Nietzsche der ki “beklemek ahlaksız kılar” Bu aforizma şöyle de okunabilir; doğru bildiğini yapmamak ahlaksızlıktır. Burada yapmak-yapmamak edimlerinin tartışılacak bir yönü bulunmamaktadır. Tartışmaya açık olan şey “doğru bilinenin/bilginin” ne olduğu/olması gerektiği noktasında toplanmış görünmektedir.
Doğru bilgi, tüm önyargılardan arınmış, tabulardan sıyrılmış, tartışmaya gözlemlenmeye denenmeye sınamaya açık ve tüm bunların ötesinde yanlışlanmayı da göğüslemeye hazır olan bilgidir. Öyle ise, kişinin ön kabullerle, peşin yargılarla, tartışmaya kapalı genel-kabul görmüş tabularla oluşan değerler temelinde yükselen doğru –sayılan- bilgisi o kişinin kendisine ait değildir ve salt bu nedenle de o kişinin doğru bilgisi olarak yorumlanamayacaktır. Doğru bilginin bu iki veçhesi/yüzü/yönü dikkatlice ayırt edildiğinde ikinci durumdaki kişinin “beklemesi” etiksizlik ise, ilkindeki kişinin “beklemesi” etiksizliğin-etiksizliğidir; tam anlamıyla etiğin dibe vurmasıdır. Her halde/durumda Nietzsche haklı görünmektedir.
“hakikat” ile “gerçek” eş-değerde bir yargıyı ifade etmektedirler. İlkinin ikincisini kapsayan bir çerçevesi varmış gibi yorumlanması “gerçek”in bölünmesinden başka bir şey değildir.
Görünen şey kılavuz istemez, kılavuz görünmeyene dairdir; ancak, görünmeyenin kılavuz eşliğinde algılanması/gösterilmesi onun gerçekliğine dair olasılık düzeyinde bir belirleme yapılmasına olanak sağlar, çünkü gösteren ve görenin hem-zamanları hem-konumları asla çakışmazdır, bu zıtlık ya da farklılık görünmeyeni her daim çekici kılar. Görünenin ardındaki saklı şey görünene gereksinim duyduğu gibi açı farkıyla görünendir ve bu görünmeyene dair kılavuzun ta kendisidir; demek ki görünmeyene dair kılavuz bir “açı”dan başka bir şey değildir.
İnsan biyolojik besinini doğadan alır; doğanın cömertçe sunduğunu pazarlamak isteyen insan hem doğaya hem de insana karşı suç işlemiş olandır; çünkü o, doğadan aldığını insana satarak hırsızlık yapmaktadır/çalmaktadır.
Bilgi ve inanç arasındaki fark güneş ve dünya gibidir; dünyanın yokluğu güneşi sonlandırmaz ve fakat güneşin yokluğu dünyayı sonlandırır.
Bir tür olmayı bile başaramayan insan diğer türlerden farklı olarak çoğalmayı başardığı ve soyunu sürdürebildiği için istisnai bir tür sayılmalıdır; istisnaidir çünkü kendi soyunu/türünü yok edebilecek tek türdür.
Bilim oluşumların neden ve sonuçlarını gözlemleyen, deneyleyerek bir çıkarsamada bulunma yöntemidir. Onu inançtan ayıran şey sadece aklın kullanılma biçimidir. “Biçim” “öz”den ayrıdır ve o öz, biçimi “aklın üstünlüğü”ne rağmen kendince kurar; aklın işlevi onun yapısını ortaya çıkartmak/belirginleştirmektir. Demek ki, öz hem aklın kendisi ve hem de ondan bağsız olandır; akıl ile yapılan çözümlemeler ve ona dair ne varsa ortaya çıkarılmasını sağlayan bir “biçim”den başka nedir ki?
Saçma sapan olan şey kime göredir? Ve o kim olanın kendisi de saçma değil midir? Saçma olanın saçma saydığı şey saçma olmayandır ve öyle ise saçma olan şey hem saçmadır hem de değildir; bu paradoks saçmalık paradoksudur.
Tüm düşünceler bir öteki için üretilmişlerdir. Bir öteki için olmayan bir düşünce var ise bu olsa olsa düşüncenin iflasıdır.
Yapmak bir edimdir. Yapmak zorunda olmak ise içinde bir yargıyı taşıyan bir edimdir. İnsan neyi yapmak ile yükümlü tutulabilir? Bunu belirleyecek olan kimdir? Belirleyen olmanın bir ölçüsü var mıdır? Bu yönlerden tarihsel bellek her an yırtılmaya hazır bir kağıt parçası gibidir; o, onu parçalamak isteyenin huzurunda duran masum bir kağıt parçasından başka bir şey olmayacaktır. Yutkunmadan önce dişleriyle bir ötekini parçalayan insan ister et-obur ister ot-obur olsun bu durum onun parçalama özelliğini ortadan kaldırmayacaktır.
Tarih yazması güncel not tutmaların yorumundan ibaret değildir. O, bugünden geçmişe doğru yazılan belki de insanın en uzun ve bitimsiz öyküsünden başka bir şey değildir. Bu nedenle tarih yazmaları yazıldıkları zamana ışık tutarlar, geçmişlerine ise gölge yapmaktan öteye geçmezler. Tarihsel gerçekler ise tarihsel yazmaların zamanlarına uyarlanmaları ile ortaya çıkarılabilir; böylece, öykü ile roman, yalan ile gerçek ayrışır.
Söylemler uzun ve kısa erimlidirler; kısa olanlar güncele uzun olanlar ise güncel-ötesine temas edendir; güncele iz-düşmeyen uzun söylemler tam anlamıyla bir hayaldir. Hayal olan hayal edilemez; kurgusu eksik olan şey hayalin hayalidir.
Dönüştüren bağırsaklardan oluşan organizmaların tuğla üstüne tuğla kurmaları onları bağırsak olmaktan çıkarmaz; yalnızca bağırsaktan ibaret olmadıklarına işaret eder; insan tüm zamanlarında bağırsaklarıyla dönüştürmüş bir yandan da salt bu olmadığını kanıtlamak için uygarlıklar kurmuş canavardan başka bir şey değildir. Bu nedenle insana “mana” yüklemek onu tanrılaştırma eğilimi taşır. Oysa insan ne tanrıdır ne de yarattığı tanrıya göre “kul”dur; o, yalnızca bir canlıdır.
Ölçülen şeyin değeri ölçüye ve ölçene göre değişken olmamalıdır; bunun için ortak bir ölçüye gereksinim duyulur ki bu da öznel olmayan nesnel bir ölçüdür. Fiziki ölçekler toplumsal ölçeklerden bu yönüyle farklıdırlar; fiziki ölçüler nesnel ölçeklerdir ve fakat toplumsal ölçekler her zaman özneldir. Bu nedenledir ki toplumsal tüm ölçmeler değişkenlik arz ederler.
Açık derce sistemi var olduğu içindir ki enerji akışı bir devinim yaratmayı sağlar; hareket, evrenin var olma biçimi olduğuna göre evren açık uçludur; kapalı olsaydı devinemezdi. Termodinamik denilen yasa korunması sınırlı ve sınırsız olanın deneysel olarak ölçülmesini sağlar. Ancak bu deneysel çabanın kendisi de içinde bulunduğu devinimden azade değildir; kapanma hem ötekine gereksinim duyar hem de durgun olanı ifade eder; oysa, açıklık ne ötekine gereksinim duyar ne de durağandır. Sonsuzluk aslında bu devingen açıklığın ta kendisidir; bunun gözlemlenmesi kapalılığın gözlemlenmesinden daha kolay, net ve açıktır. İnsan zor olanı tercih etmekle emek-gücünü belki de boşa harcamaktadır. Ancak bu bile kötü sayılamaz.
Zamanı bölmek mümkün olsaydı onu katlamakta mümkün olurdu. İşte o zaman ölüm denen şey yok edilebilir, sonsuz yaşam olanaklı hale getirilebilirdi. Ancak, ne zamanı bölmek ne de katlamak mümkün olmayandır. Böyle olunca, ölümün kaçınılmaz olduğu gerçeği gün gibi ortada durmaktadır. Günün birinde bilim dünyası tüm organların nakli, suni olarak üretilmesi ile eklenmesini olanaklı kılsa ve biyolojik varlığın bu şekilde varlığını sürdürmesine olanak sağlasa da ölüm yok edilmiş olmayacaktır; çünkü beyin değiştiği an –gerçek ya da suni fark etmez- önceki ölmüş yenisi doğmuş demektir.
Nejdet Evren
Mart 2016/Akarca
Esin Kaynağı Kitap:
Cogito, Üç Aylık Düşünce Dergisi,
Nietzsche: Kayıp Bir Kıta, Özel Sayı
Sayı: 25, Kış 2001,
Yapı Kredi Yayınları,
6. Baskı Nisan 2005
300 sayfa