Orman Adamı – Hermann Hesse

ORMAN ADAMI
İlkçağlarda, insanlar henüz dünyanın dört bir yanına dağılmadan önce yalnızca ormanlarda yaşarlardı. Eski tropik ormanların kuytu yerlerinde toplu halde ürkek yaşarlar, soydaşları maymunlarla sürekli çatışırlar, kendi varlıklarının ve eylemlerinin ötesinde tek bir Tanrı vp tek bir yasa tanırlardı. O da ormandı. Orman onlar için doğdukları ve büyüdükleri yer, beşik, barınak, yuva ve mezardı; ormanın dışında bir yaşamı düşünmek bile istemezlerdi. Ormanın kıyısına dek gitmekten kaçınırlar ve kim av ya da kaçmak için oraya gitmek zorunda kalırsa, korkudan titreyerek dışarıdaki beyaz boşluktan söz eder, güneşin ölümcül yakıcılığında uzanan ürkünç hiçliği gördüğünü anlatırdı Aralarında çok yaşlı bir orman adamı vardı. Yıllar önce yabanıl hayvanlarca kovalanırken, ormanın sınırlarının dışına kaçmak zorunda kalmış ve hemen kör olmuştu. Bu adam keşiş ve aziz sayılıyordu. Adı Mata Dalam’dı. Gözleri içine bakıyor demekti bu. Kutsal orman şarkısını o bestelemişti. Gök gürültüsünün güçlü olduğu zamanlarda orman halkı bu şarkıyı söylerdi ve o ne derse yaparlardı. Bu denli önemli ve gizemli olmasının nedeni güneşi görmesine karşın ölmemiş olmasıydı.

Orman insanları koyu tenli, çok kıllı, ufak tefek insanlardı. Yabanıl gözleri ürkekti. Öne doğru eğik yürürler, insanlar ve maymunlar gibi hareket ederler ve ormanın yüksek ağaçlarında kendilerini yerdeymişçesine rahat hissederlerdi. Barınak ve ev kavramları gelişmemişti, ama bazı silahları ve araç gereçleri vardı. Takıları da. Sert ağaç kabuklarından, üzerinde kurutulmuş böğürtlenler ya da cevizler asılı kolyeler yapabiliyorlardı. Saçlarına ve boyunlarına da domuz dişi, kaplan tırnağı, papağan tüyü ve nehir midyesi gibi değerli buldukları nesneleri takarlardı. Bitip tükenmeyen ormanın ortasından büyük nehir akar, orman adamları da ona yalnızca gecenin karanlığında yaklaşmaya cesaret ederlerdi. Bazıları nehri hiç görmemişti bile. Yürekli olanları ormanın kuytu köşelerinden gecenin karanlığında ürkerek gizlice nehre yaklaşır, suyun verdiği soluk ışıkta filleri yıkanırken izler ya da tropik ağaçların ağa dönüşmüş dallarını aralar, dehşete kapılarak ışıldayan yıldızları izlerlerdi.

Güneşi hiçbiri görmemişti ve güneşin sudaki yansısını görmek son derece tehlikeli sayılırdı.

Kör Mata Dalam’ın yönettiği orman adamlarından biri de genç Kubu’ydu.

Kubu gençlerin ve uyumsuzların başı ve temsilcisiydi. Mata Dalam yaşlandıkça daha da katı davranır olmuş, bu nedenle durumdan hoşnut olmayanların sayısı giderek artmaya başlamıştı. O güne dek tümü, yaşlı adamın, yani körün besinlerini sağlamak zorundaydı.

Gerektiğinde ona akıl danışırlar, onun orman şarkısını söylerlerdi.

Ama giderek sömürücü olmaya başlamış, baskısını artırır » olmuştu.

Söylediğine göre buyurduğu her şeyi ona düşünde orman tanrısı iletiyordu. Kuşku duyan birkaç genç, yaşlı adamın bir düzenbaz olduğuna ve kendi, çıkarını kolladığına inanmaya başladı.

Yaşlı adamın en son bulgusu yeni ayı kutlama töreniydi. Tümünü çevresine diziyor, ortalarına oturup davul çalmaya başlıyordu. Orman adamları golo elah şarkısını söyleyerek yorgunluktan dizleri titreyip ayakta duramayana dek dans etmek zorundaydılar. Sonra da erkeklerin sol kulaklarını bir dikenle delmeleri gerekiyor, genç kızlar ve kadınlarsa keşişe götürülüyor, o da onların kulaklarını kendisi deliyordu.

Kubu ve birkaç arkadaşı bu töreye karşıydılar. Genç kızları da karşı koymak için yüreklendirmeye çalışıyorlardı. Bir kez neredeyse keşişe engel olup başarılı olmalarına ramak kaldı. Oysa yaşlı adam yeniden bir yeni ay töreni düzenledi ve genç kızların sol kulaklarını delmeye başladı. Gücü yerinde bir genç kız öyle korkunç bağırdı ve var gücüyle öylesine karşı koymaya çalıştı ki, kör adam yanlışlıkla dikeni kızın gözüne saplayıverdi ve kızın gözü aktı. Kızcağız öyle dehşet verici çığlıklar atıyordu ki, herkes koşup geldi.

Olanlardan çok etkilendiler, ama kimse sesini çıkaramadı. Gençler,

‘Olanları görüyorsunuz’ dercesine ortaya atıldılar. Kubu keşişi omzundan yakalamaya çalıştığında, keşiş davulunun üzerine çıktı ve öfkeli, çatlak sesiyle öyle bir lanet savurmaya başladı ki oradakilerin tümü dehşete düşüp geri kaçtı. Kimse ne dediğini anlayamıyordu, ama sözlerinin çılgın ve kötü tınısı kutsal törenlerde kullanılan ürkünç kutsal sözcükleri anımsatıyordu. Kubu’yu gözlerini akbabalar yesin diye lanetledi ve bir gün bağırsaklarının ormanın dışında güneşte kavrulacağı kehanetini savurdu. O anda en güçlü kendisi olduğu için kızın yanma getirilmesini buyurdu ve dikeni kızın öbür gözüne de sapladı. Herkes donup kaldı ve soluk bile almaya cesaret edemedi.

“Dışarıda öleceksin,” diye lanetlemişti Kubu’yu. O günden sonra herkes Kubu’ya yitik gözüyle bakmaya başladı. ‘Dışarısı’ öz toprağın ve ormanın ötesiydi ve korku, güneşte kavrulma ve alev kızgınlığında ölümcül boşluk anlamına geliyordu.

Kubu dehşet içinde var gücüyle kaçmaya başladı. Oradaki herkes de onun korkudan kaçtığına tanık oldu. Kendini gözlerden uzak tutmak için boş bir ağaç kovuğuna saklandı. Günlerce inancı ve korkusu arasında bocalayarak orada öylece büzülüp kaldı. Halkının gelip onu bulmasından ve öldürmesinden ya da güneşin ormanı delip onu avlayıp yok etmesinden korkuyordu. Oysa açlığın ve uyku özleminin ötesinde ne bir ok ne de bir mızrak gelip buldu onu. Güneş de yıldırım denli yakıcı bir ışık yollamadı.

Kubu ayağa kalktı ve çekinerek ağaçtan dışarı çıktı. Neredeyse hayal kırıklığına uğramıştı.

“Demek ki keşişin lanetiyle bir şey olmuyor,” diye düşündü şaşkınlıkla. Yiyecek bir şeyler bulup karnını doyurdu. Canlandığını ve güçlendiğini anlayınca ruhu da yeniden gurur ve nefretle doldu.

Artık kendi insanlarının yanına dönmek istemediğine ve o kör keşişin arkasından etkisiz lanetler yağdırdığı nefret edilesi biri olmayı yeğ tuttuğuna karar verdi. Tek başına da yaşayabilirdi, ama ilk önce öç alması gerekiyordu.

Yürümeye ve düşünmeye başladı. Ona çelişkili gelen her şeyi bir bir düşündü. Aydınlanışını, aldatmacaları ve özellikle de keşişin davul çalmasını ve düzenlediği törenleri. Düşündükçe her şeyi daha iyi anlayabiliyordu. Evet, tümü aldatmacaydı. Tümü yalnızca çıkar ve yalan üzerine kurulmuştu. Kuşkusu uyanmış ve bilinçlenmeye başlamıştı bir kez. Daha da derinlemesine düşündüğünde o güne dek gerçek ve kutsal saydıkları şeyleri sorgulamaya başladı. Örneğin, orman tanrısı ve kutsal orman şarkısının işlevi neydi? Hiç yararı yoktu onların.

Onlar da aldatmacaydı. İçindeki korkuyu bastırmaya çalışarak orman şarkısının sözcüklerini değiştirerek alaycı bir ses tonuyla söylemeye koyuldu. Sonra orman tanrısının adını üç kez yineledi. O güne dek buna keşiş dışında kimse öleceğini bilse bile cesaret edememişti.

Hiçbir şey olmadı. Ne fırtına koptu ne de şimşekler yağdı.

Ne kadar süredir yalnız olduğunu bilemez oldu. Gözkapaklarını zorla açık tutarak yanan gözlerle orada burada amaçsız dolaştı durdu.

Dolunay zamanında o güne dek kimsenin gitmeye cesaret edemediği nehrin kıyısına da gitti. Orada ilk kez, ayın sudaki yansısına, sonra da yüreklenip yıldızlara ve aya baktı. Yine başına bir şey gelmedi.

Ayın çıktığı tüm geceler boyunca, yasak ışığın sarhoşluğunda düşüncelere dalıp öylece oturdu. Yürekli, ama ürkünç tasarılarla doluydu. “Ay ve yıldızlar benim dostum, oysa yaşlı kör, benim düşmanım. Sanırım dışarısı içerden daha iyi. Belki de ormanın kutsal oluşu da bir aldatmaca,” diye düşündü. Bir akşam ondan önce gelen kuşakların hiçbirinin düşünemediği yürekli ve olağanüstü bir şey geldi aklına. Ağaç dallarını kenevir lifleriyle bağlar, üstüne oturur, kendimi akıntıya bırakabilirim diye düşündü. Gözleri parladı.

Yüreği deli gibi çarpmaya başlamıştı. Oysa bunu yapması olası değildi, çünkü nehir timsah doluydu.

Yapılabilecek tek şey, eğer ormanın sonu varsa, bittiği yerden çıkıp kendini o kötü dışarıya, o alev alev yanan boşluğa teslim etmekti. Ne denli acımasız bir canavar da olsa güneşi bulması ve ona direnmesi gerekiyordu. Kimbilir, belki de güneşten korkmak öğretisi de bir yalandı!

Onun korkudan tir tir titremesine yol açan bu çılgın, ama yürekli düşünceye bir dizi düşüncenin sonucunda ulaşmıştı. Orman çağında o güne dek hiç kimse ormandan kendi istemiyle ayrılmayı ve o ürkünç güneşe güvenmeyi göze alamamıştı. Günlerce bunları düşünerek dolaştı durdu. Sonunda cesaretini topladı, korkuyla nehrin aydınlıkta ışıldayan suyuna kadar yaklaştı ve ürkek gözlerle suda güneşin yansısını görmeye çalıştı. Pırıltı, kamaşan gözlerine ok gibi saplandığında Kubu gözlerini çabucak yummak zorunda kaldı. Bir süre öylece kaldıktan sonra yüreklenerek gözlerini yeniden açtı. Birkaç kez gözlerini açıp kapadıktan sonra bakmaya alıştı. Demek ki insan dayanabiliyordu ve yürekli, coşkulu kılıyordu bu insanı. Kubu güneşe güvenmeye başladı. Kendisini öldürse bile, onu, keşişin çatlak sesinin egemen olduğu ve onun gibi genç ve yürekli insanların dışlandığı karanlık, kötü ormandan daha çok sever olmuştu.

Artık hiçbir şey onu durduramazdı. Coşkuyla işe koyuldu. Dayanıklı sert ağaçtan ince saplı bir çekiç yaptı ve ertesi sabah gün doğarken Mata Dalam’m peşine düştü. İzini sürdü ve onu bulunca kafasına çekiçle vurarak öldürdü. Mata Dalam’m ruhunun çarpık ağzından nasıl dışarı kaçtığını da gördü. Onu neyin öldürdüğü anlaşılsın diye çekicin bir yüzüne bir midye parçasıyla özenerek çevresinden düz çizgiler çıkan bir yuvarlak çizdi. Güneşin resmiydi bu.

İnançla yola koyuldu. Dışarısını bulacaktı. Gece gündüz aynı yönde yürüdü. Geceleri ağaç dallarının üzerinde yatıyor, sabah gün doğarken yeniden yola çıkıyordu. Günlerce dereleri ve kara bataklıkları aşarak yükselen tepeciklere ve yosun tutmuş kayalara, sonra da yamaçlara, uçurumların olduğu dağlara vardı. Bunları ilk kez görüyordu. Orman bitip tükenmek bilmiyor, oysa Kubu’nun inancı giderek yitiyordu.

Belki de doğduğu yerden ayrılmasın diye, bir Tanrı ormanın sona ermesini yasaklamıştı.

Oysa bir akşam giderek azalan ve kurulaşan bir havanın içinde uzun süre yükselen yamaçlara tırmandıktan sonra, orman ansızın bitiverdi.

Ama ormanla birlikte toprak da tükenivermişti. Kubu orman bittiğinde hava boşluğuna doğru tökezledi. Sanki dünya orada ikiye ayrılmıştı.

Uzakta soluk bir kızıllık, yukarıda da birkaç yıldızdan başka bir şey görülmüyordu, çünkü karanlık basmak üzereydi.

Kubu dünyanın kıyısına oturdu ve aşağıya düşmemek için kendini uzun sarmaşıklarla bağladı. Geceyi orada büzülerek, büyük bir gerginlik içinde gözünü bile kırpmadan geçirdi. Sabahın ilk ışıklarıyla yerinden kalktı, boşluğa eğilerek günü beklemeye başladı.

Uzakta güzel, sarı ışık çizgileri belirdi. Gökyüzü de, o güne dek hiç açık havada durup güneşin doğuşunu görmemiş olan Kubu gibi heyecanla bekler gibiydi. Sarı ışık çizgileri bir yumağa dönüşerek alevlendiler ve ansızın ürkünç uçurumun ötesinden kocaman ve kıpkırmızı güneş gökyüzünde beliriverdi ve giderek koyu maviye dönüşen karanlık ve sonsuz bir boşluktan yukarıya doğru fırladı. Denizdi bu.

Ve titreyerek izleyen orman adamın önünde ‘dışarısı’ örtüsünü kaldırarak açılıverdi. Ayaklarının altında bilinmez dumanlarla kaplı derinliklere doğru dağ alçalıyor, karşısında da pembe renkte bir taş gibi başka bir kayalık dağ yükseliyordu. Yanına doğru da uzakta beyaz köpüklü kıyısında küçük başları sallanan ağaçların olduğu çok büyük, koyu mavi bir deniz uzanıyordu. Güneş, Kubu’yu düşünme-» ye zorlayan bu binlerce yeniliğin üzerine yükseliyor, gülümsemeye benzer renklerle ışıldayan bir ışık selini daas edercesine dünyanın üzerine alev alev saçıyordu.

Kubu yüreklenip güneşe doğrudan bakamadı, ama ışıkların renkli çağlayanlar gibi dağlara, ovalara, deniz kıyılarına ve uzaktaki mavi adalara döküldüğünü gördü. Diz çöktü ve bu ışıltılı dünyanın tanrıları önünde yere kapandı. Ah, kim oluyordu ki Kubu? Küçük pis bir hayvandı o. Anlamsız yaşamını ormanın derinliklerinde, alacakaranlık bir bataklık köşesinde, düzenbaz tanrıların kulu olarak ürkek ve coşkusuz tüketmişti. Gerçek dünya buradaydı ve onun yüce tanrısı da güneşti. Ormanda geçirdiği dönemin kısır düşleri geçmişte kalmış ve ölü keşişin solgun resmi gibi ruhunda soğumaya yüz tutmuşlardı bile. Güneşe ve denize karşı, elleri ve dizleri üzerinde sürünerek yamaçtan aşağıya indi. Yüreği kurtuluşun verdiği sarhoşlukla çarpıyordu. Bir düşte görmüşçesine güneşçe yönetilen bir dünya olduğunu anlamıştı. Bu yeni dünyada tüm canlılar özgür yaşıyor ve güneş gibi kimsenin boyunduruğuna girmiyorlardı.

Hermann Hesse
(1914)

Masallar
Can Yayınları
Çeviren: İris Kantemir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir