan kinimizle ve her biri bin ağır batarya dehşeti veren kelimelerimizle hiç aman vermek istemiyen bu saldırışımız neye? Ahlaksızlık adı verdiğimiz düşmanımız, birkaç nesil ölçüsünde bir buhran halini almak istidadındadır da ondan… Bu öyle bir acı ki bize kudurgan bir hınç vermektedir” diyordu. (Bu arada not edelim, Necip Fazıl’ın 1941’de evlendiği Neshilan Hanım gayet modern giyinirdi ve başı açıktı.)

Tan Matbaası Baskını

Türkiye basın tarihinin en utanç verici sayfalarından birini oluşturan Tan Matbaası Baskını’nın arkasında Büyük Doğu camiası vardı. 4 Aralık 1945 günü, İstanbul Üniversitesi’nde birileri, ellerinde Tanin gazetesiyle sınıflara girip öğrencilere ‘Kalkın ey ehl-i vatan!’ diye bağırmış, az sonra bütün okul Beyazıt Meydanı’nda toplanmıştı. Yürüyüşe geçerken sayıları 10 bine ulaşan bindirilmiş kıtalar, ellerinde Atatürk ve İnönü resimleri Cağaloğlu’na, Yalçın’ın ‘Beşinci Kol’, ‘Rus Hayranı’, ‘Moskof uşağı’ diye adlandırdığı Sertellerin Tan Matbaası’na yürüdüler. Saat 10.00’da taşlamalarla başlayan saldırı, sopalarla binanın camlarının kırılmasıyla sürdü. Sonra gençler matbaaya girdiler. Ne var ne yok yağmalayıp, baskı makinelerini parçaladılar. Daktiloları, masaları, telefonları, kurşun harfleri pencerelerden attılar. Hızlarını alamayan saldırganlar, Tan’ın yanındaki solcu yayınlar satan ABC Kitabevi’ni de yağmaladıktan sonra Bankalar Caddesi’nden Tünel’e yöneldiler. Kumbaracı Yokuşu’nda Yeni Dünya’yı basan La Turquie gazetesi ile Parmakkapı-Taksim arasındaki Berrak Kitabevi’ni de yağmaladılar. Taksim’de toplanan yağmacılar “Kahrolsun komünistler! Biz Yeni Dünya istemiyoruz! Bize eski dünyamız yeter!” diye bağırıyorlardı. ?
Necip Fazıl’ın olayla ilgili anlatımlarını Babıali’den izleyelim: “Bu, bir yıla varmayan yarım yamalak intişar devrinde Büyük Doğu’nun verimi ne olmuştur? Daha ilk (sondaj) girişiminde petrol bulunmuş ve onun, bütün yurda ve oradan bütün İslâm âlemine yön ve yol gösterici alev sütunları halinde bir gün fışkırmak istidadı, en iptidaî şekliyle de olsa belirmiştir. Bu istidadın aksiyon plânında ilk kımıldanışı ‘Tan’ Gazetesi baskını… Bu gazetede karargâh kuran komünizma… birdenbire Anadolulu ve kökçü üniversite gençliğinin pençesine düştü; eşyası toz gibi havaya savruldu ve makineleri makarna gibi didik didik edildi… Bu gençler Büyük Doğu idarehanesinin önüne gelerek tezahürlerini göklere çıkarmışlar, Sabık Şair’i (Necip Fazıl) pencereye çağırmış ve hitabını çılgın alkışlar içinde dinlemişler ve yara berelerini aynı idarehanede tedarik ediliveren pansuman malzemesiyle sarmışlardır… Ve işte, hemen başlarına yıkılan ‘Tan’ gazetesi… Ve işte, o gün boy göstermeye başlayan ilk Büyük Doğu gençliği!”

“Öz yurdunda garipsin…”

1946’da tüm Türkiye’de dini yayınlarda artış yaşandı ama yazarın sivri dili ve seçtiği konular yüzünden hükümetin Büyük Doğu alerjisi bitmedi. Mecmua, kapağındaki kulak resmi yoluyla “sağır” lakaplı Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye hakaret ettiği için 13 Aralık 1946 tarihinde yeniden kapatıldı. Necip Fazıl’ın iddiasına göre Başbakan Recep Peker, “daha ölçülü yazması” ve “fazla aleyhte yazmaması” için masasına 100 bin lira bırakmıştı ama yazar kabul etmemişti!

18 Nisan 1947’de tekrar yayımlanmaya başlayan dergi, 30 Mayıs tarihli nüshasında Rıza Tevfik’in “Sultan Hamid’in Ruhaniyetinden İstimdat” adlı şiirde Türklüğe hakaret edildiği ve saltanat övüldüğü için yeniden kapatıldı. Necip Fazıl 1 ay 3 gün tutuklu kaldı ama sonunda beraat etti. Bu olay Necip Fazıl’a adeta kamçı etkisi yaptı. 1947 sonunda dergide artık sadece İslamcılığı öven yazılar değil, Yahudilik, Masonluk ve komünizm düşmanlığını işleyen yazılar artmıştı. Bu dönemin diğer popüler konuları, Köy Enstitüleri, ABD ve IMF, TCK’nın sol akımları cezalandıran 141-142. Maddeleriyle dini hareketleri cezalandıran 163. Maddesi, ezanın Türkçe okunmasıydı. Bu yıllarda iktidarın baskısıyla büyük mali sorunlar yaşadı.

14 Ekim 1949 tarihli Büyük Doğu’da Necip Fazıl, ünlü Sakaryanın Destanı’nı (Sakarya Türküsü ile tanınacaktı) yayımladı. Şiirin “Öz yurdunda, garipsin, öz vatanında parya!” şeklindeki son dizeleri İslamcıların içinde bulunduklarını ruhsal sürgün durumunun en popülerleşmiş ifadesiydi.

Dersim Harekatı ve 33 Kurşun Olayı

Necip Fazıl, CHP iktidarını eleştirmek için, resmi tarihin karanlık odalara tıktığı olayların üstüne gitti. 27 Ocak 1950 tarihli Büyük Doğu’da tefrika edilmeye başlayan “Doğu Faciası” yazı dizisinde 1937-1938 “kanlı Dersim hareketi”nde 50 bin “saf ve masum Müslüman’ın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu gibi doğranması” olayı son derece etkili bir dille ve örnekler verilerek anlatıldı. Bu dizide, geleneksel İslamcı-muhafazakar yaklaşımın dışına çıkılarak, Celal Bayar ve Mareşal Fevzi Çakmak da suçlanıyordu. Mecmuanın 17 Şubat 1950 tarihli nüshasında bu sefer, Menemen Fatihi lakaplı Mustafa Muğlalı Paşa’nın 1943 Van-Özalp’te icra ettiği ‘33 Kurşun Olayı’ eleştirildi.

24 Şubat’ta ise 1937’de Diyarbakır’da yüzlerce Kürtün devlet marifetiyle katledilmesi olan ‘Karaköprü Olayı’nı anlatınca olanlar oldu. 3 Mart 1950’de Necip Fazıl tekrar tutuklandı ve mecmua 18 Ağustos 1950 tarihine kadar yayınlanmadı. Ancak mecmua kapalıyken, 14 Mayıs1950 seçimleri olmuş ve iktidara Demokrat Parti (DP) geçmişti. Yeni dönemde Necip Fazıl’ın dilini tutacak bir şey yoktu. Nitekim mecmuadaki CHP, İnönü ve Atatürk eleştirileri iyice keskinleşti.

1950-1951’de artık Büyük Doğu’da sadece İslami yazılar çıkıyordu. Necip Fazıl, rejimin dışladığı, ya da rejim karşıtı ne kadar yazar varsa (örneğin Türk ırkçısı Nihal Atsız, Cevat Rıfat Atilhan ve Rıza Nur, sosyalist Arif Oruç, Nurcu Said-i Nursi ) mecmuadaydı. Bu yazarların da katkısıyla en kaba şekliyle Yahudi ve komünizm düşmanlığı ve Türk ırkçılığı yapılıyordu.

Kumarhane baskını

Kısakürek’in “en büyük hastalığım, felaketim asıl zaaf noktam” dediği kumar hala yakasını bırakmamış olmalıydı ki, 4 Mart 1951 tarihinde, Necip Fazıl bir kumarhane baskınında yakalandı. O gün gazetelere yazacağı bir eser için, kumarhaneler hakkında bilgi toplamak için orada olduğunu söylemişti. 30 Mart 1950 tarihli Büyük Doğu’da bu minvalde bir açıklama yaptı. Halbuki aynı olayı, 1970’te Büyük Doğu’yu korumak için “efe ve külhani soyundan silahlı bir adam” temin etmek için söz konusu kumarhaneye gittikleri şeklinde anlatacaktı. Ve olayı DP’nin siyasi komplosu olarak sunacaktı. Halbuki çok değil 20 gün kadar önce, DP’nin İzmir İl Kongresi’nde Menderes’in konuşmasını çok beğendiği için mecmuasında ona övgüler düzmüştü. Daha sonra Yassıada duruşmalarında itiraf edeceği gibi Menderes’le ilk ilişkisi 1951’de başlamış, örtülü ödenekten aldığı ilk paraya karşılık, 28 Haziran 1949’da kurduğu Büyük Doğu Cemiyeti’ni 26 Mayıs 1951’de kapatmıştı.
İslamcı yazar Kadir Mısıroğlu ise Üstad Necip Fazıl’a Dair adlı kitabında Necip Fazıl’dan şöyle bir cümle aktaracaktı: ‘Kumar haramdır. At yarışında bahs-i müşterek oynamakta kumardır. Ancak haramı, haram kabul ederek işlemek sadece kumardır. Allah ise gaffururrahim’dir. Bu parayla ben Veli Efendi’ye gidip at yarışlarında bahs-i müşterek oynayacağım!..’ (Burada bir parantez açalım. Necip Fazıl, muhtemelen bu tür akıl yürütmelerle namaz, oruç, zekat, fitre, hac gibi İslami ritüellerle de alakalı görünmemişti. Kadir Mısıroğlu’nun NFK’nın karakteri, tarih bilgisi, kitap okuması gibi konulardaki görüşlerini meraklısı kitaptan okuyabilir.)

Başyücelik Devleti

Büyük Doğu’nun esas teması Cumhuriyet rejimini eleştirmek olmuştu ama bu eleştiri çok geriden başlatılıyordu. Necip Fazıl’a göre II. Meşrutiyet Yahudi ve mason uşağı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nce yapılmıştı ve “Meşrutiyet devri, (…) fuhuş ağacının ilk turfanda meyvalarını devşirir ve bu işin maddi ve manevi bütün unsurlarını kadrolaştırır.” Milli Mücadele bir “Yahudi komplosu” idi. Necip Fazıl’ın asıl kahramanları Sakallı Nureddin Paşa ve Mersin Cemal Paşa gibilerdi. Cumhuriyet Türk milletinin ahlak açısından en kötü dönemidir. Cumhuriyet dönemi, Kısakürek için Türk milletinin ahlak açısından en kötü zamanlarını yaşadığı devirdi. Laiklik dinsizlik ve Allahsızlıktı. Ama Necip Fazıl müritlerine temkinli olmayı öğütlüyordu: “Biz ne lâikiz diyoruz, ne lâik değiliz diyoruz. Birinden biri, ama söylemiyoruz. Lâiklik, ne iyidir, ne kötüdür diyoruz. Dikkat edin onu da söylemiyoruz. Ama diyoruz ki, lâiklik dünya hükmü olan bir din hakkında kabil-i tatbik değildir. Evet, sevgili gençler, daima benim gibi konuşmaya çalışın. Çünkü davamız çeşm-i bülbül kadar naziktir, yere düşürüp kırmayalım.”

15 Haziran 1951 tarihli Büyük Doğu’da yayımlanan Büyük Doğu Partisi’nin ana nizamnamesinde “Cumhuriyetin en ileri gerçek mefkûreleşmiş nevii” olan “Başyücelik Devleti”ni takdim etti kamuoyuna. Bu nizamnameden anlaşıldığı kadarıyla bu devlet eleştirdiği Kemalist Cumhuriyet gibi militarist esaslara göre tanzim edilmişti. CHP’nin Altı Oku’na karşılık Büyük Doğu Mefkûresinin ‘Dokuz Umde’si (Ruhçuluk, Ahlakçılık, Milliyetçilik, Şahsiyetçilik, Cemiyetçilik, Keyfiyetçilik Nizamcılık, Müdahalecilik, Sermayede Tahdit) vardı. CHP’nin Ebedi ve Milli Şef’inin karşılığı İslami bir ulu olan ‘Başyüce’ idi. TBMM’de ‘Hakimiyet Milletindir” yazarken, Yüceler Kurultayı’nda “Hakimeyet Hakkındır” yazacaktı.

Kemalist rejim İstiklal Mahkemeleri yoluyla düzeni sağlarken, Başyücelik Devleti’nde sosyal hayatın parazitleri İslam hukukundaki ‘kısas’ yöntemi ile yola getirilecekti. Cinayetin bedeli şehir meydanlarında idamdı. Hırsızlığın cezası kolun kesilmesiydi. Faiz, dans, heykel, zina, fuhuş, kumar, içki, uyuşturucu ve her türlü keyif verici madde yasaktır Sinema devletin kontrolünde olacak, kahvehaneler kapanacaktı. (Burada bir parantez açalım: Necip Fazıl bu düşüncelerini 1968’de İdeolocya Örgüsü adlı kitabında genişletti. Kitaptan bir kaç cümle aktaralım: “Türk vatanının yalnız Müslüman ve Türklerle meskûn, yalnız Türkler ve Müslümanlardan ibaret hale gelmesi, hain ve muzlim unsurlardan baştan başa temizlenmesi için her türlü tedbir alınacaktır.” “İslam inkılâbı orducudur” ve “özenle yetiştirilecek subaylar, “orducu Büyük Doğu idealinin icrada mihrak şahsiyetidir” ve “Büyük Doğu militarizması, bütün insanlığa icabında tam bir vicdan hürriyeti, icabında da operatör bıçağı gibi cebir ve zorla tatbik edilecek bir ideal manivelasıdır.”)

Ahmet Emin Yalman suikastı ve 6-7 Eylül

1952 yılında Büyük Doğu’nun, dönmelerin, masonların ve Yahudilerin çığırtkanı ve bir İslam düşmanı olarak tanıttığı gazeteci Ahmet Emin Yalman’a, 1952 Kasımında, Malatya’da Hüseyin Üzmez adlı bir genç (yakın dönemin tacizci yazarı) ateş etti. Yalman yaralı olarak kurtuldu ama 1953 yılının başında Necip Fazıl tutuklandı ve mecmuanın yayımına yaklaşık bir sene ara verildi. Necip Fazıl bu davadan da beraat etti ve yayınlarına devam etti.

Benim Menderes’in kitabında anlattığına göre Necip Fazıl, Kıbrıs buhranının keskinleştiği bir sırada Menderes’le görüşmüş ve kendisini “Meclis’teki ‘Egemenlik Ulusundur!’ levhasından başlayarak, yalanların en büyüğü halinde ‘Halk’ismini taşıyan partiyi hâk ile yeksân (yerle bir) etmeye” ve onun her alandaki “tahribini iz bırakmamacasına silmeye” davet etmişti. Menderes de kendisini bir saat dikkatle dinlemiş ve Büyük Doğu’ya örtülü ödenekten para yardımı yapmıştı. Ne var ki görüşmeden birkaç gün sonra 6-7 Eylül olayları patlak verecek ve yakınlaşma da sona erecekti. Necip Fazıl, bu olayların “Adnan Menderes’in üzerinde bir trauma-ruhi darbe tesiri yaptığını” ve bunun “hadisenin tertip tarafında bulunduğuna delil” teşkil ettiğini söyleyecek ardından da Başbakan’ın olaylardan sonra “rizikoya göğüs gererek ileri atılacağına” korkarak geri çekildiğini ve “bütün haklarını haksızlığa çevirici ve kendisini içten çökertici, pasif mizacını” ortaya koyan bir tavır sergilediğini söyleyecekti.

Örtülü ödenekten 147 bin lira

Necip Fazıl’ın DP ile ilişkisi her zaman dalgalı olmuştu. Örtülü ödenekten aldığı paralar azaldığı zaman DP’ye muhalefeti sertleşiyor, arttığı zaman yumuşuyordu. Yassıada’da bu durumu Menderes Mahkeme Başkanı Salim Başol’a şöyle açıklamıştı: “Müsaade buyurursanız Reis Beyefendi onun yazılarının memlekete yararlı olmaktan ayrıldığını gördüğümüz zaman münasebeti kestik. Uzun zaman münasebeti kesiyoruz, tekrar geliyor, düzelteceğim, doğruya gideceğim diyor, münasebeti tekrar tesis ediyoruz.” DP iktidarı ile Necip Fazıl arasındaki çapraşık ilişkinin bir örneği, Necip Fazıl 1957’de Fuat Köprülü’ye hakaretten 8 ay dört günlüğüne hapse girdiğinde, eşi Neslihan Hanım’a örtülü ödenekten 3 bin lira ödenmesiydi.

Meşhur dolandırıcılardan Selçuk Parsadan’ın babası Sabahattin Parsadan biraz daha ayrıntılı anlatmıştı ödenek ilişkisini: “Bir zamanlar Allah rahmet eylesin [Ziraat Bankası Genel Müdürü] Mithat Dülge’ye gider ve ödenmeyecek hesapta diye arkasında yazı bulunan bonolardan alır gider 500’er liraları alırdık. Bilhassa Necip Fazıl… O zamanlar Büyük Doğu adlı dergiyi çıkartıyordu. Parasız kaldık mı ya oraya ya da Başbakanlığa doğruca Ahmet Salih Korur’a giderdik. Necip Fazıl ile birlikte kapıda beklerdik. O zamanlar 500, 1000 veya 750 lira bir deftere imza eder, parayı koparırdık. Ama o zaman bunlar çok büyük para. Mithat Bey Ziraat Bankası’ndaki özel hesaptan, Ahmet Salih de örtülü ödenekten para verirdi bize. Ahmet Salih aynı zamanda zamparalık arkadaşımız. Allah rahmet eylesin, iyi adamdı…”

1960 darbesinden sonra DP iktidarının yargılandığı Yassıada Davası sırasında, Necip Fazıl örtülü ödenekten 147 bin lira yardım aldığını kabul etti. Ayrıca 1952 yılında kendisine Osmanlı Bankası aracılığıyla 30 bin lira kredi verilmişti. (Bugünün parasıyla ne ettiğini hesaplayamadım ama o günlerde bir Austin marka kamyonun 5 bin lira civarında olduğu, dolayısıyla bu parayla 30 kamyon alınacağını söyleyenler var. Ama buna karşılık Necip Fazıl da, DP iktidarı sırasında çok büyük maddi kayıplarının olduğunu iddia ediyor.)

Zeybeğin ölümünden sonra

Menderes’in idamından sonra yazdığı şiirde, “Zeybeğim, dünyayı aldın götürdün/Bir öldün de beni binbir öldürdün!” diyen şaire göre DP iktidarının 1950-1954 arasındaki dönemi Hedefsiz Gayret Devresi, 1954-1957 arasındaki dönemi Boşuna Zahmet Devresi ,1957-1960 arasındaki dönemi ise Boyuna Gaflet Devresi’ idi ve Menderes Allah’ın ve tarihin ona sunduğu fırsatları değerlendirememişti. DP, ne kendi öz gençliği ile Halk Partisi’ne karşı manevi bir taarruza girişebilmiş ne de kullandığı kaba kuvveti sonuna kadar götürebilmişti. Örneğin Necip Fazıl’a göre, 28 Nisan 1960 günü İstanbul’da meydana gelen üniversite olaylarında eğer 1,5 ölü (üniversite öğrencisi Turan Emeksiz o gün, lise öğrencisi Nedim Özpulat hastanede öldüğü için 1,5 diyor olmalı) yerine 150 ölü verilmiş olsaydı ortada bir hükümet olduğunun anlaşılacağını ve bir darbe ile DP’nin iktidardan uzaklaştırılmayacağın düşünüyordu. Örtülü ödenekten tahsisat koparmak istediğinde “Ellerinizden, dudaklarımı derinize yapıştıracak ve hiç ayırmayacak bir hararet ve merbutiyetle öperim” diyen Necip Fazıl, 1970’de yazdığı Benim Gözümde Menderes kitabını şöyle bitirmişti: “Eğer Allah, İslamiyet’i koruduğun YALANANINI, sana, o beyin yırtıcı ve yürek delici yalnızlığın içinde doğrulttuysa sen bir şehitsin ve Allah Resulünün iltifatına layıksın. Elveda Adnan Bey!” (Babıali kitabında da en yakın dostu şair Sezai Karakoç’u yaralayacak sözler etmişti.)

Muhalif olduğunu iddia ettiği CHP döneminde 8-9 ay hapis yatan Necip Fazıl, örtülü ödenek aldığı DP döneminde 22 ay hapis cezası almıştı, belki de bundan kızgındı hamisine. (Bu vesileyle Necip Fazıl’la sürekli karşılaştırılan Nazım Hikmet’in 1938-1950 arasında 12 yıl hapis yattığını belirtelim.)

Militarist Necip Fazıl

Emin Karaca’nın aktardığına göre Necip Fazıl 27 Mayıs 1960 darbesi olduğunda DP’nin 1951’de çıkardığı Atatürk’ü Koruma Kanunu’na muhalefetten hapishanedeydi. 1,5 yıllık cezasını tamamlayıp 18 Aralık 1961 günü hapisten çıktı ve 1962 yılının Ocak ayında DP’li Selim Ragıp Emeç’in gazetesi Son Posta’da yazmaya başladı. Daha ilk günlerde yazdığı ‘Kırmızı’ başlıklı yazısı yüzünden CHP yanlısı Dünya gazetesinin başyazarı Bedii Faik’in eleştirisine uğradı. “Yakası kızıl zindancı seni unutmayacağım” diye başlayan yazıyı “Kahpelik”, Necip Fazıl’ı “yobaz bozuntusu, zavallı” diye niteleyen Bedii Faik’e göre “Kırmızı” kurmayların kırmızı çuhasını, dolayısıyla orduyu ima ediyordu. Necip Fazıl’ın cevabi yazısı “Al!” başlığıyla ve Kurmaylar münezzeh ve başımızın tacıdır, tahriki ise deni ve şeni bir köpek” spotu ile çıktı. Necip Fazıl “dökük kıllarının her kökünde uyuz kabartıları zıpzıplaşan ve ruhundaki cerahat ağzından dökülen ve hokkasını dolduran bu adi hayvan….”, “Bu mikrop kavanozu” gibi son derece ağır ifadelerde Bedii Faik’e saldırıyor ve kendini şöyle savunuyordu: “Millet-Ordu yazısında belirttiğim gibi ben ilk terbiyesini askeri mektepten almış (militarist) bir insanım, tek kelimeyle orducuyum ve hayalimde mefkûreleştirdiğim kurbay subay seciyeine aşıkım. O kadar aşıkım ki, 27 Mayıs hareketinin bir neşter gibi deştiği ahlak buhranımızın en keskin tezahür kutuplarından biri olarak, kabuslara bile giren gelecek bir münasebeti, arslanlara: -Bak düşmanın senin için ne diyor!!! Gibilerinden rapor etmeye kalkan Bedii Faik misillu hasta köpeklerin tecrit edilecekleri hali adayı yine kurmay dehasından beklemekteyim!”
Polemik Harp Akademisi öğrencilerini galeyana getirmiş, öğrenciler Son Posta’ya yürümüşler, Akademi komutanının Bedii Faik’e ricası üzerine, Bedii Faik cevap yazmayarak tansiyonu düşürmüştü. Ama Milli Savunma Bakanlığı Necip Fazıl hakkında soruşturma başlatmıştı. Sonunda bilirkişi Necip Fazıl’ın “kırmızı” derken kurmayları kastetmediğine kanaat getirdiğinden yargılama olmadı. Bedii Faik’e göre mahkeme müritleri tarafından “yarı aziz ilan edilen” Necip Fazıl’ın “küfür edebiyatına düşmeye korkmuştu.

Sakin dönemde Gençliğe Hitabe

Bu tarihten sonra Necip Fazıl konferanslar vermek için Türkiye’nin çeşitli illerine gitti. Hikayeler yazdı, bunlar 1964 ve 1970’te basıldı. (Kumar konusu bu hikayelerden bazılarının ana teması oldu.)

Necip Fazıl Kısakürek, Milli Türk Talebe Birliği’nin 25 Nisan 1975’te düzenlediği ‘Milli Gençlik Gecesi’nde okuduğu Gençliğe Hitabe adlı konuşmasında, (Taner Timur’un özetiyle) Türk tarihini dört dönemde incelemiş ve Cumhuriyet dönemini “İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde planında kurtarıldıktan sonra ebedi helake mahkum” kılan bir rejim olarak tanımlamıştı. Bu toplantıya Prof. Erbakan, Abdullah Gül ve R. T. Erdoğan da katılmışlar ve Erdoğan da şairin Sakaryanın Destanı başlıklı şiirini okumuştu.

1980 darbesi şahlanıştır!

1962’de militarist olduğunu göğsünü gere gere söyleyen Necip Fazıl, Rapor 13’te şöyle dedi 12 Eylül 1980 darbesi ile ilgili olarak: “Hareketin mahiyeti… Malum klasik darbelerden biri değildir… Bu hareket olmasaydı, yıl değil, ay değil, belki hafta ve gün hesabiyle Türkiye’nin çöküşü gerçekleşebilirdi… 27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980 Hareketi arasında şu fark vardır ki, ilki milli iradeye tam zıt ve fikirsiz bir gece baskını olmuşken, ikincisi milli ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı olmak istidadındadır… 27 Mayıs 1960 hareketi ‘millete rağmen’ diye belirtilirken, 12 Eylül 1980 müdahalesi ancak ‘millet için’ formülüyle ifade edilebilir.” “Hedefi de bölücülük, komünizm ve din nikabı altında dolayısiyle gayet tabii olarak ‘devlet ve cumhuriyeti koruma ve kollama’ atılışı… Bir iç darbe değil, iç şahlanıştır. İsyan değil, ıslah…” “Ben olsaydım orduya ‘gel bu işi sen yap!’, hatta ‘beni de yakala!’ teklifinde bulunmayı en akıllı tedbir sayardım.” “’Diyarbakır’da ‘şeriatin kestiği parmak acımaz’ diyen Devlet Başkanı şeriati hak ve hakikat manası dışında kullanmış olmayacağına ve ayrıca ‘anarşiyi kökünden temizlemedikçe gitmeyeceğiz’ dediğine göre gerçek Müslüman’a düşen vazife ona şöyle cevap vermektir: Dediklerinizi yapın da, başımızdan hiçbir an eksik olmayın!..”

Yeni tabumuz

Kadir Mısıroğlu’nun “Amellerinde kusursuz olsaydı Müslüman kitleyi vakitsiz kıyam ettirebilir ve bir faciaya sebep olabilirdi. O derece gözü kara ve söz vadisinde kaldığı müddetçe öylesine sihirli bir kudrete sahip olan Üstad, çok hevesli olduğu aksiyona işte bu zaafları sebebiyle ulaşamıyordu,” dediği Necip Fazıl Kısakürek 25 Mayıs 1983 günü vefat etti. Sevenlerinin deyimiyle ‘Üstad’ AKP iktidarı ile birlikte tekrar siyasi gündeme girdi. Başbakan Erdoğan 2011 Şubat ayında AKP Gençlik Teşkilatı’na Üstad’ın Gençliğe Hitabe’sinin, “dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik” isteyen satırları okudu. Erdoğan 2 Kasım 2012 tarihinde yapılan partisinin geleneksel Kızılcahamam toplantısındaki konuşmasını da aynı metnin “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” mısralarıyla bitirdi. Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere, NFK AKP ve Gülen Hareketi’nin ana omurgasını oluşturan İslamcı muhafazakar milliyetçiliğin tabusu, kutsal ve dokunulmaz figürü.

Özet Kaynakça: Necip Fazıl Kısakürek’in eserleri (Hepsi Büyük Doğu Yayınları’ndan çıkmıştır): Kafa Kağıdı (2009); O ve Ben (2002); Babıali (1999), Vesikalar Konuşuyor-Dedektif X Bir- (2009); Son Devrin Din Mazlumları (2008), Benim Gözümde Menderes (2008), İdeolocya Örgüsü (2008); Kadir Mısıroğlu, Üstad Necip Fazıl’a Dair, Sebil Yayınları, 2011; Alaattin Karaca, Necip Fazıl Adnan Menderes İlişkisi, Mektuplarla ve Belgelerle, Lotus Yayınları, 2009; Hece Dergisi Necip Fazıl Kısakürek Özel Sayısı, Yıl: 9, Sayı: 97, Ocak 2005; Mehmet Ali Kılıçbay, “Bir ‘Tarih Okuma Tarzı’ olarak Gericilik”, Doğu-Batı, Yıl:1, Mayıs, Haziran, Temmuz, 1998; Nuray Mert, Merkez Sağın Kısa Tarihi, Selis Kitaplar, 2007, Emine Gürsoy Naskali, Örtülü Ödenek Davası, Yassıada Zabıtları–I, Kitabevi Yayınları, 2005, Emin Karaca, Türk Basınında Taner Timur, “Necip Fazıl Kısakürek, ‘İslam İnkılabı’ ve AKP”.
Not: NFK’nın 1951’deki Kumarhane baskını ile ilgili açıklamalarındaki çelişkileri Anayurt Gazetesi yazarlarından Mehmet Arif Demirer’in bana gönderdiği bilgilerden sayesinde fark ettim. Kendisine bu ve başka katkılarından dolayı teşekkür ederim.

Ayşe Hür
http://www.radikal.com.tr/ 06/01/2013

Previous Story

Bukowski: “Kölelik hiçbir zaman kalkmadı”

Next Story

Leonardo’nun çizimleri ne kadar gerçekçi?

Latest from Biyografiler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ