Özgürlük Yanılsaması / Rousseau ve Marx – Yıldız Silier

Yıldız Silier’in ‘Özgürlük Yanılsaması / Rousseau ve Marx’ adlı yapıtı, “Rousseau ile Marks’ın özgürlük anlayışlarını karşılaştırıyor. Entelektüel bir sohbet havasında sevinçle okunabilecek kitabın girişinde yazar amacını şöyle belirliyor: “Bu kitapta Rousseau ve Marx’ın izinden giderek, özgürlüğe giden yolun özgürlüksüzlüğümüzle yüzleşmekten geçtiğini savunacağım. Önümüzdeki en büyük engellerden biri olan ‘özgürlük yanılsamamızı’ açığa çıkaracağım” ( s.16). Özellikli bir kavramdır özgürlük, çünkü o düzeyde yaşamak ister insan; iyi, güzel, olumlu, aktif anlamlar yüklenmiştir ona. Yani toplumda özgürlüğü istemeyene ve ondan uzak durana pek rastlanmaz. Yazarın kitapta üzerinde durduğu iki nokta vardır. Özgürlük nedir ve bu hangi koşullarda gerçekleşmektedir? Silier, bu konuları araştırırken, günümüzden ve yaşadığımız toplumun özelliklerinden giderek, kendi yaşantısından örneklere başvurarak; biyografi, öykü, diyalog tekniklerini de kullanarak şiirsel bir dil, duru bir Türkçe kullanıyor. Silier, bu yöntemi izleyerek Rousseau ve Marx’ın temel düşünce sistemlerini de ortaya koymayı başarabiliyor.” Mehmet Akkaya

“Özgürlüğü, “Rousseau’nun tüm eserlerinin ortak konusu” olarak değerlendiren Silier, toplum sözleşmesinden, “insan insanın kurdudur” önermesine varıncaya kadar dönemin felsefi tartışmaları içerisinde oluşan düşünceleri özetleyerek, doğa ve bireyden devlet ve topluma uzanan özgürlük arayışlarının hangi noktalarda yanılsamalara dönüştüğünü de sorguluyor.
Bu arayış, soru ve sorgulamalar, felsefi düşünceyi olduğu gibi, onun tarihini bugünden bakarak kaleme alan yazarımızı da Marx’a götürüyor. “Dünyayı, sabit doğaları olan nesnelerin toplamı olarak değil, ancak birbirleriyle ilişkileri ve etkileşimleri içinde anlaşılabilecek olgu ve süreçlerin toplamı” olarak gören bu yeni felsefe (s. 103), tarihsel eylemi içindeki insana ve sınıflara ulaşıyor.
“Özgürlük Yanılsaması”, bu kısa yolculuğu ve iki önemli uğrağıyla, iyi bir özet ve başlangıç kitabı olma özelliği taşıyor. Marksizmin felsefi birikimini, içinden geçtiğimiz dönemin önemli siyasal sorunlarıyla kaynaştırarak veren bir başlangıç kitabı olması ise, aynı zamanda bir zenginliğe işaret ediyor. Kavramları kullanır, daha doğrusu “kapitalizm” yerine “serbest piyasa ekonomisi” kullanılması örneğinde olduğu gibi kavramların kullanımının ne gibi ideolojik yanılsamalara alan açtığını sorgularken, bu zenginliğin yanına bir de titizlik ekleniyor.” Ali Mert

Kapitalizm, bireysel özgürlüğün son durağı mı? Liberal kuramcılar diyor ki: “Serbest piyasa ekonomisi, belki eşitlik, kardeşlik ve adalet sağlayamıyor ama hiç olmazsa özgürlüğü garanti altına alıyor.” Özgürlüğün, tüketicilerin marka seçme özgürlüğüne ya da soyut vatandaşların eşit yasal haklarına indirgenemeyeceğini düşünüyorsak, liberalizmin ilk eleştirmenlerinden Rousseau ve Marx’ın alternatif özgürlük anlayışlarından hâlâ öğreneceğimiz çok şey var.
Çoğumuz, ya özgürlüğü kuralsızlık olarak tanımlayıp, mutlak özgürlüğün hiçbir toplumda var olamayacağını düşünüyoruz, ya da özgürlüğü “özel alan” içindeki serbestliğe indirgeyip, kendimizi özgür hissetmenin özgür olmak için yeterli olduğuna inanıyoruz. Peki, ya Rousseau’nun iddia ettiği gibi ayağımızdaki zincirleri halhal zannedip çiçeklerle süslüyorsak? Özgürleşmenin ilk adımı, şu anda neden özgür olmadığımızı kavramaktan geçiyor.
Modern toplumda içine düştüğümüz “özgürlük yanılsaması”nı açıklayan Rousseau ve Marx, özgürlüğün ihtiyaçlarla ilişkisine dair iki farklı tez öne sürüyor. Rousseau’ya göre, uygarlık, arzuları ve bağımlılıkları artırdıkça toplumlar yozlaşır ve insanlar farkına varmadan özgürlüklerini kaybeder. Özgürlüğün koşulu “yapay arzular”dan kurtularak yetenekler ve ihtiyaçlar arasında denge kurulmasıdır. Oysa Marx’a göre özgürleşme ancak ihtiyaçların artması ve insancıllaşmasıyla mümkündür. Bütün ihtiyaçlarımızı para ihtiyacına indirgeyen “meta fetişizmi”nden kurtulma mücadelesi, yabancılaşmanın aşılmasının da önünü açar. Bu kitap, “Biz kimiz? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Nasıl özgürleşebiliriz?” sorularının peşine düşen herkesi düşünsel bir yolculuğa davet ediyor.

Kapitalizm koşullarında özgürlük mümkün mü? / Mehmet AKKAYA
(28.06.2007, Cumhuriyet Kitap)

İnsan ve toplumlar açısından kimi kavramlar belli bir bulanıklık içinde ortaya konurlar ve üzerlerinde ileri geri tartışmalar sürdürülür. Bu tür kavramlar kimi zaman da entelektüel kesimlerin üzerinde yoğunlaştığı kavramlar olurlar. Hatta bunların bazılarının tarihsel bir arka plana sahip oldukları da görülebilir. Özgürlük, bu konuya örnek teşkil eden bir sözcüktür, belli bir büyüyü ve bulanıklığı içinde taşımaktadır. Klasik liberal düşünceler onu açıklamaya çalıştılar, ki özgürlük, liberal kelimesinin Batı dillerindeki kökünden Türkçeye geçmiştir. Bu kavram bazen liberal yerine kullanılsa da özgürlük olarak bilindiği alan daha genişçedir. Özgürlük; felsefe, tarih ve siyaset sosyolojisi gibi disiplinlerin yakından ilgilendiği bir kavram. Onunla liberal düşünürlerin yanı sıra Marx ve Marksistler de yakından ilgilenmişlerdir ve ilgilenmektedirler. Bu bağlamda Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Yıldız Silier’in “Özgürlük Yanılsaması”* adlı eseri de anılabilir. Yordam Kitap tarafından baskısı yapılan çalışmada yazar, Rousseau ile Marks’ın özgürlük anlayışlarını karşılaştırıyor. Silier, iki filozofun özgürlük anlayışını ele alırken, Marx’ın bazı temel düşüncelerine ilişkin de açıklamalarda bulunuyor. Ayrıca Marx’a ve Marksizme yönelik kimi eleştirilere de satır aralarında ya doğrudan yanıt veriyor ya da göndermeler yapıyor. Entelektüel bir sohbet havasında sevinçle okunabilecek kitabın girişinde yazar amacını şöyle belirliyor: “Bu kitapta Rousseau ve Marx’ın izinden giderek, özgürlüğe giden yolun özgürlüksüzlüğümüzle yüzleşmekten geçtiğini savunacağım. Önümüzdeki en büyük engellerden biri olan ‘özgürlük yanılsamamızı’ açığa çıkaracağım” ( s.16). Özellikli bir kavramdır özgürlük, çünkü o düzeyde yaşamak ister insan; iyi, güzel, olumlu, aktif anlamlar yüklenmiştir ona. Yani toplumda özgürlüğü istemeyene ve ondan uzak durana pek rastlanmaz. Yazarın kitapta üzerinde durduğu iki nokta vardır. Özgürlük nedir ve bu hangi koşullarda gerçekleşmektedir? Silier, bu konuları araştırırken, günümüzden ve yaşadığımız toplumun özelliklerinden giderek, kendi yaşantısından örneklere başvurarak; biyografi, öykü, diyalog tekniklerini de kullanarak şiirsel bir dil, duru bir Türkçe kullanıyor. Silier, bu yöntemi izleyerek Rousseau ve Marx’ın temel düşünce sistemlerini de ortaya koymayı başarabiliyor. Karşılaştırmalar ortaya konduğunda görülmektedir ki Rousseau, Marx’ın büyük oranda yararlandığı düşünürlerden biridir. Silier’in düşünürleri konuştururken açıkça gösterdiği üzere Marx, Rousseau’nun görüşlerini büyük oranda geliştirerek teorisini kurmaya ve ilerletmeye devam ettirmiştir.

İLK UYGARLI ELEŞTİRİCİSİ
Kitapta da gösterildiği üzere Rousseau, ilk uygarlık eleştiricisidir. Yani gerek Hıristiyanlığın gerekse İngiliz filozofu Hobbes’un söylediği gibi insan, doğuştan günahkâr ya da diğer insanlar için kurt değildir. Rousseau’ya göre bunun tersine ilk insan daha mutludur, bir bakıma özgürdür de. Bilim ve sanatların ilerlemesi, toplumsal düzene geçilmesi, özel mülkiyetin oluşması, devletin ortaya çıkması sonucu, doğarken özgür olan insan şimdi her yerde zincire vurulmuş durumdadır. Bu eşitsizliği gören Rousseau, kafayı insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağına takmıştır. Silier’in ayrıntılarıyla gösterdiği üzere Rousseau’ya göre özgürlük toplumsal sözleşmeyle mümkün olacaktır. Filozofa göre insanda doğuştan bulunan merhamet duygusu da ancak bu koşullarda, yani iyi bir eğitimcimin ve iyi bir yasa koyucunun etkili kılındığı ortamlarda yaşam bulacaktır. Tercihini Marx’ın özgürlük projesinden yana koyan Silier de pek haklı olarak Marx’ı konuştururken; Marx, Rousseau’ya sorar: peki bu eğiticileri ve yasa koyucuyu kim eğitmiş olacak? Yani eğer uygarlık toplumu yozlaştırmışsa, ki bu kabul edilebilir bir görüştür, bu eğitimciler ve yasa koyucular da yozlaşmış olmayacak mı? Çünkü kapitalizmin temel özelliği rekabeti sürekli yeniden üretmektir, ahlaksızlığın ve yozlaşmanın ortamını da o hazırlamaktadır. Bu koşullarda özgürlük yanılsaması sorunu ortaya çıkıyor, “özgürlük yanılsamasının ideolojik kaynağında genellikle sorgulamadan içselleştirdiğimiz bazı yanlış ikilikler yer alır. Bir yandan özgürlük, boş vakit, özel alan, sivil toplum ve ekonomi ile ilişkilendirilirken; öte yandan özgürlüksüzlük, iş, kamusal alan, devlet ve politika ile aynı kefeye konur” ( s.154). Marx, Rousseau’ya bir yere kadar katılır, özel mülkiyet ve devletin işlevi gibi noktalarda aynı düşünse de yepyeni şeyler söyleyerek ondan ayrılır. Silier, bu tartışmada araya A. Smith’i de sokar. O da insanların doğuştan rekabet dürtüsüne sahip olduklarını, ana rahminden ölünceye kadar para biriktirme içgüdüsü taşıdıklarını söyler ve insanlar arasındaki bu rekabetin ekonomik kalkınmayı sağladığını vurgular. Smith, bu yüzden insan ve toplumların zenginleştiğini söylemektedir. Marx, ona da bir noktada katılır. Gerçekten emek-değer kuramını keşfeden kişidir A.Smith. Marx için önemli olansa sömürünün iktisadi mekanizmalarını açıklamaktır, bunun için de artı-değer kuramını geliştirmiştir. Silier’in de gözlemlediği gibi ekonomik ilerleme önemlidir, savunulması gerekir, çünkü insanlığın zenginliğe ihtiyacı var. Fakat ekonomik ilerlemeyle beraber adil bölüşümün şart olması gerekir.

MARX’IN GELİŞİM SÜRECİ
“Özgürlük Yanılsaması”nda yazar Marx’ın gelişim sürecini çok kısa ama etkili bir biçimde vermektedir. Ayrıca İngiliz, Alman ve Fransız filozoflarıyla hangi noktalarda ilişki içinde olduğunu çok kısa ama çok çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Özgürlük, Rousseau’nun sandığı gibi insanların doğa şartlarına mahkum oldukları koşullardaki, yoksul durumlarında ortaya çıkacak bir olgu olarak ele alınamaz. Elbirliğinin gelişmiş olması, emek verimliliğinin artmış olması ve zamanla herkese yetecek kadar üretim yapılacak bir aşamaya gelinmiş olması gerekirdi. Bu yüzden çok eleştirilen kapitalizm de gerçekte tarihi gelişimin bir ürünüdür. Çünkü eski toplumlara göre özgürleşmeye daha fazla olanak vermektedir. Silier, Marx’ı Hegel ve Feuerbach’ın da karşısına getirir. Marx, Hegel’in öğrencisi olduğunu söyleyen biri ve bununla övündüğü biliniyor. Ancak o, Hegel’in idealist görüşlerine karşı tutum alan Feuerbach’a yöneldi. Feuerbachda din, tanrı başta olmak üzere para ve devlet gibi kurumların insan ürünü olduğunu söylüyor ama bunun mekanizmalarını gösteremiyordu. Silier’in gözlemine göre bunları da Marx giderdi. Silier, bu çalışmasında Marx’la ilgili olarak yabancılaşma kavramını öne çıkarmış görünüyor. Yazar, filozofun yabancılaşma görüşünü ortaya koyarken, 1844 Elyazmaları’ndan yararlanarak yabancılaşmanın dört biçiminden söz ediyor. Birincisi üretenlerin ürettikleri ürünlere yabancılaşması. İşçi, çoğu zaman ürettiği bir ürünü satın alabilecek parayı yaşamı boyunca bulamaz. Bir lüks otomobili üreten işçidir ama hiçbir işçinin lüks bir otomobil alacak parası olmaz. İşçi ürettiğinin yabancısıdır. Üstelik kendisi lüks villalar yapar ama kulübe türü evlerde oturur. Uçaklar ve modern araçlar üretir ama ulaşım imkânlarından yararlandırılmaz. İkincisi, emekçilerin üretim sürecine yabancılaşması. İşçi, üretimin yönetim düzeylerinde bulunacak kadar verimli ve değerli görülmez. Ona danışan olmaz, onun varsa görüş ve önerileri alınmaz. Silier bu durumu açıklarken Marx’tan şu alıntıyı yapmaktadır: “İşçinin ürettiği zenginlik arttıkça kendisi yoksullaşır. Ne kadar çok meta üretirse, kendisi o kadar ucuz meta olur. İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile doğru orantılı olarak artar” ( s.138). Üçüncüsü, insanların başkalarına yabancılaşmaları. Sanki insanlar dünyaya birbirlerini yenmek için gelmişlerdir. Özgürlükten diğerini arkada bırakmak anlaşılır. Kârlı çıkmanın mücadelesi verilir. En basitinden bir iş başvurusunda her aday öbürünün önüne geçmek ister, üstelik sömürülmek için adeta yarışa girilir. Ülkemiz göz önüne alındığında hemen her alanda bu rekabetle karşılaşmak mümkündür. Milyonlarca öğrenci sınava girerken diğerleriyle rekabet halindedir. Rekabet durumunda olanlar bir bakıma birbirlerini düşman görürler. Dördüncüsü, üretenlerin kendi türlerine yabancılaşmaları. Marx’a göre insan olanak bulduğunda birçok yeteneğini ortaya çıkaracak bir varlıktır. Ama sömürücü düzen hiçbir emekçinin kendini gerçekleştirmesinin olanağını yaratacak yetenekte değildir. Silier’e göre ilk iki yabancılaşma biçimi yalnız emekçiye özgü olsa da son iki biçim hem emekçi hem kapitalist için geçerlidir. Toplumun çok büyük bir kesimini oluşturan emekçiler, gönüllü olarak çalışmadıkları sürece, eylemleri zorunluluktan kaynaklandığı sürece özgürlüklerini gerçekleştirebilirler mi? Bu soruya verilecek yanıt Silier’in gözlemlediği üzere “hayır”dır. Çünkü özgürlük insan yeteneklerinin geliştirildiği, bilincin kendini aştığı, seçeneklerin arttığı, gerçek ihtiyaçların çoğaldığı, hatta yeni ihtiyaç ve seçeneklerin yaratıldığı durumlarda ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden Rousseau’nun düşündüğü gibi ilkel koşullarda, zorunluluğun alanında kalan insan ve insan topluluklarının özgürlüğünden söz edilemeyeceği gibi, korku ve tüketim toplumu koşullarında reklam bombardımanı altında istediği marka kot giyen, istediği marka cep telefonu kullanan, aklına geleni yapmayı marifet sayan sefil insanın eylemlerinde de özgürlükten söz edilemez. Silier’e göre kapitalizm hem yoksulun hem de zenginin duyularını, insani duyarlılıklarını körelttiği için, Mercuse’nin ifadesiyle söylersek, onları tek boyutlu insanlara dönüştürmektedir.

SINIFSIZ BİR DÜZEN
Silier, Marx’ın söylediklerini açıklarken, insanın öbür insanlar için bir rakip olarak görülmemesi gerektiğini belirttikten sonra benzer durumdaki emekçilerin rekabeti bırakıp birbirleriyle destek-dayanışma ilişkisi içinde olduğu sürece özgürleşme olanağı bulabileceğini düşünüyor. Yazar açısından özgürlük, kapitalizm koşullarında gerçekleşebilecek bir olgu değildir. Çünkü kapitalizm yapısı gereği incelmiş, estetik bir yapı kazanmış olan her değere meta olarak bakmaktadır. Oysa özgürlük, yaratıcı eylemleri ilke edinmiş, estetik değerlendirme yeteneği yüksek insanların oluşturduğu, entelektüel donanımı gelişkin, yepyeni ihtiyaçlar ve incelmiş zevkler geliştiren bir toplumda yaşam olanağı bulacaktır. Bu da herkesin kendini gerçekleştirebileceği bir sistem demektir ve o da ancak hep birlikte kurulabilecek bir dünyada mümkün görünmektedir, orası başka bir dünyadır, sınıfsız bir düzendir. Bu, insan için, dünya için bir son değildir, yani tam tersine, “Marx’ın hayal ettiği gibi bir sosyalizm kurulursa bu ‘tarihin sonu’ değil, olsa olsa kendi hayatlarımıza daha fazla egemen olabileceğimiz, insancıl bir tarihin başlangıcı olabilir.” ( s.157). “Başka bir dünya mümkün” diyen Silier’e göre de ancak bu yeni dünyada özgürlük, özel alandaki tüketim serbestliği olarak görülmeyecektir. Ayrıca iş yaşamı da zorunlulukların alanı olmaktan çıkabilecektir. Yani yeni toplumsal sistemde insanın hem özel alanda hem kamusal alanda özgürlüğünü gerçekleştirme olanağı olabilecektir. Kısaca söyledikte, aynı biçimde, çalışma yaşamının insanileştirilmesi, çalışma saatlerinin düşürülmesi şartlarında insanın hem boş zamanlarında hem de iş yaşamında farklı türde özgürlüklerle karşılaşacağı açıktır. *Yıldız Silier, Özgürlük Yanılsaması, Yordam Kitap, 2006, İstanbul, 167 s.

Makul Özgürlüğe Dair / Erkan CANAN
(02.02.2007, Radikal Kitap)

Yıldız Silier ‘Özgürlük Yanılsaması’nda, gün geçtikçe muğlak anlamlara ve durumlara kayabilen özgürlüğe politik itibarını yeniden iade ediyor.

Özgürlük üzerine düşünmek, kavramsal ve politik kirlenmenin doruk dönemlerinden birini yaşadığı günümüzde kolay değil elbette. Çünkü, böylesi anlamı gayet açık kavramların kökenlerinden soyutlanmaya ve yozlaştırılmaya çalışıldığı birçok örnek önümüzde duruyor. Özgürlüğün tüketimle birebir koşutluğu kurulalı beri, özgür olmanın sadece çok tüketmekle mümkün olduğu yanılsaması yaratıldı. Böylesi bir anlayış çerçevesinden bakıldığında, özgürlük kavramı söz konusu olunca, tanık olunan çarpıklık gerçekten bezginlik vericidir. Çünkü özgürlük burada, sadece ekonomik güçle mümkün kılınabilecek, parayla göbek bağı dorukta olan olmazsa olmaz bir durum, stil veya yaşam tarzı olarak sunulur.

Yıldız Silier’in Özgürlük Yanılsaması kitabı, özgürlüğün hem kavramsal, hem felsefi ve hem de politik görünümlerine odaklanan ve bunu yaparken de, Rousseau ve Marx’ın bu konudaki felsefeleriyle çerçeveleyen nitelikli bir çalışma. Silier, özgürlük konusunda yukarıda değindiğim negatif anlayışları çok iyi değerlendirdikten sonra, bu konuya Rousseau’nun ve Marx’ın sundukları üzerinden yaklaşıyor. Ardından, bu iki önemli ismin felsefelerinin analizinden hareketle, özgürlüğün mümkün kılınması için sergilenebilecek politik tavırlara yer veriyor. Kitabın asıl ilgi çekici yanının, gün geçtikçe muğlak anlamlara ve durumlara kayabilen özgürlüğe politik itibarını yeniden iade etmesidir diyebilirim. Çünkü günümüzde özgürlük çoğunlukla, kitabın isminin de çok iyi ifade ettiği gibi, politik gerçeklik ve zorunluluk olarak değil, bir yanılsama şeklinde yaşanıyor. Silier, bireyin dönüştürebilme gücüne atıfta bulunarak, özgürlüğün, tutarlı bir politik bireysel duruşla mümkün olduğunun altını çiziyor.

Romantik Rousseau, Gerçekçi Marx
Silier, Rousseau’nun özgürlük hakkındaki felsefesine girerken, filozofun Aydınlanma felsefesinin içinden gelmesine rağmen, diğer Aydınlanmacı felsefecilerden ayrılan önemli bir özelliğinin altını çiziyor. Bu özellik de Rousseau’nun ilk kapsamlı uygarlık eleştirisini veren Aydınlanmacı bir filozof olduğudur. Rousseau’nun bu özelliği, özgürlüğün uygarlıktan sonra sona erdiğini ve özgürlüğe kavuşmak için uygarlıktan feragat edilmesini savunur. Çünkü kendisinin çokça dillendirdiği ‘doğal durum’ uygarlığın olmadığı, insanın arzularının ve ihtiyaçlarının sınırlı olduğu bir döneme tekabül eder ki, bu fikir, uygarlıkla gelen olumlu gelişmelerin, uygarlığın getirdiği olumsuzlukları telafi edemediğini savunur. Rousseau’nun bu fikri gerek özgürlük ve gerekse kitabın çerçevesi anlamında çok önemli. Çünkü günümüzde, özgürlüğün gerçekleşmesine dair fikirlerden biri de, Rousseau’nun düşüncesiyle uyumludur ve özgürlüğün mümkün kılınmasının, insanın yaşam için gerek duyduğu ihtiyaçların uygar dünyaya göre az olduğu insanlığın ilk dönemlerinde arar. Oysa özgürlüğün uygarlık sürecinde de mümkün kılınabileceğine inanan başka bir görüş de vardır. Bu görüş, aslında Rousseau’nun romantik görüşünden daha gerçekçi, daha mümkün gibi görünüyor. Çünkü artık uygarlığın olmadığı dönemler üzerinden özgürlüğe dair özlemleri dillendirmek, verili durum düşünüldüğünde gerçekçi değildir.
Tam da bu aşamada, Silier’in Rousseau’nun karşısında Marx’ın özgürlük felsefesine yer vermesi, özgürlüğün gerçekleşmesi konusunda birbirinden epey farklı iki görüşü karşılaştırması anlamında önemli. Çünkü Marx, Rousseau’nun tam tersi bir şekilde, özgürlüğün uygarlık içinde mümkün kılınabileceğini söyler. Silier, arzuların artmasının özgürlüğün sonu anlamına geldiğini belirten Rousseau’yu ve özgürlüğün, insanın yeteneklerine koşut bir şekilde gelişen arzularının tatmin edilebilmesi anlamına geldiğini belirten Marx’ı anlatırken, bu iki önemli ismin özgürlük konusundaki argümanlarını detaylı bir şekilde açıklıyor.
Rousseau’nun çileci insanı, Marx’ta güce oynayan ve daha güçlü olma yönünde kendini dönüştürmeye çalışan ve zorunlu olarak sınıf bilinciyle donanmış bireyine dönüşür. Silier’in çalışması, günümüz bireyinin özgürlük konusundaki kafa karışıklığına olumlu ve makul formüller sunmasıyla önemli. Silier, edebi türlerin bu konuya destek olabilecek metinlerinden, tektanrılı dinlerin özgürlük konusundaki yaklaşımlarından ve son olarak da kişisel tanıklıklarından yararlanıyor.

Tam Zamanında Marksizm ve Felsefe / Ali MERT
(26.01.2007, Komünist Dergisi)

“Özgürlük Yanılsaması”nı marksizmin felsefi birikimini, içinden geçtiğimiz dönemin önemli siyasal sorunlarıyla kaynaştırarak veren bir başlangıç kitabı arayanlara öneriyoruz. Başlangıç kitabı denilince, kuru bir “marksizme giriş” çalışması anlaşılmasın. Zengin referansları ve özgün vurgulamalarıyla zevkle okunacak bir kitap Özgürlük Yanılsaması.

Marksizmin içinden, marksizm içi okul tartışmalarına girmeden kaleme alınmış bir felsefe kitabıyla ortaya çıkmak kolay mı? (Hele bu zamanda!)
Karnından konuşup sözcükleri eveleyip geveleyenlere karşı, anlaşılmaz olsun da felsefemizi derin zannetsinler diye zorlayanlara ve zorlananlara karşı, hiç kıvırmadan, dans etmeden, top çevirmeden, zorlamadan ve zorlanmadan anlatmak kolay mı? (Hele bu zamanda!)
Felsefe gibi “ağır” bir alanda, özgürlük arayışının nerede yanılsamaya dönüştüğü nerede gerçeğe kavuştuğu gibi “ağır” sorularla yol almak, üstelik, bu ağırlıkları rahatça taşıyıp ilerlerken, ilgili sorulara güncel siyasal ve toplumsal uzanımları olan bir çerçevede yaklaşmak kolay mı? (Hele bu zamanda!)
Akademiden yalnızca ümmi – ya da anadan doğma – çıkıyor iddiasını doğrulayan onca örneğin karşısında, öğrencileri özgür düşünceyle “giydirecek” dolu dolu çalışmalar kaleme almak; akademiden kitap diye yayınlanan o klasik alıntılar yığını yerine, kendi özgün düşüncelerini geliştirmek kolay mı? (Hele bu zamanda!)
Peki, felsefi bir metin kaleme alırken, edebi bir zenginlik barındırmak kolay mı? (Hele bu zamanda!) Bunların hiçbiri kolay değil. (Hele bu zamanda!)
Evet, Yıldız Silier’in “Özgürlük Yanılsaması – Rousseau ve Marx” (Yordam Kitap, Ekim 2006) adlı kitabı, tam da böyle bir zamanda geldi. Tam zamanında geldi.
Evet, bugünün üniversite koşullarında, kuru akademi çalışmalarının ötesine geçen marksizm içi çalışmalara ulaşmak neredeyse imkansız diye düşünürken, Yıldız Silier’in kitabı geldi. İlaç gibi geldi.
Üstelik akademinin alıntılara boğulan metinlerinin tersine, elbette geniş çaplı okumalara ve onlarla birlikte oluşturulan bir birikime yaslanan, ama kendi özgün dili ve düşüncesini geliştiren ciddi ve “özgür” bir çalışma olarak geldi.
İyi ki geldi. İyi geldi.

Felsefeye yoksulluktan başlamak
Bugün, piyasa güçleriyle beslenen ve belirlenen akıllardan, “free takılma” sevdalısı gençlere varıncaya kadar her yerden “sarkan” onca özgürlük söylemi arasında yanılsamalara işaret etmek, bu tür söylemlerin dışına çıkabilen gerçek bir özgürlüğün mümkün olup olmadığını soruşturmak, bunu yaparken de felsefe tartışmaları içerisinde Rousseau ve Marx’ın tarihsel çerçevelerini yeniden kurup günümüze taşımak, Yıldız Silier’in çalışmasının özünü oluşturuyor.
Yazar, bu öz çerçevesindeki düşüncelerini tartışmaya, sorularını yöneltmeye ve yanıtlarını aramaya, “dünya sorunları karşısında felsefe”yle başlıyor. Felsefenin dünyevi meselelerden uzaklaştığı, daha doğrusu uzaklaştırıldığı bir kesitte, çok önemli bir başlangıç bu. Dünya sorunları dendiğinde, Silier, en başta da yoksulluğu ayırt ediyor. Yoksulluğun, farklı tanımlama girişimleriyle, aslında nasıl da kamufle edilebildiğini anlatıyor. Böylece, yanılsamalar ve gerçekçi sorgulamalar, en temelli sorunlardan başlamış oluyor. Örneğin “pasta büyürse, herkesin aldığı pay da artmış olur” gibi bir genel düşünce ya da kabülün karşısında, “milli gelir artışı kimleri daha fazla yoksullaştıracak?” diye sorabileceğimiz bir “ters ilişki”yi gösteriyor. Kapitalizmin temel çelişkileri arasında yer alan “bolluk içinde yokluk yaratma” gerçeği, istatistiki verilerin de desteğiyle anlatılırken, rakamların kuruluğuna da, felsefenin kopuk söylemlerine de “kaçılmıyor”. Çünkü, burada felsefe, “ideolojinin örtüsünü kaldırıp toplumsal gerçekliği anlamamızı sağlayacak kavramsal araçları geliştirmek” olarak anlaşılıyor. (s. 33)
Sonra sıra “özgürlük yanılsaması”nı belki de en yoğun ve çok boyutlu biçimde yaşayan toplumsal kesim olan üniversite gençliğine geliyor. Özgürlüğü yaşamak ve/veya yaşadığını sanmak, özgür takılmak ve/veya sorgulayıcı olmak; yarı entelektüel halleri ve geleceğe dair beklentileriyle bu kesimin “ara bölge”deki yaşantı ve arayışlarının bir parçası haline geliyor. Yıldız Silier de buradaki “yanılsamanın yansımalarını”, üç ayrı öğrenci tipinin aralarında çevirdiği “geyik muhabbetleri”yle anlatıyor.
Eski Yunan felsefesindeki tartışma geleneğinden, hırslı, bunalımlı ve bilinçli üç öğrenci tipolojisi arasındaki geyiğe uzanan bu bölüm, kampüsün içinden gelme bir sıcaklıkla birlikte günümüz gençliğinin yanılsama yüklü özgürlük arayışını ortaya koyuyor. Oradan da aynı felsefi tartışma geleneğini, Adam Smith ve Rousseau üzerinden Marx’a ulaştırıyor. Ahlaki ya da politik reformlarla sorunu çözmeyi umanlara, aspirinle kanser tedavisinin mümkün olmadığı hatırlatılıyor.
“İyi ama, kanserin tedavisi henüz bulunabilmiş değil ki, ağrı kesiciler hiç olmazsa hastayı o zorlu dönemlerinde biraz olsun rahatlatıyor”, gibi aykırı düşüncelere ise küçük kapılar açılıp, tartışma, Rousseau’nun ve Marx’ın düşünceleri ve yapıtları çerçevesinde külliyen ve yeniden inşa ediliyor.

Rousseau ve Marx’ı bağlamlarına yerleştirmek
Özgürlüğü, “Rousseau’nun tüm eserlerinin ortak konusu” olarak değerlendiren Silier, toplum sözleşmesinden, “insan insanın kurdudur” önermesine varıncaya kadar dönemin felsefi tartışmaları içerisinde oluşan düşünceleri özetleyerek, doğa ve bireyden devlet ve topluma uzanan özgürlük arayışlarının hangi noktalarda yanılsamalara dönüştüğünü de sorguluyor.
Bu arayış, soru ve sorgulamalar, felsefi düşünceyi olduğu gibi, onun tarihini bugünden bakarak kaleme alan yazarımızı da Marx’a götürüyor. “Dünyayı, sabit doğaları olan nesnelerin toplamı olarak değil, ancak birbirleriyle ilişkileri ve etkileşimleri içinde anlaşılabilecek olgu ve süreçlerin toplamı” olarak gören bu yeni felsefe (s. 103), tarihsel eylemi içindeki insana ve sınıflara ulaşıyor.
“Özgürlük Yanılsaması”, bu kısa yolculuğu ve iki önemli uğrağıyla, iyi bir özet ve başlangıç kitabı olma özelliği taşıyor. Marksizmin felsefi birikimini, içinden geçtiğimiz dönemin önemli siyasal sorunlarıyla kaynaştırarak veren bir başlangıç kitabı olması ise, aynı zamanda bir zenginliğe işaret ediyor. Kavramları kullanır, daha doğrusu “kapitalizm” yerine “serbest piyasa ekonomisi” kullanılması örneğinde olduğu gibi kavramların kullanımının ne gibi ideolojik yanılsamalara alan açtığını sorgularken, bu zenginliğin yanına bir de titizlik ekleniyor.
Aldous Huxley, Melih Cevdet Anday, Bertolt Brecht, Nâzım Hikmet, Tracy Chapman ve U2 gibi yazar, solist ve grupların eşliğinde; edebiyattan, şiirden ve şarkı sözlerinden geçerek felsefi ve toplumsal meselelere uzanabilmesi, gerektiğinde sözü bütünüyle bir edebiyatçıya, örneğin Eduardo Galeano’ya bırakabilmesi ise bir başka zenginlik kaynağı oluyor. Bu özelliği, genel olarak kitaplarla arası pek de iyi olmayan genç okuru yakalayabilmesi için bir olanak aynı zamanda.
Yıldız Silier’in bunca “felsefi girişim”in ve “yenilikçi deneme”nin ardından, kitabın son bölümlerinde, Küba’ya yaptığı ziyaretinden izlenimlerini de aktararak, dünyadaki eşitlikçi mücadele kanallarını değerlendirmesi ve Latin Amerika’dan dünyaya yayılan devrimci umuda sarılıvermesi, oluşturmaya çalıştığı felsefenin, yaşamsal, toplumsal ve siyasal yanını pekiştiriyor.
Sonuç olarak, zorlu meseleleri güncel karşılıklarıyla anlatmak, Silier’in felsefe çalışmasının en büyük artısı. Türkiye’de genç ve yeni düşüncenin, akademinin, marksizmle tanışanların ve marksizmde ısrar edenlerin, bu tür çalışmalara hararetle ihtiyacı var.
“Özgürlük Yanılsaması”, tam da zamanında, işte böyle bir ihtiyaca yöneliyor…

Özgürlük Yanılsaması / Yeşim DİNÇER
(04.01.2007, Cumhuriyet Kitap)

Özgürlüklerine kavuşan (!) Iraklı komşularımızın ekrana düşen görüntülerini içim yanarak izlediğim bir sırada, Yordam Kitap’tan Özgürlük Yanılsaması çıkageldi. Yazarı Yıldız Silier, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde görevli, 1975 doğumlu genç bir akademisyen. Türkçedeki bu ilk kitabında, Rousseau ve Marx’ın genel düşünce dizgesini özgürlük kavramına odaklanarak tartışıyor. Yalnızca göz atmak niyetiyle karıştırmaya başladığım kitabı elimden bıraktığımda, sayfalar neredeyse yarılanmıştı. Bunda Yıldız Silier’in değme denemecileri kıskandıracak akıcılıktaki dilinin yanı sıra, felsefeyle kurduğu ilişki biçiminin de payı var. “Kişisel bir yolculuk öyküsü” başlığını taşıyan ilk bölümde şunları yazmış:”Filozoflar, sanatçılar, ve bilim insanları, insanın ne menem bir varlık olduğunu defalarca tekrarlamış olsa da (akıl sahibi, konuşan, alet yapan hayvan, vb.), benim izini sürmek istediğim tanıma göre insan, öykü yazan bir varlık. Kendi yaşamını ve çevresindeki dünyayı anlamlandırmaya çalışan; deneyimlerinin üst üste rasgele bir şekilde yığılmasından, anılarının çoğunun silikleşip yitip gitmesinden rahatsız olan, geçmişte yaşadıklarını öyküselleştirip iplikçikleri birleştirmeye, kendi kişisel tarihini yeniden kurgulamaya çalışan bir varlık.” ( s.15) Yıldız Silier, dünyayı ve kendini anlamlandırmaya çalışırken felsefeyi neden ve nasıl rehber edindiğini, bir anlamda kendi kişisel yolculuğunu ve özgürlük arayışını da paylaşıyor okurlarıyla. Bu tutum, yazdıklarını güncel ve tanıdık, dahası canlı ve ilginç kılıyor, çünkü anlatılan biraz da bizim hikâyemiz. Hangimizin kalbinde büyük denizleri merak eden bir “küçük kara balık” yaşamıyor ki? Öte yandan, özgürlük kavramı üzerinde çalışmanın belli güçlükleri de var. Sartre’ın -her iki anlamda da- gömüldüğü günden bu yana, özgürlük “trendy” bir kavram değil. Sartre, seçme özgürlüğümüz olduğunu savunuyor ve tercihlerimizden sorumlu olduğumuzu söylüyordu. Özgürlüğe mahkûm olma düşüncesi postmodern insana ağır gelmiş olmalı ki bundan kurtulmayı seçti. “Özgürlük”, artık ihtiyaçlar listesinde yer almıyor. Alışveriş merkezindeki mağazaların 24 saat açık kalması, indirimli satışların mevsim sonu gelmeden başlaması gibi talepler, özgürlük sınırlarının genişletilmesi sayılmadığı sürece elbette. Kapitalizmin, ofiste sağduyulu ve ölçülü, alışveriş merkezinde vahşi ve anarşik bir insan türüne gereksinim duyduğunu yazan Terry Eagleton, ne kadar da haklıdır. (Kuramdan Sonra s. 28).

ROUSSEAU VE MARX
Özgürlük Yanılsaması’nda, Rousseau ve Marx gibi iki önemli düşünürün yan yana getirilmesi tesadüf değil kuşkusuz. Yıldız Silier, her ikisini de liberal kuramı en kapsamlı biçimde eleştiren öncüler olarak görüyor ve felsefi dizgelerini bu bağlamda tartışıyor. Bu iki düşünürün ortak bir özelliği de, 128 yıl arayla gerçekleşen iki büyük devrime fikir babalığı yapmış olmaları. Rousseau’nun, Fransız devriminin sol kanat önderlerinden Robespierre üzerindeki etkisi, Marx’ın Lenin üzerindeki etkisi kadar derindir. Rousseau, insanların eşit ve özgür yaşayabilecekleri bir toplumsal düzenin arayışı içindeydi. “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni ve Esasları Üzerine Söylev” adını taşıyan ilk önemli eserinde, insan doğasının sabit olmadığını, tarihsel olarak değiştiğini savunur. “Doğal durum”da eşit ve özgür olan insan, doğaya ve insan aklına aykırı bir toplumsal düzenin neticesinde bencil, güç peşinde koşan, saldırgan bir varlık haline gelmiştir. Uygarlaşarak yozlaşmıştır kısacası. “Rousseau’nun uygarlık eleştirisinin temelinde bizi gerçek ihtiyaçlarımızı algılamaktan ve karşılamaktan uzaklaştırdığı, yer alıyordu. Peki, ona göre çoğumuzun yanıldığı bu gerçek ihtiyaçlarımız nelerdi? Bu soruya iki farklı yanıt verilebilir: Bunlar, hepimizin tam anlamıyla insan olabilmesi için ihtiyacı olan (evrensel ve nesnel) şeyler ile tamamen kişiye özgü (göreli ve öznel) ihtiyaçlardır. Rousseau’ya göre insan için en vazgeçilmez değer, hedef ve ihtiyaç, özgürlüktür. Özgürlüğünden vazgeçen birisi insanlığından da vazgeçmiş olur.” ( s.90)”Tarihsel ilerleme”nin sonucunda özgürlüğümüz değil, özgürlük yanılsamamız artmıştır. Rousseau açısından çözüm, “toplum sözleşmesi”ndedir: Her birimiz, bütün varlığımızı ve bütün gücümüzü, “toplum sözleşmesi”yle genel iradenin buyruğuna verirsek ve her üye, bütünün bölünmez bir parçası olursa, özgürlüğümüze yeniden kavuşabiliriz. Yıldız Silier’e göre, Rousseau’nun uygarlık eleştirisi, modern toplumla ideal toplumu karşılaştırdığı için dışarıdan yapılmış bir eleştiridir. Oysa Marx, kapitalizmi kendi ölçütlerini kullanarak içeriden eleştirir. Bu eleştirinin temelindeki varsayım, ihtiyaçların tarihsel olarak çeşitlendiği ve geliştiği, ama sınıflı toplumda bunların bir kısmının karşılanamadığıdır. Özgürlük, bireyselleşme ve kendini gerçekleştirme gibi “radikal ihtiyaçlarımız”, bu sistemin içinde kaldıkça giderilemez. Kapitalizm, üretici güçlerin olduğu kadar, topyekûn insanlığın gelişimini engellemiş olur böylece. Marksist kuram, insanın doğasında, nihai olarak özgür ve dolayısıyla ortaklaşmacı bir egemenlik kurma eğilimi olduğunu öngörür.

ZENGİN İLE YOKSUL
Marx gibi, Rousseau da özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla doğan eşitsizlikten hoşnut değildir. Zengin ile yoksul arasındaki uçurumun toplumu yozlaştırdığını, yoksullarla zenginleri birbirine bağımlı kılarak köleleştirdiğini düşünür. Özel mülkiyete yapılan bu olumsuz vurgu, Rousseau’yu öteki aydınlanmacılardan ayırır. John Locke, daha çalışkan ve akıllı insanların, yetenekleri sayesinde zenginleştiklerini savunmuştur sözgelimi. Rousseau ile Marx, yoksulluğun algılanmasını açıklarken, görece yoksunluk kavramında buluşurlar. Rousseau, “zenginler bir çok şeyi yararlı olduğu için değil, yoksullar bunlara erişemeyeceği için ister… kendi durumlarında hiçbir değişiklik olmasa bile halk sefaletten kurtulursa, zenginlerin de mutluluğu sona erer”, derken; Marx da benzer biçimde, köyde bir villa yapılıncaya dek, kulübede yaşayan köylülerin kendilerini yoksul hissetmediklerini söyler. ( s.68) Yıldız Silier’in, bu savla ilgili güncel yorumu özellikle ilginçtir: “Günümüzde medyanın ve özellikle de televizyonun işlevlerinden biri, bizi ulaşamayacağımız lüks yaşamları göstererek göreli yoksunluk, yetersizlik ve kıskançlık duygularımızı artırması, açgözlülüğü ve tatminsizliği körükleyerek içimizde yaratılan bu yapay boşluğu, ancak daha fazla tüketebilirsek dolduracağımız yanılsamasını yaratmasıdır. Oysa bu, dibindeki delik gittikçe büyüyen bir kovayı doldurmaya benzer.” ( s.68) Özgürlük Yanılsaması, güncel bağlantıların ve şiirin ihmal edilmediği, alıntılar açısından hayli zengin bir metin. Bir felsefe kitabı için alışılmadık bir başlangıç yaparak U2 topluluğuna ait bir şarkının sözleriyle açılıyor: “Ama hâlâ ne aradığımı bulamadım”. Son bölümün başlığında da can alıcı bir soru yer alıyor: “Başka bir dünya mümkün mü?” Yıldız Silier başka bir dünyanın gerekli ve mümkün olduğu görüşünde. Metnin iyimserliğine hüznün gölgesini düşürmemek için olacak, Nâzım Hikmet’ten, “Bir Hazin Hürriyet” yerine, “Nikbinlik” şiirini alıntılamayı seçmiş: “Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli güzel günler göreceğiz / Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar / ışıklı maviliklere süreceğiz…” Özgürlük kavramına dair zengin ve ilginç bir bakış kazanmak isteyenlerle, özgürlüğün özlemini çekenler, bu kitabı özellikle okumalı. Özgürlük Yanılsaması: Rousseau ve Marx/ Yıldız Silier/ Yordam Kitap/Ekim 2006/ 168 s.

Yıldız Silier Röportajı / İlerici Refleks Dergisi
 (01.05.2008, İlerici Refleks Dergisi)

– Kitabınıza kişisel bir yolculuk öyküsüyle başlamışsınız. Bu öyküde üniversite yıllarınızda 12 Eylül’ün yarattığı tahribatın da etkisiyle politikaya ilgisiz olduğunuzu, mastır tezinizle birlikte Marx’la tanıştığınızı anlatıyorsunuz. Şu an üniversitede felsefe dersleri veren biri olarak, gençler üzerindeki apolitikliği nasıl değerlendiriyorsunuz ve bunun nasıl aşılması gerektiğini düşünüyorsunuz?

1980 darbesi sonrası Türkiye’sinde gençlerin apolitikleştiği tespiti bir açıdan gerçeği yansıtsa da, öte yandan umut verici yeni siyasallaşma biçimlerini görmezden gelmemize yol açabiliyor. Bakış açımızı netleştirebilmek için “apolitikleşme” olgusunu hem küresel, hem de yerel bir çerçeveden ele almamız gerektiğini düşünüyorum.
Küresel açıdan baktığımızda, Hegel’in deyimiyle “çağın ruhunu” mercek altına alarak analize başlayabiliriz. Bir yandan neoliberalizmin tartışmasız galibiyetini ilan ettiği 80’li yıllarda (Reagen-Thatcher-Özal) beynimize kazınan TINA (“There Is No Alternative”- Başka Alternatif Yok) sloganı, sadece gençlerin değil büyük çoğunluğun politikadan yabancılaşmasına yol açtı. Dünyayı değiştirmek umudunun naif ve ütopik ilan edilmesiyle, “böyle gelmiş, böyle gider” muhafazakar söylemi nesnel bir veri olarak kabul edildi. Kendini Matrix filmindeki gibi kıstırılmış hisseden insanlar, bu yoğun çaresizlik ve güçsüzlük hislerinden kaçmak için kendi özel alanlarına kapanıp, tüketim kültürünün “nimetleri” aracılığıyla bir tür “seçim özgürlüğü” yaşayarak, kendi “yaşam stilini” oluşturmaya ve bunun getirdiği “özgürlük yanılsamasıyla” avunmaya başladılar.
Türkiye ölçeğinde baktığımızda, tüketim kültürü ve bireyciliğin yükselişinin yanı sıra apolitikliği teşvik eden başka bir unsur gözümüze çarpıyor. Devlet politikalarıyla bilinçli olarak körüklenen ülkenin (“dış ve iç mihraklar” tarafından) bölünmesi korkusu, insanları Türk-Kürt, laikçi-dinci, AB’ci- AB karşıtı yapay eksenlerinde kutuplaşmaya iterek, ortak sorunların farkına varılıp, değişik sol grupların kapitalizme karşı mücadelede birleşmesini engelliyor. Egemen medyada yansımasını gördüğümüz bu “sürekli savaş ve teyakkuz hali” söylemi “öteki”leştirme, korku ve öfke üzerinden farklılıkların altını çiziyor, hatta bu farklılıkları bizzat kuruyor. 12 Eylül darbesi sonrasında 1402 sayılı sıkıyönetim yasasıyla 300 küsur solcu, muhalif ve demokrat öğretim üyesinin işine son verilmesi, geride kalan aydınları da bir ölçüde sindirdiğinden, en özgürlükçü olması gereken üniversite ortamlarında bile eleştirel düşünceden korkulur hale geliniyor. Aile ve mahalle baskılarıyla da gençlere “etliye sütlüye dokunmayıp başlarını belaya sokmamaları, kariyer yapıp kendilerini kurtarmaları” telkin ediliyor.
Sorunun kaynağına bakarken, aynı ortamda yeşeren çözüm filizlerini de gözden kaçırmamak gerekiyor. Hızla metalaştırılan ve böylece tamamen kontrolümüz dışında kalan kamusal alanda, içeri temiz havanın girebileceği bir çatlak oluşturmak ve “biz başka türlü bir şey istiyoruz” talebini bir arada dile getirmek için hiçbir şey yapılmadı mı? 1999’da Seattle’daki kitlesel gösterilerle başlayan anti-kapitalist hareketler, Latin Amerika’da sosyalist hükümetlerin yaygınlaşmasıyla yeşermeye başlayan umut rüzgarları Türkiye’ye de bir ölçüde geldi. Aklıma ilk gelen yerli sivil itaatsizlik eylemleri, Susurluk olayının unutturulmasına karşı kitlesel Bir Dakika Karanlık eylemi, Bergama köylülerinin altın şirketine karşı direnişi ve 1995-1999 arası her Cumartesi saat on ikide Galatasaray Lisesi önünde sessizce oturan, çocukları kaybedilen ya da faili meçhul cinayetlerde öldürülen “Cumartesi Anneleri”nin uzun soluklu direnişi.
Bence bu tür eylemler, meydanları 1 Mayıs ya da Newroz gibi politik şenliklerde yasaklayan, ama futbol maçı kutlamaları ya da “Cumhuriyet mitingleri”ne açarak kitle psikolojisini yönlendiren; “üretici halkın” kamusal alanlarda ve “güvensiz” sokaklarda bir araya gelip sesini duyurması yerine “tüketici vatandaşların” özel güvenlikle korunan “steril” alışveriş merkezlerinde rastlaşmalarını teşvik eden, sol-karşıtı egemen ideolojiye nasıl direnilebileceğinin ipuçlarını veriyor.
Daha yakından tanıdığım, Boğaziçi üniversitesi öğrencilerinin politikaya tavrına bakacak olursak, ilginç bir çelişkiyle karşılaşıyoruz. Bir yandan Türkiye’nin en “başarılı” öğrencilerinin (yani geleceğin şirket yöneticilerinin) okuduğu, politikacıların “Boğaza karşı Ermeni meselesini konuşanlar” diye elitist ve ülke gerçeklerinden kopuk olmakla suçladığı bir üniversite. Öte yandan bünyesinde Kardeş Türküleri gibi değerli bir müzik grubunu yetiştirmiş, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun geçen yılki “Hepimiz” folklor gösterisinde sahnede yer alan türbanlı bir gitarist kız, Kürtçe türküler eşliğinde çekilen halaylar ve Alevi semahlarını birleştiren politik anlamda liberal (yani anti-muhafazakar) ve “çoğulcu” bir üniversite. Tatil ilanlarıyla süslenmiş sosyete kantini ve politik tartışma panellerinin duyurularıyla bezenmiş sol kantini de Boğaziçi’nin iki farklı yüzünü yansıtıyor. Bu nedenle, Boğaziçi’ne gelen bir öğrenci eğer politikleşmek istiyorsa (yani genel olarak adaletsizliğe karşı duyarlı ise) bunu yaratıcı ifade biçimlerini içeren, dayanışmacı bir ortamda gerçekleştirme olanağına sahip.
Hem örgütlü, hem de örgütsüz öğrencilerin birarada kendilerini ifade edip, düşünsel ufuklarını genişletebileceği politikleşme süreçlerine, son iki yıldan birkaç örnek vermek istiyorum. Medyanın genellikle “ötekileştirip”, “Kürt meselesi” başlığına hapsettiği “ora”da yaşayanlarla tanışıp konuşmak, nasıl yaşadıklarına doğrudan tanık olmak amacıyla Boğaziçililerin Diyarbakır’a gidişiyle başlayan “Kardeşlik İstiyoruz” kampanyası, Terörle Mücadele Yasası ve 301’e hayır imza kampanyaları, Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra paneller, açık dersler, belgesel gösterimleri ve konserler içeren “Karanlığı Sorguluyoruz” insiyatifi ve bu hafta gerçekleşen Tuzla tersanelerindeki işçi ölümlerini durdurmayı ve onlarla dayanışmayı hedefleyen “Emek Haftası” etkinlikleri, bence gençlerin katılımcı siyaset yapma biçimleri geliştirmelerini sağlayan ve toplumsal duyarlılık reflekslerini yansıtıp besleyen çok önemli örnekler.

– Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında belirttiği ?kimsenin kitap okumak istemeyeceğinden kitaplara da yasaklama gelmeyeceği’ korkusunun artık bir gerçeklik haline geldiği, kavramların giderek içinin boşaldığı bu dönemde bu durumu aşabilmemiz için felsefecilere ne gibi görevler düşüyor?

Kavramların içlerinin boşaltılması aklıma hemen “özgürlük” adına Irak’ı, “demokrasi” adına Afganistan’ı işgal ettiğini söyleyen ABD yönetimini getiriyor. Bush özgürlük kavramını kötüye kullandı ve reklamlardaki “özgür kız” sığlaştırdı diye suçu bu kavramın kendisine atıp, onu terkederek yepyeni kavramlar icat etmemiz gerekmiyor bence. Tam tersine “kirletilmiş” gözükse de özgürlük kavramının ve içi boşaltılmış olsa da “adalet” kavramının, bugünün dünyasında ne anlama geldiği ve nasıl elde edilebileceği konusunda daha fazla kafa yormamız lazım.
Özellikle postmodernizmin yükselişiyle felsefeciler, dünyayı anlamak ve anlaşılır kılmak derdini bir yana bırakıp, “yeni” kavramlar ve söylemler icat etme yarışına girdiler. Örneğin, şu sıralarda felsefe öğrencileri arasında çok moda olan Deleuze ve Guattari’nin “Felsefe Nedir?” başlıklı kitabının rastgele açtığım bir sayfasından, herhangi bir satıra göz atalım: “Göreceli yurtsuzlaşmanın kendisi de, yatay ve içkin oldukta, devinimlerini değiştirerek onu mutlağa iteleyen, sonsuza taşıyan içkinlik düzleminin mutlak yurtsuzlaştırmasıyla birleşir… Kavram paradigmatik değil ama sentagmatiktir; yansıyabilir değil, ama bağlantılandırılabilirdir, aşamalı değil, ama çevredendir; gönderimsel değil ama tutarlıdır.” Felsefeye giriş için eline böyle bir kitap alan birinin felsefeden ilelebet soğuması büyük ihtimal…
İşte kafa karışıklığını yeniden üreten böylesi bir düşünsel ortamda, “felsefi bir metin ne kadar anlaşılmaz olursa, o kadar derindir” yanlış varsayımı yaygın olarak kabul görmeye başladı. Bence bir konuyu ancak çok iyi özümsemiş olan birisi, onu yalın olarak anlatabilir; yalınlık ve sığlık birbirinden çok farklı kavramlar. Sadeliğe ulaşabilmek için insanın önce kendine dert ettiği somut bir şeyin olması, sapla samanı birbirinden ayırma yeteneğini geliştirip, düşüncesini terbiye edip rafine hale getirmesi ve ayrıntılarda boğulmaması gerekiyor.
Felsefede anlaşılmaz olanın yüceltilmesini, tüketim toplumundaki yenilik fetişizminin bir yansıması olarak da görebiliriz. Neden her alanda en yeni olan en iyi olsun ki? Örneğin, Öztürkçecilerin dilimizi “eski” unsurlardan arındırma çabası, nasıl Türkçenin zenginleşmesine değil de yapay ve anlaşılmaz kılınmasına yol açıyorsa, felsefedeki bu “yeniye tapma” modası da bizi benzer sonuçlara götürüyor. Ez cümle, bence sadece felsefecilere değil, tüm sosyal bilimcilere, sanatçılara ve aydınlara düşen görev yenilikçi olabilmek uğruna anlaşılabilir ve yalın olmaktan ödün vermemeleridir.

– Kitabınızda Rousseau, Smith ve Marx arasında geçen bir diyalog oluşturmuşsunuz. Bu diyalogda Adam Smith, “her insanın içinde, ana rahminden başlayarak mezara girinceye kadar süren bir para biriktirme içgüdüsü vardır” diyor. Her insanın doğuştan bencil olduğu ve bunun değişmeyeceği; ezilenlerin eşitlik istemediği, ezen konumuna geçmek istediği düşünceleri bugün de çok yaygın. Sizin bu düşüncelere yanıtınız nedir?

Önce sorunuzda birleştirdiğiniz iki unsuru ayırmak istiyorum. Adam Smith Ulusların Refahı kitabında insanların doğuştan bencil olduğunu söylese de, ezilenlerin eşitlik istemediğini iddia etmemiştir. Smith, fazla bilinmeyen ilk kitabı Ahlaki Duyguların Kuramı’nda insanlar arasındaki ahlaki ilişkilerde gerçek bağın karşısındakine “sempati” duymak olduğunu (yani insanların tamamen bencil olmadığını da) söylemiştir. Yanlışlıkla Adam Smith’e atfedilen bir başka görüş de, serbest piyasanın bütün aksaklıkları kendiliğinden halledeceği, devletin hiçbir şekilde müdahale etmemesi gerektiği fikridir. Oysa Ulusların Refahı kitabında Smith şöyle der: “Herhangi bir grubun ya da kişinin yeterince kâr getirmediği için, yapmasından çıkarı olmayan, ama bütün toplumun çıkarına olan belirli kamu yatırımlarını yapmak ve kamu kuruluşlarını kurmak, kamu çıkarını gözetmek devletin en önemli üç görevinden biridir”. Bu görevlerin diğer ikisi toplumun güvenliğini ve adaleti sağlamaktır. Adam Smith’in temel derdi, yaşadığı dönemde var olan, ekonomiye aşırı devlet müdahalesini ve devletin bazı gruplara imtiyaz vermesini içeren merkantilist politikalara karşı çıkmaktı. Verdiği örneklerde, imtiyazlı büyük tüccar ve şirketlere karşı küçük esnaf ve üreticinin iktisadi özgürlüğünün ve kendi aralarındaki rekabetin, topluma da yararlı olacağını göstermeyi amaçlıyordu.
“İnsanlar doğuştan bencil midir?” sorusuna felsefi olarak yaklaşırken önce bencilliğin farklı anlamlarını birbirinden ayrıştırmamız gerekiyor. Geniş anlamıyla bencillik, yani kendini sevme ve kendi çıkarını gözetme çok doğal ve hiç de yanlış bir şey değil. Öte yandan dar anlamıyla bencillik, başkalarını ezme ve zarar verme pahasına kendi çıkarını herşeyden üstün tutmaktır. İşte ahlaki olarak yargılayıp yanlış bulduğumuz bu ikinci tür bencillik. Bu, tabii ki doğal içgüdülerimizin değil, rekabetçi ve güce-tapar toplumsal koşullarda ötekilerden yabancılaşmamızın ve başkasının acısına karşı duyarsızlaşmanın ürünü. Daha fazla kâr elde etmek için işçilerinin can güvenliğini hiçe sayan da, yanındaki açken karşısında yemek yerken hiç rahatsız olmayan da, millet tıkış tıkış otobüslerde giderken cipiyle hava atma görgüsüzlüğünü sergileyen de, bu olumsuz bencilliğin farklı tezahürleri aslında.
“Ezilenlerin hedefi, yeni ezenler olmak mı, yoksa eşitlikçi bir toplum kurmak mı?” sorusu çok önemli ve çok zor bir sorun. Bunu hakkıyla yanıtlamak için epey derinleşmemiz gerekiyor. Fazla uzatmamak için bu soruya başka bir soruyla cevap vermek istiyorum, “haksızlığa uğrayan insanların içindeki öfke ve intikam isteğinin yıkıcı değil de, yapıcı araçlara kanalize edilebilmesi için neler yapılabilir?”

– Rousseau’nun uygarlıkla birlikte insanların arzularının yeteneklerine göre daha fazla arttığı, oluşan dengesizlik neticesinde insanların mutsuzlaştığı, uygarlığın insanları asıl arzularına karşı körleştirdiği; Schopenhauer’ın gerçekleşmediğinde mutsuz olmamak için fazla hayal kurmamak gerektiği düşüncelerine ne diyorsunuz? İnsanlar arzulardan, hayallerden ve acılardan kaçmalı mı?

Tabii ki bu iki düşünürün görüşlerine katılmıyorum. Uygarlığın insanın arzularını arttırdığı tartışılmaz bir gerçek. Büyük şehir hayatında zamanın akışı hızlanıp, yaşamlarımız karmaşıklaştıkça, gerçekten nelere ihtiyacımız var, nelere, neden değer veriyoruz sorularını sormamız gitgide zorlaşıyor. Örneğin, internetten her aradığımızı anında bulabileceğimizi düşünüyoruz. Ama hem ne aradığımızı bilmiyoruz (hiçkimse google’da “yaşamın anlamı” yazarak bu ebedi sorunun cevabını bulmayı düşünmez herhalde), hem de verilen yüzlerce cevaptan hangilerinin daha güvenilir olduğuna dair sağlam bir kıstasımız yok.
Mutsuzlaşmanın ve hayal kırıklığının nedenlerinden biri, aşırı beklentiler içinde olmak ve bunların karşılanmaması. Ama çağımızda aşırı beklentileri yaratan maalesef sınırsız bir hayal gücü değil de, doymak bilmeyen bir oburluk. Oburluğun kaynağı içimizdeki ruhsal boşluk hissi oldukça da ne yersek, ne tüketirsek doyamayacağımız çok açık. Yani bizi mutsuz kılan, kendimize has düşlerimiz değil, kapitalist sistemin herkese empoze ettiği ve farkında olmadan içselleştirdiğimiz hep daha çok tüketmek ve başkalarından üstün olmak hırsları.

– Locke ve Marx arası bir diyalog oluşturursak, Locke’un daha çalışkan ve akıllı insanların emekleri ve yeteneklerinin karşılığında daha da zenginleştiği düşüncesine Marx’ın yanıtı nedir?

Marx’ın yanıtı muhtemelen şöyle olurdu: İnsanlar iktisadi ve toplumsal olarak eşit olmayan koşulların içine doğuyor; eğitim ve sağlık açısından da fırsat eşitliğinin olmadığı kapitalist düzende yoksul bir işçi (ya da köylü) çocuğu eğer kötü beslenme ve barınma koşullarından erken yaşta ölmezse, büyük ihtimalle çocuk yaşta işçiliğe başlayacak ve hayatı boyunca karın tokluğuna çalışacaktır. Günde 12-14 saat çalışıp onca üretim değeri yaratan işçiler ve çocukları tabii ki çok “çalışkan”dır. Onların bu çalışkanlığına sermayedarlar arasında pek rastlanmaz; ne de olsa nitelikli boş zaman genelde tuzu kuruların sahip olabileceği bir ayrıcalıktır. Zengin ve nüfuzlu ailelerin çocuklarının hem eğitim imkanları vardır, hem de servet bakımından hayata sıfırdan başlamazlar. Ailelerinin siyasi ve iktisadi gücü sayesinde nasıl paralarına para katacakları ve güçlerini sürdürecekleri konularında “akıllı” davranmayı çocukluktan itibaren öğrenirler. “Yeteneklerini geliştirecek” maddi imkânları olduğu için en iyi okullarda okur, özel öğretmenlerden dersler alır; seyehat ederek başka ülkelerdeki deneyimleri görebilirler; yetenekler de ancak böyle gelişebilir. Bu arada işçiler günde 14 saat çalışsa da, bu imkânlar olmadığı ve fırsat eşitliği devletçe sağlanmadığı için yeteneklerini çok yönlü geliştiremezler. İşten yorgun argın gelip, kurufasulye pilava talim eden birisi nadiren internetten film ve müzikler indirecek teknik donanıma sahip olabilir. Oysa başka bir aileye doğmuş olsaydı, ya da daha eşitlikçi bir ülkede yaşasaydı “kaderi” de bambaşka olacaktı. Öyle tuhaf, “tepetaklak” bir sistemde yaşıyoruz ki, bir yandan gözde mesleklerden birisinin adı “insan kaynakları”, öte yandan nüfusun çoğunluğunun insani özellikleri harcanıyor ve kendine has yeteneklerinin filizlenmesine izin verilmiyor. “Bereketli topraklar üzerinde” bunca yoksulluk…

– Eşitlik ve özgürlük kavramlarını birbiriyle nasıl ilişkilendiriyorsunuz? Liberallerin tezlerinde ileri sürdüğü gibi bu iki kavram birbirine zıt mıdır?

Eşitlik ve özgürlüğün birbirne zıt olduğunu öne süren egemen liberal görüş, işe eşitliği “aynı olmak”la karıştırarak başlıyor. Oysa iki evin eşitliğinden bahsetmekle, iki insanın eşitliğinden bahsetmek birbirine hiç benzemiyor. İki insanın eşit olmasını da eşit maaşa sahip olmaya, ya da aynı kıyafetleri giyip, aynı tür evlerde oturmaya indirgedikten sonra bizim felsefede “çöp adam” mantıksal yanılgısı dediğimiz hatayı yapıyorlar. Yani önce rakip görüşü karikatürize edip, iyice çarpıtmak, sonra da onunla dalga geçmek ve çürüttüğünü iddia etmek. Sosyalistlerin istediği eşitliğin nasıl bir eşitlik olduğunu anlamamız için, önce bu kavramın değişik anlamları arasında bir ayrım yapmamız gerekiyor.
İlk tür eşitlik, liberallerin de özgürlüğün ön koşulu olarak kabul ettiği, yasalar önündeki eşitlik, yani herkesin eşit haklara sahip olması. Teoride yasalar önünde herkes eşit olsa da, pratikte ancak parası ve imkânları olanlar avukat tutup, mahkeme masraflarını ödeyerek fiilen haklarını arayabilirler.
İkinci olarak, daha muğlak bir kavram olan “fırsat eşitliği” var. Bu, hem farklı başlangıç noktalarından başlasalar da herkesin aynı yarışa girebilmesi anlamına gelebilir. Hem de pozitif ayrımcılık uygulayarak yüzyıllardır ezilmiş olan grup ve sınıfların üyelerinin yarışa bir adım önden başlamasına izin vererek, geçmiş adaletsizlikleri telafi etmeye çalışma çabasını içerebilir. Anlamlı bir fırsat eşitliğinin temelinde tüm vatandaşların nitelikli eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanabilme olanağını devletin sağlaması yatıyor.
Liberallerin sosyalistlere atfettiği üçüncü çeşit eşitlik ise “sonuçların eşitliği”; yani çalışkan-tembel, akıllı-aptal ayrımı yapılmadan herkesin aynı refah seviyesinde olması. Sovyetler Birliği’ndeki yaşamı böyle tasvir edenler olsa da, bu kadar basite indirgenmiş bir eşitliği felsefi olarak savunanlar var mıdır, doğrusu bilmiyorum. Marx’ın sözünü ettiği türden bir eşitlik kavramının (herkesten yeteneğine göre alınması ve ihtiyacına göre verilmesi), bize yukarda bahsettiğim üçlü tasnifin ötesine geçme imkânı sunduğunu düşünüyorum.

– Bireyselliği ve toplumsallığı birbirinin zıttı olarak gören Rousseau’ya karşı yanıtınız nedir? Toplumsallaşabilmemiz için bireyselliğimizi sınırlandırmamız mı gerekir?

Bence Rousseau’nun göremediği ve Marx’ın farkettiği nokta bireyselleşme ile bireyciliğin farkıydı. Rousseau, bireyselleşmeden korkuyordu; çünkü bunun bireyciliği körükleyeceğini, böylece toplumsal bütünlüğün ve dayanışmanın zedeleneceğini düşünüyordu. Kent yaşamının karmaşası yerine kırsal yaşamın dinginliğini tercih etmesinin sebebi de buydu. Oysa Marx’a göre kent yaşamı ve teknolojinin nimetleri doğru amaçlar için kullanılırsa insanların bireyci olmadan bireyselleşmesi pekala mümkündü.
Eğer bireyselleşmeyi kendini bilmek, başkalarının görüşlerinden fazla etkilenmeden kendi rotasını belirleyebilmek olarak tanımlarsak, bunun temelinde farklı seçeneklerin ve değerlerin bilincinde olmak yatıyor. Çok dar bir toplumsal ilişki çerçevesinde yetişen, farklı görüşlere alışık olmadığı için “öteki”lere karşı korku-öfke-nefret duyan birisinin bireyselleştiğini iddia etmek zordur. Bu yüzden farklı toplumsal ilişkilerin parçası olmak ve hiçbir kimliğin esiri olmadan çok sayıda kimliğin taşıyıcısı olmak, çelişen rolleri dengede tutmayı becerebilmek, bütün bunlar insanın ancak toplumsallaştıkça edinebildiği özellikler. Nasıl özgürlüğün ön koşulu “başka” tür bir eşitlikse, bireyselleşmenin temelinin de cemaatçiliğe hiç benzemeyen, “başka” tür bir toplumsallaşma olduğunu düşünüyorum…

Kitabın Künyesi
Yıldız Silier
Özgürlük Yanılsaması -Rousseau ve Marx-
Sayfa Sayısı : 168
Baskı : 1. Baskı, Ekim 2006, İstanbul
Düzeltme: Nurten TUÇ
Yayın Yönetmeni: Hayri ERDOĞAN
Kapak Tasarım: Savaş ÇEKİÇ
İç Tasarım: Savaş ÇEKİÇ
Sayfa Düzeni: Gönül GÖNER
Baskı : Ayhan Matbaası
Yayınevi: Yordam

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir