Roma Hukuku

Adâlet herkese hakkını veren değişmez ve sürekli bir irâdedir.
Justinianus’un DİGEST’i

Romalıların en büyük eseri, kendi başına olsun, dünya tarihi üstündeki etkisi bakımından olsun şüphesiz ki hukuklarıdır. “Hukukun hiçbir alanı yoktur ki el uzatmamış olsun” der Lord Bryce, “ışığını tutmadığı hiçbir siyasal bilgiler alanı yoktur.” Bir Amerikalı hukukçu da şöyle der: “Günümüzde Amerikan hukukunun en eksik tarafı, Roma hukukunun güçlü, sonsuz etkisinden yoksun olmasıdır”. Aynı yazara göre Roma İmparatorluğu’nun nüfusu 50 milyon idiyse, şimdi Roma hukukunun etkisi altına giren nüfus 870 milyondur.
Kısa bir bölümde, Roma hukukunun niçin muazzam bir eser olduğunu anlatmak tabiî imkânsız; ama Romalılar hakkında yazılacak en önemsiz bir kitap bile, bu cephesini ihmal edemez. Basit şekilde verilse de yine de güçtür anlaşılması.
İ.S. 527’de Justinianus başkenti Constantinople olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun İmparatoru oldu. Yüz yıldır İtalya Töton asıllı “barbar” kralların hükmü altında kalmıştı. Yüzyılın ortalarında, Justinianus’un generalleri İtalya’yı yeniden fethettiler ve onikinci yüzyıla kadar Doğu Roma İmparatorluğu genellikle onun buyruğu altında kaldı.
Tahta çıktıktan az sonra Justinianus, Roma hukukunun kanunnâme şeklinde toplanması için emir verdi. Hazırlanan bu külliyat İ.S. 533’de yayımlandı, bu Doğu Roma İmparatorluğu’na tatbik edilecekti. İtalya yeniden ele geçirildiğinde oranın da kanunu bu oldu, böylece Batı tarafından da tanındı. Bu hukuku incelemek için okul ve üniversiteler kuruldu. Justinianus’un bu büyük eseri Corpus İuris Civilis (Medenî Hukuk), İmparatorluğun tüzüklerini içine alan Code, içtihatları ihtiva eden Digest, temel hukuk bilgisi veren Institutes ve sonradan İ.S. 535-565 yılları arası yayımlanan kanunlar olan Novellae’den müteşekkildir.
Bunca büyük ve sürekli bir etkisi olmasına sebep olan şey neydi acaba Roma hukukunda? Bu soruya verilecek cevap, bu hukuku meydana getiren kimselerin niteliklerine ışık tutacaktır.
Digest Ulpian’ın şu sözleriyle başlar: “Hukuk (İus) okumak isteyen herkes, önce İus kelimesinin nereden geldiğini bilmelidir. Ius adâlet kelimesinden gelir: çünkü Celsus’un ustalıkla tanımladığı gibi hukuk, iyiyle hak sanatıdır. Bu yüzden bir kimse bize rahip diyebilir; çünkü biz adâlete tapmaktayız, iyinin ve hakkın ne olduğunu araştırmaktır amacımız, haklıyı haksızdan ayırarak, izin verilen ile verilmeyeni birbirinden tefrik ederek; insanları suç korkusuyla değil, sadece aynı zamanda mükâfatla da doğru yola getirerek yaparız bu işi; yanılmıyorsam, yapma değil, gerçek bir felsefedir bizimkisi.” Bu sözler ilkin tuhaf gelebilir bize, ama büyük bir hukukçu zihninden çıkmıştır bunlar.
Başka yerde olduğu gibi, Roma’da da, rahipler çıkarmışlardır hukuku; Justinianus da, bin yıllık bir Roma hukukundan sonra, hukukçulara adâletin rahipleri gibi bakılacağını söylemektedir. İ.Ö. 450’de hukuk rahiplerden alınmıştı: yazılmamış teamül hukuku On İki Levha’ya yazılmıştı. Bunlar forum’da ilân edilmişti, Roma vatandaşlarıyla ilgili kanunu ifâde ediyordu ius civile. Üç yüzyıl süresince Oniki Levha tefsir edilmişti ve Roma genişledikçe ortaya çıkan yeni durumlar, kanunları genişleten mantıkî istidlâllerle, ya da harfine riâyet edip rûhunu değiştiren hukukî hayâllerle karşılanmağa çalışılmıştı. Oniki Levhanın yayımlanmasından 100 yıl geçmeden, özel bir yargıç tâyin olunarak konsüllerin elinden hukukî yetki alınmıştı. Bu, praetor idi. İ.Ö. 242’de vatandaşlarla yabancılar arasındaki ilgilerle özel olarak ilgilenen başka bir praetor daha tâyin olunmuştu; buna Praetor peregrinus deniyordu. Daha sonraları bunların sayıları artmıştır.
Üstünde durulacak noktalar: I) Praetor kanunun üstündeydi, II) Yabancılarla (yabancılar İtalyanlardı) Roma vatandaşlarının birbirleriyle iş yapmaları ve anlaşmazlık hâlinde praetor peregrinus’a başvurmaya hazır olduğuna göre, Roma ve yabancıların hukuk kavramları arasında bir benzerlik olsa gerek, ancak özel bir yargıcı gerektirmeyecek kadar değildi tabiî, III) Praetor Urbanus ile Praetor Peregrinus, yıllık işlerinin başında, Oniki Levha konunun açıklanmasında onlara kılavuzluk edecek kuralları (edict) beyân etmek zorunda olmaları, IV) Hukuk bilgisi, mevkîin îcâbı hâline geldiyse de praetorlar halk oyuyla seçiliyor, ille de hukukçu olmaları gerekmiyordu. Ama Roma âmme hayatının bir özelliği, bütün mevkî sahiplerinin danışmağa hazır olmasıdır; sonradan İmparatorlar da danışmışlardır. Roma hukukunun kuvvetinin çoğu bundan ileri gelmektedir.
Praetor kanunun üstündeydi. Mevcut bulunan Oniki Levha Kanunu kaldıramazdı, ama edict’ini yazıyor, günlük kararlarla ek kanunlar çıkarabiliyor, ya da düzeltebiliyordu; kanun yolda bir engeldi, ama çevresinde dolaşmak mümkündü. Praetor peregrinus Roma hukuku altına girmeyen yabancılarla uğraşıyordu; görevi Romalı ve yabancıların âdetlerinden iki tarafın da kabul edeceği bir kanun yaratmaktı. Tabiî bunun çerçevesi daha geniş, mahallî ve ulusal geleneklerle daha az sınırlanmış olacaktı; insanları insan olarak tatmin etmesi gerekti, filân filân devletin vatandaşları olarak değil. Böylece praetor urbanus vatandaşlar hukukunu kurmuş oldu, ius civile; praetor peregrinus, ius civile’ye dayanarak, fakat ufkunu genişleterek “milletler hukukunu” ius gentium’u kurdu.
Praetor yılda bir tâyin olunurdu. Bu yüzden selefinin edict’ini isterse devam ettirebilirdi; ama isterse başta değiştirebileceği gibi iş süresince de genişletebilir, başka kılığa sokabilirdi. Daimî bir gelişme hâlindeydi; canlıydı: “edict hukuku medenî hukukun canlı sesidir (viva vox)”. Yeni taze kafalar durmadan üstünde çalışıyordu.
Zamanla Romalılarla İtalyanlar arasında, bütün İtalyanlar İ.Ö. 89’da Roma vatandaşı oluncaya kadar, epey anlaşmazlıklar çıktı. Ama o ana kadar vatandaşlar hukukundan daha geniş ve daha âdil olan, praetor peregrinus tarafından idare olunan ius gentium ile yargılanmışlardı; vatandaşlar da ius gentium hakkında birtakım fikirler edinmişlerdi. Böylece İtalyanlar, vatandaş olduklarında daha az geniş bir şey kabul edemezlerdi, Roma vatandaşları da daha geniş bir hukuku kabul etmeğe hazırdılar. Ama tabiî vatandaşların yabancılara nazaran birçok ayrıcalıkları vardı; ve medenî hukukun yerine ius gentium’un geçmesi, İ.S. ikinci ve üçüncü yüzyıla kadar olmayacaktı.
Bu arada eyâlet vâlisi de kendi eyâletinde uygulayacağı kendi edict’ini yayımlıyordu. Roma’da birtakım hükûmet mevkîlerinde bulunmuş olup, hukuktan anlıyordu. Selefinin edict’ini inceliyor ve kendi tecrübelerinin ışığı altında onu değiştiriyordu. Mahallî törenlerini, önyargılarını ve eyâletlilerinin düşünüş biçimlerini göz önüne getirmesi gerekiyordu; bununla birlikte Roma’nın hukuk ve düzen kavramının üstün gelmesi şarttı. Şartların başka olduğu başka bir eyâlete gidebilirdi. Bu durumda mahallî ayrılıkları göz önünde tutarak, davranışını ona göre ayarlaması gerekti. Senatoda yerine döndüğünde, elde ettiği tecrübenin büyük değeri oluyordu; böyle tecrübeli kimselerin meydana getirdiği bir devlet kurulu, tarihte gerçekten ender görülen bir şeydir.
İ.Ö. 89 tarihinde gelmiş bulunuyoruz, sorumuza vereceğimiz cevabın şu noktaları göz önünde tutması gerekmektedir: I) Roma’nın genişlemesi ve yabancı ticaretle bağların artışının “Milletler Hukuku” kavramını gerçekleştirmesi, II) Bu hukukun eski “Vatandaşlar Hukuku”nu etkilemiş, sonra da onun yerine geçmiş olması, III) (I) ve (II) deki genişlemenin, “edict hukuku”, “canlı ses” vasıtasıyla gerçekleşmesi; genişlemenin kendisi, kanun üstünde olan bir yargıç tarafından sağlanması, herhangi bir engelleme ve gecikme olmaması. Elimizde (a) değişme ve genişleme yeteneği olan, (b) insanları insan olarak ele alan, millî hukuk altında sadece bir vatandaş olarak görmeyen bir hukuk kavramı vardır.
Şimdi, yeniden Cumhuriyete doğru dönüp bakacaksak da, İmparatorluk devrine geçiyoruz. Cumhuriyet devrinde (son yüzyıllar hariç) Senatonun kararları kanun olmayıp, halk meclisine verilen öğütlerdi. İmparatorluğun başında halk meclislerinin kanun yapma yetkileri resmen Senatoya devredildi. Tiberius’dan Septimius Severus’a kadar, sadece İmparatorun tasvip edeceği kanunlar olmasına rağmen, kanunları Senato yapardı. Praetor’un edict hukuku gelişmekte devam etti. Ama Hadrianus’un devrinde bu katılaşmış, bir külliyat hâlinde toplanmış ve bitmiştir. Antonin sülâlesiyle, İmparatorun teşriî gücü başka her şeyin yerine geçmiştir. İmparatorun edict’i genel bir buyruktu; “kararı” herhangi bir dâvâda verdiği yargıydı; “yazılı cevabı” hukukun bir sorunu üstündeki fikriydi. Bütün bunlar hukuku meydana getiriyordu.
Böylece istenilen kanun yapma yetkisi İmparatorun eline verilmiş oluyordu. “Edict hukuku”nun “canlı ses”i susturulmuştu; Senato boyun eğiyordu. Medenî Hukukla, Milletler Hukuku arasındaki ayrılık, (pratik amaçlar yüzünden) Caralla İ.S. 212’de Roma dünyasına vatandaşlığı bağışladığında, ortadan kalktı. Bununla birlikte Trajanus ile Septimius Severus arasında geçen devir, yani kanun yapma gücü gittikçe İmparatorun elinde toplandığı zamanki devir, Klâsik Roma Hukuku’nun çağıdır; onu her çağın dünya hukuku hâline getiren etkilerin, ikisinin en güçlü olduğu çağdı. Bu etkiler (I) hukuk bilginleri ile (II) felsefe’dir.
Cumhuriyetin son yetmiş yıllık süresi boyunca, hukuk eğitimi ve incelemesi birtakım kâbiliyetli ve okumuş adamlar tarafından ilerletilmekteydi; bunların çoğu vatandaki mevkîlerinde ve eyâletlerindeki idareleri sırasında büyük tecrübe elde etmişlerdi. Bunların bazıları mahkemelerde çalışıyor, bazıları da hukuk üstüne yazıyorlardı. Bunlar “hukuk ehli” kimselerdi, iurisprudentes ya da iurisconsulti. Amme hayatı, vatan ve eyâletler idaresindeki meselelerin, günün en aydın kafalarını meşgul ederken hukuk bilgisi şarttı. Bu “hukuk ehilleri”ne, herkes başvurabiliyor ve onlar da “fikirlerini” söylüyorlardı. Sorunlara verdikleri “cevaplar” serbestçe yayımlanabiliyor ve büyük değer taşıyordu, çünkü bunlar akıllı, bilgili ve pratik tecrübesi olan kimselerden geliyordu. Bunlar arasında Q. Mucius Scaevola, M. Junius Brutus (Julius Caesar’ın katili değil), Servius Sulpicius Rufus gibi kimseler vardı. Cicero bir hukukçudan çok avukattı.
Bu iurisprudentes, halkın gözünde öyle değer kazandı ki, bilgelikleri ve doğrulukları öyle ün saldı ki, “yetkilinin fikri”ne karşı olan saygı öyle arttı ki, Augustus onların bazılarına kendilerine sorulacak sorulara “cevap verme yetkisi” tanıdı, bunların söyleyecekleri fikirler dâvâya bakacak olan yargıçları çok etkiliyordu. Böylece kanun yapmağa yardım etmiş oluyorlardı. Bunlar “ehliyetli müşavir”lerdi. İki yüzyıl cevap vermeğe devam ettiler. Etkileri başka yollarla da genişti. İmparatorlar sık sık onlara başvururdu. Hadrianus kendisine hukukî meselelerde yardım etmesi için bir adâlet kurulu kurmuştu. Birçok hukuk üzerine yazılar yazıldı, “faydalı tefsiri dinleyin” vecizesi gibi vecizeler günlük sözler hâline geldi.
İkinci etki felsefeden geliyordu. Yunan felsefesi, töresel (nomos), ihtiyarî, insan âdetleriyle tesbit edilip kanun hâlinde taşlaşmış şeyler ve geniş evrensel bir kanunlar kütlesiyle tâyin olunan ve çağlar boyunca insan işi kurallarla bastırılmış tabiî (physis) olan arasındaki ayrılık üstünde, titizlikle durmuştu. Bu düşüncelere yol açan Yunanlıların yaptıkları gezilerdi: çünkü türlü ülkelerde türlü törelerle karşılaşıyorlar, ama yine de sanki hep aynı kaynaktan geliyormuş gibi, bunlarda uzak ve belirsiz bir benzerlik olduğunu fark ediyorlardı. Başlıca öğretileri “insan tabiata uygun olarak yaşamalıdır” yani insan, insan olarak Tabiatın verdiği yaradılışla, dünyayı bir bütün olarak canlı tutan daha büyük bir Akıl’a uygun olarak yaşamalıdır diyen Stoacılar, bu evrensel bir yaradılış fikrini benimsemişlerdi. Üstelik Helen düşüncelerinde insanlığın birliği, kralın Kurtarıcı ve İyilik Yapıcı olarak tebâsının faydalarına çalışmak ve hizmet etmek ve bütün halk topluluklarını böyle bir idare altında toplamak ödevi üstünde birçok öğretiler vardı. Tabiatın kendi kanunları vardı: Tabiattaki Akıl bunların kaynağıydı; bu kanunlarsa dışta, insandan öte bulunuyorlardı.
Romalılar, yazısız bir “Milletler Hukuku” kavramına yabancılarla olan ilişkileri sonucu varmış bulunuyorlardı. İurisprudentes geniş edebiyat ve felsefe bilgisi olan okumuş kimseler olup, davranış biçimleri yüzünden Stoacılığa eğilim göstermişlerdi. Onlardı “Milletler Hukukunu” “Tabiat Hukuku” ile bir tutmaya başlayan ve milletler hukukunu “Tabiat Hukuku”nun silik bir kopyası gibi gören. Böylece hukukun amacı, aklın da sadece bir adamın veya bir ulusun aklı değil, Tabiatın bir parçası olan insanın aklı olan, akıla dayanan Tabiat kanunları içinde bulunan objektif ölçülere gittikçe yaklaşmaktı. İki yüzyıl bu olmuştur iurisprudentes’lerin görüşü; böylece kanun yaparkenki çabalarında, mevcut kanunu tefsir ederken, ya da ilâveler yaparken, onlara kılavuzluk edecek bir norm, bir ölçü vardı; bu, insanın yaptığından daha geniş ve ulu, objektif bir iyinin tabiî adâlet ülküsüydü; ki bunu hukukçular ve filozoflar arayıp bulacak ve Roma İmparatorluğunun kanunlarına yavaş yavaş sokacaklardı.
Böylece bu bölümün başında bahsettiğimiz Digets’in açılış sözlerine dönüyoruz. “İyi ve doğru sanatı”, “insanları mükâfatlarla teşvik ederek iyi yapmaktır amacı”, “haklıyı haksızdan ayırır”, “Adâlete taparız biz”; bir bakıma görmüş olduğumuz gibi hukukçular rahiptiler, mutlak ve sonsuz değerlerle, her zaman, her yerde, herkes için geçerli değerlerle ilgileniyorlardı, bunu da insanlığın faydası için “resmî kanunlara ilâve edilen adâlet üstüne kurulmuş kurallar ve önceki örnekler” ile ifâde ediyorlardı.
Ama Roma hukuku, insanlığa hizmet edebilecek biçimini daha bulmamıştı; çok karışıktı. Üçüncü ve dördüncü yüzyıllarda, kanunları bir araya getirmek için tek tük teşebbüsleri geçip, İ.S. 439’da yürürlüğe girecek olan Theodosius’un Külliyatına gelelim. Bu Külliyat, İmparatorların Tüzüklerinin resmî bir toplanışıydı, bunun içinde hiç bir hukukçunun yazısı yoktu. Bunun bizim için değeri büyüktür, çünkü Hıristiyan İmparatorlarının fâaliyetlerinin ve günün toplumsal durumunun resmini vermektedir bize; bunun “barbar” külliyatları üstünde büyük etkisi olmuştur. Çünkü birbirini izleyen barbar ırkları Batıya aktığında ve İtalya yabancı bir hükûmetin eline geçtiğinde, barbarlar kendi kanun külliyatlarına, bol miktarda Roma hukuku aldılar. Böylece Theodoric’in Edict’i (İ.S. 500) Romalı ve Ostrogotları hükmü altında tutuyordu; Vizigot Alarik II’nin külliyatı İ.S. 506’da yapılmış olup, Thedosius’un Külliyatına, hukukçu Paulus’un Sententiae’sine ve Gaius’un İnstitues’ine dayanıyordu; Batı Avrupa, Roma hukuku üstündeki bilginin çoğunu bundan türetmiştir. Burgundianlıların Lex Romana’sı da vardı (İ.S. 517). Ama Theodosius’un Külliyatı yetmiyordu.
Büyük kanun toplama işi Justinianus’un eseri olmuştur. Bu hem imparatorluk tüzüklerini içine alıyor, hem de hukukçuların yazılarından elenmiş parçaları ihtivâ ediyordu; hükmü geçmiş kanunlar alınmamış olup, her şey mükemmel bir düzen içinde yapılmıştır. Justinianus, üç milyon satırlık hukuk alanındaki yazıların, Digests’in yüzeli bin satırıyla özetlendiğini söyler, “kolayca yolunuzu gösterecek orta büyüklükte bir eser” (moderatum et perspicuum compendium). Ama bunun içinde bin yıllık bir pratik bilgelik vardı; bu bilgelik Romalıların kafalarında yeşermişti. Kesin yenilikler yoktu. Digets’i hazırlayanlar, Roma hukukunun geçirdiği çağlar süren tarihine dönüp bakmışlar, eserlerini yeni doğmuş Cumhuriyet tarafından başlanan düzenli ilerlemenin bir parçası olarak görmüşlerdir.

Kaynak:
Romalılar
Reginald H. Barrow
İz Yayıncılık
2. Baskı; İstanbul, 2006

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here