Pastoralya – George Saunders “kara mizah türünün çok iyi bir örneği”

“Çok güzel bir dünyada yaşıyoruz, güzel maceralar, çiçekler, kuşlar ve harika insanlarla dolu, ama ne yazık ki bu dünyada çürük elmalar da var.”

Dünyanın yaşayan en iyi öykücülerinden sayılan George Saunders’tan canlı ayrıntılarla kurgulanmış, tamamen kendine özgü bir sosyal hiciv: Pastoralya.

Yedi hikâyeden oluşan Pastoralya’nın ilk hikâyesi, kitaba adını veriyor. Novella tarzındaki bu uzun hikâye, tema parklar üzerinden insanoğlunun yalnızlığını ve tüketim kültürünü anlatıyor. Çocukluk travmalarımız, tüketim, yabancılaşma ve yalnızlık gibi temalarla çok katmanlı bir yapıya bürünen bu hikâyenin kahramanları kaybeden orta sınıf insanlar.

Sunday Herald’da yer alan bir yorumda “hayal gücü çılgınca kuvvetli bir mizah yazarı” olarak tanımlanan Saunders, Pastoralya’da ritmi yüksek üslubuyla çocukluğumuzun, hayal kırıklıklarımızın yaşamımızı nasıl etkilediğine dair tanıdık detaylarla bizi yakalayıveriyor.

Pastoralya, tema parklardan kişisel gelişim seminerlerine, striptiz kulüplerinden depresif berberlere, birbirinden yalnız ve özgün karakterleri kullanarak tüketim toplumunu ve kapitalizmi eleştiriyor.

“George Saunders’ın son derece komik Pastoralya’sı muhteşem hayal gücüyle başlı başına bir tür.” Liz Jensen, “Yılın Kitapları”, Independent

“Saunders’ın gerçeküstü tarzıyla, Amerikalı yalnız insanların ve dışlanmışların girift ve çarpık hikâyeleri. Elinizden bıraktıktan çok sonra bile peşinizi bırakmayacak.” Uncut


Pastoralya’ya Övgü

“George Saunders’ın son derece komik Pastoralya’sı
muhteşem hayal gücüyle başlı başına bir tür.”
Liz Jensen, “Yılın Kitapları”, Independent

“Canlı ayrıntılarla kurgulanmış ve kusursuz bir beceriyle dile getirilmiş,
mecazi tarafı güçlü olan bu eser, kara mizah türünün çok iyi bir örneği.
Saunders’ın hiciv damarı, insana Pynchon’u, Kurt Vonnegut’u ve
Carl Hiaasen’i hatırlatıyor, ama tamamen kendine özgü.”
Literary Review

“Uyumsuz karakterler, çirkinler, kendini ifade edemeyenler, kimsenin
kulak asmadığı insanlar Saunders’ın güçlü tarafı… Ama şaşırtıcı bir
şekilde, sunulan tablo o kadar kasvetli değil; Saunders karanlık olabilir,
ama hikâyeleri yine de karakterlerine, tam bir fiyasko olmayabileceklerine
dair umut veren bir insanlık ve kararlılık bahşediyor.”
The Times

“George Saunders yaşayan en iyi kurgu yazarlarından biri.”
TLS

“Bu yılki keşfim, George Saunders’ın muhteşem Pastoralya’sı.”
Rowan Pelling, “Yılın Kitapları”, Daily Telegraph

“Saunders’ın gerçeküstü tarzıyla, Amerikalı yalnız insanların ve
dışlanmışların girift ve çarpık hikâyeleri. Elinizden bıraktıktan
çok sonra bile peşinizi bırakmayacak.”
Uncut

“Muhteşem… Saunders, Joseph Heller ve Kurt Vonnegut’tan bu yana
nadiren görülen türden ustura gibi bir hicve sahip… Pastoralya’yı
acı ama son derece komik kılan da karakterlere karşı bu tutumu.”
London Metro

“Saunders’ın şirazesinden çıkmış dünyası yine bir Hal Hartley
filminde veya Chris Morris skecinde yersiz kaçmayacak karakterlerle
dolu. Ustalıkla işlenmiş Pastoralya, basmakalıp sonuçlardan uzak,
gerçekten komik bir sosyal hiciv.”
Face

“İçSavaşDiyarı Feci Düşüşte’de olduğu gibi, Saunders duygu ile
imgelem arasındaki boşlukta mizahı yakalayan çok farklı bir yazar.”
Daily Telegraph

“Hararetli, rengârenk ve dinamik. Saunders’ın ilk derlemesi
İçSavaşDiyarı Feci Düşüşte, Thomas Pynchon ve Tobias Wolff’un
övgüleriyle şereflendirilmişti. Pastoralya da bu övgüleri hak ediyor.
Saunders hayal gücü çılgınca kuvvetli bir mizah yazarı.”
Sunday Herald

“Amerikan Güzeli’nin edebi versiyonu gibi.”
Select

“Modern Amerika’nın çılgınlığını yakalarken kendine özgü samimi
bir hava yaratıyor. Kıymeti bilinmesi gereken bir kitap.”
Big Issue

“George Saunders Pastoralya ile beni çok etkiledi. Komik ve öfkeli
hikâyeleri kurumsal Amerika’nın yavan zalimliğine sayıp döküyor
ve işçi sınıfından kurbanları konuşturuyor.”
Alan Thomson, “Yılın Kitapları”, Herald

“Saunders eleştirmenlerden övgüler alıyor ve hakkıdır da.
Bu kitap o kadar tuhaf ki her tür tanımlama teşebbüsüne meydan
okuyor. Saunders’ın edebi dünyası tanıdık ama çarpık, eğlenceli
ama hüzünlü ve gerçekten tuhaf.”
QX International


KİTAPTAN BİR ÖYKÜ

ŞELALE

Okulun dağıldığı sırada St. Jude’un bahçesinden geçmek
Morse’un sinirlerini bozuyordu çünkü gülümserse formalı Katolik çocukların onun sapık veya çatlak olduğunu,
gülümsemezse dünyanın sertleştirdiği huysuz bir ihtiyar
olduğunu düşüneceklerini hissediyordu ki, bir açıdan gerçekten de huysuz bir ihtiyardı. Bazen çatlak olmadığından
bile tam olarak emin olamıyordu, ama sapık olmadığı kesindi. Bundan emindi. Daha doğrusu emin gibiydi. Aşırı
emin olmanın insanı çatlak yaptığından göreceli olarak
emindi. Bu yüzden mütevazı olmak gerekir, diye düşündü,
kendi gençliğini sevgiyle hatırlayan bir adamın yüzündeki
ifadenin sapıklıktan ve acayiplikten yoksun bir ifade taşıyacağına inanıyordu.
Akçaağaçların arasına kurulmuş olan okulun bulunduğu yamaç, geniş Taganac Irmağı’na doğru uzanıyordu.
İleride ırmak daralarak hızlanıyor, Morse’un küçük kiralık evinin bir buçuk kilometre kadar aşağısından, Bryce
Şelalesi’ne dökülüyordu. Morse utanç verici ölçüde küçük
kiralık evinden mahcup oluyordu. Aslında yine de kiralayabildiği en iyi evdi, bu kadarına da şükretmesi gerektiğini
194
biliyordu ama bazen şükretmek içinden gelmiyordu ve
nerede yanlış yaptığını merak ediyordu; bazen de boyası
soyulmaya yüz tutmuş, küçük eğri büğrü mavi barakadan dolayı epey memnun hissediyor, kendi tehlikeli bok
çukurundan çok daha tehlikeli bok çukurlarını kiralayan
zavallı fakirlere acıyordu. Şimdi kenarına, sahiplerine feci
şekilde gıcık olduğu kocaman malikânelerin dizildiği yeşil
ırmağın kıyısında, parlak günışığı altında evine doğru hoş
bir yürüyüş yaparken hissettiği de buydu.
Morse uzun boylu ve zayıftı, yıkım kararı verilmesine
ramak kalmış bir kilise kadar kasvetliydi. Pantolonu fazla
kısaydı ve yüzünde ikide bir istemsiz, gergin bir sırıtış beliriyordu; ama çok acı çekiyormuş gibi hemen siliniyordu.
İşyerinde konuşmalarının arasına kısa, çılgın kahkahalar
ve şevkli kıkırtılar sıkıştırıyordu. Ardından utanca kapılıyor, ellerini aniden cebine sokuyordu, ama sonra kendi
utancından orada yüz buruşturarak bir saniye daha duramayacak kadar utanmış bir halde ellerini cebinden çıkarıyordu.
Patikada arkasından gelen bir dizi sert, düzensiz ayak
sesi duydu. Arkasına baktığı zaman Aldo Cummings olduğunu gördü, kırkına merdiven dayamasına rağmen hâlâ
annesiyle yaşayan tuhaf bir adamdı. Cummings çalışmıyordu, kâkülleri dümdüz kesilmişti ve kış ortasında bile
spor şortlarından giyiyordu. Morse, Cummings’in gelip
ona yapışmayacağını umdu. Cummings ona yapışmak bir
yana, endişeli ve mütevazı sırıtışına karşılık bile vermeden
geçip gidince Morse, Cummings’in ona yapışacağından
kuşkulandığı için suçlu hissetti. Sonra Belediye Sarayı’nın
195
temizlik personeline bile yapışmaya çalışan Cummings’in
ona yapışmaya çalışmamasına sinirlendi. Cummings’i gücendirecek bir şey mi yapmıştı? Cummings’in ondan hoşlanmıyor olabileceği fikri onu endişelendirdi. Cummings
gibi bir kaçığın ondan hoşlanmadığı düşüncesinden endişelenmesi de onu endişelendirdi. Belki de bir tür kaygı
yumağıydı. Bu düşünce de onu endişelendiriyordu. Peki
aslında neden endişelenecekti ki, tek yaptığı dünyaya aldırış etmeden güzel çocuklarıyla zaman geçirmek üzere eve
gitmekti. Öte yandan Robert’ın piyano resitali vardı ve
bunun bir felaket olacağından emindi, çünkü Robert hiç
çalışmıyordu, piyanosu da yoktu. Resitalin nerede ve ne
zaman düzenlendiğinden bile emin değildi ve Annie, Tanrı
onu kutsasın, Robert’ın çalışması için yaptığı karton klavyeyi yemişti. Eve vardığında Robert’a yeni bir karton klavye yapıp çalışması için ona yalvaracaktı. Çalışmasını emredebilirdi bile. Hatta belki önce kendi karton klavyesini
kendisinin yapmasını sonra da çalışmasını emrederdi, ama
bu pek olası değildi, çünkü sert davrandığında Robert ağlardı ve Morse, Robert’ı o kadar seviyordu ki ağlamasını
görmeye dayanamıyordu. Ama Robert’a sert davranmazsa
Robert beyzbol eldivenini yüzüne koyup yatmaktan başka
hiçbir şey yapmıyordu.
Yüce Tanrım, hayat hiç kolay değildi, çok daha kötü
olabileceğinin farkında olmadığından değil, ama bu halde, kırmızı yüzü ve yüksek tansiyonuyla, birinin ne kadar
endişeli olduğunu fark etmesinden endişelenerek yaşamak
kesinlikle ideal sayılmazdı. Bedeninin çeşit çeşit zararlı
kimyasal salgıladığından ve zararlı kimyasallar hakkında
196
endişelendikçe kimyasalların vüducundundan daha da hızlı salgılandığına emindi.
Eve vardığında merdivene oturacak, birkaç dakikalığına nefesine odaklanarak Sakin Ol Sakin Ol mantrasını
yineleyecekti, sonra çocuklar koşarak dışarı çıkıp bacaklarına sarılacaklardı. Bazen heyecana fazla kapılıp onu sertçe ısıracaklardı ve Ruth dışarı çıkıp öfkeli bir sesle bütün
gün çalışan tek kişinin o olmadığını hatırlatacaktı. Morse
yürürken ırmağın dinginliğini içine çekmek için güzelim
Taganac’a baktı, ama bunun yerine kendini bahçe kapısının bozuk kilidini düşünürken buldu; çünkü teorik olarak
Annie paytak paytak yürüyerek bahçeden dışarı çıkıp ırmağa düşebilirdi. Morse kendini ırmak kıyısında ağlarken
hayal etti ve bu düşünceyi aklından silmek için elini bacağına vura vura tempo tutarak ıslıkla çılgın gibi milli marşı
çalmaya başladı.
Cummings restore edilmiş buğday değirmeninin yanından
geçti, Morse’u bu kadar kararlılıkla görmezden geldiği için
pek memnundu. Morse bu işbirlikçi köyün kudretli seçkinlerinin kendini beğenmiş bir üyesiydi. Morse gibiler,
yaşam mücadelesi veren bir sanatçının –büyük bir vakarla
gelip onu polyester kıçından ısırsa bile– çektiklerini bilemeyecek zalimler sınıfındandı. Çam Sokak köprüsünün
üzerinde kocaman bir bulut vardı. Cummings kafasının
içindeki röportajcıya yağmur olasılığının bu güzel parlak
günü, onu kaybetme olasılığı yüzünden daha da güzel ve
parlak kıldığını söyledi. Kayıp olasılığından zamanın hızla
akıp giden geçiciliğine. Bakım zamanı. Hızla gelip geçen
197
hain zaman. Zaman hepimizi müsrif kılıyordu, değil mi;
çökmüş avurtları, mezarsı yankıları, paylayan bakışları
ve kemikli parmaklarıyla. Paylarcasına uzatılmış kemikli
parmaklarıyla nasihat edercesine, şöyle dedi: “Kendi ölümünüzü göreceğinizi unutmayın. Ölüm yolda, şu an yaklaşmakta, ey zavallı insan. Onun dehşetengiz kefeninin
senin kırışık alnına örtülmeyeceğini sanma; ey kibirlilerin
kibirlisi, ey şehvet düşkünü! Sen dünyevi zevklerin peşinde koşup görevden kaçınırken ben senin kader sayını tozlu
defterimden bu kemikli parmakla seçeceğim.”
Bu güzel bir anlatım olmuştu. Yürüyüşünün geri kalanında ve yaklaşan fırtına boyunca unutmazsa, tutkulu bir
şekilde sarı defterine yazardı. Özlem dolu bir şevkle boş
sarı defterini düşündü. Özlem dolu bir şevkle boş sarı defterini düşündü durdu. O defter ki işte aynı gün, şöhreti
işlenecekti içine. Hayır, o gün tomurcuklanan şöhretinin
doğuşunu haber veren ilk aciz çiziktirmeler işlenecekti,
daha doğrusu yazılacaktı. Bir gün biri sarı defterini ortaya
çıkaracak ve ne kadar dolu ama yaşamsal öneme sahip bir
ayrıntılar hazinesi bulduğunu fark ettiğinde kelimenin tam
anlamıyla, “Buldum!” diye bağıracaktı. İşte o zaman kısa
siyah ceketler giymiş, edebiyat çevresinden çeşit çeşit kadın onunla tanışmak isteyecekti!
Gelecekte defterini her yere yanında götürmeyi hatırlamalıydı.
Kasaba halkı ırmak kıyısına epey para harcamıştı ve şimdi
fıkırdayan, çağıldayan Taganac restore edilmiş, içine bir
manikür salonu açılmış olan buğday değirmeninin önünde
198
akıyordu. Sonra eskiden kömür deposu olan kafe vardı. Bu
antika kasabanın meydanında saçları tuhaf şekilde tıraşlanmış liseli oğlanlar, park etmiş Colt marka bir arabanın
kısmen açık penceresinden içeri bir futbol topunu tekmelemeye çalışıyorlardı. Oğlanların coşkusu o kadar saldırgan
ve iğrençti ki yeryüzünde yürüyen ilk oğlanlar olduklarına
inanıyor gibiydiler. Morse bunu endişe verici buluyordu.
Ya Annie büyüdüğünde bu kaçıklardan birini eve getirirse? Tam olarak bunlarla değil, elbette, çünkü Annie’den
yaklaşık on beş yaş büyüktüler; ama yirmi yaşına geldiğinde otuz beş yaşında olacak bu kaçıkları eve getirmesi
de pekâlâ mümkündü; tabii ölüsünü çiğnemesi gerekirdi.
Aslında eve bu kaçık sümüklülerden birini getirse sorun çıkarmayacağını biliyordu. Oğlanlar topu Colt’un içine sokmayı başarmışlardı. Şimdi hoplayıp zıplayıp denizaygırları
gibi homurdanarak çıplak göğüslerini tokuşturuyorlardı.
Aslında Morse otuz beş yaşında bir kaçığı evinden kovmak
yerine büyük ihtimalle ona kahve veya gazoz ikram edeceğini, bu arada Annie’yi yozlaşmasını önlemeye çalışacağını biliyordu. Tanrı aşkına, o daha bebekti, Morse özünde
nasıl bir adam olduğunu biliyordu: Çatışmadan kaçınan,
hata ölçüsünde uzlaşmacı, zavallılık ölçüsünde saf biriydi.
Vicdan azabıyla onu son sınıfta poposunu maviye boyamaya ikna eden Len Beck’i hatırladı. Gerçekten de gizli bir
Mavi Götler Kulübü olsaydı ve gerçekten de üyelik için
kıçlarını boyamaları gerekseydi de durum yeterince kötü
olurdu. Ama tam da mezuniyet balosunun öncesinde sırf
ruhsuz yüzücüler çetesini memnun etmek için kıçını maviye boyadığını ve üstelik bu duygusuz yüzücüler çetesinin
199
balo eşine bazı fotoğraflar gönderdiğini öğrenmek çok fazla gelmişti. Beck’in sarhoş olup Goley Kayası’na yüzmeyi
deneyip başaramaması ve gecenin karanlığında çağlayandan düşmesi onu mutlu etmişti, hem de çok mutlu. Bu,
son sınıfın büyük trajedisiydi. Sınıfın kolektif hafızasında
Morse’un mavi kıçını gölgede bırakan bir trajedi.
Yeşil bir kanoda iki kızıl saçlı kız akıntıyla birlikte süzülerek geçti. Ona bağırarak bir şey söylediler, o da el salladı. Hakaretamiz bir şey mi söylemişlerdi? Bu kesinlikle
mümkündü. Zamane çocukları otoriteye kesinlikle daha
az saygı duyuyordu, ama itiraf etmek lazımdı, komşuları Ben Akbar da vardı. Bazen Morse’un Robert’a yan yan
bakmasına sebep olan küçük Pakistanlı dâhi. Ben, eyalet
çello şampiyonuydu, güreş takımındaydı, küçük çocuklara
her zaman iyi davranırdı, ahşap boyama yapardı ve tek elle
şınav çekebilirdi. Ah Ben, diye düşündü Morse, on tane
Ben bile tek bir Robert etmezdi, ama Robert’ın Ben’den
üstün, hatta Ben’e denk olduğu tek bir alan bile gelmiyordu aklına. Küçük ukala Ben. Ama kesinlikle Ben’e karşı
değildi, Ben yalnızca küçük bir çocuktu, ama Robert’tan
daha başarılı, dost canlısı ve yetenekli olmasının Robert’a
üstünlük taslaması için yeterli bir sebep olduğunu düşünüyorsa, Ben bir daha düşünse iyi olurdu. Aslında Ben
Robert’a üstünlük tasladığından değil. Tersine, asıl Robert, Ben’e üstünlük taslıyordu ya da taslamaya çalışıyordu ve başarısız oluyordu; çünkü Ben, Robert gibi küçük
bir sahtekâra kanmayacak kadar zekiydi ve Morse kendi
oğlunu sahtekâr olarak düşündüğünü fark edince yüzü kızardı.
200
Tanrım, hayat gerçekten de işkence olabiliyordu. Hayat
insanı tuhaf, karanlık bir yere sürükleyebiliyor, ilk göz ağrısına çamur atmak gibi iğrenç, affedilmez şeyler yapmasına sebep olabiliyordu. BlasCorp’tan kurtulup kritik bir aşı
keşfetmek gibi önemli şeyler yapabilseydi keşke. Ama çok
geçti. Biyolojide hiçbir zaman iyi olmamıştı, hatta iki kez
dersten kalmıştı. Yine de bütün gözlerin ona döneceği bir
an kesinlikle hoş olurdu. Savaşta tutsak alınsa, konuşmayı reddetmekle kalmayıp kendini büyük tehlikeye atarak
diğer tutsakları heyecan verici bir marş eşliğinde ayaklanmaya teşvik etse mesela. Gerçek bir mucizeye tanık olsa ya
da başkanı suikasttan kurtarsa veyahut da lotoyu kazansa
ve kazandığı tüm parayı hayır kuruluşlarına dağıtsa. Büyük tarihi bir olayın parçası olsa, mesela PBS’de gördüğü,
Haymarket İsyanı’nda dayak yiyen veya Medgar Evers’ı
tanıyan veya melek annelerini Titanik’te kaybeden tipler
gibi. Çocukluğunda kurduğu hayaller o kadar parlaktı, o
kadar büyük umutları vardı ki, şimdi bir hiç olması doğru
olamazdı, öte yandan bir hiç olmayan biri, hayatının en
iyi yıllarını fotokopi makinesine küfrederek harcar mıydı?
Yakındığından değil. Şükredecek bir sürü şeyi olduğunu
biliyordu. Çocuklarını çok seviyordu. Ev endişe verici bir
şekilde döküldüğü için kapatamadığı kapının arkasına çamaşır sepetini sıkıştırdıktan sonra mum ışığında Ruth’un
yüzünü görmeye bayılıyordu, ona girdiği zaman yüzünün
aldığı şekle bayılıyordu, mavi popo hikâyesini hafife almasına bayılıyordu, ama kavga ederlerken bu konuyu açmasına o kadar da bayılmıyordu. Örneğin piyanoya haciz geldiği o korkunç gece, çocukların duyabilecekleri bir şekilde,
201
pasif olduğu için fakir olduklarını söylemesine de bayılmıyordu. Robert karate hocası Li Usta’ya takıntılı bir şekilde hayranken onu haftada altı kez derse sürüklemesine de
bayılmıyordu; zavallı küçük yorgun çocuk. Yine de bazı
güçlüklere rağmen Ruth’u gerçekten seviyordu. Bedenleri
güçten düşüyorsa ve şişmanlıyorsa ne olmuş, karanlıkta
soyunuyorlarsa ve Robert televizyondaki sırım gibi atletlere hayranlıkla bakarken Morse’un yuvarlak, sivilceli
sırtına yan yan bakıyorsa ne olmuş? Fark etmezdi, çünkü
bir gün Robert’ın sırtı yuvarlak ve sivilceliyken babasını
takdir edecekti. Onun ailesinin iyiliği için kendi önemsiz
kişisel arzularından fedakârlık ettiğini anlayacaktı, ama
Tanrı izin verirse, o zamana dek Robert doğru düzgün bir
kariyer yapacaktı ve spor salonuna yazılıp dermatoloğa gidecek parası olacaktı.
Morse olduğu yerde kalakaldı. İki küçük kızın ne demeye çağlayana doğru hızla sürüklenen bir kanoda yalnız
başlarına küreksiz oturduklarını merak etti.
Cummings, Arketip İmgeler kitabında –annesi olacak ahmak daha geçenlerde üzümlü gazoz dökmüştü üzerine–
114 numarasını verdiği arketip imgeyi düşündüren efsanevi
alacakaranlık ormana bakarak yürüyordu. 114 numaralı imge, güvenli limanı olan ikametgâhını arkasına almış
olan izleyicinin, alacakaranlıkta yaşlı, gür bir ormanın kenarında dikilip loş inlerinden doğrulan karanlık korkunç
ayılarla dolu derin Yaban’a bakarken gördüğü manzaraydı. O endişeyle kıpırdanan maaş kölesi Morse aptal alnını
Arketip İmgeler denen o baş döndürücü meye daldırsa ne
202
düşünürdü acaba? Morse ha, diye düşündü Cummings,
Morse olmadığım için memnunum, şirket pantolonu giymiş bir mankafa olmadığım ve çöken karanlıkta bata çıka
evimdeki hırpani veletlerime yürümediğim için mutluyum.
Türünün geri kalanı gibi çamurlu ayakları gelenekselliğin çenelerine gömülmüş olarak doğan, Lemmingler gibi
ölümcül ofislerde neşeyle çalışmaktan memnun, sıkıcı çim
biçme turları arasında hisselerini ve tahvillerini karşılaştıran, sonra gülerek daha süt çağındaki veletlerini anne kucağı yerine Nintendo’ya yaslayan biri olmadığım için. Bu
güçlü bir imgeydi, diye düşündü Cummings, melankolik
bir gecede geliştirip muazzam bir düz şiire dönüştürebileceği bir imge; bir Hollywood püresini peynir ekmek gibi
yiyeceği, annesine bir Lexus almasını ve uzun bacaklı, havalı bir fıstıkla Paris’e gitmesini sağlayacak bir imge. Ama
ilk önce havalı fıstığı yalnızca zihinsel olarak değil bedensel olarak da cezbetmek için spor salonunda vücudunu geliştirmesi gerekecekti. Uzun bacaklı kız Paris’te, belki dar
deri pantolonuyla omuzlarına güzel bir şal veya battaniye
alarak eski moda bir yatakta oturup, ceylan gözlerle ona
bakarken o balkonda dikilip Paris yağmuru vesaire hakkında düşüncelere dalacaktı. Sırf nazik davranmış olmak
için kartpostal gönderdiğinde Morse ve onun gibiler kıskançlıktan köpürecekti!
Onca uğraşlarla edinilmiş imgesi –kahraman aslan imgesi de denebilir– tişörtlere basılıp bir milyoncuda satışa
sunulduğunda ve eserleri hakkındaki her şeyi yanlış bilen
annesi, Cummings’in arkasında dikilip sayısız hayranına beyhude atıştırmalıklar sunarken beyaz Whitmanvari
203
takım elbisesiyle verandada selamlığa çıkmış olan
Cummings’in önünde tüm Köy pişmanlık içinde diz çökmez miydi. Ned Wentz gibi eski futbol oyuncuları sone
dersleri vermesi için ona yalvarmaya başladığında intikam
tatlı olmaz mıydı? Bütün bunların gerçekleşmesi için tek
gereken kâğıt, kalem ve eşi benzeri görülmemiş Don Kişotvari bir geveleme yeteneğiydi ki onda bunlardan fazlasıyla vardı. Onu bekleyen olasılıklar karşısında kendinden
geçmiş bir şekilde şelaleden önceki son dönemeci döndü ve
yaz yaprakları renginde bir kanonun, kayanın dik duvarına çarptığını gördü. Kanonun içinde öne fırlayan kızlar
ağızlarını ardına dek açarak köpüren dalgaların boğduğu seslerle haykırdılar. Kano birleşme yerinden yarıldı ve
ölümcül bir hızla su almaya başladı. Cummings ensesindeki tüyler diken diken, elektrik çarpmış gibi sersemleyerek kalakaldı. Yüzleri kanlıydı, bir şey yapmalıyım, diye
düşündü; ama soğuk su o kadar hızlıydı ki. Yine de bir şey
yapmalıyım diyerek kararsızca sendeleyip ırmak kenarına
doğru yürüdü ve yardım arandı; ama mısırlarla kaplı bir
tarladan başka hiçbir şey bulamadı.
Morse koşmaya başladı. Bütün bunlar büyük olasılıkla
aptalcaydı. Büyük olasılıkla kızlar sağ salim kıyıya çıkmıştı, çıkmamışlarsa da yardım yoldaydı; yine de kızların
sağ salim kıyıya çıkmamış olmaları ve yardımın da yolda
olmaması pekâlâ mümkündü. Aslında gelecek olan yardımın kendisinden ibaret olması bile mümkündü. Bu endişe vericiydi, çünkü baskı altında asla başarılı olamazdı ve
kriz anında genellikle durup alık alık bakarak kafasının
204
içinden olası seçenekleri geçirirdi. Bir düşününce, kanonun çağlayandan düşmüş veya kayaya çarpmış olması bile
mümkündü, hatta büyük olasılıkla öyle olmuştu. Reagan
döneminin başlarında Fat Chance mavnasının mürettebatının bir halat köprüyle kurtarılmasını hatırlıyordu. Pek
çok kararlı, terli adamın çoktan olay yerine intikal ettiğini ve içlerinden birinin onu telefon etmeye göndereceğini
umuyordu, ama yolda telefon numarasını unutursa ve geri
dönüp terli adamdan numarayı tekrar söylemesini istemek
zorunda kalırsa ne olacaktı? Bu başarısızlık Ruth’un kulağına giderse ve Ruth utanca kapılıp onu boşarsa, çocukları
da görmesini yasaklarsa ne olacaktı? Onun paniğe kapılıp
her şeyi yüzüne gözüne bulaştırması yüzünden çocuklar ya
onu görmek istemezlerse? Bu kesinlikle olumlu düşünmek
değildi. Bu kesinlikle olumsuz düşünme yoluyla başarısızlığa mahkûm olmanın bir örneğiydi. Kim bilir, belki yanlarında durup kararlı adamlara yardım ederken elleri pis
bir halat yanmasıyla yaralanırdı ve eve sargılar içinde kahraman gibi giderdi. Ruth bu sayede onu cinsel açıdan daha
çekici bulurdu ve bütün gece uyumayıp onun yeni erkekliğini kutlarlardı. Enerjik sevişmeler arasında tatlı sözcükler
mırıldanırlardı, ama böyle bir zamanda, çocukların hayatı
söz konusuyken nasıl düşüncelerdi bunlar? O kötü biriydi, orası kesindi. Ciğeri beş para etmiyordu. Diğer insanlar basitti ve dünyaya berrak gözlerle bakıyorlardı, ama
o benmerkezciydi, içtenliksizdi, her şeyi mahvediyordu ve
bunun da mahvetmeye yazgılı olduğu bir başka şey olmadığını umuyordu, çünkü bir kurtarma olayını mahvetmek,
daha geçenlerde oğlunun doğum günü partisinin davetiye-
205
lerini postalamayı unutmasından çok farklıydı. Gerçi durumu düzeltmek için küçük bir servet harcamışlardı. Kredi
kartıyla gerçek bir midilli almalarına ramak kalmıştı, ama
işin özü şuydu ki, bu iş ciddiydi ve işe koyulması gerekiyordu. İnce bacaklarını önüne attı, bel hizasından beceriksizce eğildi, gömleğinin etekleri uçuşuyordu ve burkulan
dizi acıyordu. Olumsuz düşünceleri ve kendinden kuşkulanmayı bırakması için kendini payladı, dönemeci dolanıp
durumu değerlendirdikten sonra kararlı adamlara elinden
geldiğince yardım etmeye hazırlandı.
Dönemeci dolanıp durumu değerlendirdiğinde herhangi bir halat köprü veya kararlı adam bulamadı, yalnızca
kayanın dibinde parçalanmakta olan bir kano ve bir yem
kovasıyla kanodaki suyu boşaltmaya çalışan, birbirinin
aynı kazaklar giymiş iki küçük kız vardı. Ne yapmalı? Bu
çok şaşırtıcıydı. Yardım getirmeye mi gitmeliydi? Ucuzluk
Merkezi’ne koşup Bıçak Dünyası’ndan 911’i mi aramalı?
Zaman yoktu. Kano gözlerinin önünde batıyordu. Daha
o 8 Numaralı Yol’a ulaşmadan kızlar boğulurdu. Kayaya
yüzebilir miydi? Kesinlikle hayır. Kimse yüzmemişti. O
iyi bir yüzücü müydü? En iyi haliyle ortalama bir yüzücüydü. Bu yüzden koşup yardım getirmesi gerekiyordu.
Ama koşmak boşunaydı çünkü zaman yoktu. Daha demin
buna karar vermişti, yüzmek söz konusu değildi. Dolayısıyla kızlar ölecekti. Aslında ölmüş sayılırlardı. Ama bu
olamazdı. Çok üzücüydü. Daha bu sabah onlara birbirinin aynı kazaklar giydirmiş olan annelerine ne olacaktı?
Nasıl başa çıkacaktı? Kızlar bir masada çıplak, yara bere
içinde, ölü yatacaktı. Bu kabul edilemezdi. Robert’ı bir
206
masanın üzerinde çıplak, yara bere içinde ve ölü olarak
hayal etti. Ne yapmalı? Başka bir yerde olmayı içtenlikle
diliyordu. Kızlar onu görmüşlerdi ve el kol hareketleriyle
yakında öleceklerini açıklamaya çalışıyorlarmış gibiydiler.
Tanrım, onun kör olduğunu mu sanıyorlardı? Onun aptal
olduğunu mu sanıyorlardı? O onların babası mıydı? Yoksa
onu İsa mı sanıyorlardı? Ölmüşlerdi onlar. Çılgınca ona
sesleniyorlardı, ama ölmüşlerdi. Kadim ölüler kadar ölüydüler ve o yaşıyordu. Evde ona ihtiyaçları vardı, zor bir
karar değildi, bunun için kimse onu suçlayamazdı ve Morse gırtlağından boğuk bir çaresizlik homurtusu çıkararak
makosenlerini tekmeleyip çıkardı ve uzun çirkin bedenini
suya attı.


KÜNYE
Özgün Adı: Pastoralia
George Saunders
Delidolu Yayınları
Türkçeleştiren: Niran Elçi
Basım Tarihi: Eylül 2016
Tür: Hikâye
Baskı Detayları: 13,5×19,5 cm, 206 sayfa,


İçindekiler
Pastoralya
Winky
Deniz Meşesi
Firpo’nun Bu Dünyadan Göçüşü
Berberin Mutsuzluğu
Şelale

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir