Deniz güzeldir, ona bakarken estetik olarak tatmin olmadığımızı düşünmeyiz. Fakat herkes denize yakın yerlerde yaşamaz, birçok insanın hayatları boyunca onu görme şansı olmamıştır. Yine de görmeyi çok isterler ve bu sebeple deniz manzaraları onların ilgisini çeker ve onları memnun eder. Elbette denizin kendisini görmek resimlerini görmekten çok daha iyi olacaktır ama iyi bir şey ulaşılabilir olmadığı zaman insan daha aşağıda olanla tatmin olur. Hakiki bir nesne mevcut olmadığı zaman muadili onun yerini tutar. Gerçek denize hayran olan insanlar bile istedikleri zaman bunu yapamazlar ve ona ait anıları hatırlarlar. Fakat insanoğlunun hayal gücü zayıftır, desteğe ve teşvike ihtiyaç duyar. Öyleyse denize ait anıları taze tutmak ve hayal dünyalarında daha canlı bir şekilde görebilmek için deniz manzaralarına bakarlar. Çoğu sanat eserinin yegane amacı ve objesi budur: gerçeğin güzelliğinden zevk alamayan insanlara bir derece bilgilendirme imkanı vermek, bir hatırlatıcı görevi yapmak, deneyimle ve anımsamayla bilgilenmiş insanların akıllarında güzelliğin hatıralarını yeniden harekete geçirmek ve canlı tutmak?
Bu sebeple sanatın ilk amacı tabiatı ve yaşamı yeniden üretmektir ve bu durum istisnasız bütün sanat eserleri için geçerlidir. Sanatın, kendi yerini tutan unsurlar ve gerçeğin fenomeniyle olan ilişkisi bir resimden gravür usulüyle çıkarılan kopyası veya temsil ettiği kişinin portresiyle olan ilişkiyle aynıdır. Basitçe, gerçeklik sanatla, kusurların elimine edilmesi veya gerçeğin yeterli derecede güzel olmamasından değil, kesinlikle güzel olması sebebiyle yeniden üretilir. Artistik olarak gravür, kopyalandığı resmin kendisinden daha üstün değildir ama çok daha aşağıdadır, basitçe sanat eserleri de gerçeğin güzelliğine ve ihtişamına ulaşamaz. Fakat bir resim eşsizdir, sadece süslediği resim galerisini ziyaret eden insanlar tarafından yüceltilebilir. Oysa gravürünün tüm dünyada yüzlerce kopyası satılır, insanlar odalarından çıkmadan, koltuklarından kalkmak istemeden, elbiselerini giymeden ona hayranlık duyabilir. Sonuçta gerçekte güzel olan bir obje herkes tarafından ulaşılabilir değildir, reprodüksiyonlar ( zayıf, acemi, solgundurlar doğru ama bütün reprodüksiyonlar böyledir) sanat eserlerine herkesin ulaşmasını sağlar. Bir kişinin portresi onun uzuvlarındaki kusurları yok etmek için yapılmaz- bu kusurları umursuyor muyuz? Onları fark etmeyiz, etsek de sevebiliriz- portreler, kişi gerçekten yanımızda olmadığı zaman onun suretini takdir etme imkanına sahip olmamız için yapılır. Sanat eserlerinin amacı ve özelliği budur, gerçeği düzeltmezler, onu süslemezler; gerçeği daha aşağısı olarak yeniden üretirler.
Bu kelimelerin estetik fikirlerin tarihinde tamamen yeni bir şey ifade ettiğini iddia etmiyor, bununla beraber 17. ve 18. yüzyıllarda sanatı resmi disiplinden ayıran şu tanımlamanın ifade ettiği sahte klasik ?tabiat taklidi? teorisine katılıyoruz: ?Sanat, gerçeğin yeniden üretimidir.? Sanata bakış açımızdaki esaslı temellere dayanan fark, tabiat taklidi teorisinin içinde yer alarak onu destekler; bu noktada estetik sistemde etkinliğini sürdüren en iyi ders kitaplarından alıntı yapılmış sözlerle elde edilmiş bu teoriye bir eleştiri getirmeliyiz. Bu eleştiri bir açıdan delillerle çürütülmüş görüşler arasındaki farkları gösterecek , bir açıdan da yeniden üretim olan sanat tanımlamamızdaki eksiklikleri açıklayacak ve sanatın içerikleri ile ilgili daha kesin bir gelişmeye doğru ilerlememize olanak sunacaktır.
Sanatın; doğanın taklidi olarak betimlenmesi sadece resmi bir tanımlamadır, bu tanımlamaya göre sanat dış dünyada zaten var olan şeyleri mümkün olabildiğince tekrar etmek için çalışmalıdır. Böyle bir ezberden okuma lüzumsuzdur, tabiat ve hayat, içeriğine göre sanatın bize sunduklarını zaten sunar. Dahası tabiatı taklit etmek gereksiz bir çabadır çünkü tabiatı taklit etmede sanat sınırlı anlamlar teşkil etmesi sebebiyle bize sadece gerçeğin aldatmacasını yani gerçekten yaşayan bir canlı olmak yerine ruhsuz bir maskeyi verir.
Burada her şeyden önce sanatın amacını sorgulayan ? sanat gerçekliğin yeniden üretilmesidir? kelimelerini, sanatın resmi disiplinini tarif eden ?sanat doğanın taklididir? cümlesinden önce ele almalıyız. Önceki ifadeye göre çok açıktır ki objelerin ve tabiat fenomeninin sanatla reprodüksiyonu veya ?tekrar?ı lüzumsuz değil, tam aksine gereklidir. Tekrarın gereksiz bir çaba olduğu gözlemine geri dönecek olursak bu muhakemenin sadece sanatın gerçeklikle yarışı ve basitçe gerçeklikten daha aşağıda bir unsur olarak hizmet etmeyişi durumunda geçerli olduğu söylenmelidir. Bununla beraber biz hiç şüphesiz sanatın yaşayan gerçeklikle mukayese edilemeyeceğini ve gerçekliğin hükmettiği canlılıktan tamamen yoksun olduğunu iddia ediyoruz.
Tabiatı taklit etmekte bütün bir başarı göstermek mümkün olmadığına göre geriye bu hokus pokusun göreli başarısından kendini beğenmiş bir tatmin edinmek kalır ama ne kadar çok kopya orijinaline dışardan benzeyiş taşırsa bu tatmin daha soğuk bir hale gelir ve bu durum doyuma veya tiksinmeye kadar varabilir. Söylendiğine göre orijinallerine korkunç bir şekilde benzeyen portreler vardır. Bülbülün şarkısının mükemmel bir taklidi bizi bunun gerçek değil de yetenekli bir taklitçinin ses titretmesi olduğunu öğrendiğimiz andan itibaren sıkmaya ve iğrendirmeye başlar; çünkü bir insandan farklı bir müzik beklemeye hakkımız vardır. Doğanın bu sıra dışı yetenek içeren taklitlerindeki bu tür numaralar ancak, bir mercimeğin kendisinden daha fazlası olmayan apertürlere hiç ıskalamadan mercimek atan ve Büyük İskender?in kendisini bir medimnos[1] mercimekle ödüllendireceği bir hokkabazın sanatıyla kıyaslanabilir.
Bu gözlemler mükemmel derecede adildir fakat dikkat hak etmeyen, içerikten yoksun ve sırf dış görünüşten ibaret anlatımların yararsız ve hissiz kopyaları için uygulanabilir(Göklere çıkarılan kaç tane sanat eseri bu iğnelemeleri hak eder!). Düşünen bir insanın dikkatine değer bir içerik, sanatı sırf bir eğlence olma lekesine karşı tek başına savunabilir. Artistik biçim bir sanat işini hor görülmekten veya acıyan bir gülümsemeden kurtarmaz, eğer taşıdığı fikir sayesinde şu soruyu cevaplayamıyorsa: Sıkıntıya değer mi? Kullanışsız bir şeyin saygıya hakkı yoktur. ?İnsan kendi içinde bir sondur? fakat insan tarafından üretilen şeylerin, ihtiyaçlarının tatmin edilmesinin de bir sonu olması gerekir. Bu da kesin olarak, lüzumsuz bir taklit dış görünüşte orijinaliyle ne kadar benzerlik taşıyorsa o kadar tiksinme uyandırıyor demektir. Ona bakarken kendimize ?üstünde neden bu kadar zaman ve işçilik harcanmış?? diye sorarız. ?Ve böylesine içerik yoksunluğunun böylesine mükemmel bir işçilikle elden ele dolaşması ne yazık!?. Bülbülün şarkısını taklit eden hokkabaz tarafından uyandırılan sıkıntı ve tiksinti yukarıdaki eleştiride yer alan önemli noktalarla açıklanmakta: sadece insan şarkısı söylemesi gereken, sadece bülbül söylediği zaman bir anlamı olan ses titretmelerini yapmaması gerektiğini anlamayan bir adam sadece acınmayı hak eder.
Orjinallerine korkunç şekilde benzeyen portrelere yönelik şunun anlaşılması gerekir: Her kopya orijinalinin temel özelliklerini taşımak zorundadır. Aslını ifade etmekte ,bir yüzün en karakteristik özelliklerini taşımakta başarısız olan bir portre, sadık bir portre değildir ve aynı zamanda bir yüzün küçük ayrıntılarını farklı bir biçimde yansıtan bir portre çirkin, hissiz ve ruhsuzdur-berbat olmaktan başka ne olabilir? Gerçeğin fotoğrafik kopyası olarak adlandırılan bu duruma sıklıkla itiraz edilir fakat her insanın yaptığı gibi kopyalamanın, temel unsurları yan unsurlardan ayırt etme imkanı sağladığını söylemek daha doğru olmaz mı? ?Ruhsuz kopyalama?- genel ibare budur ama ölü bir mekanizma yaşayan bir varlık tarafından yönlendirilmiyorsa insan aslına sadık bir kopya yapamaz. Kopyalanan harflerin anlamının anlaşılmadığı sıradan bir el yazmasının aslına sadık bir suretinin yapılması bile imkansızdır.
Şimdi yukarıda sunulan ve resmi disiplinin incelenmesinden içeriğinin tanımlanmasına kadar ilerleyen sanat tanımlamasını tamamlamalıyız.
Genellikle sanatın içeriğinin ?güzel olan? olduğu söylenir fakat bu sanatın alanını çok kısıtlar. Ulvi ve komiğin güzele ait anlar olduğunu farz etsek bile birçok sanat işinin içeriği güzel, ulvi ve komik başlıkları altında toplanamaz. Resimde bu alt bölümler, içinde bir tane güzel veya gülünç insanın yer almadığı domestik bir yaşamın, yaşına göre olağandışı bir güzellikle farklı kılınmamış yaşlı adamların veya kadınların resmedildiği resimlere uygulanamaz. Müzikte de genel alt bölümleri uygulamak yine zordur; ?ulvi? başlığının altına marşları, acıklı parçaları, ?güzel? başlığının altına neşe ve sevgi ruhu taşıyan parçaları koysak, sayısız komik şarkı bulsak da yine de geriye, bir noktaya değinmeden herhangi bir başlığın altına koyamayacağımız içerikte muazzam sayıda eser kalır. Üzüntülü melodileri hangi başlığın altına koymalıyız- ?acı çeken? olarak ulvi olana mı yoksa ?dokunaklı rüyalar? olarak güzel olana mı?
Fakat bütün sanatların arasında güzelin ve anlarının sıkı bölmelerinin içine sıkıştırmanın en zor olduğu sanat, içeriğine saygı duyarak, şiirdir. Şiirin alanı hayatın ve tabiatın krallığıdır. Şairin bütün manifestolarıyla hayat hakkındaki görüşleri, bir düşünürün muhtelif fenomenlere yönelik görüşleri kadar çeşitlilik arz eder ve düşünür güzelde, ulvide ve komikte bulduğundan daha çoğunu gerçeklikte bulur. Bütün keder trajedi noktasına varmaz, bütün neşe de zarif veya komik olmaz. Şiirin içeriği bu iyi bilinen üç unsur tarafından tükenmediği, şiirsel işlerin eski alt bölümlerin çerçevesine artık uymadığına bakılarak görülebilir. Dramatik şiirin sadece trajik veya komik olanı tasvir etmediği, komedi veya trajedinin yanı sıra dramanın da ortaya çıktığı faktörünce ispat edilebilir. Esasen ulvi olana ait olan epik, sayısız kategorideki romanla tekrar yerine konmuştur. Birçok lirik şiirde bugün içeriğinin karakterini gösteren eski alt bölümleri bulmak imkansızdır; yüzlerce başlık yeterli olmamaktadır , öyleyse üç tane başlık şüphesiz bunları kapsayamayacaktır (her daim güzel olması gereken formdan değil, içerikten bahsediyoruz).
Bu bilmeceyi çözmenin en basit yolu sanatın alanının güzellik ve sözde anlarıyla sınırlı olmadığını, insanın bir bilgin olarak değil, yaşamdaki ortak menfaat olan -sanatın içeriği gibi- sıradan bir varlık olarak ele alındığı gerçeklikteki (tabiat ve yaşamdaki) her şeyi kucakladığını söylemek olacaktır. Güzel, trajik ve komik; hayati menfaatlerin dayandığı binlerce unsurun içinde sınırlı olan üç tanesidir ve bunları numaralamak insanoğlunun kalbini harekete geçiren tüm elzemleri ve duyguları numaralamak demektir.
Sanatın içeriğine yönelik anlayışın doğruluğu için daha ayrıntılı kanıtlar ileri sürmek gerekir yine de içeriğin bir başka dar tanımlaması genellikle estetikle sunulur, bizim bakış açımız gerçek unsurun, örneğin sanatçıların ve şairlerin arasında baskındır. Sürekli olarak edebiyatta ve sanatta ifade bulur. Güzel olanı ana unsur olarak, daha kesin konuşmak gerekirse tek temel içerik olarak betimlemek gerektiği düşünülürse bunun yapılmasının asıl sebebi her sanat eserinin esas niteliği olan, bir sanat objesi olarak güzelliğin ve biçimsel güzelliğin belli belirsiz görülmesidir. Fakat bu formal güzellik veya bir fikrin veya görüntünün içerik ve biçimsel birliği sanatı bütün diğer insan aktivitelerinden ayıran özel unsur değildir. İnsanın davranış biçiminde eylemin özünü oluşturan bir amacı vardır. Eylemin kendisinin değeri gerçekleştirmek istediği amaca uygunluk derecesine göre değerlendirilecektir. İnsanın bütün işleri uygulanıştaki mükemmellik derecesine göre değerlendirilir. Bu el işleri, sanayi, bilimsel aktivite vs. için genel bir kuraldır. Aynı zamanda sanata da uygulanabilir: sanatçı bizim için(bilinçli veya bilinçsiz fark etmez) hayatın belli bir halini yeniden üretir, eserlerinin değeri işini nasıl yaptığına bağlı olacaktır. ?Bir sanat işi fikrin ve görüntünün uyumu için uğraşır?; bir ayakkabıcının, bir kuyumcunun zanaatinden, kaligraftan, mühendisten ne daha az, ne de daha fazla? ?Bütün iş iyi yapılmalıdır?- ?fikir ve görüntü arasındaki uyum? ibaresinin anlamı budur.
Bu bölümdeki önemli kelimenin ?imaj? olduğunu inceledik, bu demek oluyor ki sanat bir fikri soyut konseptlerle değil, yaşayan, bağımsız unsurlarla ifade eder. Sanatın, tabiatın ve yaşamın yeniden üretimi olduğunu söylerken aynı şeyden bahsediyoruz, tabiatta ve yaşamda soyut varlıklar olmaz, onlarda her şey somuttur. Bir reprodüksiyon yeniden üretimi yapılan nesnenin mümkün olduğunca özünü muhafaza etmelidir, bu nedenle bir sanat eserinde olabildiğince az soyut içermeli, içindeki her öğe yaşayan sahnelerde ve bireysel görüntülerde somut olarak ifade edilmelidir.
Temel özellik olarak biçimin güzelliğinin karmaşası ve sanatın sayısız nesnelerinden biri olarak güzellik sanatın acı sömürülerinden biri olmuştur. ?Sanatın nesnesi güzelliktir?, ne pahasına olursa olsun güzellik, başka bir içeriği yoktur. Dünyadaki en güzel şey nedir? İnsan yaşamında ?güzellik ve aşk-; tabiatta ?karar vermesi zor- ise çok fazla güzellik var. Bu sebeple gerekli, uygun ve uygunsuz, şiirsel işleri tabiat tasvirleriyle doldurmak: bunu ne kadar çok yaparsak eserlerimizde o kadar çok güzellik yer alır.
Bir sanat işinde doğanın güzelliğinin uygunsuzca genleştirilmesi çok zararlı değildir, atlanabilir veya dışsal bir şekilde ilave edilebilir fakat bunun bir aşk dalaveresiyle yapılmasına ne demeli? Her şey bir yana sevinçli veya acı çeken aşık bir çift yüzlerce emeği korkunç derecede monotonlaştırabilir, aşklarının değişkenliği ve yazarın güzellik tasvirleri esas detaylara yer bırakmayabilir, aşkın bu şekilde anlatılma alışkanlığı, sonsuz aşk, şairleri hayatta insanoğlundan daha önemli şeyler olduğunu unutturur. Bütün şiirler ve içlerinde anlatılan tüm yaşam, hayatı ciddi bir insan tasviri yerine ölesiye gençlikle dolu bir sanatla temsil edilmiş, bir çeşit duygusal bir gül rengi varsayar ve şair genellikle hikayeleri sadece kendisiyle aynı ahlak anlayışına veya psikolojik yaşa sahip insanlara ilginç gelen çok genç bir delikanlıdır. Sonuçta bu durum sanatı, ilk gençliğin mutluluk dolu periyodundan çıkmış insanların gözünde alçaltır. Sanat yetişkinler için mide bulandırıcı derecede duygusal, gençler içinse tehlikeleri olmayan bir eğlenceye benzer. Biz kesinlikle şairin aşkı tanımlamasının yasak olması gerektiğini düşünmüyoruz fakat estetiğin, şairin aşkı sadece gerçekten istediği zaman tanımlamasında ısrarcı olması gerektiğini düşünüyoruz.
Aşk, yerli veya yersiz sanatın içeriğinin güzellik olduğu fikrinin sanata ilk zarar verişi olmuştur. İkincisi, ilkiyle yakın bir iletişim içinde olarak, yapaylıktır. Bizim zamanımızda insanlar Racine ve Madam Deshoulieres?e gülüyorlar fakat modern sanatın basitlik, hareketin kaynağının doğallığı ve diyaloğun hakiki doğallığı söz konusu olduğunda onları çok gerilerde bıraktığı şüphelidir. Kahramanların dramatis personae[2] bölünmeleri ve caniler, sanat işlerinde acınası kategoriye konulabilirler. Bu insanlar ne kadar tutarlı, yumuşak, güzel sözlerle konuşurlar! Modern romanlardaki monolog ve diyaloglar klasik trajedilerdeki monologlardan daha az gösterişli değildir. ?Sanat işlerindeki her şey güzellikle giydirilmelidir? ve güzelliğin şartlarından biri de, tüm detaylar bir dalaverenin içinden çıkmalıdır: böylece romanlardaki ve oyunlardaki karakterlere gerçek hayattaki insanların hemen hemen hiç tasarlayamayacağı şekilde düşünülmüş hareket planları verilir. Ve eğer bir karakter içgüdüsel , düşüncesiz bir adım atarsa yazar bunu karakterin kişiliğinin özüne indirgemeyi gerekli addeder ve eleştirmenler , sanki bir hareket, koşullar ve insan kalbinin genel özellikleri tarafından değil de hep bir karakter tarafından motive ediliyormuş gibi, ?hareketin motive olmaması?ndan ötürü tatmin olmazlar. Her neyse, biz sanatın esas amacı sorusuna geri dönelim.
Demiştik ki tüm sanat işlerinin ilk ve genel amacı insanı ilgilendiren gerçek yaşam fenomenini yeniden üretmektir. Gerçek yaşamla kastettiğimiz elbette insanın sadece diğer objelerle ve objektif dünyanın varlıklarıyla olan ilişkisi değil, aynı zamanda içsel yaşamı da. Bazen bir insan bir rüyanın içinde yaşar-bu durumda rüya o kişi için belli bir zaman ve belli bir derece bir önem ve objektif bir durum taşır. Yine sıklıkla bir insan kendi duygularının dünyasında yaşar. Bu durumlar ilginç gelirse sanat tarafından yeniden üretilebilir. Bundan, tanımlamamızın, sanatın hayali içeriğini de kapsadığını göstermek için bahsediyoruz.
Yukarıda sanatın reprodüksiyonun yanı sıra bir başka amacı olduğundan da bahsetmiştik, hayatı açıklamak. Bu bir dereceye kadar bütün sanat dallarıyla yapılabilir, bir objenin önemini anlatmak için o objeye dikkat çekmek veya insanların hayatı daha iyi anlamasını sağlamak yeterlidir. Bu anlamda sanat bir obje hakkında yapılan bir söylevden ayrı düşmez, buradaki tek fark sanat kendi amacına öğrenilmiş bir söylevden daha iyi biçimde ulaşır; bizim için kendimizi bir objeden haberdar etmek çok daha kolaydır, bu objeyle ilgili kuru bir referans edinmekten ziyade, obje bize yaşayan formuyla sunulduğu zaman onunla daha yakından ilgilenmeye başlarız. Fenimore Cooper?ın romanları vahşilerin yaşamıyla ilgili toplumu, etnografik öykülerden ve bu konunun önemi üzerine tezlerden daha çok haberdar etmiştir.
Fakat tüm sanat dalları yeni ve ilginç nesneleri işaret ederken şiir ihtiyaçtan dolayı, bir nesnenin esas unsurlarını daha keskin ve açık belirtmiştir. Resim bir objeyi tüm detaylarıyla yeniden üretir, heykel de öyle. Ama şiir aşırı miktarda detay kapsayamaz, sadece akılda kalıcı detaylara odaklanır. Bu, şiirsel biçimin gerçekliğe üstünlüğü olarak görülür fakat her bir kelime ifade ettiği objeye aynı şeyi yapar. Kelimede (yani içerikte) de tesadüfi her şey dışarda bırakılır ve nesnenin sadece esas unsurları korunur. Tecrübesiz akıl için nesneyi ifade eden kelime nesneden daha berrak olabilir fakat onun berraklığı sadece bir güçten düşmedir. Şiirsel bir işte bir nesne veya olay gerçeğin kendisinden daha anlaşılır olabilir ama bunda fark ettiğimiz tek erdem gerçeğe yapılan açık ve parlak kinayedir; ona gerçek hayatın doluluğuyla yarışabilecek ayrı bir önem yüklemeyiz. Şiirin yaptığının aynısının her düz yazı anlatısının yaptığını ilave etmekten geri duramayız. Bir nesnenin esas unsurlarına dayalı dikkat yoğunluğu şiirin değil fakat tüm rasyonel söylemlerin ortak özelliğidir.
Sanatın esas amacı gerçek yaşamda insanı ilgilendiren ne varsa yeniden üretmektir. Fakat yaşam fenomeniyle ilgilenmekle insan bunlar üzerinde bilinçli veya bilinçsizce yargı beyan eder. Şair veya sanatçı bir insan olmayı istese bile bırakamaz, kendini tasvir ettiği fenomen üzerine yargı bildirmekten alıkoyamaz. Bu yargı işinde ifade edilir bu da sanatın, insanın ahlaki aktivitelerinin arasına yerleştiren bir başka amacıdır.
Hayat fenomeninin üzerine yargıları, gerçekliğin bazı hallerinden dolayı bir tür ihanete meyilli, diğer yönlerinden kaçan bazı insanlar vardır, bu kişilerin mental aktiviteleri zayıftır. Bu tür bir insanın -şair veya ressam- yapıtları hayatın kendi favori yönünü yeniden üretmenin dışında bir gayesi yoktur. Fakat hayatı gözlemlemenin yol açtığı sorularla mental aktivitesi kuvvetlice kamçılanmış bir adam artistik yetenekle ödüllendirilmişse bu adam yapıtlarında bilinçli veya bilinçsizce kendisini ilgilendiren canlı bir yargı fenomenini söylemeye gayret edecektir (ve düşünen bir adam kimseyi değil ama yalnızca kendisini ilgilendiren önemsiz problemleri düşünemez) Resimleri veya romanları, şiirleri, oyunları düşünen adam için hayatın içinden yükselen problemleri sunacak veya çözecektir. Bu yönelim her sanat dalında ifade bulabilir (örneğin resimde tarihsel manzaralara veya sosyal hayata işaret edebiliriz) ama kesin bir fikri ifade etme imkanını sağlayan şiirde bilhassa gelişecektir. Bu durumda sanatçı, bir düşünür haline gelir ve sanat yapıtları, sanat alanı içinde kalarak bilimsel önem kazanabilir.
Bilimde ve sanatta ifade edilen her şeyin hayatta var olması gerekir ve bu varoluş yaşayan tüm detaylarıyla beraber en dolu ve mükemmel formunda olmalıdır, bu detaylar çoğunlukla konunun gerçek anlamını içerir ve sıkça bilim ve sanat tarafından anlaşılamaz ve kabul edilemez. Gerçek hayatın olaylarında her şey doğrudur, hiçbir şey tekrar gözden kaçırılmamıştır, insanın ıstırap çektiği işlerin tek taraflı, dar görüşlü açısı yoktur. Yönerge açısından, öğrenme açısından hayat daha doludur, doğrudur hatta alimlerin ve şairlerin yapıtlarından daha artistiktir. Fakat hayat fenomenini bize açıklamayı düşünmez, mantıksal aksiyomlarla ilgilenmez. Bu bilim ve sanat eserlerinde yapılır. Doğrudur, sonuçlar yarım, fikirler hayatın sunduklarına kıyasla tek taraflıdır ama bunlar dahiler tarafından bizler için yapılmıştır, onların yardımı olmadan bizim çıkarımlarımız daha tek taraflı ve zayıf olurdu.
Bilim ve sanat; hayat çalışmasına başlayanlar için el kitaplarıdır. Amaçları, öğrenciyi orijinal kaynakları okumaya hazırlamak ve muhtelif zamanlarda kaynak kitap olarak hizmet etmeye devam etmektir. Eserlerinin ana teması üzerine gelişigüzel ifade edilen görüşleri hasıraltı etmek bilimin olmadığı gibi şairin de aklına gelmez. Estetik kendi başına sanatın hayata ve gerçekliğe göre daha üstün olduğunu iddia etmekte ısrarcıdır.
Bütün söylenenleri birleştirecek olursak sanatla ilgili şu görüşe varıyoruz: Sanatın yegane amacı hayatta insanı alakadar eden her şeyi yeniden üretmektir. Sıklıkla, özellikle de şiirsel çalışmalarda hayatın açıklaması, fenomeni üzerine varılan yargı açığa çıkmaktadır.
Sanatın yaşamla ilişkisi tarihle aynıdır; içerikteki tek fark, tarih insan türünün yaşamını tarif ederken olaylara dayanan gerçekle ilgilenir, oysa sanat bize, olaylara dayanan gerçekliğin yerini psikolojik ve ahlaki gerçekliğin aldığı insan yaşamıyla ilgili hikayeler sunar. Tarihin ilk fonksiyonu hayatı yeniden üretmek, ikincisi -ki çoğu tarihçi tarafından icra edilmeyeni- ise onu açıklamaktır. İkinci fonksiyonu gerçekleştirmekte başarısız olan tarihçi sadece bir vakanüvis olarak kalır ve eserleri gerçek bir tarihçi için sadece materyal veya merakı gidermeye yönelik bir okuma olarak hizmet sağlar. Bu ikinci fonksiyonu yerine getiren tarihçi, bir düşünür haline gelir ve bunun sonucu olarak çalışmaları bilimsel değer elde eder. Aynısı sanat için de söylenmelidir. Tarih, gerçek tarihsel yaşamla yarışma amacıyla yola koyulmaz ; boyadığı resimlerin soluk, tamamlanmamış, az çok yanlış, tüm olayların tek taraflı olduğunu kabul eder. Estetiğin aynı sebeplerden ötürü kendisini güzellikte çok daha üstün olan gerçeklikle kıyaslamayı düşünmemesi gerekmektedir.
Fanteziye karşı gerçekliği savunmak, yaşayan gerçeklikle sanat eserlerinin benzerlik taşıyamayacağını ispat etme girişimi bu kompozisyonun özüdür. Fakat yazarın söylediği sanatı alçaltmaz mı? Evet, eğer eserlerindeki artistik mükemmeliyetçilikte sanatın gerçek yaşamdan daha aşağıda durduğunu gösteriyorsa alçaltır. Ama methiyeleri protesto etmek, kötülemek demek değildir. Bilim gerçeklikten daha yukarıda durduğunu savunmaz ama bu utanılacak bir şey değildir. Sanat da gerçeklikten üstün olduğunu iddia etmemelidir, bu onu alçaltmaz. Bilim gerçekliği anlamaya, açıklamaya ve daha sonra insanlığın yararına kullanmaya çalıştığını söylerken utanmaz.Sanatın, insanoğlunun gerçeklik tarafından meydana getirilen bütünsel estetik zevkten keyif alma imkanının eksikliği durumunda, bu değerli gerçekliği mümkün olduğunca yeniden üreterek ve kendi yararına açıklayarak kabullenmesinden utanç duymamasını sağlayalım.
Sanatın, insan için hayatın bir el kitabı görevi görmesine, gerçekliğin yokluğunda bir yedek olmanın güzel ve yüce görevinden tatmin olmasına izin verelim.
Gerçeklik düşlerden, esas amaç hayali iddialardan daha üstündür.
NİKOLAY GAVRİLOVİÇ ÇERNİŞEVSKİ
[1]medimnos: Antik Yunan’da kullanılan bir ölçü birimi
[2]dramatis personae: Latince. Geniş karakter yelpazesi olan bir edebi eserde , bir tiyatro oyununda veya sahne üzerinde sergilenen herhangi bir yapıtta yer alan dramatik karakterler için kullanılan deyim.
(Rusça Aslından Çeviren: Pınar Dinlemez)
(*) Sovremennik, cilt:51, sayı: 6, Petersburg 1855
Kaynak: Kaynak: http://www.gundogusu.net, Gündoğusu Dergisi Sayı 1 Şubat-Mart 2012